bannerbanner
Mozart: Bir Yaşam Serüveni
Mozart: Bir Yaşam Serüveni

Полная версия

Mozart: Bir Yaşam Serüveni

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 7

Madame Pompadour oğlanı daha yakından görmek istediğini söyleyince Kral, bu tür özel zamanlarda teşrifatçı görevi gören Monsieur Hebert’e bir işaret yaptı. Bunun üzerine bu kibar beyefendi, bir dünya kibar lafla Wolfgang’ı hemen markizin yanına getirdi.

“Küçücük bir mahlûk”, diye haykırdı kadın şaka yollu. “Fakat gerçekten de büyük bir dâhi! Onu hemen kaldırıp önümdeki masaya koyun!”

Teşrifatçı, görkemli küçük adamı kaldırmanın en iyi tarzı konusunda biraz tedirginlik göstererek nadir bir zarafetsizlikle bu emri yerine getirdi. Markiz karşısında duran çocuğa nezaketle bakmaktaydı. Sonra Wolfgang, o Almanlara has tarzıyla birden onu öpmek için öne doğru eğildi. Fakat mağrur hanım, bu hareket üzerine geri çekilip kibirli bir tavırla sırtını dönünce çocuğun yüzüne ateşler bastı.

“Ha!” diye bağırdı öfkeyle. “Bu kimmiş de beni öpmüyor? Biraz önce İmparatoriçe beni öpmemiş miydi?”

Neyse ki bu patavatsız sözleri Almanca söylediği için oradakilerden hiçbiri bir şey anlamamıştı. Tabii, Prenses Victoire hariç. Bu hadise Prenses’i pek keyiflendirmişti.

Prenses Adelaide, çocuğun yeteneğini sınamak için kendi yazdığı bir şarkıya doğaçlama olarak eşlik edip edemeyeceğini sordu. Wolfgang hiç tereddüt etmeden piyanonun başına oturup şarkıya zarif bir şekilde eşlik etti. Bununla da kalmayıp şarkının on nakaratının her birine yeni ve farklı bir eşlik yazdı. Çocuğun yaratıcılığını denemek için Prenses emretmişti bunu.

Akşamın geri kalanı boyunca Prenses Victoire, Wolfgang’ı kucağından neredeyse hiç bırakmadı. Göğsünden bir elmas broş çıkarıp çocuğun göğsüne taktı. Kraliçe de onu bir anne şefkatiyle okşayıp öpmeye doyamıyordu.

Birkaç hafta sonra Baba Mozart ve küçük Wolfgang, kraliyet ailesinin Chisy-le-Roi’daki sayfiye evinde Fransa sarayına veda etti. Kraliçe ile prensesler, Wolfgang’a pahalı armağanlar vermişti. Şimdi paha biçilmez bir hediyeyle onları onurlandırmak sırası Wolfgang’daydı. Gerçi o zamanlar bu hediyenin kıymetini pek az takdir etmişlerdi. Fransa’da geçirdiği bu birkaç hafta boyunca yayınlanan ilk iki eserini bestelemişti (Üstelik henüz sadece yedi yaşındaydı!). Her bir opus,13 keman eşliğinde iki piyano sonatından oluşuyordu. Bunlardan birincisi Prenses Victoire’a, ikincisi ise Kontes Tessé’ye adanmıştı.

Küçük Mozart, iyilikleri ve takdirleriyle kalbini kazanmış olan hanımlara bu iki besteyi getirip kendi elleriyle sundu.

Onlar için sonatları her zamanki becerisiyle icra ettikten ve övgüleri ile teşekkürlerini kabul ettikten sonra ayrılma vakti geldi. Genç prensesler elveda demek üzere çocuğun yanına geldi. Fakat Wolfgang birden sırtını dönüp terasa açılan uzun pencerelerden birinden atlayarak parktaki ağaçlar arasında gözden kayboldu. Prensesler şaşkınlık içindeydi. Başarının çocuğun başını döndürdüğüne ve aklını yitirdiğine inanacaklardı az kalsın. Ama bir de ne olsa beğenirsiniz! Küçük Mozart’ın kaybolduğu açık pencereden içeri tatlı bir nağme giriyordu. Park şapelindeki büyük orgun sesiydi bu.

Çocuk kendi veda etme tarzını seçmişti. Kalbi kibar konuşmalar yapamayacak kadar yüklü, acısı ise kelimelerle ifade bulamayacak kadar samimiydi. Müzik, veda için kullanabileceği tek dildi.

İlk başta neredeyse hüzünlü bir şekilde, sanki pişmanlık dolu bir elveda gibi duyuluyordu nağmeler. Sonra ses, daha derin ve kuvvetli bir şekilde yükseldi. Ayrılık acısı giderek artmış ve yoğunlaşmış gibiydi. Derken hüzünlü müzik, bu tarifsiz acıyı anlatmaya mecalleri olmadığından yakınan minör akorlar halinde uzaklara doğru gidip sessizliğe gömüldü. Ah! Bu dostlarına veda etmiyordu yalnızca. Yok olmuş bir cennete, çocukluğun kayıp cennet bahçesine hıçkırıklarla söylenen veda sözcükleriydi bunlar. Bugün o cennetteki hayatı sona ermişti, çünkü dünyadaki işleri başlıyordu.

İkinci Kısım

Mozart’ın Gençliği: İtalya Dönemi

Birinci Bölüm

Akşam Alacası ve Sabah Kızılı

1770 senesinin Mart ayında ışıl ışıl bir gündü. Altın güneş ışığı ünlü Bologna kentine akın ediyordu. İtalya gökleri o koyu mavi gözleriyle sanki bir sevgiliye gülümser gibi gülümsüyordu kente. Fakat semanın bu sevgi dolu bakışına, aynı şefkatle karşılık verilmiş değildi. Zira Bologna bu gökyüzünün altında uzanıyordu. Bütün o sarayları, manastırları ve kiliselerinin arasında, karanlık ve amansızdı. Çoktan geride kalmış yüzyıllara dair kasvetli düşüncelere dalıp gitmişti. Sanki ortaçağın taşa dönmüş imgesi gibiydi.

Yüksek binaların hepsi gösterişsiz ortaçağ mimarisini sergiliyordu. Her evin ağır bir verandası vardı. Bu verandaların her sütunu yoğun bir gölgeyle destekleniyordu. Bu yüzden sokakların neredeyse kasvetli bir ifadesi vardı.

İnsanların tüm davranışları ve yaşamlarını da ortaçağdan kalma bir hava istila etmiş gibiydi. Cüppeli keşişler ve mağrur rahiplerden oluşan grupların sokaklar ve meydanlardan sık sık ve sessizce geçişiyle kuvvetlenen bir görüntüydü bu.

Sözünü ettiğimiz dönemde İtalya’da hâkim olan gerçek yaşam ve kültüre dair en iyi kanıt, Bologna çevresinde yaşayan zenginlerin köşklerinde görülüyordu. Şehirden çok uzakta olmayan böyle köşklerden birinin giriş kapısında asil ve görkemli bir adam, içeri girmeden önce bir süre bekledi. Çünkü öğle güneşinin bütün ışığını Bologna’nın mermer çatıları ve çan kulelerinin, şehir surları çevresindeki gür koruların ve yeşilliklerin üzerine döküşünü seyredecekti. Kır saçları ile hâlâ görkemli ve saygın görünümündeki bir şey, yaşlılık çağının yaklaştığını ele veriyordu. Kıyafeti zengin fakat son derece sadeydi. Koyu gözlerindeki derin ve düşünceli sessizlik, güzel ağzının çizgilerindeki sonsuz iyilik ve sıcaklık ile onu bütünüyle sarmış olan sanat terbiyesi havası, girmek üzere olduğu evin görüntüsünün yarattığı izlenimle tamamen uyumlu bir etki oluşturuyordu üzerinizde.

Köşk çok büyük değildi ama tasarımında asil ve zarif bir zevkin hâkim olduğu açıktı. Hafifçe yükselen bir yamacın kenarında neşeli, havai ve kaygısız bir şekilde âdeta bir taç gibi yükseliyordu, çiçek köklerini andıran ince sütunları revakları taşıyordu. Zeytin, kestane ve nar ağaçları ile çam, servi ve defne ağaçlarının koyu gölgeleri resmedilmeye değer bir güzellikle kaynaşmıştı. Bu yoğun yeşillik ve geniş çiçek yatakları arasında paha biçilmez heykeller duruyordu: Meşhur Donatello’nun Perseus’u elinde korkunç Medusa’nın başıyla muzafferdi; vecit halindeki Sabine’i yarı şiddetli yarı müşfik bir şekilde, adaleli kolunda destekleyen cüretkâr bir Romalı Giambologna’nın eseriydi. Bunların yanında İtalyan sanatçıların diğer müthiş eserleri vardı.

Nadir güzellikte bir yerdi. İnsan burada olağanüstü bir zenginlik ve zevk inceliğinin kendilerine seçkin bir tapınak inşa ettiğini anlıyordu. Aynı zamanda sükûnet ve huzurun burada yaşadığını görebiliyordu. Ah! Derler ki sükûnet ve huzur insanlık arasında pek ender bulunur. Hatta bunların dış görünüşleri bile bir tılsım gibi hissedilir. Kendi ruhlarımızın tüm vahşi arzularını ve bütün tutkulu çatışmalarını bu tılsımın korumasına bırakmayı isteriz.

Şimdi bahçenin asma yapraklarıyla kaplı kapısını açmakta olan bu görkemli kişi, Farinelli soyadlı Signor Carlo Broschi idi. O yüzyılın en meşhur adamlarından biriydi. Kendi çağının ve önceki zamanların en büyük şarkıcısıydı. Tabiatın bahşettiği olağanüstü bir sese ve müzik dehasına sahipti, paranın ve İtalya’nın sağlayabileceği tüm eğitimi edinmiş ve yıllarca rakipsiz kalmıştı. İspanya sarayında kaldığı uzun süre boyunca kraliyet ailesi tarafından onurlandırılıp sevilmişti. Zira bahtsız V. Philip ile aynı derecede korkunç bir felaketin yaşamına musallat olduğu halefi VI. Ferdinand dönemleri boyunca Farinelli, dertli Saul için Davut’tan fazlası olmuştu.14 Onun müziği, günün kısa bir bölümü boyunca İspanya hükümdarı olarak görevlerini yerine getirmesi için yatalak kralı uyandırabilen hemen hemen tek güçtü.

Farinelli çeşitli payeler ve servetle donatılmış olarak son yıllarını sanat ve felsefeyle geçirmek üzere İtalya’ya geri döndü. Başarılarla dolu muhteşem bir yaşamın huzurlu sonu için sessiz bir sığınak olarak bu köşkü yaptırdı.

Bu yeni Tusculum’un15 iç bölümü, dışıyla ahenk içindeydi. Eve geniş bir verandadan giriliyordu. Verandanın ince sütunları, şimdiden asma sarmaşıklarının taze yapraklarıyla sarılmıştı. Hoş ve rahat koltuklar ile antik tarzda oyulmuş masa, burasının saygıdeğer filozof ve müzisyenin en sevdiği köşe olduğunu ele veriyordu.

Bu verandadan ferah bir salona giriliyordu. Odanın iki yanında da Roma dünyasının en büyük adamlarının beyaz mermer büstleri vardı. Bütün zemin kat antika mobilyalarla döşenmişti. Bunların güçlü sadeliği ve binanın mimarisiyle uyumu, bir Roma imparatorunun evine şeref kazandırmış olurdu.

Köşkün üst katı ise çok farklıydı. Alt kattaki odalar aristokrasiden veya kraliyet ailesinden misafirleri ağırlamak için döşenmişken, üstteki odaların gerçek bir sanatçı ve filozofa uygun olarak geçmişten soylu çağrışımlarla dolu sessiz ve rahat bir yuva olarak tasarlandığı açıktı.

Yoğun süslemeli salonun iki tarafındaki geniş ön odalardan doğuya bakanında Farinelli’nin dünyaca ünlü müzik kütüphanesi yani İspanya Kraliçesi’nden kalan o paha biçilmez miras bulunuyordu. Batıdaki odada ise yine aynı soylu elin iki kralın velinimetine duyduğu minnettarlık ve hürmetin simgesi olarak armağan ettiği piyanolar ve diğer enstrümanlar vardı. Her enstrüman, büyük İtalyan ressamlarından birinin adını taşımaktaydı: Raphael, Coreggio, Ttitan, Guido vs. Bunların yanında ise enstrümanların en nadir ve kıymetlisi yani Farinelli’nin viola d’amour adını verdiği biricik gözbebeği olan o ünlü keman vardı. On altıncı yüzyılda Cremona’da, Amati’nin elinden çıkmıştı.

Heybetli ihtiyar müzisyen şık köşkünde tamamen yalnız değildi. Onun için bir eşten ya da kardeşten daha kıymetli olan bir dostu vardı. Bu kişi bilge Fransisken, Giovanni Battista Martini idi. İtalya’nın en büyük müzik âlimi ve meşhur Bologna Filarmoni Akademisi’nin başkanıydı. Ayrıca Laggio Fondamentale Prattico di Contrapunto adlı harika bir eser kaleme almıştı. Bu eser ve sanat dünyasına yaptığı hizmetlerden dolayı Büyük Friedrich, ona tebriklerini ilettiği imzalı bir mektupla birlikte mücevherlerle donatılmış bir portresini yollamıştı.

O sıralarda iki arkadaş son derece kapsamlı ve felsefi bir eser olacak olan Müzik Tarihi ile derinden meşguldü. Bu, Martini’nin özel bir girişimiydi ama arkadaşı da muazzam kütüphanesini ve yaşamı boyunca sürdürdüğü kendi çalışmalarının sonuçlarını kullanımına sunarak katkıda bulunuyordu.

Farinelli (yukarıdaki uzun betimleme nedeniyle biz geciksek de o hiç zaman kaybetmeyecekti) kütüphanesine girdiğinde Peder Martini’yi yazı masasına eğilmiş olarak buldu. Büyük odanın tam ortasındaki masa, kocaman kitaplar ve parşömen ruloları altında yarı yarıya gömülü haldeydi.

Fakat her nedense saygıdeğer Fransisken her zamanki neşesiyle çalışmıyordu. Farinelli onu içtenlikle karşıladıktan hemen sonra bu durumu fark etmişti. Hareketlerindeki bir şey, onda hiç de alışıldık olmayan bir huzursuzluğu ele veriyordu. Nihayet mürekkep lekeli dolmakalemi bırakıp ayağa kalktı.

“Bugün hiç çalışamıyorum!” dedi, sanki tembelliği yüzünden vicdanı onu biraz rahatsız ediyor gibiydi. “Çok tedirgin ve endişeliyim.”

“Öyle mi?” diye cevap verdi Farinelli gülümseyerek. Bu sırada ardından odaya girmiş olan beyaz saçlı bir hizmetçiye işaret etmişti. Bunun üzerine hizmetçi, ikisine de birer bardak hakiki Lachrima Christi ikram etti. “Dün akşamki konser nedeniyle kendinden geçen bir tek benim sanıyordum!”

“Beni asıl etkileyen konser değil, o muhteşem genç maestronun görüntüsünün bende uyandırdığı düşünceler,” diye cevap verdi Peder Martini, kadife başlığını beyaz ve yüksek alnından geriye iterek. “Beni gerçekten büyüledi ama yine de onun için endişelenmemek elimde değil. Büyük bir müzik yaratıcısı olabilir zira bu gelecek ihtimali, koyu mavi gözlerinde belli belirsiz gözüküyor. Fakat bunun yerine yalnızca yüzeysel parlaklıkta bir dâhi, yani sadece yetenekli ve popüler bir icracı olarak kalmasından korkuyorum. Nitekim bu dâhilerin çoğunlukla böyle olduğu ortaya çıkar.”

“Fakat sevgili dostum ve kardeşim, unutma ki genç Amadeus Mozart’ın bugüne kadarki hikâyesi bu korkunun yersiz olduğunu gösteriyor. Bize Viyana’dan, Paris’ten ve Londra’dan onun hakkında yazılanları düşün. Viyana’da iki opera besteledi. Şimdi ise bu on dört yaşındaki genç, sanki dünyanın en kolay işiymiş gibi bir sonraki Milano Karnavalı için yeni bir opera üzerinde çalışıyor.”

“Evet,” diye karşılık verdi Peder Martini, Lachrima Christi’sini endişeli bir şekilde yudumlayarak. “Ama artık İtalya’ya adım attı. Yalnızca bir eğlence yahut beceri gösterisi alanı olarak değil soylu ve gizemli bir sanat olarak müzikle yüz yüze geldi. Onu Filarmoni Akademisi’ne sokabilirsek, bir cavaliere filarmonico olarak İtalya’da kariyeri kesin olacaktır. Ne var ki korkunç bir çileyi aşmak zorunda kalacak!”

“Ne yapılabilir bakacağız,” diye cevap verdi Farinelli. “Şu muhakkak ki genç Mozart son iki yılını en büyük üstatları ihtimamla çalışarak geçirdi. Stradella, Carissimi, Scarlatti, Leo, Hasse, Bach ve Handel, onun için tanıdık ruhlar. Babası buna tanıklık ediyor. Dilimizi mükemmel şekilde konuştuğu için İtalyan sanatçıları rahatlıkla anladığını da biliyorum. Korkma Martini! Dehanın olduğu yerde, ona yol gösteren Tanrı’nın parmağı da vardır.”

“Bunu hatırlamak bir teselli,” diye cevap verdi Fransisken. “Bana gelince, o ışıl ışıl güzel yüzü ve tepemizdeki gökyüzü kadar derin ve mavi tutkulu gözleriyle genç maestro kalbimi çaldı!”

“Sevgili Martini,” dedi arkadaşı ciddiyetle öne eğilerek. “Bir itirafta bulunmama izin ver. Bu genç müzisyenin görünüşü daha önce binlerce kez ve her defasında ıstıraplı düşüncelerle aklıma gelen bir şeyi tekrar hatırlattı bana.”

“Nedir o?” diye sordu Fransisken.

“Ayrılık ve çok yakında söylenecek olan elveda sözcüğü! Genç maestronun ruh dolu o kocaman gözlerine baktığımda bu gözlerin müzik için yeni bir günü müjdeleyecek sabah yıldızları olduğunu ayan beyan görebildim. Sevgili kardeşim, çevremizi akşam alacası sarmış ama orada sabah kızılı parlıyor!”

“Bunun ne önemi var?” diye sordu Peder Martini, bu sırada huzur ve memnuniyet dolu bir gülümseme yayılmıştı soylu yüzüne. “Ferdin yaşamı ve toplumun yaşamı, yalnızca ışık ve gölgenin, sabah ve akşamın, çiğ düşmüş gonca ile dalından kopmuş çiçeğin ebedi değişimleriyle var olur.”

“Bunu iyi biliyorum!” diye karşılık verdi Farinelli. “En büyük başarı için güle oynaya gidemeyecek kadar çocuk olduğumu düşünme. Yalnız şu ayrılık, şu veda olmasaydı önümde!”

Farinelli bu sözleri duymamış gibiydi. Sanki hatıralarda kaybolmuştu. Bir saniye sonra bir yanlış anlamayı açıklığa kavuşturuyor gibi sözlerine devam etti:

“Geride kalan sevinçlerden şikâyet ediyor değilim fakat kim bilir ne kadar kısa bir süre sonra kendimi korunmuş ve evimde hissettiğim bu çevreden, yaşamımın bir parçası haline gelen bütün bu durum ve meşguliyetlerden ayrılmak zorunda kalacağım. İnsanın kalbine böylesi bir kuvvetle tutunan şey, o önemli meseleler veya üstün sevinçler değil; veda etmenin büyük ıstırap verdiği küçük ilgiler ve zevkler yani fark edilmeyen menekşelerdir. Acımasız bir kader, bütün bir yaşamın servetini demir eliyle kavradı mı insanın göğsünde güçlü bir irade ayaklanıp sakin bir cüretkârlıkla haykırır: ‘Al onu öyleyse. Onsuz da yaşayabilirim!’ Ardından soylu bir öz saygı, matem acısının üstesinden gelir. O zaman umutlarımızın yıkıntıları arasında sebatla ve gururla dururuz. Fakat kader ardı ardına büyük beklentileri ele geçirir, ömürlerimizden çiçekleri birer birer koparır ve günlerimizin resmindeki renkler solar ta ki önümüzde soğuk ve gri bir manzara kalana kadar. İşte o zaman isimsiz bir hüzün kaplar insanı ve yüreğinin titrediğini hisseder.”

“Ama dostum!” diye karşılık verdi Fransisken, “Öyleyse bütün bu sevinç ve üzüntüleriyle hayat nedir? Hakikaten akşam alacasındayız ve etrafımızdaki her şey kaybolmakta. Yerküredeki her şey gibi bizler de geçip gidiyoruz. Bir an gelir ve böyle yapmak hoşuna gittiğinden insan ‘Bekleyin beni!’ der fakat daha bu sözleri söylerken o an kaybolup yerine bir diğeri geçmiştir. Saniyeler ne kadar hızlı olsa da imgeleri bizimle kalır ve o imgelerin içimizde uyandırdığı yankılar bizi ebediyen kutsayabilir. Görüyorsun ya kardeşim, matemin başkalaşmasıdır bu. Yaşamın sevinçleri, sadece mütemadiyen yok olan ve yerine yenisi konan anlardan oluştuğu için değil, aynı zamanda da en çok uzaktayken ışık saçtığı için gökkuşağı gibidir. Hem, Tanrı bizi çoğu insandan daha fazla kutsamış değil midir? Bize neşe dolu bir ihtiyarlık, asil bir işin ve yaratmanın sevinci ile ilahi sanat için kutsal bir şevk bahşetmedi mi? Bize birbirimizi vermedi mi? Ah, kardeşim! Akşam alacasını hiçbir sabah kızılına değişmem!”

“Evet!” dedi Farinelli, arkadaşının elini heyecanla kavrayarak. Yüzü ise dostluk ve minnettarlık dolu bir tebessümle aydınlanmıştı. “Nice mutlu saatler için Tanrı’ya şükretmeliyim. Bilhassa da bu saatler, çocukluk yıllarının aksine ardında acı bir tat bırakmadığı için.”

“Sessiz bir mutluluk için gerekli şartları kendi içimizde haiz olduğumuzu en azından kendimize itiraf edebiliriz,” diye ekledi Peder Martini gülümseyerek. “Yaşamı tüm derinliği ve saflığıyla kabul eden ve sürekli gelip geçen fırtınalı anlar arasında daimi ve ölümsüz olanı ayırt edebilen ruhun o tefekkür halini kastediyorum. Ayrıca tutkuların dev savaşlarının bozamadığı ve kıskançlık veya disiplin edilmemiş heveslerden uzak olan o şen dinginlikten söz ediyorum. Bu iki lütfuyla Tanrı bize bir teleskop vermiştir. Bu teleskopla insanın içsel gözleri, sonsuz yaşamın akıp giden yıldız takımlarını keşfedebilir. Yalnızca onun vasıtasıyla, dünyevi erdem ve güzelliğin loş bulutsularının arasından uzaktan ve hafifçe fark edilir öteki dünyaların yıldız ışığı. Bu ışık ki geleceğin uçsuz bucaksız karanlığında bize varlığımızın ölümsüzlüğünü gösterir!”

O anda kütüphanenin kapısı açıldı ve hizmetçi gelen misafiri haber verdi: “Signor Amadeus Mozart!”

İkinci Bölüm

Il Cavaliere Filarmonico 16

İtalyanlar coşkularını ifade ederken pek savurgandır çünkü kalplerinden gelir bu. Genç Mozart, hiçbir yerde İtalya’da olduğu kadar sıcak karşılanmamış, böylesi bir yaygın hüsnüniyet görmemiş ve böyle hızlı takdir edilmemişti. Bu ülkede, bilhassa da Bologna’da hem asilzadeler hem de sanatçılar arasında samimi dostlar ve müttefikler bulması çok hızlı olacaktı.

Fakat Amadeus17 bu sonuçtan ne kadar mutlu olsa da insanların takdiriyle başı dönmeyecek kadar çocuksu bir ruha sahipti. Yaşı ve dış görünüşü bir çocuk olduğunu gösterse de müzikal gelişim bakımından yetişkin bir adamın ruhunu taşıyordu. Bologna’dayken asıl düşüncesi, o dönemde müzik dünyasının lideri olan Filarmoni Akademisi’nin dürüst jürisince bir maestro olarak tanınıp İtalyanların âdeta taptığı ve müzik konusundaki yargılarının tüm Avrupa için belirleyici olduğu Peder Martini’nin onayını kazanmaktı.

Bu yüzden Wolfgang, bugün villa Farinelli’yi ziyaretinde Akademi Başkanı’na en derin saygıyla ve hakiki dehaların yine hakiki dehalara canı gönülden gösterdiği samimi hayranlıkla yaklaşmıştı. Çocukken “Tanrı’dan sonra babam gelir!” demişti ya, işte şimdi buna “Babamdan sonra da Peder Martini gelir!” sözünü ekleyebilirdi.

Mozart, Farinelli’nin enstrümanlarını görünce kendinden geçmişti. Ayrıca ihtiyar İtalyan’ın bu enstrümanlara verdiği ünlü isimler, onu bir çocuk gibi mutlu etmişti. “Raphael” adlı piyano favorisi oldu. Bu pahalı enstrümanın başına geçip altın hayallerini güzel tonlarla bağlayıp çözerek uzun bir süre doğaçlama yaptı. Öyle ki Farinelli ve Fransisken, onun olağanüstü icrasıyla mest olmuşlardı.

“Oğlum, burada sezindirdiğim fügü dinlemeyi isteriz senden.”

Amadeus isteneni yapıp güçlü armonileri dinleyicileri kadar sıradışı bir ateşle çıkarmayı başardı. ”Raphael”, Mozart’ın ürkek parmakları altında heyecanla titrerken, dinleyicilerinin kalpleri de bestenin ihtişamından heyecanla çarpıyordu. İcrası sona erince ikisi de samimiyetle çocuğun elini tuttu. Koyu gözlerinde yaşlar ışıldayan Peder Martini dostuna şöyle dedi:

“Akşam alacası ve sabah kızılı! Ne kadar da doğru söyledin kardeşim! İşte bu şafak vakti, muhteşem bir günü haber veriyor!”

Çok geçmeden Amadeus’un Academia Flarmonica üyeliğine aday olarak gireceği sınav günü gelip çattı.

Onun için önemli bir gündü. Reddedilmesi, geleceğe dair beklentilerini yok edecek; kabul edilmesi ise şanını ebediyen tescillendirecekti. Belirlenen günde Bologna’nın tüm kültür ve müzik dünyası hareket halindeydi. İnsanlar kâh yayan olarak kâh arabalarla Akademi’nin oturumlarını gerçekleştirdiği görkemli binaya gidiyordu aceleyle. Sınav yerinde yalnızca akademi üyeleri bulunabilirdi ancak oylama olumlu olduğu takdirde kabul ilanı herkese açık şekilde yapılacaktı. Aday yani Wolfgang Amadeus Mozart öğleden sonra saat dörtte akademi salonundaydı. Peder Martini ile Farinelli’nin aralarında olduğu üyeler çoktan gelmiş, geniş bir daire oluşturacak şekilde oturmaktaydı. Hepsi de seçkin bestekârlar olan başkan ve eleştirmenler yerlerini almış, adayı beklemekteydi. Adayın henüz on dört yaşında olması olayı eşsiz kılıyordu.

Tanışma faslının ardından başkan ve eleştirmenler ayağa kalktı. Amadeus’a Antiphonarium Romanum’dan bir Antiphonia verildi. Üç saat içinde kapalı bir odada bunu dört sesli olarak düzenlemesi gerekiyordu. Amadeus saygılı bir reveransla kâğıdı alıp onu küçük yazı odasına götüren görevliyi hızlı ve kendinden emin adımlarla izledi. Görevli Mozart’ın ardından kapıyı sesli bir şekilde kapadı.

Böyle bir antifonu dört ses için düzenlemek, Amadeus’un müzik bilgisi ve becerisi için büyük bir sınavdı. Bunu yalnızca bir müzik ustası başarabilirdi. Nice anlı şanlı müzisyen, Akademi’ye girmek için çabalarken bu kayaya çarpıp mahvolmuştu. Şimdi Amadeus’un oturduğu yerde daha önce yetenekli pek çok besteci, tam üç saati yalnızca üç bölümlü bir antifon oluşturmak için geçirmişti.

Sadece yarım saatlik bir sürenin ardından görevli içeri girip genç bestecinin çalışmasını bitirdiğine dair işaret verdiğini bildirdiğinde, Akademi üyelerinin düştüğü şaşkınlığını kim betimleyebilir? Bütün meclisi genel bir heyecan sarmıştı. Akademi yüz yılı aşkın süredir vardı fakat bütün bu zaman boyunca böyle bir şey hiç yaşanmamıştı. On dört yaşındaki bu oğlan bir sihirbaz mıydı yoksa?

Peder Martini ve eleştirmenler, ayağa kalkıp yazı odasına gittiler. Heyecanlı oldukları belliydi. Görevli, kapıya geldiklerinde başkandan anahtarı alıp sürgüyü geri çekti ve içeri girdiler. Wolfgang, keyifli bir şekilde gülümseyerek müsveddeyi elinde tutuyordu. Dürüst ve çocuksu yüzünde büyük bir sevinç ifadesi vardı. Bu sevinç, yeteneğinin farkında olmasından kaynaklanan bir gururla karışıktı ama kibir ya da kendini beğenmişlikten çok uzaktı. Raphael’in Cennetin Kraliçesi’ni dalgalar halinde yükselen bulutlardaki tahtına kaldıran meleklerin yüzlerine resmetmeye bayıldığı o pırıl pırıl ifadeydi bu.

Tek kelime etmese de Peder Martini’nin gözleri keyifle ışıldıyordu. Coşkulu bir kucaklamayla Wolfgang’ı göğsüne bastırmaktan güçlükle alıkoyabilmişti kendini.

Fakat geleneğe göre bestekârlar ve hakemler çalışmasını incelediği sırada adayın ikinci kez odaya kapatılması gerekiyordu. Bu neredeyse bir saat sürdü. Nihayet inceleme sona erdi ve başkan oylamanın başlamasını istedi. Çemberi oluşturan herkese derin bir sessizlik içinde birer siyah ve beyaz top dağıtıldı. Oy verenler, oylarının rengini tek bir kelimeyle dahi belli etmiyordu ancak çoğunun ışıl ışıl parlayan gözleri her şeyi anlatıyordu. Şimdiyse kutu başkanın huzurunda boşaltılmaktaydı. Karar ânı gelmişti ve karar olumluydu.

“Bütün toplar beyaz!” diye haykırdı Peder Martini. “Aday kabul edildi.”

Sonra kapılar açıldı. İnsanlar bir yandan içeri akın ederken, Wolfgang da diğer taraftan girdi ve Akademi’nin coşkulu alkışlarıyla karşılandı. İnsanlar viva’larını yeni cavaliere filarmonico için yükseltiyordu!

Üçüncü Bölüm

Aziz Petrus’u Öpmek

Paskalya’dan önceki Kutsal Hafta tüm Katolik Hıristiyanlar için yılın en önemli zamanlarından biridir. Fakat Kutsal Hafta’nın en görkemli şekilde kutlandığı yer, dünyanın en büyük mabedi olan Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası’dır.

Kutsal Perşembe sabahı erkenden kalabalıklar, kutsal şehir ve çevresinden bazilikaya akın ediyordu. Kuzey, güney, doğu ve batıdan gelen yabancılar da günlerdir toplanmaktaydı. Tanrı’ya adanmışlık ve himmet, merak ve heyecan arayışı, tövbekârlık ve dünya zevki, kıskançlık, açgözlülük ve diğer bütün insani ilgi ve tutkular, şimdi dalgalı bir insan denizi haline gelene dek Roma sokaklarını dolduran bu kalabalığın arasındaydı.

Çoğunluğu capcanlı kostümler giymiş olan ve kahkahalar, şakalar ve azarlar eşliğinde birbirini itip kakarak kiliseye çıkan tıkanmış sokaklar boyu ilerleyen bu coşkulu izdihamdan daha hoş bir manzara bulmak pek güç olacaktır. Eşkıyaları andıran kıyafetleriyle dağcılar, koyun derisi elbiseleriyle köylüler, muhteşem kaftanlarıyla soylular ve şehrin sefahat düşkünü kızları, sınır veya konum, yaş veya ırk gözetmeksizin hep birden Aziz Petrus Kilisesi’nin yüksek kubbesine doğru ilerliyordu. Burada köylüler, kızlar ve düşesler, prensler ve balıkçılar, zenginler ve yoksullar, hep birlikte ölçüsüz bir çılgınlık halinde Papa’nın koltuğu etrafına yığılacaktı. Papa ise günahtan zayıf düşmüş bu ruhları bağışlayacaktı.

На страницу:
4 из 7