bannerbanner
Mozart: Bir Yaşam Serüveni
Mozart: Bir Yaşam Serüveni

Полная версия

Mozart: Bir Yaşam Serüveni

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

Saraydan ayrılacakları zaman gelip çatınca, Maria Theresa oğlanı kucaklayıp anne şefkatiyle öptü. Sonra Nannerl’e elini uzatıp veda etti. Böylece ayrıldılar. Wolfgang ve Nannerl, ellerinde birer güzel elmas yüzük tutuyordu. Baba Mozart’ın yüzü ise hoşnutluk ve gururla parlıyordu.

Beşinci Bölüm

Bir Sürpriz

Wolfgang’ın yedinci yaş gününde, Salzburg’da çok soğuk bir kış hüküm sürmekteydi. Fakat kentin “harika çocuk”unun yüreğinde mevsim bahardı. Kar ve buz, mermer bir mezar gibi toprağı hapsetse de çocuğun ruhunda yalnızca gün ışığı ve şarkılar vardı. Aylar ilerledikçe, onun için müziğin geçici bir heves değil yaşamının tutkusu olduğu aşikâr hale geldi. Ahenkli sesler neredeyse, mutluluğu da oradaydı. Daima neşeli yüzünü uyumsuz sesler ve gürültülerden başka bir şey asamazdı.8

Nihayet mayıs ayı geldi. Tarla kuşlarının neşesi ve bülbüllerin şakımaları duyuluyor, açan ilk çiçeklerin renkleri ve kokusu etrafı sarıyor, ağaçların dalları güçlenirken gonca çiçekler büyüyor ve dört bir yanda milyonlarca yeni hayat filizleniyordu. Çocuğun göğsünde neşe dolu şarkılar yükselip sevinçli melodiler akıyordu. Hızlanan yaşamı, çiçek tomurcukları gibi yeni filizler veriyordu. Ruhunda yaratıcı çaba yönünde kuvvetli bir dürtü uyanmaktaydı. Bütün dünya fazlasıyla dar ve sınırlı gözüküyordu. Onun dünyası müzik diyarıydı ve sınırları, diğer her şeyden önce genişletilip büyütülmeliydi.

“Piyano artık hoşuma gitmiyor!” dedi bir gün. “Keman öğrenmeliyim.”

Birkaç hafta sonra eski dostları Schlachtner, Adlgasser ve Lipp, Orkestra Şefi Muavini’nin evinde toplanmıştı.

Çok güzel bir bahar günüydü. Gökyüzü koyu mavi bir deniz halinde alçalmıştı. Yeni filizlenen bitkilerin ışıltılı yeşili insanlığa gülümsemekteydi. Taptaze, serin ve tertemiz bir tebessümdü bu. Âdeta yeni yılı selamlayan mahcup sabah vaktiydi, o denli aydınlık ve kısa. Çünkü yükselmekte olan güneş birazdan tarlaları ve ormanları en derin renklerle yıkayacaktı. Çocukluğun masum kahkahası sıcak havanın ve yaşam tutkusunun altında solup daha hüzünlü bir ciddiyete yerini bırakırken bile.

Ama bugün tabiatın yüzünde hüzünden eser yoktu. Her şey neşe, kahkaha ve gençlikten ibaretti; yaşamla, güvenle ve umutla doluydu!

Orkestra Şefi Muavini’nin küçük bahçesinde de çok kıymetli ve nadir çiçekler açmış, ıtırlar yayılmıştı. Bahçenin sınırları boyunca laleler o gururlu ihtişamlarıyla yükseliyor, sümbüller her köşeye enfes kokularını saçıyordu. Öte yandan, koca elma ağacının çevresinde binlerce arı vızıldayıp uğulduyordu. İşte küçük grup, yeni açmış narin çiçeklerle kaplı bu ağacın altında toplanmıştı.

Ev işleriyle meşgul olan Frau Mozart, evde kalmıştı ama bir tür müzik pikniği için buluşmuş olan kocası ve arkadaşlarına bol şarap ve soğuk yemek göndermeyi ihmal etmemişti. Ayrıca şimdi mütevazı sayfiye evinin asma yaprakları altında kar gibi beyaz örtüyle örtülmüş olan sofrayı kurması için de küçük Nannerl’i yollamıştı. Nannerl eserine son dokunuşları yaptıktan sonra emeği için babasından bir öpücük alıp oradan ayrılmak üzereydi ki Wolfgang, Orkestra Şefi Muavini’nin bir başka arkadaşıyla geldi.

Bu kişi, kemancı Wenzel’di. Müzik bilgisini tamamlamak amacıyla bir süredir Baba Mozart’tan beste dersleri almaktaydı. Biraz süslü, şık giyimli bir adamdı. Nadir güzellikte elleri ve ayakları vardı. Ardıç meyvesini andıran kara ve küçük gözlerini, neredeyse korkutucu bir şekilde yuvarlayıp duruyordu. Fakat küçük ve huzursuz olsa da bu gözlerden ateşli ve duygulu bakışlar fırlıyordu. Peruğunun altında hemen hemen gizlenmiş olan ince yüzü, büyük bir zekâ ifadesi taşımaktaydı.

Baba Mozart bu genç adamı (en azından kendi yaşıyla kıyaslandığında gençti) pek severdi çünkü kontrpuan bilimini olağanüstü bir hızla öğrenmişti ve beste konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahipti. Bu yüzden yeni misafiri ellerini sevinçle uzatıp karşıladı. Bu sırada Wolfgang’ın sayfiye evine gizlice girdiğini fark etmemişti. Çocuk, arkasına götürdüğü iki elinde bir şey saklıyordu.

“Burada, Tanrı’nın hür tabiat dünyasında bize katılmana çok sevindim, sevgili Wenzel,” dedi Orkestra Şefi. “Baksana, her şey nasıl da ışıl ışıl ve güzel kokulu. Ya şu hava! İnsanın derin derin yudumlayası geliyor. Oysa hemen ötedeki şehir ne kadar da boğucu, kalabalık ve bunaltıcı!”

“Ah, evet, Herr Orkestra Şefi,” diye cevap verdi Wenzel, içtenlikle dostunun ellerini sıkıp yuvarlak kara gözlerini misafirler üzerinde gezdirirken. “Burada her şey çok güzel. Tam da şiir veya senfoni yazmaya uygun bir yer!”

“Gerçekten öyle!” diye cevap verdi Baba Mozart keyifli bir tebessümle. “İnsanın içinde ne olursa olsun, en hoş şiir ve muhteşem müzik işte burada, dışarıdadır. Sıvı gümüş gibi pırıldayarak manastırın değirmenine doğru akıp giden şu nehre baksana! Gürleyerek köpüren sularını sıçratıyor değirmenin tekerleğine. Ötede, şu serin çayırlar ile çiçek açmış meyve ağaçlarının ardında, kocaman çiftlikler ile yazlık evler, tüm görkemiyle göklere yükselen şu dağın eteklerine kadar uzanıyor. Orada, dağın zirvesinde bir kale, yeşil yaz kaftanına henüz sarınmış parka bakan kuleleri ve taretleriyle kaşlarını çatmış bakıyor. Söylesene, hiçbir insanoğlunun yazamayacağı bir şiir ve yalnızca Yaradan’ın besteleyebileceği bir senfoni değil midir bu?”

“Hakikaten öyle,” diye cevap verdi Wenzel. “Siz de ona bakarak bir şair oldunuz!”

“Ne demeli, dostum, öyle olmak gerekiyor,” diye karşılık verdi Orkestra Şefi Muavini. “İnsanın, aşınmış yollarını günbegün ağır ağır yürüdüğü dünyada bütünüyle kuruyup solmaması için, onu ara sıra meşguliyetin pençelerinden kapıp götürecek bir şeye ihtiyacı vardır. Tıpkı büyüleyici manzarasıyla bu küçük bahçenin beni alıp götürdüğü gibi.”

“Bunun için ülkedeki en güzel yeri seçmişsin,” dedi Schlachtner.

“Epey de paraya mal oldu,” diye iç çekti Baba Mozart kulağını okşayarak.

“Seni pinti herif,” diye bağırdı Lipp gülerek. “O kadar büyük bir servet etmiş olamaz!”

“Siz bekâr adamlar bu konuda hiçbir şey bilmiyorsunuz,” diye karşılık verdi Orkestra Şefi Muavini. “Yine de insan hayatına kanatlar eklemeli yoksa çamura batar. Ama bu hoşbeş faslı beni bir soruyu sormaktan alıkoydu: Dostum Wenzel’i bugün yanımıza getiren şey nedir? Zira yalnızca manzarayı görmek veya bizi ziyaret etmek için gelmediğine eminim. Onu çok iyi tanıyorum! Galiba kolunun altında bir müzik rulosu görüyorum. Bizi yeni bir besteyle şaşırtmayacağına iddiaya var mısınız?”

“Jüpiter aşkına, Herr Orkestra Şefi Muavini, tahmincilerin büyük prensi olarak taçlandırılsanız yeridir! Çünkü tam on ikiden vurdunuz hedefi,” diye cevap verdi genç kemancı biraz kızararak. Yuvarlak siyah gözlerindeyse keyifli bir ışıltı vardı. “Mütevazı yeteneğimin küçük bir çalışmasını getirdim size. Onunla uğraşmak bana en azından zevk verdi ve siz Viyana’dayken boş zamanımı doldurdu.”

“Peki ne yazdın?” diye sordu Baba Mozart ve Adlgasser tek nefeste.

“Altı trio,” diye cevap verdi Wenzel. “Maestromun eserim hakkındaki görüşünü dinlemeyi çok isterim. Tahmin ettiğim üzere enstrümanlarınız yanınızdaysa parçayı birlikte gözden geçirebiliriz.”

“Tam aradığım şey,” diye haykırdı Baba Mozart, enstrümanlarını almak için hep birlikte ayağa kalktıklarında. “Wenzel birinci kemanı, Schlachter ise ikinci kemanı çalacak. Ben de viyolamla bası alacağım.”

O anda Baba Mozart birinin hafifçe dirseğine dokunduğunu hissetti. Şöyle bir bakınca küçük Wolfgang’ı gördü. Elinde, ona Viyana’da hediye edilmiş olan keman vardı.

“Baba,” diye fısıldadı çocuk yalvaran bir sesle. “İkinci kemanı benim çalmama izin ver!”

“Ah, tabii!” diye cevap verdi babası gülerek. “Hayalinde ikinci kemanı çalabilirsin. Belki bir gün bunu gerçekten yapabilirsin!”

“Gerçekten yapabilirim!” diye bağırdı Wolfgang. Gözleri, doğuştan gelen yeteneğinin bilinciyle ışıl ışıl parlıyordu.

“Rüyanda mı öğrendin keman çalmayı?” diye sordu babası şakayla.

“Hayır babacığım. Bir kere denememe izin ver, göreceksin!”

“Evde deneyebilirsin Wolferl!” dedi Baba Mozart teselli edici bir sesle. “Eve gidince yazdığın ilk menueti çalacaksın bana.”

“Ah, menuet!” diye bağırdı çocuk gururla gülerek. “Hangi menuet? İzin ver de Herr Wenzel’in triosunu sizinle çalayım. Adamakıllı bir şey olsun!”

Fakat çocuğun ısrarı babasını kızdırmaya başlamıştı. Dudaklarından nadiren duyulan sert bir sesle dedi ki: “Yeter! Sus artık! Böyle bir şeyi düşünecek kadar aptal bir çocuksun! Sırf iyi piyano çalıyor olman, daha enstrümanı öğrenmeden ikinci kemanı alabileceğin anlamına gelmez. Bizi rahat bırak ve bundan sonra daha mütevazı olmayı öğren!”

Küçük adamın kalbi bu kadarını kaldıramayacaktı. Genellikle çok kibar bir adam olan babasından geldiği için bilhassa ağırlaşan o sert sözler, yeteneğinden şüphe duyulması ve aynı zamanda da planladığı küçük sürprizi gerçekleştirememiş olmanın getirdiği hayal kırıklığı çocuğun yüreğini öyle derinden yaralamıştı ki acı acı ağlamaya başladı. Sonra kemanını kolunun altına sıkıca bastırıp hıçkıra hıçkıra sırtını döndü.

Fakat iyi kalpli babası sert sözleri yüzünden çoktan pişman olmuştu. Schlachtner, çocuğun en azından onunla birlikte keman çalması için izin isteyince, Orkestra Şefi Muavini nazikçe şöyle dedi:

“Haydi! İnlemeyi bırak artık! Hem öyle çıtkırıldım da olma! Bana kalırsa, Herr Schlachter’in yanında çalabilirsin ama unutma, öyle usulca çalacaksın ki kimse seni duyamayacak!”

Wolfgang, çiye vuran güneş ışığı gibi parlayan ıslak gözlerini koluyla çabucak sildi ve diğerlerinin yanındaki yerini aldı. Sonra notaları önlerine koyup ölçüyü esas alarak başladılar.

Trio mükemmel bir besteydi fakat son derece zordu. İlk başta Schlachtner kendini müziğe kaptırıp birinci sayfayı küçük Mozart’ın da ona eşlik ettiğini tamamen unutarak çaldı. Fakat kısa süre sonra çok şaşıracaktı. Ne güzel ve berrak bir sesti bu! Küçük keman, notaları nasıl da temiz şekilde çıkarıyordu! Çocuğun yüzü, kendini tamamen işine verdiğini nasıl da gösteriyordu! Schlachtner giderek daha yavaş çalıyordu ta ki hayretten donakalıp kemanı ve yayı yavaşça yanına bırakana dek.

Peki ya Baba Mozart? Şaşkınlıktan dili tutulan Schlachtner çalmayı bırakmış, babaysa ona baktığında gülsün mü ağlasın mı bilememişti. Baba Mozart yayı tuttuğu kolunu bir an dahi gevşetmeden ve notalardan gözünü ayırmadan oracıkta dikilmişti. Şefkat ve sevinçten akan gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.

Wolfgang’a gelince, etrafında olup bitenleri ne görüyor ne de işitiyordu. Varlığı sadece ve sadece müzikten ibaretti. Tüm kalbi ve ruhuyla çalmaya devam ederken, yüzü coşkunlukla parlıyordu. Sonunda altı trio tamamlandı.

Baba Mozart sevinç dolu bir gururla oğlunun yanaklarına öpücükler kondururken ne büyük bir şenlik yaşanıyordu!

“Ne zaman… Ne zaman öğrendin, küçük Yıldız Işığı?” diye haykırdı.

“Sen kilisedeyken ya da ders verdiğin zamanlarda!” diye cevap verdi çocuk muzaffer bir tavırla. “Şimdi de birinci kemanı deneyeyim hemen!”

Genç maestronun bu cesaretine hep birlikte güldüler ama sırf eğlencesine denemesi için izin verdiler. Bir kez daha şaşkına dönmüşlerdi. Çünkü bazen yanlış ve tuhaf dokunuşlar yapsa da bu bölümdeki oldukça güç kısımların üstesinden gelmeyi de başarmıştı.

Bu mutlu gün yavaşça sona eriyordu. Batmakta olan güneş, kızıl ışıklarını küçük grubun üzerine yolluyor ve onların müzik dalgalarına altın renkli bir medcezirle karşılık veriyordu. Köpüklü şaraptan yanakları al al olmuş halde yeni maestronun şerefine kadehlerini kaldırırken, günün son ışıkları dostane yüzlerini yumuşatıyordu. Ötedeki çıplak dağ sanki onlara uyup daha gül yüzlü olmuştu. Bütün o sessiz ve güzel topraklar, tıpkı kutsanmışların gözü önündeki cennet gibi önlerinde uzanıyordu.

Altıncı Bölüm

Versay Sarayı’nda Bir Akşam

Kraliçe’nin Versay Sarayı’ndaki daireleri açıktı. On beş odalık birer süitten oluşan bu dairelerin her biri kraliyet ailesinden sakinlere layık bir salondu. O akşamüzeri salonlar, altın ve kristallerle bezenmiş saymakla bitmeyecek avizelerdeki yedi yüzden fazla mumdan dökülen bir ışık selinde parlıyordu. Mermer oymaların, kıymetli yaldızların, duvar kaplamaları ile tabloların, zarif saatlerin, vazolar ile heykellerin ve pahalı duvar halılarının parıltısı ve ışığı ise devasa aynaların büyülü yansımalarıyla yüzlerce defa yanıp sönüyordu.

Ne var ki Kraliçe’nin bu daireleri, Marquise de Pompadour’un oturduğu dairelere yahut XIV. Louis ve XV. Louis’nin müthiş kraliyet salonlarına kıyasla sadeydi.

O dönemde bütün dünyada Versay ile mukayese edilebilecek tek bir saray dahi yoktu. Versay’dan ilk defa 1037 senesinde bahsedilir. O dönemde burası, bir derebeyi kalesinin bulunduğu önemsiz bir köydür. 1627 yılında XIII. Louis, köyün dış cenahlarından birine bir av köşkü yaptırır. Bu köşk, daha sonraki devasa eklemelerin merkezi olarak kalır. XIV. Louis bu eklemeler aracılığıyla ve Mansard’ın planına göre Versay Sarayı’nı yaptırmıştır. Bu saray, Avrupa sanat ve siyaset tarihinin en dikkate şayan merkezlerinden biri olmuştur.

Şimdi bu muhteşem eski sarayda tuhaf bir yaşam sürüyordu. “Harikulade ama kof ihtişamı”, gerçek bir insanlık çağından ziyade bir haşhaş müptelasının hummalı rüyasını andıran bir yaşamdı bu. Korkulu sloganı ise en mühim şahsiyeti Madam Pompadour’un şu meşhur sözleriydi: Après nous le déluge!9

Cümbüş ve âlemlerle dolu bu çılgın yaşam bir uçurumun tepesinde sürüyordu. Oysa kısa süre sonra bu uçurum, XVI. Louis ile talihsiz Marie Antoinette’in ayakları dibinde genişleyecekti.

Peki ama bu eğlenceli akşamda kim böyle bir felaket olasılığını hayal edebilirdi ki? Kraliyet dairelerinde bir araya gelen saray meclisi mücevherlerinin pırıltısını, binlerce mumdan yayılarak o müthiş altın süslere akın eden ışıltıyla karıştırdığında, yüksek pencerelerden meydan okurcasına gece gölgelerine akıp giden ihtişamla gözleri kamaşmış hangi göz, o gölgelerin giderek yoğunlaşarak daha kasvetli hale geldiğini ve önlenemez bir sonla bu görkemli topluluğu sardığını fark edebilirdi ki?

Ana salonda bulunan kişilerin gruplara ayrılışı dikkat çekiciydi. Geç bir av partisinden yeni dönmüş olan Kral henüz gözükmemişti. Bütün topluluk, iki ayrı merkezin etrafında iki grup halinde toplanmıştı. Bu merkezlerden biri, Kraliçe’nin uzandığı ve onun en yakın dostlarının çevrelediği fauteuil10 idi. Ama Kraliçe ile prensesler Madam Adelaide ve Madam Victoire’ın etrafında toplanan grup nasıl da küçüktü! Kraliçe’nin kendisi ise ne kadar sade ve mütevazı gözüküyordu. Açık bir üzüntünün gölgelediği sessiz bir zarafetle sohbeti nasıl da sanat ve din konularına getiriyordu!

Salonun neredeyse öteki ucunda Marquise de Pompadour’un çevresinde toplanmış olan ikinci grup bundan çok farklıydı. Markiz de bir divana uzanmıştı ve çevresini saran şaşaalı topluluk için uygun bir merkez teşkil etmekteydi. Üstü başı mücevherlerle ışıldıyordu. Koyu siyah kadife kıyafetinin üzerinde bu mücevherler iki kat ihtişamla yanıp sönüyor ve parlıyordu. Kaşının üzerine tacı andıran bir diadem oturtulmuştu. Kral’ın hediyesiydi bu. Ön kısmı bir elmas buketinden oluşuyordu. Tam ortasında ise iki yanı daha küçük yedi gülle sarılı muhteşem bir gül vardı. Kolyesi, bilezikleri ve broşu da bu diademle uyumluydu. Bütün bu mücevherler markize bir kraliçe görünümü veriyordu. Öyle ki bu amaçla tasarlanmış oldukları çok açıktı. Ayaklarının dibinde kat kat yığılmış pahalı bir beyaz kürk vardı. Bir taht gibi kullandığı divanda dikkatsiz ve kibirli bir şekilde duruyor, etrafındaki dedikoduyla meşgul küçük çevrelere kınayan ve umursamaz bir bakış atıyordu. Bu çevreler Choisent, Goutant, Aigauillon, Richelieu ve La Valette dükleri yanında St. Cyr Başrahibi, Chevalier de Montaigne, Soubise ve Guiche Prensleri, Campan Kontu ile Kontesi ve sarayın hemen hemen diğer tüm asilzadelerinden oluşmaktaydı.

Markizin konumu, doyumsuz hırsı ve sınırsız hauteur’üyle11 öyle uyumlu ve şaşaalıydı ki arada sırada asil rakibinin bulunduğu tarafa kibirli ve muzaffer bir bakış atmaktan kendini alamıyordu. Ne var ki Kraliçe, zorlama bir tevazuya fazla hüzünlü bir şekilde alışmıştı ve hevesi de çok uzun zaman önce kırılmıştı. Bu yüzden Kral’ın kibirli gözdesinin meydan okumasına karşılık verecek gücü yoktu. Köleler bile sonunda zincirlere alışır. İşte Fransa Kraliçesi Maria da epeydir coşkulu bir mutaassıp, aziz ve şehit olarak gözlerden uzaklaşmıştı. Gerçekten de uysal ve dindardı fakat bir zamanların o şahane ruhu şimdi su gibi kuvvetsizdi.

Prenseslerin durumu farklıydı. İkisi de bilhassa böyle zamanlarda damarlarında kaynayan soylu kanı hissediyordu fakat efendileri ve kralları olan XV. Louis’nin demir iradesine teslim olmak zorundaydılar.

Majesteleri’nin gürültü ve şamatayla odaya girişi bütünüyle sevinçli bir olay değildi. Zira saray kuralları gereği Kral’ın Kraliçe ve çevresindekilerle sohbet etmesi gereken çeyrek saat boyunca bütün saray nahoş bir sükût halini sürdürmeye mecburdu. Bu zoraki sessizlik Madame Pompadour için dayanılmazdı çünkü mağrur ve zeki yüzü şimdi iyiden iyiye canlanmış olan Prenses Adelaide’ın, Kral’la konuşurken ara sıra onun tarafına gururlu ve küçümseyici bir bakış fırlattığını hissediyordu. Kral’ın ilgisinin geçici olarak elde edilişi dahi markizin yanaklarına ateş basmasına neden oluyordu. Bu yüzden saray kurallarını hiçe saydı ve yakınında duran Prens Soubise’e aniden dönerek sert bir şekilde konuştu: “Prens, bu gece her zamankinden sıkıcısınız!”

Soubise ve bütün saray şaşkınlıkla irkilmişti çünkü Kral’ın ailesiyle görüştüğü sırada sessiz olunması kuralına ne kadar önem verdiğini biliyorlardı. Fakat Prens, siniri bozuk markizin meydan okumasını karşılıksız bırakmaya cüret edemedi. Markizin tek bir sözü onu Versay’dan kovdurabilirdi. Bu yüzden şöyle cevap verdi:

“Sizin güzel dudaklarınız emretsin yeter, Madam. Soubise en küçük dileğinizi dahi yerine getirmeye hazırdır.”

“Öyleyse, artık sıkıcı olmayı bırakıp bana hemen renkli bir hikâye anlatmanızı emrediyorum!”

Yaşlı saray adamının daima anlatacak bir skandal hikâyesi olurdu. İşte şimdi bunlardan birini nakletmeye başlamıştı. Bu sırada buruşuk fakat kibar yüzü istihza, laubalilik ve şehvetli nüktelerin oluşturduğu bir tebessümle aydınlanmıştı. Son kralın dönemde yaşanmış tutkulu bir aşk hikâyesiydi bu. Çok geçmeden markizin çevresindeki grup, ahlaksız ihtiyarın heyecanla anlattığı hikâyenin şüpheli olaylarını dinlerken şamatalı bir neşeye kapılmıştı.

Kral, başını soğuk bir şekilde sallayarak Kraliçe’yle sohbetini kesip salonun öbür ucundaki gruba yaklaştığında hikâyenin henüz yarısı bitmişti.

“Madam Markiz, bu enerjik beylerle muhabbetinden son derece zevk alıyor gibi!” dedi Kral sert bir tonla.

Ennui bayrağındaki arma, bir çift esneyen çenedir. Fransa’nın zambaklarının yanına bu sancağı dikmeye kim cüret edebilir?” diye cevap verdi Pompadour, yumuşak sesine karıştırmayı çok iyi bildiği o büyüsünü neşeyle saçarak. Derin ve tutkulu gözlerini ise Kral’ın üzerinde gezdiriyordu. Bu bakışlar, Kral’ın ruhunun en gizli köşelerini zevkle titretiyordu.

Kral’ın kutsal saray kurallarının ihlal edilmesi nedeniyle duyduğu öfke bir anda kayboluvermişti. XV. Louis şöyle cevap verdi:

“Hakikaten dünyada şu ennui’den, o ruh sıkıntısından, insanlığın başına bela olan o musibetten daha kötü bir şey yoktur. Hayat, Cennet Limanı’na doğru yol alan bir karantina gemisidir ve o limana giderken içinde bulunduğumuz monoton hapis hayatından başka taraflara bakmamıza imkân verecek her şey bir lütuftur. Yaşasın eğlence! O halde, kartları hemen getirin! Madam Markiz, siz dağıtacaksınız!”

Bu arada Kraliçe’nin grubu misafirleri kabul etmekteydi. Bu gelenler, dostumuz Orkestra Şefi Muavini ile “Harika çocuk” yani küçük Wolfgang Amadeus’tan başkası değildi. Madam Victoire yani prenseslerden küçük olanı misafirleri Kraliçe’ye takdim etti. Kraliçe, çocukla biraz muhabbet etti. Ardından ünlü Alman müzik dehasının gelişi Kral’a bildirildi.

“Eh bien!” 12 dedi Majesteleri kartlarından başını kaldırıp bakarak. “Küçük virtüözün icrasını merakla bekliyoruz.”

Bu sözler bir emirdi. Yoğun işlemeli kakma piyano açıldı ve Wolfgang yerini aldı. Zor ve harika bir besteyle başladı. Şaşırtıcı bir beceriyle, üstelik en ufak bir zorlanma veya yorulma belirtisi göstermeden bu besteyi icra etti.

Bu esnada Kral’ın oyunu bölünmeden devam etmekteydi.

İlk başta, Kraliçe ile Prenses Victoire ve Kontes Tessé hariç saray halkından kimse müzikle ilgilenmemişti. Parça çok güzel çalınmıştı ama daha önce de böyle hoş icralar dinlemişlerdi. Saray hanımları ve beyleri, bundan hususi zevk aldıklarını göstermeyecek kadar alışkındı sanat zevklerinin tatmin edilmesine. Onlar için mükemmellik sıradan bir şeydi. Çocuğun yaşının böylesi bir yeteneği olağanüstü kıldığını tamamen unutmuşlardı.

Bu yüzden yalnızca Prenses Victoire içten bir dille bu performansı ne kadar beğendiğini belirtti. Kraliçe ise kibarca başını sallamakla yetindi zira kocasının umursamazlığı onun üzerinde tesirini göstermişti.

Küçük Wolfgang, bir sene önce olsa bu soğukluk yüzünden ağlardı fakat şimdi gözyaşlarının akmasına izin vermeyecekti. Taburesinden kalkıp nota kitabını öfkeyle kapattı ve mağrur bir tavırla babasının yanına gidip şöyle dedi:

“Haydi baba, gidelim. Bu insanlar müzikten hiç anlamıyor!”

“Madem öyle istiyorsun, tamam Wolferl,” dedi babası boş yere çocuğu ikna etmeye çalışarak. “Ama hakkında o kadar çok konuşulan küçük Mozart’ın Versay’a gidip de başarısız olduğu duyulunca herkes ne diyecek? Senin yerinde olsam, iki kat daha güzel çalarak Kral’ı ve tüm sarayı müziğine ilgi göstermeye mecbur kılardım.”

Bunun üzerine Wolfgang’ın mavi gözleri aniden beliren güneş ışığı gibi aydınlanıverdi. Yüzü ışıldıyordu. Kısa süre önce bir çatışmayı kaybeden ama şimdi zaferden emin olarak süvari alayına hücum etmeyi emreden bir general gibi hissediyordu kendini.

Tekrar piyanonun başına geçti. Önce hafifçe ama tonlarda söndürülmüş bir ateşi gizleyerek çalmaya başladı. Üzerine fırlatılmış bütün o izlenimleri müzikle ifade ederek doğaçlama yaparken vuruşları giderek güçleniyordu. O şatafatlı, havai ve pırıltılı kalabalık; güzel Prenses ile gözleri hüzün dolu Kraliçe, müziğini reddetmiş olan o soğuk ve kibirli kalpler… Bütün bunları hayal kırıklığının getirdiği acı ve hor görülmenin yarattığı öfkenin gizli cereyanı ve gelecek zaferin sevinçli iması olarak ortaya koyacaktı.

Kral kartlarını atmıştı. Herkes piyanonun çevresine toplanmış, küçük sihirbazın çıkardığı ateşli ve tutkulu nağmeleri dinliyordu. Kral, sanki bunun bir rüya ya da bir tür büyü olmadığından emin olmak istiyor gibi elini alnına ve gözlerine götürdü. Kraliçe’nin üzgün gözleri, sanki yıldızların güzel ve loş ışığıyla aydınlanmaktaydı. Herkes, hatta Prens Soubise ile Pompadour bile ruhlarının derinliklerine kadar etkilenmişti. Soyluluk, saflık ve güzelliğin görünmez kuvveti yakalarından tutup onları önemsizlik bulutunun üzerine kaldırmıştı. En azından o an için kendilerini başka ve daha iyi insanlarmış gibi hissettiler.

Müziğin iç gerçekliği harikuladedir: İnsan onun sırlarını çözemez, yalnızca onları kabul edip huşu ve zevkle dinleyebilir. Bilim insanları armonilerin ilişkilerini analiz edip açıklayabilir ve bu konuda üstünkörü gevezelik edebilir. Ama bütün açıklamalardan sonra, o muhteşem şey hâlâ eskisi gibi durmaktadır. Filozofun zihni müziği yavaşça parçalara ayırır ve sonuçlara göre kanunu belirler. Yalnızca duyunun almak ve müziğin ise sunmak üzere var olduğunu, her ikisinin de açıklanamadığını bilir. Durgun ve yavaş bir nefes gibi ciğerlerinden çeker onu. Fakat bu yumuşak, durgun nefes artık dayanılmaz bir güç olmuş, filozofun ruhunu ele geçirip saadet dolu bir yaşam seliyle doldurmuştur. Öyle ki bu selin dalgaları onu bunaltıcı kaygılar ve acılarla yüklü zavallı varlığının tepesine çıkarır. Sonra içindeki adam, tıpkı bir dev, tıpkı ipleri çözülmüş bir titan gibi uyanıverir. İlahi güç titremektedir içinde. Evreni dolduran ebedi Varlık’a vermiştir kendini farkında olmadan. Yüce Yaradan’ın dilini işitir ve idrak eder. Hakikaten kendisi de bir yaratıcı haline gelip ruhunun uçsuz bucaksız derinliklerinden coşku ve harikalarla dolu yeni dünyalar çıkarır.

İşte burada, anlamsızlık ve yozlaşmanın karnaval günlerindeki ışıltılı Versay Sarayı’nın ortasında en azından birkaç saniye için durum böyleydi. Sanki medeniyetin bu Sodom ve Gomore’sine birden temiz bir hava getiren bir rüzgâr esmişti. Bir başka dünyanın büyülü ve tatlı çiçek kokularıyla dolu bir rüzgâr. Bir an için her göğüs, bu kayıp cennetin rayihalı havasını, çocuksu bir coşkuyla derin derin içine çekti. Bu cennet bahçesinin uzun zamandır onlara kapalı olduğunu, kendi vicdanlarının meleği tarafından korunup bilinçli suçluluk duygusunun alev almış kılıcıyla savunulduğunu unutmuşlardı.

Wolfgang icrasını bitirmişti. Kral’ın yüksek sesle “Bravo!” demesi, bir alkış tufanının başlaması için işaret anlamına geliyordu. Versay Sarayı’nda yeterince nadir bir şeydi bu. Fakat XV. Louis’nin ciğerparesi Prenses Victoire, çocuk sanatçının yanına koşturup onu kucaklamış ve öpücüklere boğmuştu.

На страницу:
3 из 7