![Mozart: Bir Yaşam Serüveni](/covers_330/70646941.jpg)
Полная версия
Mozart: Bir Yaşam Serüveni
Fakat hareket halindeki bu insan kitlesini ciddi bir dini duygunun harekete geçirdiği düşünülmesin. Yo, hayır! Şakalaşıp gülüyor, hikâyeler anlatıyor ve güzel kadınlardan bahsediyorlardı (zira İtalya’da şöyle meşhur bir söz vardır: La mattina una messetta, l’apodinar una basetta, la sera una donetta18). Kısmen âdet olduğu için, kısmen bunu yapan diğer herkesi seyredebilmek için ve kısmen de bir İtalyana göre önceden yüz günlük bağışlanma elde etmek daima hoş ve elverişli bir şey olduğundan Papa’nın koltuğunu arıyorlardı.
Gelin, bu güneşli güzel günde Aziz Petrus Bazilikası’nın ihtişamlı verandasına giren bu insan nehrini takip edelim. Yukarıda, insanın başını döndüren yükseklikteki büyük kubbe ta uzaktaki bulutlara doğru ışıl ışıl parlıyordu. Aşağıda canlı mahlûklardan oluşan bu kitle, yavaşça mermer merdivenleri çıkarken binanın büyüklüğüne kıyasla bir karınca sürüsünü andırıyordu. İşte, girişin hemen sağında Aziz Petrus’un çok eski bronz bir heykeli durmaktaydı. Bir zamanlar eski Romalılar bu heykele Jüpiter Olympus diye tapardı. Nereden nereye! İçeri giren herkes, aldığı milyonlarca öpücükten neredeyse aşınmış olan heykelin ayağını öpmek için duruyordu.
Şimdi kalabalık, bir kardinal ile maiyetine yol açmak için bölünmüştü. O da elçinin ayak parmaklarına kutsal bir öpücük kondurdu ancak maiyeti bu dindar eylemde onu takip etmeden evvel bir güruh ileri hücum edip sanki bunun özel bir kutsallığı varmış gibi kardinalden sonra heykeli öpecek ilk kişi olabilmek için boğuşmaya ve tartışmaya başladı. Bu geçici kargaşa sona erdiğinde yüce rahibin hizmetçileri yaklaştı ama dudaklarını değdirmeden önce heykelin kutsal ayak parmaklarını mendilleriyle sildiler. Ardından onlar da ilerledi.
“Haydi, acele edelim!” dedi güzel bir genç kız kendisi gibi genç arkadaşına. “Acele edelim, Veronica. Çünkü kalabalık her dakika büyüyor. Hemen bir yer kapmazsak ayak yıkama faslını kaçıracağız.”
“Ama Giuditta!” diye cevap verdi diğer kız şaşkınlıkla. “Papa’nın duasına mazhar olamayacak mıyız?”
“Onu Paskalya’ya bırakalım,” diye cevap verdi Giuditta. “Ayak yıkama töreni çok daha ilginç.”
“İyi ama önce Aziz Petrus’un ayağını öpmeyecek miyiz?” diye sordu diğeri oldukça telaşlı bir tavırla.
“Benim için fark etmez!” diye haykırdı Giuditta neşeli bir sesle. “Yeter ki ilerleyelim.”
Bu sözlerin ardından arkadaşını kolundan tutup elçinin heykeline doğru güçlü bir şekilde çekti.
Giuditta on dört yaşlarında bir kızdı. Yeni açmış bir gonca gül gibi güzeldi. Doğal bir enerji yayıyordu çevresine. Şehvetli bir kuvvet havasına sahip ince fakat bütünüyle gelişmiş zarif vücudu, dürüst yüzüyle çok uyumluydu. İtalyanlara has esmer bir teni ve ateşli siyah gözleri vardı. Romalı kızların, böyle genç mahlûkları güzelliklerinin en mükemmel haliyle sergilemek üzere yapılmış gibi gözüken o resimsi kıyafetlerinden vardı üzerinde.
İtalya semaları kadar mavi yumuşak bir kumaştan yapılmış bir elbise, bu zarif vücudu örtmekteydi. Korsajı yalnızca belini sarıyordu, belinin yukarısında ise göğsünün ve sırtının üzerinde hafifçe katlanmış kar beyazı gömlekten başka bir şey yoktu. Geniş kol kısımlarıyla birlikte gömleğin bu saf beyazlığı, boyun ve kolların yoğun esmerliğine karşı nadir bir tezat oluşturuyordu.
Koyu siyah saçlarını gümüş bir tarakla toplamıştı. Başını ise uzun bir beyaz örtü kapatıyordu. Örtünün dantel işlemeli uçlarının altında, çiçek açan küçük yüzünün mükemmel oval şekli, masum ifadesiyle dışarı bakıyordu.
Hemen hemen aynı şekilde giyinmiş, gençlik ve yaşamla dolup taşan bu iki genç kızı izlemek gerçek bir keyifti. Bu taze hayat taşkını, dudaklarının çevresinde oynayan o samimi tebessümde, koyu renkli gözlerinin usul ateşinde ve hareketleri ile mimiklerinin aniliği ve enerjisinde, kısacası onlara dair her şeyde ifade buluyordu. Hakiki İtalyan kanı vardı bu kızlarda! Er ya da geç, bu genç kalplerin ikisi de nasıl bir fırtınalı uyanış yaşayacaktı! Tıpkı gülen üzüm bağları ile zeytinlikler altındaki Vezüv’ün alevleri gibi genç kızlığın o gül pembesi şafağının ardında hangi güçlü tutkular uykudaydı!
İki genç kızın, güzel başlarının üzerinde o katı ve ciddi eskiliğiyle yükselen elçinin kadim bronz heykelinin kaidesi önünde eğilişi, Raphael’in kaleminin yakalamaya bayılacağı türden bir resim oluşturuyordu. Fakat dua ettiği sırada Giuditta’nın dikkati dağılmış gibiydi. Tespihinin boncukları gerçekten de güzel parmaklarının arasından kayıp gidiyordu ve olgunlaşmış taze dudakları oynuyordu fakat düşüncelerinin başka bir yerde olduğu belliydi. Koyu gözlerini, yaşlı bir adamla birlikte Aziz Petrus’un heykeline yaklaşmakta olan yakışıklı bir delikanlıya dikmişti.
Yabancı olmalıydılar. Kıyafetlerinden ve hoş yüzlerindeki hayranlık ifadesinden anlaşılıyordu bu. Delikanlı gezgin bir prense benziyordu. Tavırları ve tüm hareketleri öyle rahat ve kibardı.
Giuditta tesbihinin boncuklarını sayarken bütün bunlara dikkat etmişti. Paternoster ve Ave Maria esnasında izlenimlerini arkadaşıyla paylaştı.
“Cospetto di Bacco!”19 diye fısıldadı. “Küçük prens hoşuma gitti. Mavi gözlerine ve beyaz alnına bir baksana!”
“Ve de küçük ağzına!” diye ekledi Veronica.
“Üstelik ne kadar da şık giyinmiş!” diye devam etti Giuditta. “Kalkık kenarlı şapkası gökkuşağının tüm renklerine sahip bir mücevherle sabitlenmiş.”
“Sence İngiliz mi?” diye fısıldadı arkadaşı.
Giuditta küçük başını sallayıp Ave dedi ve şöyle cevap verdi: “Alman olmalı, çünkü yüzü çok hoş. Biliyorsun, bunu kolayca tahmin edebilirim çünkü Deum de Deo, Lumen de Lumine, babam Papa’nın ulaklarındandır ve genitum nin factum geniş bir evimiz var consubstantialem Patri yani anlayacağın her ülkeden misafirlerimiz oluyor. Yarın iki Alman gelecek. Per quem omnia facta sunt. Bir beyefendi ile oğlu. Qui propter nos homines. Oğlu sihirbaz imiş.”20
“Sihirbaz mı?” diye fısıldadı Veronica dehşet içinde.
“Evet ama sadece müzikte,” diye devam etti Giuditta. “Baksana! Prens ve yanındaki adam geliyor. Yaşlı adam kutsal ayağı nasıl da takvayla öpüyor!”
“Şimdi de prens yapacak aynısını.”
“Ama baksana, kaideye yetişemiyor. Pek kısa.”
“Kimse de yardım etmiyor. Yanındaki duaya dalmış, ona hiç dikkat etmiyor.”
“Ah!” diye haykırdı Giuditta, koyu gözleri ateşle yanıp sönüyordu. “O halde ben yardım etmeliyim prense!”
Veronica’nın onu tutmasına izin vermeden ayaklanmıştı bile. Yakışıklı delikanlıyı kollarına alıp yukarı kaldırdı.21
Genç adam, bu iyiliği yapanın yanındaki babası olduğunu sanmıştı elbette. Başını bronz azizin aşınmış ayağına eğip bir öpücük kondurdu. Yavaşça aşağı inerken, arkasında bir kadın elbisesi ve vücudu olduğunu hissetti. Hemen başını çevirdiğinde yanakları kıpkırmızı olmuştu zira güzel bir kızın tıpkı kendisininki gibi al al olmuş yüzüne bakıyordu. Ama bu yalnızca kısa bir andı. Ayakları yere dokunur dokunmaz, o melek kaybolmuştu ve yeni bir kalabalık Amadeus ile babasını kilisenin içine itiyordu.
Dördüncü Bölüm
Miserere 22
Son bölümde bahsedilen olayın gerçekleştiği günün akşamı, Amadeus’u bütün ömrü boyunca beklediği o saate, ruhunun tüm kuvvetiyle hasretini çektiği o âna kavuşturacaktı. O akşam Sistine Şapeli’ndeki ayinde bulunacaktı. Genç müzisyen daha önce hiç yaşamadığı bir heyecan ve gerginlik halindeydi.
Allegri’nin Miserere’si belki de dünyanın gördüğü en muhteşem bestedir. Bazı bakımlardan insan ürünü olan diğer bütün müziklerin ötesindedir.23 İnsanların sıradan hisleri yahut fikirlerinin tüm ifadelerinden arınmış olmasıyla hakikaten doğaüstü bir müziktir. Daima gelip geçici olan acımızı, umudumuzu ve zaferimizi yansıtan o huzursuz, ümitli ve ardından coşkun uyumsuzlukların ayrışmasından eser yoktur onda. Zamanın kanat çırpışını takip eden ve insanlarının kalplerinin nabzıyla ölçülen ritim bulunmaz bu eserde. Dünyevi bir düşünceyi uyandıran veya ölümlü tutkunun dilini konuşan hiçbir şeyi içermez. Kelimenin tam anlamıyla kutsal bir müziktir, bu bakımdan diğer bestelerin hepsinden üstündür. Gizemli sesleri üzerine kutsallık yazılmıştır. Ezelidir fakat bu ezelilik, eskimek nedir bilmez. Güzelliği ve harikası ebedidir.
Mozart’ın yaptığı üzere, ayrı bir dünyada yaşar gibi yalnızca müzikte bütün ve tam olarak yaşayan bir ruh, müziği tüm işine gücüne, her fikir ve hevesine, düşünce ve hissine, çaba ve arzusuna taşıyan bir ruh, bu akşamki tecrübeyi beklediği sırada Mozart’ın benliğini esir alan havayı hayal edebilirdi. Bunaltıcı bir yaz gecesinde bir fırtınanın ilk esintisinin hafifçe vurduğu yeni açan bir gül goncayı dolduran, gelin olduğu gece sevdiği dudaklarına ilk öpücüğü kondurduğunda bir genç kızın kalbini titreten havaydı bu.
O pratik insan, yani Baba Mozart, coşkulu bir müzik âşığı olduğundan bu gece beklentinin yol açtığı nadir heyecana direnemiyordu. Bununla birlikte, Wolfgang’ın ruh halindeki yoğunluğu paylaşamıyordu. Yine de sırf kendisi tamamen anlayamıyor diye, hissettiği bir duygu için oğluna sorular sormayacak ya da onu fırçalamayacak kadar bilge bir adamdı.
Belirlenen saatte Sistine Şapeli’ne girdiler. Ne manzaraydı gördükleri! Dünyada bunun eşi benzeri yoktu. Geniş ve halihazırda kalabalıklaşmış binada yedi yüz mum yanıyordu. Yukarıda, tıpkı mavi gökyüzünün kemeri gibi muazzam kubbe yükseliyordu. Duvarlar, devasa fresklerle boyanmıştı. İçeri girdiğinizde karşı duvarda Michelangelo’nun olağanüstü Kıyamet Günü tablosu kocaman gözüküyordu.
Bu manzara, karşı konulmaz bir ululukla Amadeus’un hassas ve yaratıcı ruhunu derinden etkilemişti. Kollarının ve bacaklarının titrediğini, kalbine kanın hücum ettiğini hissediyordu. Fakat şimdi birdenbire bütün o mumlar söndürülmüştü. Sanki sihir marifetiyle olmuştu bu. Yalnızca mihrabın üstündeki on beş mum ışıldamaya devam ediyordu. Bütün Sistine Şapeli ürpertici bir loşlukla dolmuştu. Ardından otuz iki kişilik bir koro enstrüman olmaksızın Matutino delle tenebre’ye başladı. Bu ünlü beste, on beş mezmur ile bazı dualardan oluşur ve Miserere ile sona erer.
O muhteşem binada sanki bir ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Her mezmur sona erdiğinde on beş mumdan biri söndürülüyor, böylece kiliseyi kaplayan kasvet ve sükût daha da derin ve korkutucu oluyordu. Koronun şarkısı ise giderek üzüntülü ve yoğun bir hale geliyordu. Sanki o dokunaklı sesi, ölümcül bir yara almış bir bülbüldü ve şarkısıyla acısını dillendiriyordu. Sonra ses daha da derinleşip yükseldi. Öyle ki Sonsuz Ruh’un tahtı huzuruna çıkan tüm insanlığın, en asil oğullarının hataları için yaktığı ağıttı artık.
Sonra dinleyenlerin kalplerinden sıcak gözyaşları akın etti. Topraktan doğma bir dünyada, toprağın çocukları olduklarını unuttular.
On beşinci mezmur da sona erdi, son mum söndürüldü ve tüm şapele mezar karanlığı hâkim oldu. İşte o zaman Miserere başladı.
Bunun etkisi tarif edilemezdi. Amadeus artık cismi bir varlık değildi. Ne bir şey hissediyor ne bir şey görüyor ne de nefes alıyordu.
Miserere biteli çok olmuştu fakat Amadeus hâlâ kımıldamıyordu. Alev gibi yanan yüzlerce mumla ışıl ışıl parlayan devasa bir haç, kubbenin ortasından aşağı indirildi ve ani bir ihtişam deryası halinde karanlığa akın etti. Büyülü bir sondu bu. Ne var ki Amadeus bunu fark etmemişti bile. Hareketsiz duruyordu. Biraz önce bir izdiham oluşturmuş olan o insan akını geçip gitti. Boş şapelde sadece aylaklık eden birkaç kişi kalmıştı. Fakat Amadeus bunun farkında değildi. Sanki bir heykele dönmüş gibi hiç kıpırdamadan durmaya devam ediyordu.
Bunun üzerine babası, neredeyse telaşlanmış bir halde eğilip şefkat dolu bir sesle şöyle dedi: “Wolfgang! Eve gitme vakti geldi!”
Çocuk, bir rüyadan uyanmış gibi irkilerek kocaman gözleriyle babasına baktı. Sonra elini kaşının ve gözlerinin üstünde gezdirip sanki nerede olduğunu hatırlamaya çalışıyormuş gibi etrafına bakarak babasına başını salladı. Ardından sessizce onun peşinden açık havaya çıktı.
Eve doğru ilerledikleri sırada çocuğun dudaklarından tek kelime çıkmadı. Baba Mozart da düşünceliydi. Eve vardıklarında hemen oğlunu birlikte kaldıkları odaya yollayıp dinlenmeye çekilmekten çok memnundu. Ancak babası henüz uykuya dalmıştı ki Amadeus usulca kalkıp lambayı yaktı. Bir kalem ile nota kâğıdı hazırladı. Ardından pencerelerden birini sessizce açıp dışarı baktı.
İşte orada, ayaklarının altında uzanıyordu yüzyılların kabri ve dünya tarihinin yarısının mozolesi olan Ebedi Şehir. O göksel gece ise harap olmuş ihtişamının üzerine tıpkı bir kefen gibi seriyordu ayışığını.
Amadeus birkaç dakika boyunca bu etkileyici sahneyi seyretti. Sonra muhteşem gece semasına şöyle bir bakıp pencereyi hemen kapattı ve nota kâğıdını önüne alarak masaya geçti.
Ertesi sabahın yakıcı güneşi dünyayı selamladığında, bir çocuğun güzel başına savuracaktı ilk ışıklarını. Başını masada kavuşturduğu kollarının üzerine dayamış, yorgunluk ve çalışmaktan uyuyakalmıştı. Güneş ışığı genç uykucunun yanında duran nota kâğıtlarını altın yaldız gibi parlatıyordu. Aralık bırakmadan yazılmış o sayfalarda Allegri’nin Miserere’si gözüküyordu.
Wolfgang Amadeus Mozart yani on dört yaşındaki çocuk, o zamandan beri neredeyse bir mucize olarak kabul edilen bir şey yapmıştı. Kulağa inanılmaz gelse de o olağanüstü şaheseri kopyalamıştı. Katolik Kilisesi, tek bir notasını dahi ödünç verecek, gösterecek veya kopya edecek koro üyelerini aforoz etmekle tehdit ederek bu eseri ihtimamla korumaktaydı. Mozart işte bu eseri tamamen hafızasından, yani sadece bir kez duyduktan sonra ve tek bir hata yapmaksızın kaydetmişti!
Beşinci Bölüm
Giuditta
Amadeus sadece müzikte tamamen pişmiş ve olgun bir adam olmuştu. Ama diğer her bakımdan olabildiğine çocuktu. Bu yüzden ertesi gün babasıyla birlikte Signor Uslinghi’nin evindeki yeni meskenlerine giderken çok neşeliydi. Dün geceki coşkunluk hali ve zihinsel yorgunluğundan eser yoktu. Yalnızca, kalacakları yeni yeri bulmak için Roma sokaklarını arşınlarken yaptıkları şaka ve esprilerde o geceden kalma bir etki görülebilirdi belki. Baba Mozart da daha önce konakladıkları o dar evden çıkacakları için mutluydu. Bilhassa da yeni ev sahipleri olacak İtalyan beyefendinin Papa’nın ulaklarından olduğunu öğrenince çok sevinmişti çünkü bu beyefendinin evinde tam da ahbaplık etmeyi arzuladığı türden insanlarla tanışabilecekti.
Yaklaştıkları sırada evin dış kapısı ardına kadar açıktı. İçeri girerken serin bir koridordan geçip daha da serin bir avluya geldiler. Bahçe taş kemerlerle çevriliydi. Geniş yapraklı asmalar sütunlara sıkıca sarılmış ve ağır kemerlere tutunarak rüzgârın filizleriyle hafifçe oynadığı ince kollarını şuraya buraya indirmişti. Avlunun ortasındaki yıkık dökük antika bir mermer havuzdan çıkarak sularını savuran bir çeşme, sürekli şırıldayarak hoş mırıltısına devam ediyordu.
Çeşmenin yakınında renkli Roma kıyafetlerine bürünmüş bir kadın oturmaktaydı. Beyaz elleri çıkrık çevirmekle meşguldü. İki yabancıyı görür görmez hızlıca ayağa kalktı ve hemen onları karşılamaya gitti. Sanki gelenleri tanıyormuş gibi dostane bir sesle şöyle dedi:
“Sizi gördüğüme çok sevindim. Signor Farinelli’nin hararetle övdüğü Monsignore Mozart ile oğlu maestro illustrissimo olmalısınız!”
“Evet, ben Orkestra Şefi Mozart’ım,” diye cevap verdi Alman adam o dolambaçsız tarzıyla. “Bu da müzisyen oğlum. Fakat söylenenin aksine biz ne prens ne Monsignore ne de illustrissimo’yuz.”
“Ah, pekâlâ!” diye haykırdı Signora Uslinghi gülerek. “Hepsi aynı! Roma’da âdet böyledir. Hatta bir atasözü şöyle der: ‘Al gato del papa si dice Monsignore!’ (Papa’nın kedisine bile Mösyö diye hitap edilir.) Her yerde biraz mübalağaya rastlayacaksınız. Mesela, burada yüz adam varsa, yan sokaktakiler bin adam olduğunu söyleyecektir. Bir müzisyen olarak sizinle bir konser salonu hakkında konuşurlarsa, o salon ‘L’anticamera del Paradiso!’24 olacaktır. Komşusundan iki pencere daha büyük olan her eve saray deriz burada. Her eski taşın altında ise bir mucize vardır. Ah! Roma’da nice tuhaf şeyler göreceksiniz: Sefalete komşu bir prens ‘saray’ından bahseder. Öte yandan, şaşaa içinde yaşayan ve hizmetçileri olan pek çok Donna’nın bağışlayabileceği tek bir elbisesi yoktur. Burada her şey bir büyütecin altına konur, dostum!”
“Dürüstlüğünüze hayran kaldım, sevgili hanımefendi!” diye cevap verdi Baba Mozart canlı bir sesle. “En iyi anlaştığım insanlar her zaman açıksözlü insanlar olmuştur. Kim olduğumuzu doğru tahmin ettiğinize göre, bana da aynı ayrıcalığı tanıyınız. Siz papalık ulağının karısı Madam Uslinghi olmalısınız, değil mi?”
“Evet,” diye cevap verdi kadın biraz gururla. “Kocam, Papa’nın bir işi için Portekiz’de bulunmakta. Evde bir ben bir de küçük kızım var. Bu yüzden Monsignore, siz evin reisi olacaksınız ve biz de emrinize amade olacağız! Bizim yanımızda çok mutlu olacağınızdan eminim,” diye devam etti, tıpkı fırtına sonrası gelen taşkın gibi giderek artan bir konuşkanlıkla. “Burada gösteriş ve şaşaa pek fazla, bu doğru. Ama nihayetinde Roma dünyanın merkezidir. Şahsen ben, Papalık toprakları dışına hiç çıkmadım ama biliyorsunuz, Uslinghi çok seyahat etmiştir. İşte kocam bana hep der ki: ‘Bana Roma ile Napoli’yi verin yeter! Sanat ve yaşam için Roma, doğa için Napoli. Napoli’de cennet bahçesinde, Roma’da ise cennette olursunuz!”
Gerçekten de bu iyi kalpli kadının o kutsal coşkusuyla anlattığı gibi değil midir? Büyük bir filozof, “Roma’da tanrılar gibi yaşarız,” diyerek bunu onaylamamış mıdır? Aylak aylak gezebileceğiniz Vatikan ve bir de size eşlik eden Raphael’in çehreleri olduktan sonra, bir bardak buzlu su ve kuru ekmek, abıhayat ile ölümsüzlük yemeğidir. İtalya’nın masmavi gökleri, insana ilham veren havası, klasik sanat muhiti, enfes meyveleri ve altın şarabı yanında tutku dolu gözleri ve şehvetli bedenleriyle Raphael’in Madonna’ları ve Guido’nun Magdalen’leri, kahramanların ve şehitlerin sembollerinin kazındığı her daim yeşil meşe ve çınar ağaçları, gök mavisi denizin kucakladığı bütün bu parlak güney ülkesi. Ey Roma’yı görmeye mazhar olmuş talihli kimse, başka nerede bulacaksın bütün bunları?
Muhterem kadın şen şakrak bir şekilde ve biraz da misafirlerinin sabrını sınayarak kesintisiz olarak şıngırdamaya devam etti (daha doğrusu çağlamaya devam etti zira İtalyan dili asla şıngırdamaz). Nihayet bir şeyi hatırlamış gibi kollarını açarak haykırdı: “Kutsal Meryem aşkına! Burada durmuş gevezelik edeyim derken Ekselanslarını avluda bekletiyorum. Buyurun, içeri girin! Size ve genç maestroya odanızı göstereyim.”
İyi yürekli kadın, bu sözleri söylerken öyle içten bir misafirperverlik göstermişti ki biraz önce hafiften sabırsızlanmış olan Mozart’lar şimdi kendilerini evlerinde hissediyordu. Salzburg’dan ayrıldıklarından beri böyle hissetmemişlerdi. Madam Uslinghi onlara odalarını gösterdiğinde bu his daha da artacaktı. Her İtalyan hanesinde dağınıklık görmeye çoktan alışmışlardı ama burada her şey kendi evlerindeki gibi tertemiz ve düzenliydi. Odaların bütün mobilyaları ve düzenlenmesinde bir rahatlık ve zevkli bir zarafet havası vardı. Pencerelerde ise taze çiçeklerle dolu ince vazolar duruyordu. Baba Mozart bunca alaka için kime teşekkür borçlu olduğunu sormak üzereydi ki kapı açıldı ve içeri Giuditta girdi. Bir elinde yuvarlak göğsüne bastırdığı bir çiçek vazosu daha vardı. Yabancıları gördüğüne o kadar şaşırmıştı ki vazoyu az kalsın yere düşürecekti. Hızlıca diğer eliyle vazoyu kavrarken hafifçe bağırarak “Ah, prens bu!” dedi. Bakışları karşılaştığında hangisinin, kızın mı yoksa Wolfgang’ın mı yanakları daha al al olup yanıyordu? İşte bunu söylemek çok güçtü.
Bu durum, Giuditta’nın annesinin keskin gözlerinden kaçmamıştı. Giuditta’dan bir açıklama yapmasını istedi. Bunun üzerine dün Aziz Petrus Kilisesi’nde yaşanan olay ortaya çıktı. Bu konuda konuşup şakalaştılar. Öyle ki sonunda dördü de eski dostlar gibi aşinalık hissediyordu birbirlerine. Baba Mozart ile Senora pek iyi anlaşmıştı. Giuditta ile Amadeus’a gelince, aradan henüz bir saat geçmeden iki genç bir kalp ve bir ruh olmuştu.
Bir hafta sona ermeden, Roma’nın en önemli asilzadelerinden davetler gelmeye başladı. Amadeus bütün bu asilzadelerin evlerinde büyük ilgiyle ve müzikal yeteneğini sergilemesi için fırsat doğduğunda ise hevesle karşılandı.
O dönemde İtalya’nın müzik dünyası sağlam bir falanj şeklindeydi. Sıkı sıkıya birleşmiş bu grup, hiçbir muhalefete katlanamadığı gibi her türlü mukavemeti de alt ediyordu. Topluluğun havarileri, dünyanın dört bir yanına gönderiliyor ve yetki sahipleri olarak vaaz veriyorlardı zira İtalyan ekolü tekele ve güce sahipti.
Bu yüzden, Avrupalı her müzisyen için İtalya’ya gitmek elzemdi. Orada ortak analarının takdirini kazanacaklarından emindiler. Hakikaten bu ülke kimi zaman yabancıları, kendisinin en şöhretli evlatlarına yeğlerdi ve onları sevgiyle evlatlığa kabul ederek zaferlerinden gurur duyardı. Fakat bunun için öğretmek değil öğrenmek üzere ona gelmelerini şart koşardı. Karşılığında bu yabancılar da İtalyan tarzını tamamen benimserdi. Hatta Handel ile Gluck bile şöhretini burada kazanmış ve onlara öz çocukları gibi bakan bu anneye, amansızca talep ettiği o en gurur okşayıcı takdiri yani ilk taklit hediyesini vermişti. Ama yabancı bir ekolün öğretilerini destekleyen müzisyene yazıklar olsun! Tıpkı zavallı Jomelli gibi yuhalamalar ve lanetlerle ölene dek peşinin bırakılmayacağı muhakkaktı.
Fakat Amadeus, daha varır varmaz bu müşkülpesent İtalya’nın sevgisini kazanmıştı. Belki de İtalyancaya mükemmel hâkimiyeti buna yardımcı olmuştu. Roma’da her etkinlikte ona o toprağın çocuğu olarak bakıyorlardı. Kardinal Pallavicini dostlarının başında geliyordu. Amadeus ile çok ilgilenmiş ve hatta onu Papa Cenapları ile tanıştırmıştı. Napoli Prensi San Angelo, Prens Ghigi, Prenses Barbarini ve Braiciano Dükü ile başkaları, iyilikte kardinalle yarışmaktaydı.
Ancak Amadeus için Roma’da kaldığı zamana bir altın parıltısı katan şey ne bu ihsanlar ve övgüler ne de o muhteşem kentin tarih ve ihtişamlı sanat bakımından zenginliğiydi. Evet, çoktan toprak altında kalmış yüzyılların harap anıtları arasında dolaşırken nice mutlu günler geçirdi, heykeller ile tabloların ve Ebedi Şehir’in25 bol hazinelerinin tadını çıkarmaya nice unutulmaz saatler adadı. Ancak Amadeus Roma’da bir başka hazine bulmuştu. O zamanlar onun için paha biçilmez olan ve sonuçlarıyla da bütün geleceği bakımından maliyetli olacak bir inciydi bu. Nihayetinde, o mucizevi dehasına rağmen Amadeus da yalnızca bir insandı ve öyle kalacaktı. Yıllar gelip geçti, nice fırtınalar öfkesini püskürttü başına. Sevinçler, acılar, zaferler ve felaketler yaşadı. Ama Uslinghi’nin sessiz evinde geçen o günlere ve tıpkı kendisininki kadar şen ve masum bir kalpte filizlenen mutluluğa dair hatıraları, kalbinde aydınlık ve mutlu bir yer tutmaya devam edecekti.
Aziz Petrus Kilisesi’nin verandasında sert bakışlı eski heykelin ayağı dibinde gözleri tutkuyla dolu o genç kızla buluşması, yalnızca kaderin cilvesi miydi yoksa Romalı kızın güçlü toparlak kolları ve hafif bedeninin, o kutsal öpücüğü kondurmasına yardım etmesini sağlayan kendi dehası mıydı? Bunu bilmiyordu. Ama bir şey kesindi: O an, bu iki genç kalp arasında ilişkilerinin her saati giderek güçlenecek olan bir çekim başlatmıştı. Ne var ki bu meyil, ikisinde de milliyetleri kadar farklı bir biçim almıştı. Amadeus, Giuditta’yı bir diğer Nannerl olarak görüyordu. Bu neşe dolu ve büyüleyici kıza serbest bir kardeş sevgisiyle sarılıyordu. Giuditta sayesinde her gün evde geçirdiği o birkaç saat Roma’daki hayatının en parlak bölümünü oluşturuyordu.
Her zaman neşe dolu olan ve çılgınca şakalarla neredeyse kendinden geçen çocuk, bu kızda kendisine denk bir kaçık bulmuştu. Gelgelelim, Wolfgang genç Romalının masum rahatlığının kendisininkinden farklı bir kaynağı olduğundan bir an için şüphelenmiyordu. Wolfgang’da tuhaf bir karışım vardı: Fiziksel ve ruhsal çocukluk ile müzikal olgunluğun birleşimi. Bedeni ve zihni diğer tüm ölümlüler gibi doğmuş olup erkekliğe doğru sağlıklı ve doğal bir gelişim içindeydi fakat müzikal varlığı sanki daha önceden yaşamış olup o eski hayatını ancak anımsatabilecek olan tüm dünyevi şeyleri bulmaya çalışıyor gibiydi. Öyle ki şairin şu sözleri Mozart’ta onay bulacaktı:
“Doğmamız uyumak ve unutmaktan başka nedir ki,Bizimle doğan ruh yıldızı hayatımızın,Başka bir yerde batar,Ve uzaklardan gelir,Ne büsbütün unutkan,Ne de büsbütün çıplak.Görkemli bulutların ardından geliriz biz,Yurdumuz olan Tanrı’dan.”Bildiğimiz üzere, müzik söz konusu olduğunda yetişkin bir adam ve üstattı. Bununla birlikte tabiat haklarından vazgeçmeyecekti. Taze hayat akını, bu kaygısız ve haşarı oğlan çocuğunun ruhundan geçip gidiyordu. Annesi ve ablasına yazdığı mektuplar bunu en açık şekilde ortaya koyuyor. Öyle ki İtalya’da kaldığı zaman boyunca yazdığı bu mektuplar çocuksu saçmalıklarla kaynıyor. Burada alıntıladığımız mektup buna bir örnek. Bu mektupta çocukluğunun farkında olduğu görülüyor ve kendisi için “Ukala dümbeleği değilim,” diyor. Yani taşkın muzipliğinin kaynakları; büyüyen bir güç, serbestçe genişleme isteği ve genç hayvani ruhların coşkun seliydi. Giuditta için ise durum başkaydı. Onun damarlarında güneyin sıcak kanı akıyordu. Fiziksel olarak tamamen gelişmiş durumdaydı. Sıcak İtalyan güneşinin bir çiçeğiydi. Yalnızca on dört yaz görmüş bir kız olduğu doğruydu ama olgunlaşıp gelişmiş dolgun vücudunun, ateş dolu siyah gözlerinin ardında şimdiden tutku ihtimali yatıyordu. Bu tutku bir defa uyandı mı tutuşmaya başlar. Bu, kuzeylilerin kanında olduğu gibi yavaşça ve için için yanarak olmaz. Bugün yakılır, yarın ise alevleri yükselip yangına dönüşür ve kendinin ya da bir başkasının kalbini tüketmekle tehdit eder.