![Mozart: Bir Yaşam Serüveni](/covers_330/70646941.jpg)
Полная версия
Mozart: Bir Yaşam Serüveni
![](/img/70646941/cover.jpg)
Heribert Rau
Mozart. Bir Yaşam Serüveni
Yazarın Önsözü
“Sevgi dolu yüreğimle efendimin ayaklarına kapanıyorum,Ve başını taçlandırmak için bu yaprakları getiriyorum.”Büyük şair Goethe’nin yukarıdaki sözleri, bu kitabın kaleme alınmasının başlıca nedeni olan hissi ifade ediyor. Bu his Mozart’a, yani o güzel ruha, tonalitenin büyük ustasına duyulan hürmet ve en samimi alakadan doğmuştur.
Alman edebiyatında bu asil ruhun hatıralarına hiç yer verilmemiş değildir. Alexander Oulibicheff’in Mozart’ın Yaşamı adlı eseri ve Profesör Dr. Jahn’ın yine aynı adlı muhteşem bir çalışması yayımlandı. Fakat bu eserler, bilhassa da ikincisi çok iyi olmasına karşın, elinizdeki bu kitaptan tamamen farklı bir amaçları olduğu açıktır. Her iki kitap da kelimenin tam anlamıyla “müzikal çalışmalar” olup Mozart’ın eserlerini incelemeye adanmıştır. Bu kitaplar yalnızca kendisi de müzisyen olan okuyuculara hitap etmektedir. Dolayısıyla, amaçları tamamen sanat ve bilim çerçevesi dahilindedir.
Bu kitabın gayesi ise farklıdır. Mütevazı amacımız, Mozart ve eserleri için yeniden bir sevgi, hürmet ve heyecan duygusu uyandırmaktır. Müzikal analizde daha derinlere inmeyi arzulayanlar için Oulibichieff ve Jahn’ın eserlerine devamlı olarak atıf yapılmıştır.
Aynı zamanda tasvir edilen çağın tarihi ve sosyal koşullarına dair okuyucuya doğru bir resim sunmak için büyük titizlik gösterilmiştir.
İşte bu kitabın hedefi ve belirlediği görev budur.
Dileriz ki niceleri bu sayfaları çevirip anlatılanları sevgi dolu bir zevkle dinler zira,
“Geçmiş zaman masalının tepelerinde,Bizi çağıran güzel periler var.Harikalar diyarında saklı,O parlak zaferi işaret ediyorlar.”Bu harikalar diyarı, Ses Dünyası krallığıdır ve Mozart bu krallığın tacını takmıştır.
Heribert RAUBirinci Kısım
Harika Çocuk
Birinci Bölüm
Bir Doğum Günü Kutlaması: 14 Aralık 1759 1
Orkestra Şefi Muavini’nin karısı Frau2 Mozart, üç yaşındaki küçük oğluna “Şu haline bak Wolfer!” diye haykırdı. Bu sırada anne şefkatiyle çocuğun giysilerindeki tozu silkeleyip açık göğsünü ortaya çıkaran buruşuk fularını düzeltiyordu. “Bunca kum nasıl girdi saçlarının içine? Ablan ne güzel de taramıştı saçlarını. Üstelik bugün babanın doğum günü!”
“Evet, anne. Andreas’la beraber takla atıyorduk!” dedi Wolfgang ciddi bir tavırla. Sonra başını kaldırıp baktı, parlak mavi gözlerinde öyle dürüst ve samimi bir tebessüm vardı ki Frau Mozart’ın çatılmaya başlayan kaşları hemen iniverdi.
“Takla ha!” diye cevap verdi annesi, küçük yaramazın yanağına hafifçe vururken gülmemek için kendini zor tuttu. “Bayramlık giysilerle takla atılmaz. Bu kıyafetlerin babana bir hayli paraya mal olduğunu ve babanın bu parayı kazanabilmek için ne kadar çok çalıştığını bilmiyor musun?”
“Biliyorum anne,” diye haykırdı çocuk. Hassas kalbi, sevgili annesiyle babasını üzdüğü düşüncesiyle dolunca kocaman gözleri yaşardı. “Ama sadece başım değdi toprağa, bacaklarım hep havadaydı!”
“İşte bu yüzden saçların kum dolu, giysilerin de baştan aşağı tozlanmış.”
“O halde, lütfen saçlarımdaki kumları temizle. Bir daha olmayacak bu. Şey…” diye ekledi tatlı dille, annesinin tombul ama hâlâ güzel vücuduna kumral başını yasladı. “Bana kızmayacaksın, değil mi anneciğim?”
“Hayır yavrum, uslu olursan kızmayacağım,” diye cevap verdi Frau Mozart çocuğun yanaklarına birer öpücük kondurarak. Ardından Wolfgang koşturarak çıktı ve dış odada kalmış olan küçük arkadaşı Andreas Schactner’i çağırdı.3
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu. “Çünkü takla atamayız artık.”
“O zaman öğretmencilik oynayalım,” dedi Andreas.
“Olur!” diye cevap verdi Wolfgang. “Haydi, öteki odaya gidelim. Orası daha sıcak. Ben öğretmen olayım, sen de öğrencim ol. Küçük sırayı sen al, ben de masa ile tebeşiri alayım.”
Andreas buna uydu. Fakat diğer odaya yöneldiğinde Wolfgang onu sıkıca kolundan kavrayıp bağırdı: “O taraftan değil! Peşimden gel! Tamam, şimdi odada uygun adım yürüyeceğiz, ben de marş söyleyeceğim!”
Ardından gözleri ışıl ışıl parlayan ufaklık, daha önce öğrenmiş olduğu bir marşı o çocuksu sesiyle okumaya başladı. Bu sırada dört küçük ayak müziğin ritmine uyarak yere vuruyordu ta ki oda toz bulutlarıyla kaplanana dek.
O sırada Wolfgang’ın annesi mutfakta meşguldü. Yedi yaşındaki ablası Nannerl de ona yardım ediyordu, zira o gün babalarının doğum günüydü. Bu yüzden genellikle katı bir disiplin ve tutumlulukla yürütülen ev idaresinde bir istisna yapılmalıydı. Şişteki kızarmış etin o iştah açıcı kokusu evi doldurmaya başlamıştı bile. Fırında da büyükçe bir kek vardı, üzeri güzelce kabarıp kızarmaktaydı.
İşte bu şaşaalı hazırlıklar devam ederken iki çocuk sıcak odaya yerleşti. Andreas yere oturup uzattığı bacaklarının üzerine bir tabure koydu. Taburenin üstünde küçük yazı tahtası vardı. Wolfgang ise öğretmen sıfatıyla yere, duvarlara ve mobilyalara tebeşir sürüp hepsini beyaz ya da renkli eğri büğrü yazılarla doldurmuştu. Belli ki bunlar elflerin perilerden öğrendikleri bilinmeyen bir dilin alfabesiydi. O coşkuyla, deri kaplamalı eski kanepeyi gizemli hiyerogliflerinin temeli olarak kullanmak üzereydi ki ablası kucağında sofra eşyalarıyla odaya giriverdi. Fakat daha ilk bakışta çatal bıçaklar ile sofra bezini az kalsın elinden düşürecekti. Kız bir an için küçük dilini yutmuş gibi oracıkta kaldı. Sonra bağırdı:
“Ne yaptın böyle Wolfgang?”
Kardeşi şaşkınlık içinde ablasına bakıp tam bir masumiyetle sordu:
“Ne oldu ki Nannerl?”
“Tebeşiri diyorum çocuk!”
“Ben öğretmenim,” diye cevap verdi afacan çocuk gülünç bir ağırbaşlılıkla. “Bu yüzden çocukların kopyalaması için yazılar yazmalı ve hesaplar yapmalıyım.”
“Evet ama yere ve duvarlara değil!” diye bağırdı ablası çaresizce. “Annemle beraber bütün gece her şeyi derleyip toplamakla uğraştık ama şimdi…”
“O zaman hepsini silerim,” dedi Wolfgang. Ama ablası sofra takımını kanepenin üstüne fırlatıverip ileri atıldı çünkü küçük öğretmen sandalyeleri bayramlık ceketinin dirsek kısmıyla silmek üzereydi. Neyse ki Nannerl bu hareketi tahmin edip kardeşini kenara ittirmişti. Sonra önlüğü ve bir sünger yardımıyla küçük filozofun eserini yok etti.
Bu sırada Wolfgang mahcup bir halde duruyor ve sessizce ablasına bakıyordu. Yaptığı şey üzerine ilk defa kafa yormaya başlamıştı. Nannerl’e iş çıkarıp onu iki kez uğraştırdığı için daha da çok üzülüyordu.
Nihayet ablası temizlik işini bitirdiğinde Wolfgang yavaşça yanına gidip elbisesini çekiştirdi ve âdeti olduğu üzere şu soruyu sordu:
“Nannerl, beni seviyor musun?”
Ama ablası gerçekten çok kızgındı ve şöyle dedi:
“Hayır, böyle çirkin şeyler yaptığında seni sevmiyorum!”
O küçük hassas kalp için bu kadarı çok fazlaydı. Gözlerine dolan yaşlar görünmesin diye hızlıca sırtını çevirip odanın bir köşesine oturdu ve yaslı bir sükût içinde doğruca önüne baktı. Sonra bir anda, o zamana dek kış semasını karanlığa bürümüş olan o bulutlardan çatı aralandı. Küçük odaya güneş ışığı girdi. Işık, altın kanatlı bir kanaryanın pencere önünde asılı kafesine vurdu. O zaman kuş, minik başını neşeyle kaldırıp bir tünekten ötekine birkaç defa atladı. Ardından tatlı tatlı ötüp mavi gökyüzü kadar iç açıcı ve neşeli bir şarkı tutturdu.
İyi ama neydi bu? Küçük Wolfgang’ın yüzü birden niçin böyle mucizevi şekilde aydınlanıvermişti? Gözleri parlıyordu, yanakları al al olmuştu. Yaşının çok ötesinde bir mest hali ve heyecan ifadesi, o çocuk yüzüne tuhaf, hatta doğaüstü denebilecek bir görünüm veriyordu.
Üç yaşındaki küçük Wolfgang şimdi kulak kesilmişti. Tüylü cici dostunun çınlayan nağmelerini dinliyordu. Küçük derdini unutmuştu, ablası ile oyun arkadaşı da aklından çıkmıştı. Onun için dünya tek bir varlıktan ibaretti ve o varlık da bir şarkıydı.
Burada o tatlı nağmeleri dinleyen bir çocuktu. Fakat bu çocuğun ruhu öyle harikulade bir haldeydi ki müzik, coşku ezgileri halinde sinirlerinin ve beyninin her bir teline dokunuyordu. Öyle ki çocuğun ruhu müzikal bir nabızla atıyor gibiydi. Ölümsüz bir armoninin kaybolmakta olan, gölgeli alametiydi bu ve günün birinde tüm dünyada yankılanacaktı.
Küçük Wolfgang müziğin ne olduğunu anlamıyordu. Yalnızca müzik, kulağına nerede ve ne şekilde ulaşırsa ulaşsın, elektrik çarpmış gibi heyecana kapılıyordu. Oyuncaklarını diğer odaya taşırken bir marş mırıldanmalıydı. Kanaryası, aniden içeri sızan güneş ışığına şakıyarak karşılık verecek olursa, Wolfgang zevkten dört köşe oluyordu.
Kuş epeydir şakımıyordu. Küçük oyun arkadaşı Andreas ise sessizce evine gitmişti. Ama Wolfgang hiç kıpırdamadan köşesinde oturmaya devam ediyor, etrafındaki şeyleri ne görüyor ne de işitiyordu. Gündüz düşleri zihninden geçip gitmekteydi. Müziğe ayarlanmış masalsı hayaller, tıpkı annesinin uyumadan önce akşam alacasında anlattığı hikâyeler gibi ruhunda dolanıyordu. Rüyasında bir kral olduğunu gördü. Hayal gücü, hüküm sürdüğü ülkesi için tuhaf bir tebaa yaratıyordu: Grotesk yaratıklar, şehirler ve dağ gölleri kenarındaki kaleler. Bunların her birine fantastik adlar veriyordu. Başında bir taç vardı ve bu taçtan muhteşem bir ışık saçılıp dünyanın uzak köşelerine kadar yansıyordu.
Çocuk işte böylece uzun uzun düş gördü. Bir öpücükle irkilip uyanmasaydı uzun süre daha hayal kurmaya devam edebilirdi. Şaşkınlık içinde yukarı baktı. Ablasıydı bu, şefkatli yüzünü kardeşinin başının üzerine eğmişti. Wolfgang’ın küçük kolları ablasının boynunu sıkıca sarıverdi ve ilk sorusu şu oldu: “Beni seviyor musun Nannerl?”
“Elbette seviyorum!” diye içtenlikle cevap verdi ablası, birbirlerine sıkıca sarıldılar.
Pek sevimli bir ikiliydi bu. Fakat dışarıdan gelen her şeyi yakalamak üzere hassasiyetle düzenlenmiş olan o huzursuz küçük yaratık, ablasının okşayışından başka bir şeyi fark etmişti bile. Minik başını ablasının kolları arasında birden yukarı kaldırışı çok komikti. İyice açılmış burun delikleri, Wolfgang’ın koku duyusu sayesinde annesinin mutfak hazırlıklarını keşfettiğini onaylıyordu. Yüzü aydınlanmıştı. Kolomb’un deniz yorgunu gemicileri bile “Kara göründü!” cümlesini, “İşte akşam yemeği!” diye haykıran küçük Mozart’tan daha muzaffer bir sevinçle söylememiştir.
“Evet,” dedi ablası. “Hem de doğum günü yemeği. Biliyorsun, bugün babam kırk yaşına basıyor.”
Sonra iki kardeş öteki odaya koşturdu. Masada iştah açıcı bir yemeğin dumanı tütüyordu. Anne babaları ise çoktan sofraya oturmuş onları bekliyordu.
Orkestra Şefi Muavini yakışıklı bir adamdı, iri yarı değildi ama vücudu biçimliydi. Kıyafeti son derece sadeydi. Hatta sefil denebilirdi. Fakat duruşunda bir heybet vardı. Hoş yüzünün asil ciddiyeti bu heybeti artırıyordu. Küçük ve narin biçimli bir ağzı, düşünceli gözleri ve müzisyenliğini hemen ele veren kalkık kalın kaşları vardı. Onda gerçek bir erkeğin sahici işaretini görmemek imkânsızdı. Karısı da büyük bir güzelliğin izlerini taşıyor ve bir zamanlar Salzburg’da evlenen en güzel çift olarak ünlenmiş olmaktan hâlâ büyük gurur duyuyordu. Birçok ağır acının ikisinin de yüzlerinde çizgilerini bıraktığı doğruydu fakat hiç olmazsa, karşılıklı saygıya dayanan aşkları bu saldırılara asla boyun eğmemişti. Tam tersine, kaderin ateşinde iki misli tavlanıp güçlenmiş ve birlikte göğüs gerdikleri endişe dolu mevsimler boyunca daha samimi hale gelmişti.
Dolayısıyla sessiz ve sade bir şekilde kutlanan bu doğum günü eğlencesinde sahtelik yoktu. Kutlama kalpten geliyor ve yine kalbe ulaşıyordu. Herr Leopold Mozart, “Pazar günleri ve bayramlar sosyal hayat için nasıl gerekliyse, bu küçük aile ziyafetleri de aile hayatı için gereklidir. Bunlar aile yaşamına renk, ışık ve sıcaklık katar,” derdi.
İşte bu yüzden, genellikle soğuk ve pratik bir adam olan Herr Mozart, duygulandığını saklamaksızın ailesinin iyi dileklerini kabul etti.
Wolfgang akşam yemeğinden önce bir tabureye çıkıp babasının onuruna kısa bir şiir okudu. Eğer bunlara çocuksu ve haylaz konuşma şekli eşlik etmeseydi, suratındaki garip yaşlılık ve söylediği o sözleri olgunlukla idrak edişi, anne babasının kalbini acılı bir endişeyle doldurabilirdi.
Şiir bitince taburede kalıp küçük kollarını babasının boynuna sardı ve usulca şöyle dedi: “Babacığım, seni çok ama çok seviyorum! Biliyor musun? Tanrı’dan sonra babam geliyor!”
Babası ona sarıldı ama şu sözler dışında bir cevap veremedi: “İkisini de kalbinde tut, o zaman senin için her şey yolunda gidecektir!”
O esnada saray müzisyenlerinden ikisi, Adlgasser ile Lipp odaya girdi. İkisi de Baba Mozart’ın iyi dostuydu. Akşam yemeğine davet edilmişlerdi. Mozart ailesi için misafir ağırlamak alışıldık bir şey olmadığından orada bulunmaları ortak neşeye çok büyük bir katkıydı. Şakalaşıp hikâyeler anlattılar, şundan bundan bahsettiler ve nihayet ortak yoksullukları konusuna geldiler. Bu muhtemelen hiçbiri için gülüp geçilecek bir konu değildi ama meseleyi bu şekilde ele alıyorlar ve müzikle kazandıkları kıt geliri sanki dünyanın en komik olayıymış gibi tartışıyorlardı.
“Evet,” dedi Adlgasser, “hepimizin kemer sıkması gerek ama en azından Baba Mozart olağanüstü bir şey yapma rahatlığına sahip.”
“Olağanüstü bir şey mi?” diye karşılık verdi. “Bundan hiç haberim yoktu doğrusu.”
“Ah, ne kadar da alçakgönüllü!” diye bağırdı diğeri. “Şan ve şeref kazanmak hiçbir şey midir yani?”
“Peki, ben bunu nasıl hak ettim?” diye sordu Leopold Mozart, arkadaşının kadehini ağzına kadar kırmızı şarapla doldurarak. “Keman derslerini mi kastediyorsun yoksa?”
“Hayır!” diye cevap verdi Adlgasser. “O dersler sana hakikaten şeref kazandırdı fakat kastettiğim şey çok dikkat çeken Keman Okulu.”4
“Şimdiden Fransızca ve Felemenkçeye tercüme edildi,” diye ekledi Lipp.
“Şey,” dedi Mozart kendinden memnun bir halde ellerini ovuşturarak. “İtiraf etmeliyim ki bu girişimin sonucu beni çok mutlu etti. Bana böylesi bir müzik zevki verdiği için yaradana her gün tüm kalbimle şükrediyorum. Kemanıma gelince, karım ve çocuklarımdan sonra benim için en önemli şey. Semavi bir teselli kaynağı olan müziğin ruhu, en iyi ve saf şekilde solo bir enstrümanın sesiyle ifade buluyor. Zira yabancı seslerle her türlü karışımı hor gören bu ses, ruhun en dingin ifadesidir. Evet dostlarım! Mutlu olduğumda neşemi en iyi duyuran şey kemanımdır. Kalbimin en derin köşesinden dua edeceksem, yakarışlarım keman sesiyle dillendirilmelidir. Üzüntüye gark olmuşsam benimle gözyaşı döken veyahut tıpkı Tanrı’nın gönderdiği bir melek gibi beni teselli eden yine kemanımdır. Hakikaten müzik, Tanrı’nın gizemli dili değil midir? Mesajını kabul edecek olan her ölümlünün kalbine fevkalade bir kudretle dokunur. Bahar coşkusu yaşanırken ya da fırtına uğuldarken, tarlakuşu şakırken ya da öfkeli okyanus olağanüstü armonilerini savururken ebedi İlahi Ruh’un tabiatın içinden bizlere hasretle seslendiği seçilmiş dil değil midir?”
“Evet, evet,” diye haykırdı Adlgasser, gözleri çakmak çakmak yanıyordu. “Müzik harikulade bir sihri barındırır. Orpheus’un liri ölüler diyarının kapılarını açmıştı. O güzel Yunan hikâyesinde ne derin bir anlam saklıdır!”
“O hikâyede şu yüce ve kutlu hakikat gizlidir: Müzik insanlara keşfedilmemiş bir diyarın, dışarıdaki duyu dünyasıyla hiçbir ortak noktası olmayan bir dünyanın kapılarını aralar,” dedi Lipp.
“Evet!” diye haykırdı Adlgasser, “En asil arzunun, en kutsal aşkın, en saf acının, en ilahi tutkunun dünyası.”
“Öyleyse Musica’nın, insanın aklını başından alan o tanrıçanın şerefine bir kadeh içelim!” diye söze girdi Baba Mozart. “Tanrı’nın, müziğin güzelliklerine karşı ilgi ve sevgi bahşettiği kişiye ne mutlu! Bu kişi hepimiz gibi bir zavallıcık olsa da bu ilahi varlığın lütfuyla kendini bir Croesus ve bir kral olarak hayal ettiği saatler vardır. Bu yüzden, vivat Musica!”
Kadehler tokuşturuldu ve neşeli bir “vivat!” nidası yankılandı. Sohbetin konusunu anlamamış olmasına ve sofradaki güzel şeyler bütün dikkatini alıkoymasına karşın küçük Wolfgang da onlara katıldı. Ancak babası, mutluluk ve şefkatle ona ve ablasına bakıyordu.
“Siz ikiniz,” dedi neredeyse üzüntüyle. “Tanrı’nın yedi çocuğumdan bana geriye bıraktıklarısınız. Acaba benim müzik zevkimden size tek damla ulaşacak mı?”
“Neden olmasın?” diye cevap verdi anneleri. “Nannerl şimdiden müziğe büyük ilgi duyuyor. Hemen sınayabiliriz bunu. Uzun zaman önce onunla piyano derslerine başlayacağına söz vermiştin.”
“Ah, evet babacığım,” dedi çocuk yalvaran bir sesle. “Artık ben de piyano çalmayı öğreneyim. Yedi yaşındayım ve çok çalışacağıma söz veriyorum.”
“Peki o zaman!” dedi babası. “Bugün bana gösterdiğiniz sevgiye minnettar olduğumu göreceksiniz zira Nannerl’in derslerine hemen bu gece başlayacağım.”
“Ya ben?” diye haykırdı Wolfgang. “Ben de müzik öğrenemez miyim?”
Herkes güldü. Babası dedi ki: “Küçük adam, tuşlara yetişebilmen için biraz daha uzaman gerek. Gerçekten müzisyen olmak istiyor musun?”
“Evet!” diye bağırdı ufaklık. “Hem şimdi biraz çalabilirim!”
“Hakikaten yapabilirsin bunu,” dedi annesi. “Andreas ile takla atarak tabii!”
“Hayır!” diye bağırdı Wolfgang hiddetle çünkü hassas gururu incinmişti. “Bu sabah ona bir marş çaldım!”
Bu çocuksu açıklamayı büyük bir kahkaha takip etti. Ardından misafirler masadan kalkıp ayrıldı. Müzisyenlerin akşama kadar şehre gitmesi gerekiyordu. Nannerl ve annesi ev işleriyle uğraşacak, küçük Mozart ise pencere kenarındaki favori koltuğuna oturup kocaman hüzünlü gözleriyle bulutları izleyecekti ta ki tabakların takırtısı üzerine kanarya şakımaya başlayana dek. Bu ses Wolfgang’ı çocuksu rüyalardan yapılmış bir şal gibi saracaktı.
O gün karanlık bir aralık günüydü. Mozart ailesi çay masasında toplandığında gece çoktan çökmüştü. Rüzgâr dışarıda tuhaf müziğini icra ederken şöminede sıcacık ateş yanıyordu. Çaydan sonra sandalyelerini şöminenin etrafına çektiler. Mutlu bir sessizlik içinde ateşin ışığında oturmuş, bacadaki rüzgârı dinliyorlardı. Rüzgâr sanki üzerine görünmez kanatlar konuyormuş gibi pırpır ediyor, ardından koca boğazlı bir org borusunun bas sesleri gibi uğuldayıp gümbürdüyordu. Nannerl kızıl kömürlerden gözünü ayırmıyordu. Sonra ufalanan kaleler inşa etti. Alevlerin yükselen desenlerinde geleceğini görüyor gibiydi. Büyükler ise duvarlara çarpıp geçen gölgeleri seyrediyor ve yanıp sönen o ışıltılı taslaklarda yalnızca geçmişin resimlerini görüyorlardı. Fakat küçük Wolfgang’ın sessiz mavi gözleri bütün sahneyi yani ışığı ve gölgeleri, yaşlı ve genç kalpleri kaydederek çocuksu ruhunun derinliklerinde bunların hepsini sevgiyle eritip konuşulmamış ve konuşulamayan bir müzik haline getirmişti.
Mumlar getirilince Baba Mozart sözüne sadık kalarak piyanoyu açtı ve ilk dersine başlaması için Nannerl’i çağırdı.
Küçük kız en baştan sabırlı bir kararlılık ve berrak bir kavrayış gösterdi. Bu durum ilerleyeceğini vaat ediyordu. Wolfgang ise ellerini arkasında kavuşturup ablasının hemen yanına dikildi. Bir heykel gibi kıpırdamadan duruyor, ablasının parmaklarının her hareketini izliyordu. Piyanodaki mumların ışığı kumral saçları ile küçücük güzel suretine vuruyordu. Oracıkta dikilirken pek sevimliydi. Fularının beyaz kıvrımlarının ancak yarısını gizlediği açık göğsü, ders boyunca giderek aydınlanan nazik hatlara sahip şefkatli yüzü sevimli mi sevimli bir görüntü oluşturuyordu. Annesi sessiz bir mest halinde onu izliyordu.
Böylece bir saat geçti. Genellikle pek huzursuz ve çocukça oyunlar oynamaya meyilli oğlan, bu süre zarfında yerinden bir an dahi kımıldamamıştı. Hassas zihnine yepyeni fikirler hücum ediyordu. Babasının o pırıltılı tuşlardan en hoş müzikleri çıkardığını çok defa işitmişti ama bu daha önce dikkatini oyundan ayırmasına neden olmamıştı. Fakat şimdi ablasının o tuşları ilk defa olarak kavraması, çocuğu sihirli bir güçle bağlayıvermişti. Babasının hünerli icrası çocuğun kavrayışının çok ötesindeydi. Karmaşık armoniler aklında kalmıyordu. Ama şimdi ilk kez şu düşünce aklından geçiyordu: “Sen de bunu yapabilirsin!”
Bu yüzden gözlerini, Nannerl’in siyah beyaz tuşlar arasında tereddütle gezinen parmaklarından hiç ayırmadı. Kulağı farklı tonların basit ilişkilerini kolayca kavrayabiliyordu. Babası dersi bitirince ve Nannerl piyanoyu bırakınca, Wolfgang usulca ablasının yerine geçip küçük elleriyle üçlü aralıkları aramaya başladı. Uyum oluşturan notaları bulunca yüzü sevinçle nasıl da aydınlanmıştı! O “soğuk tuşlar”a ilk dokunuşunda ne kadar önemli bir kehanetin gizli olduğundan habersizdi. Soylu çocuğun krallığını sahiplenmek için sınıra attığı ilk adımdı bu.
Baba Mozart piposunu yakıp eline gazeteyi almış, küçük oğlunun bu ilk tecrübeleriyle hiç ilgilenmiyordu. Derken, karısı kolundan çekiştirip Wolfgang’ı gösterdi. Gazeteyi ve ardından piposunu yavaşça elinden bıraktı. Bakışları giderek neşeyle doluyor ve yüzündeki şaşkınlık her an artıyordu. Ama Wolfgang, yani üç yaşındaki o küçük çocuk, ablasının öğrendiği basit alıştırmayı minicik parmaklarıyla kusursuz biçimde tekrarladığında, babası gözlerine ve kulaklarına inanamamıştı. Gazete yere düşmüş, pipo ise sönmüştü. Şaşkınlığı nedeniyle fark etmeden alnından geriye ittirdiği uzun başlığı muhterem başının arkasında asılı kaldı. Mutluluktan gözleri dolmuştu. Sonunda yerinden kıpırdayıp konuşabildi. Hızla piyanoya giderek küçük oğlunu heyecanla kucakladı ve tarifi imkânsız bir sevinçle haykırdı:
“Wolferl! Küçük yıldız ışığı! Evet, sen de bir müzisyen olacaksın!”
Anne babası şaşkın çocuğu öptü. Baba Mozart gözlerindeki yaşları silerek usulca ve ağırbaşlı bir tavırla yukarı baktı ve şöyle dedi: “Tanrım, bu armağan için sana şükürler olsun! İhsanınla bana harikulade bir filiz bağışladın. Minnettarlığımı göstermek için tüm yaşamımı ve varlığımı ebediyen sana hizmete adayacağım!”
Sonra çocuğu elinden tuttu. Her akşam yatmadan önce âdeti olduğu üzere karşısına çektiği bir tabureye oturtup küçük ellerini birleştirerek sade akşam duasını yineledi:
“Sevgili Göksel Baba’mız, ihsanların için sana şükrediyorum…”
Küçük Wolfgang çocuksu sesiyle babasının sözlerini tekrar etti:
“Sevgili Göksel Baba’mız, ihsanların için sana şükrediyorum:Sen bana kıymetli bir armağan bahşettin,Sen bana kıymetli bir armağan bahşettin,Bana yardım et ki armağanını doğru kullanabileyim,Bana yardım et ki armağanını doğru kullanabileyim.Senin şanın ve benim hayrım için,Senin şanın ve benim hayrım için,Amin!Amin!”Fakat bu son sözler usulca ve yorgunlukla tekrar edildi zira çocuğun iyice uykusu gelmişti. Annesi onu yatması için hazırladığında yavrucak çoktan derin uykudaydı.
Şimdi ruhunun çevresinde beyaz kanatlı bir rüyalar sürüsü pırpır ediyor, havada dönerek yaklaşıyordu. Nihayet çocuk bir yaz çayırında duruyordu. Ayaklarının dibinde binlerce çiçek yığılmış, yosunlu taşların kenarına yerleşip yıldızlı gölgelerini öteki küçük çiçeklere damgalıyordu. Gökyüzü yuvarlak beyaz bulutlarla kaplıydı ve mavi derinliklerinden sıcak ve berrak güneş ışığı akıp gidiyordu. Kuşların şakıması ve arıların vızıldamasını işitince çocuğun kalbi nasıl da yerinden oynamıştı! Şimdi inci gibi beyaz bir zambağı koparmak için ileri atıldı. Ama bir de ne görsün! Ona dokunur dokunmaz çiçek, harika sesler solumaya başladı. Sonra bir başka çiçeğe dokundu, ardından bir diğerine. Her seferinde çiçekler dünyanın en tatlı melodilerini terennüm etmeye başlıyordu. Bu sesler nadir güzellikte bir müzik halinde birbirine karışıyor, giderek büyüyor, derinleşip yükseliyordu. Çiçekler bu müzikle birlikte Wolfgang’ın ellerinde çoğalıp yükseliyordu ta ki ses, denizin yuvarlanan dalgalarına ve çiçekler de yıldızlara dönüşene dek. Gökyüzünde yanıp sönüyorlardı. Ama gökler artık mavi ve parlak değildi, gölgeli bir koyuluğa bürünmüştü. Sonra çocuk acı acı ağladı ama gözyaşları yanaklarından süzülürken bir kez daha güzel ezgiler etrafını sardı. Yıldızlar muazzam armonilere dönüşmüştü, telaşlı görkemleri onları uzaklara taşıyordu. Nihayet etrafta ne toprak ne de başka bir şey kalmıştı. Yalnızca Wolfgang’ın çocuksu ve anlaşılmaz ruhunun durgun sevinci vardı.
İkinci Bölüm
Geleceği Haber Veren Mürekkep Lekeleri
Kış sona ermişti. İlkbahar mevsimi, karın örtüsünü kaldırıp yerine çiçek işlemeli yeşil elbisesini getirmişti ve hayat dolu toprağın yeniden dirilişini kuş şakımalarıyla karşılıyordu. Yaz mevsimi ise şimdiden tarlaların yeşilini altın sarısına dönüştürmekteydi. Arılar çiçeklerin arasında keyifle vızıldıyor ve parlak öğlen güneşi tüm ülkeyi usul usul aydınlatıyordu. Baba Mozart Hellebrunn’dan Salzburg’daki evine yürümekteydi. Ona eşlik eden ağırbaşlı ve kibar adam ise arkadaşı Kont Herberstein’dı. Sohbetlerinin konusu ağırlıklı olarak, Orkestra Şefi Muavini’nin ailesiydi. Artık dört yaşına gelmiş olan küçük Wolfgang’ın muhteşem performansları, Baba Mozart’ın en sevdiği konuydu, uzun uzun oğlunu anlatıp durdu.