![Mozart: Bir Yaşam Serüveni](/covers_330/70646941.jpg)
Полная версия
Mozart: Bir Yaşam Serüveni
Giuditta ani bir dürtüyle kollarını delikanlıya sarıp Aziz Petrus’un ayağını öpmesi için onu kaldırdığında henüz dünyanın en sakin kalpli çocuğuydu. Bir dakika sonra Amadeus o güzel parlak yüzünü ona döndüğünde ise o hisli gözlerin bakışı ve bedeninin dokunuşu bir manyetik akım gibi onu titretmiş ve kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Çocuksu uykusu artık ebediyen bölünmüştü. Wolfgang onlarla aynı çatıda yaşamaya başladığından beri onu seviyordu. Ama kuzeyin soğuk tarzıyla değil, İtalyanlara has derin, sıcak ve tutku dolu şekilde seviyordu. Fakat kendisi de bu tutkuyu anlayamayacak kadar çocuktu. Tutkusunun nesnesi ise bunu anlamaktan daha da acizdi. Fakat o duygu, içinde çiçek açıp yanıyordu işte. Bunu muzip bir lakaytlık ve eğlence altında gizliyordu.
Kalbinde yaşananları yakışıklı genç arkadaşına anlatamıyordu ama birlikte oyunlar oynayıp birbirlerini kızdırdıkları zamanlarda gülerek yumuşak kollarını Amadeus’un boynuna atıp ona yaslanıyor, küçük ısırıklar ve öpücükler veriyordu. Bütün bunlarda ne olduğunu bilmedikleri ama ikisine de sonsuz keyif veren bir şey vardı. Coşkulu ve tatlı bir parıltı, ikisini de her zamankinden güzel kılıyordu. Amadeus, genç kıza “Küçük yaban kedim!” diyordu. Sık sık avludaki serin asma çardağının altına uzanıp yanına gelip onu ısırması ve okşaması için bir kediye işaret eder gibi Giuditta’yı çağırırdı.
Çoğu zaman da kemanıyla onu baştan çıkarıp yanına getirirdi. Özellikle de şehvetli bir İtalyan gecesi gökleri kapladığında ve büyükler bahçede bir aşağı bir yukarı yürürken. İşte o zaman Giuditta, Amadeus’un ayaklarının dibine uzanıp ellerini başının altında kavuşturur, yıldızlı gökyüzüne gözlerini diker ve sessiz bir vecit içinde Amadeus’un bir sihirbaz gibi enstrümandan çıkardığı sesleri dinlerdi. Delikanlı saatlerce çalar, kız da dinlerdi. Tek bir söz söylemezdi ama kara gözleri, Amadeus’un koyu geceye söylediği mest edici melodileri yıldızlara anlatırdı. Eski bir hikâyeydi bu, dünyanın en güzel hikâyesiydi. Hiçbir amacı hatta zevki dahi içermeyen, çiğ kadar saf, ateş kadar saf o tertemiz tutkunun masum ifadesiydi.
Sonunda Amadeus muhtemelen bir dizinin üstüne çöker ve uzun süredir bu amaçla uzatılmış olan dolgun dudaklara bir öpücük kondururdu. Ardından oğlan ile “yaban kedisi” arasındaki oyun başlardı.
Nihayet yataklarına gittiklerinde Wolfgang, bütün o muzipliklerini düşünüp kendi kendine kahkahalar atar ve çabucak uykuya dalardı. Giuditta için ise durum farklıydı. Dünya kadar buzlu su içse serinlemesi mümkün değildi. Eskisi gibi uykusu gelmiyordu. Uykuya daldığında ise yatağında dönüp duruyor ve tuhaf rüyalarında bir şeyler mırıldanıyordu.
Altıncı Bölüm
Stratejiye Karşı Strateji
Romalı güzel kızın Amadeus’a duyduğu aşkta bir büyük kederi ve bir de büyük rakibi vardı. Rakibi müzikti. Üzüntüsü ise arkadaşının ebediyen kollarından sıyrılıp bir başka dünyaya adım atmasıydı. Amadeus’un peşinden bu dünyaya gitmesi imkânsızdı. Sık sık el ele tutuşup otururlardı. Ama genç maestronun ruhu bir anda uzaklarda, kendi sihirli müzik diyarında olurdu. Masaldaki genç kız gibi Giuditta da kayıp prensinin ardından kapının sertçe kapandığını işitip tek başına ağlar dururdu. Genç kız, müziği hakikaten çok seviyordu ve sanatı takdir etme becerisinden mahrum değildi fakat kendisi henüz bu sanatta hiçbir şey yapamıyordu.
Ancak Amadeus, genç kızın hoş bir kontralto sesi olduğunu keşfetmiş ve ona şarkı söylemeyi öğretmeye karar vermişti. Bu plan güzel arkadaşını son derece memnun etmişti çünkü günde birkaç saat boyunca Amadeus’u başka kimseyle paylaşmamak için müthiş bir fırsattı. Giuditta son derece gayretli bir öğrenciydi. Yalnız, bazı zamanlar, öğreneceği sanata duyduğu coşkulu hevesle yumuşak kolunu onun beline sarıp her kelimesini ve sesini dikkatle dinlediğinde ve yalvaran kara gözleriyle ruhunu onun gözlerinin mavi derinliklerine nüfuz ettirdiğinde, öğretmeni üzerinde tuhaf bir tesir bırakıyordu. İşte o zaman, Amadeus genç kızın sıcak elinin kendi avcunda titreyişini hissediyordu ta ki yüzü şöyle bir kızarana ve yarı acı yarı sevinçten ibaret bir his ona dokunup kalbini küt küt attırana dek.
Bu iki masum, birbirlerini ödüllendirme yöntemi bakımından müthiş bir benzerliğe sahipti. Giuditta cesurca pratik yapıp şan dersini çok iyi öğrenmişse, öğretmeni “küçük yaban kedisi”ni çenesinden tutup baştan çıkarıcı yüzünü kendine çevirerek çalışkanlığı karşılığında ona ardı ardına güçlü öpücükler verirdi. Ama sonra, ödül falan hak etmediğini ve kendisi gibi kötü bir öğrenciye verdiği emek nedeniyle Amadeus’a ne kadar teşekkür etse yetmeyeceğini düşünen Giuditta, elbette ona sıkıca yanaşıp dudaklarına ateşli öpücükler kondururdu. Bunlar öyle yakıcı ve tutkulu öpücüklerdi ki genç öğretmen kulaklarına kadar kızarır ve neredeyse başı dönerdi. Sonra okşayışlarının karşılığında genç kıza öyle müşfik bir zevkle bakardı ki adil ruhu, ona iadesini tekrar tekrar ödemeye mecbur hissederdi kendini.
Güney ikliminin rehavetine yenik düşen Baba Mozart, bu derslerin yapıldığı sırada siesta yapmayı âdet edinmişti. Ders başladıktan kısa süre sonra genellikle derin uykuda oluyordu.
Fakat bu dünyada ölümlülük dışında hiçbir şey ölümsüz değildir. İşte böylece Roma’da geçirmeleri kararlaştırılmış süre de sona yaklaşmaktaydı. Bir sonraki durakları Napoli olacaktı. Orkestra Şefi hazırlıklara başlamıştı bile.
Yaklaşan ayrılığın bu iki genç kalbe ne büyük bir ıstırap yüklediğini hayal etmek güç değil. Tek tesellileri birkaç hafta sonra birbirlerini tekrar göreceklerine inanmalarıydı. Baba Mozart, Wolfgang’ın evin güzel kızına karşı kardeşçe bir şefkatten çok daha fazlasını hissettiğini anladığı için belirlenen günde yola çıkmaya daha da kararlıydı. Çok stratejik davranarak misafirperver Uslinghi’lerin evine çabucak geri döneceklerini umduğunu özellikle vurgulamış ve Napoli’ye sadece küçük bir gezi yapacaklarını söyleyerek Roma’dan ayrılmalarını önemsiz göstermişti. Fakat ferasetli Orkestra Şefi, orada kaldıkları son veda faslını mümkün olduğunca kısa tutmak için şu haberi verdi: Kardinal Pallavicini’nin tavsiyesi üzerine Carmelite cemaatinden bir grup keşişe katılacaklardı. Keşişler, ertesi sabah şafak sökerken Marino’ya gitmek üzere manastırlarından yola çıkacaktı. Onları geciktirmemek adına o geceyi manastırda geçirmeleri en iyisi olacaktı. Tedbirli adam gerekli hazırlıkları çoktan yaptırmıştı. Son sözü “Haydi arabaya!” oldu.
Baba Mozart alışılmışın dışında neşeliydi. Madam Uslinghi’yle şakalaştı, Giuditta’yı öptü ve güzel evlerine hemen geri döneceklerinden bahsedip durdu.
Baba neşelendikçe gençler daha da kederleniyordu. Amadeus’un şen ve canlı hayal gücü onları bekleyen birkaç haftalık ayrılığı aşıyordu fakat güzel arkadaşıyla ilişkisinde onsuz yola çıkmayı imkânsız kılan adı konulmamış bir şey vardı. Buna karşın, babasının iradesi bu çocuk için kanun demekti. Gitmek zorundaydı.
Giuditta kalbindeki hisleri kimsenin görmesine izin vermedi. Acısını göstermeyecek kadar gururlu muydu? Yoksa kurnaz Orkestra Şefi’nin, birlikte geçirecekleri son enfes geceyi çalmak için başvurduğu hileye mi içerlemişti? Her halükârda, o son anda öyle canlı ve neşeliydi ki sanki misafirleri günlük bir kır gezintisine çıkıyordu.
“Şan pratiği yap. Döndüğümde derslere devam edeceğiz,” diye bağırdı Amadeus Giuditta’ya ayrılırken. Sonra genç kızın kulağına usulca ekledi: “Başka bazı şeylere de!”
“Evet,” diye cevap verdi Giuditta ve Amadeus’un küçük beyaz elini tutarken fısıldadı: “Marino’ya vardığınızda Azize Cecilia mağarasına git. Ama tek başına, duydun mu? Yalnız başına git ve benim için bir Paternoster26 oku! Unutma sakın!”
“Bana güvenebilirsin, küçük yaban kedisi,” diye cevap verdi Wolfgang zorlama bir neşeyle. Babasının uzun adımlarını takip ettiği sırada boğazındaki düğümlenme hissini bastırmaya çalışıyordu.
Ertesi gün kurak ve tenha Campagna27 boyunca yaptıkları can sıkıcı yolculuğun ardından Marino’daki Austin manastırına ulaştılar. Burada birkaç saat dinlenip akşam yemeği yiyeceklerdi. Wolfgang çok sessizdi, bütün yol boyunca ıssız düşüncelere daldığı belliydi. Harabelerin ve yer yer yabani hayvanların görüldüğü bu terk edilmiş, ağaçsız geniş ovada onunki gibi şarkılar, güneş ışığı ve çiçekler için doğmuş bir yüreği neşelendirecek pek az şey vardı. Akşam yemeği vakti geldiğinde tek başına birkaç portakal yiyeceğini söyleyip özür dileyerek sofradan kalktı.
Dolayısıyla, Amadeus birkaç saat yalnızlığın tadını çıkarmak için özgürdü. Şimdi kimsenin müdahalesi olmadan, verdiği sözü tutarak Azize Cecilia mağarasında Giuditta için bir Paternoster okuyabilecekti. Müzikle meşgul olan insanların koruyucusu olan bu kutsal kadın Wolfgang’ın koruyucu aziziydi. Onun mucizevi müziğine ve org icrasına dair efsaneler Wolfgang için özel bir cazibeye sahipti. Keşişlerden biri mağaraya hangi yoldan gideceğini göstermişti. Bu yüzden güle oynaya tek başına yola koyuldu. Yolu güzel bir vadiden geçiyordu. Çöldeki yeşil bir vaha gibi tam ortasında uzandığı kurak ve ıssız Campagna ile oluşturduğu canlı tezat, vadiyi daha da hoş kılıyordu.
Aralarına manastırın kondurulduğu kayalardan çıkan küçük ve berrak bir çay vadinin ortasından akıyor, kâh kristal berraklığındaki dağ akıntısını gösterip kâh gösterişli su bitkilerinin kocaman sapları ve yapraklarıyla gizlenerek sessizce ilerliyordu. Rüzgârda dalgalanan darı tarlaları ile binlerce kır lâlesi ve papatyanın süslediği taze çayır yeşili bu yere hoş bir huzur havası veriyordu. Amadeus, Roma’dan başlayan sabah yolculuğu boyunca bu huzuru özlemişti. Boğucu öğle havasında her şey uykudaydı.
Nihayet kahramanımız mağaranın girişini gördü. Bu mağara uzun zaman önce yeraltında gerçekleşen bir patlama sonucu savrulmuş ve bu karmaşık halde yığılmış volkanik kayalardan oluşmaktaydı. Mağaranın ağzı ise ağaç kökleri ve sarmaşık saplarıyla neredeyse kapanmıştı. Bunların oluşturduğu karmaşık ağ, Azize’nin türbesinin nadiren ziyaret edildiğini kanıtlıyordu.
Amadeus biraz zorlanarak içeri girmeyi başardı. Şimdi karşısına çıkan manzara önünde hayranlıkla hiç kımıldamadan durmaktaydı. Mağara birkaç yönde gölgeli boşluklara yayılıyordu ve sırf bu yüzden bile gizemli bir görüntüye sahipti. Fakat bu görüntü her tarafa yayılan akşam alacası ve yarılmış duvarlarda bitmiş otlarla daha da güçleniyordu. Otlar yeşil perdeleriyle girişi örtüyordu. Kayaların arasında, bir tür sert mihrap üzerinde Azize Cecilia’nın taştan bir heykeli duruyordu. Bu heykelin büyük bir heykeltıraş elinden çıkmadığı belliydi. Ayrıca zamanın dokunuşuyla viran hale gelmişti.
Amadeus sözüne sadık kalarak dualarını okudu ve ardından daha da içeri girerek mağaranın derinliklerine doğru ilerledi. Burada kalın bir yumuşak yosun tabakasıyla kaplanmış eğimli bir sıra buldu. Tek kişilik pikniği için mükemmel bir yerdi burası. Ceplerinden portakalları çıkarıp kıt yemeğinin hakkını verdi. Sonra kalın yosunların üstünde boylamasına gerindi ve gözlerini kapatıp uyanıkken görülen bir düşte olduğu gibi hayal gücünün son birkaç güzel haftayı yeniden hatırlamasına izin verdi.
Birden mağaranın derinliklerinden aşina olduğu bir şarkının ilk notalarını işitmeye başladı. Bu şarkıya aşinaydı çünkü kendi bestesiydi. Şarkıcının kontralto sesi çok daha tanıdık geliyordu. Hemen ayağa fırladı. Bir Mozart’ın kulağı asla aldanmazdı. İyi ama o nasıl burada olabilirdi ki? İmkânsızdı bu! İleri doğru birkaç hızlı adım attı. Karşısında hacılara özgü kıyafete bürünerek gizlenmiş bir kız sureti duruyordu. İtalya’da yalnız gezginlerin ortak kılığıydı bu çünkü herkes hacı kıyafetini kutsal sayardı, haydutlar bile. Geniş kenarlı hacı şapkası uçuverdi, midye kabuklarından o uzun kolye atıldı ve Giuditta şimdi Amadeus’un göğsüne başını yaslamıştı!
“Giuditta!” diye haykırdı Wolfgang şaşkınlıktan kendini yitirmiş halde. “Burada olman mümkün mü?”
“Öyle gözüküyor!” diye cevap verdi kız sulu bir gülümsemeyle. “Sevgili Orkestra Şefi, kurnazlık ederek bizi vedamızdan mahrum bıraktığını zannetti! Gerçek bir veda faslı olmadan seni bırakacağımı mı sandın? Hem, baban bir İtalyan kızının öyle kolayca tuzağa düşeceğini mi düşündü? İkiniz de yanıldınız!”
“Ama anlamıyorum…” diye haykırdı Amadeus, şaşkınlığından kekeliyordu.
“Nasıl oldu da ‘Küçük yaban kedisi’ buraya gelebildi, değil mi?” diye sordu güzel Romalı.
“Evet!”
“Baban akşam yemeği için buradaki manastırda mola vereceğinizi söylememiş miydi?”
“Şey…”
“Keşişlerle seyahat ediyordunuz. Şimdi, keşişler akşam yemeği için bir manastırda mola verdiklerinde, bu en az altı saatlik bir mola anlamına gelir. İki saati sofrada, iki saati şarap mahzenlerinde ve iki saati de uyuyarak geçirirler.”
“İyi ama bunu nasıl bildin?”
“Amadeo!” diye haykırdı Giuditta gülerek. “Gerçekten Almanlara has sorularından biri bu. İtalya’da her çocuk bunu bilir!”
“Peki buraya nasıl geldin?”
“Eh, bugün buraya geleceğinizi biliyordum. Zaten ben her sene dört kez bu kutsal yeri ziyaret ederim. Bu yüzden anneme gidip bir İtalyan’ın bu şekilde aldatılmasının ayıp olacağını ve strateji yoluyla sana veda etmeye kararlı olduğumu anlattım. Annem de güldü, bu fikir aklına yattı. Özellikle de babanın geceyi manastırda geçirmenize karar vermesi annemi biraz gücendirmişti.”
“İyi ama buraya bu kadar çabuk nasıl geldin?” diye ısrarla sordu Amadeus, genç kızın yuvarlak yanağını sabırsızlıkla okşayarak.
“Ah, hacı şapkamla kolyemi alıp sizin ardınızdan yola düştüm.”
“Yürüyerek mi?”
“Evet. Bütün akşam ve gecenin yarısı boyunca yürüdüm. Sonra Novelli’de teyzemin yanında birkaç saat uyudum. Üç saattir de buradayım. Sen gelmeden önce Kutsal Cecilia’ya dua ediyordum.”
“Fena halde yorgun olmalısın!”
“Hiç önemli değil. Senden son bir öpücük çalmayı kafama koymuştum. Hem, bir İtalyan kızını aldatmanın o kadar kolay olmadığını babana göstermiş oldum. Üstelik günah çıkardığım papaz olan Peder Frattina, bu hac gezisini kefaret olarak sayacaktır.”
Amadeus, onu ayıpladığını göstermek için gülümseyerek başını salladı. Giuditta’yı bir kez daha görmek onu çok mutlu etmişti ancak kendisinin payı olmasa da babasına oynanan bu oyun sebebiyle vicdanı huzursuzdu. Zira Baba Mozart’ın iradesi bu çocuk için kanundu ve bugüne dek babasından hiçbir plan ya da eylemini gizlememişti. Baba oğul karşılıklı saygı ve güven içinde yaşayagelmişti. Amadeus o âna kadar Giuditta’ya duyduğu kardeşçe şefkatte zerre kadar yanlış bir şey görmemişti ama bu gizli buluşma aklına bir şüphe soktu. Şimdi her şeyin daha iyi farkına varıyordu. Erginleşmiş genç İtalyan onu dudaklarından öperken, göğsüne bastırdığı bu kızın bir kardeş falan olmadığını anlamıştı!
Fakat bu öpücükler öyle tatlıydı ki heyecanlı titreyişler halinde tüm bedeninde dalgalanıyordu. Daha önce bu kızın okşayışlarından hiç böyle sarhoş olmamıştı. İlk kez bu güzel kızla birlikte kucağında bir cenneti tuttuğunu hissetti.
O çılgın oyunlarında Giuditta’yı defalarca okşayıp öpmüş ve kucaklamıştı. Ama onun kendi tecrübesi, bir başka oğlanla veya bir kız kardeşle oynayan ele avuca sığmaz bir çocuğun neşesinden ibaret olmuştu. Oysa şimdi durum farklıydı. Çocuğun içindeki erkek, sevdiği güzel bir kızı kavramanın ne olduğunu öğrenmeye başlamıştı. Bu yeni izlenimin cazibesi diğer her şeyi uzaklaştırmaya yetecek güçteydi. Hem, Giuditta ta Roma’dan kalkıp onca yolu onun için yürümemiş miydi? Sırf arkadaşına veda edebilmek için bir gün ve bir geceyi yolda geçirmemiş miydi? Bu kızın içten ve kardeşçe sevgisinin karşısında, Amadeus’un cömert kalbinin etkilenmemesi mümkün müydü? Operaları için sık sık aşk şarkıları yazmıştı ama bu konuda gerçek hiçbir bilgisi olmadığı kesindi. Şimdi ise tıpkı bir vahiy almış gibi aşkın ne olduğunu biliyordu.
Bu arada Giuditta yumuşak yosuna oturup Amadeus’u da kendi yanına çekmişti. Amadeus başını kızın kucağına yaslayarak uzandı. Sessizce birbirlerinin yüzüne gülümseyerek uzun süre bu şekilde kaldılar. Ardından rüzgârın kımıldattığı iki gül goncası gibi başları eğilecek ve mutlu öpücükler için birleşecekti.
Bu şekilde saatler geçti. Şakalaşıp aralarında sır kalacak şeyler konuştular. Kız ile oğlan eskisinden de güzel ve kutsanmıştı çünkü çocuksu masumiyetin koruyucu meleği onların sevincini günahlardan arındırmıştı. Aşkın sabah güneşi tarifi imkânsız güzellikteki gül pembesi ve altın sarısı ışığını üzerlerinde parlatıyordu. Bu ışığın ince sisine bakıp loş önsezilerle ışığın ötesindeki cennetin coşkusunu kavrıyorlardı.
Nihayet ayrılık vakti geldi. Giuditta bunu ilk hatırlayan olmuştu çünkü gece yarısı olmadan teyzesinin Novelli’deki evinde olmalıydı. Şöyle dedi:
“Haydi Amadeo, vedamızı ettik. Ama bir şey daha söylemem gerek. Tekrar geleceksin ve beni asla unutmayacaksın, biliyorum.”
Sonra göğsünden küçük bir altın haç çıkarıp şunları söyleyerek Wolfgang’a verdi:
“Bu tılsımı al, bizzat Papa tarafından kutsanmıştır. Altı yaşımdan beri kalbimin üzerinde taşıdım onu, şimdi de senin kalbinin üzerinde dursun. Ona baktığında beni düşün!”
Sonra vahşi bir hıçkırıkla kollarını savurup Wolfgang’ı tutkuyla öptü ve gitti.
Yedinci Bölüm
Sihirli Yüzük
“Napoli’yi gör de öyle öl!” demiştir bir İngiliz yazar, sanki bu şehir dünyaya ait tüm güzelliklerin baş tacı ve zirvesiymiş gibi. Mozart’lar için hakikaten öyleydi. Napoli’nin muhteşem konumu, şehrin ve çevresinin güzelliği, olağanüstü atmosferi ve herkes tarafından sıcak bir şekilde karşılanmış olmaları bu şehrin tıpkı Madam Uslinghi’nin dediği gibi âdeta bir cennet olarak görünmesini sağlamıştı.
Şehre vardıktan birkaç gün sonra evde oturmuş, iki yeni dostun gelmesini bekliyorlardı. Bu iki arkadaş onları ünlü Della Pieta Konservatuvarı’na götüreceklerine söz vermişti. Burada bir grup seçkin Napoli sakiniyle tanışıp orada toplanmış olan sanatçıların ve konservatuvar öğrencilerinin müzikal performanslarını dinleyeceklerdi. Bekledikleri arkadaşlar Doll ve Jomelli idi. Bunlardan ilki seçkin bir besteci, diğeri ise çağının en meşhur müzisyenlerinden biriydi ve Cajo Mario adlı operası tam da o dönemde Napoli’de kalabalık salonlarda sahnelenmekteydi.
Akşam saat yediydi. Günün aşırı sıcağı geçmişti ve açık pencerelerden içeri serin denizin taze ve uyandırıcı nefesi giriyordu. Baba Mozart balkona oturmuş, kokulu Alman piposunun ve bütün o muhteşem Napoli Körfezi’ni sararak gözlerinin önünde uzanan mest edici manzaranın tadını çıkarıyordu. Amadeus ise piyanonun başında oturmuş, Haydn’ın yeni bir menuetini çalmaktaydı. Bu parçayı kısa süre önce Nannerl’den almıştı. Haydn onun ideali, neşesi ve bir Alman olarak gururuydu. Önündeki parça ise kalbini sevinçle doldurmuştu. O sırada iki müzisyen odaya girdi. Amadeus çalmayı bırakmadan o anda bilhassa neşeli ve coşkulu bir sesle haykırdı:
“Şunu bir dinleyin! Benim müthiş Haydn’dan yeni bir şey! Nasıl da sevinç dolu bir sesi var! İşitiyor musunuz? Sanki mutluluktan uçan insanların arasındaymışız gibi. Şimdi de kahkahalar atarak hoplayıp zıplayan ve bizi çiçek yağmuruna tutan bir grup çocuk var!”
Sonra ayağa kalktı. Güney güneşinin biraz esmerleştirdiği parlak yüzünde âdeta bir ilham ifadesiyle şöyle dedi:
“Sanatçının gök kubbesi ne kadar da asildir! Bunu yüce Haydn’ın bu eserinde bir kez daha görebiliyorum. Sadece binlerce ve binlerce ruhu harmonisinin tatlı gizemleriyle mest etmekle kalmıyor; aynı zamanda da onları yüceltiyor, arındırıyor ve rahatlatıyor. Öyle ki Haydn hayatı sona erdiğinde ölmüş olmayacak. Eserleri, daha binlerce insanı kutsayarak yaşamaya devam edecek.”
“Evet, bu tüm halkların ve ülkelerin ortak dilidir,” diye cevap verdi Jomelli ciddi bir tavırla. “Eğer ikinci bir Babil olsaydı ve tüm dünya dilleri tekrar allak bullak edilseydi, müzik her kulağın anlayacağı dil olmaya devam ederdi.”
“Yalnız, müzik eşyadan değil hislerden bahsetmelidir,” dedi Amadeus, “Çünkü müzik duygular diyarına öyle mutlak bir hâkimiyetle hükmeder ki kalbin ta derinlerine kadar ulaşır. Oysa zihin için doğrudan bir mesajı yoktur. Bu yüzden, betimleyici müzik hepten iğrenç bir şeydir. Ah! Eminim… Eminim ki müzik kalbin sesidir ve yalnızca kalbin işitmesi için vardır!”
Mavi gözlerindeki ciddi bakış ve coşkudan ışıl ışıl parlayan yüzüyle oracıkta durmuş, yeni bir sanat misyoneri gibi konuşan genç maestroyu dinlemek ihtiyar İtalyan bestekâr28 için büyük bir zevkti. Delikanlının bilgeliğini test etmek için sordu:
“Öyleyse, müziğe hangi anlamı verirdin?”
Amadeus bir an düşündü. Sonra sanki kendi yeni İncil’inden okuyormuşçasına cevap verdi:
“Müzik, dünyayı kelimelerden arındırmış melodidir.”
“Bunu biraz açıklar mısın?” diye sordu Jomelli şaşkın bir ifadeyle.
“Açıklamak mı?” diye karşılık verdi Amadeus, omuzlarını hafifçe silkerek. “Keşke açıklama diye bir şey olmasaydı! Hepsini hissediyorum ama bunu açıklamak çok zor bir iş. İşte aklımdaki şu: Tonalitenin belli ifadeleriyle yani marşlar, danslar, şarkılar, operalar vesaireyle ilişkisi, tamamen estetik olan mimarinin pratik uygulamalarıyla ilişkisine benzemektedir: Bunu yalnızca insanların kullandığı şekliyle biliriz. Bir tapınak, opera binası, atölye veya saray yapılacağı zaman bunların planlarında ilk olarak yapının amacı ve güzellik ilkeleri düşünülmelidir. İşte müzik de yaşam ve dünya karşısında bu konumdadır. İdeal müziği tasavvur edebilirim fakat o doğaüstü ve ulaşılamaz bir şeydir. Bizim gibi bu dünyaya ait varlıklar için yaşam ve dünyanın sağladığı kelimelere uyarlanmış bir melodi olarak gözükmektedir. Bir anne ninni söyleyerek bebeğini uyutur, bir tabur savaş şarkıları haykırır, genç kızlar dans etmek ister, dindar ruhlar dua eder. İşte böylece ninni, marş, mazurka29 ve mezmur gibi kelimeleri elde ederiz.
Bu yüzden, müzik böylesi kesin bir meşguliyetten ne kadar uzaksa, kelimelerden ne kadar arınmışsa, o kadar ilahidir. Böylece sonat ve hatta ondan üstün olan senfoni, müziğimizin başında durmaktadır!”
Bu arada konservatuvarda yapılacak toplantı için vakit gelip çatmıştı. Hemen yola koyuldular. Kasvetli, eski bir yapıydı burası. Bir sanat enstitüsünden ziyade bir manastır görünümüne sahipti. Devasa büyüklükteki siyah kapı bir aslanın çenesi gibi esniyordu. Kabul salonu ise duvarlar boyunca sıralanmış azizlerin resimlerine rağmen bir binicilik okulunu andırıyordu. Dolayısıyla binanın Wolfgang üzerindeki tesiri hiç de hoş olmamıştı. Konservatuvar öğrencilerinin yanı sıra burada ortaya çıkan kalabalık lortlar ve damlar grubu ise mekânın Wolfgang’ı içine soktuğu haletiruhiyeyi iyileştirmiş değildi.
Resmi selamlaşma faslı sona erdikten sonra “İşte başımın belası yine burada,” dedi arkadaşlarına yarı fısıldayarak. Yüzünde bir çaresizlik ifadesi vardı. “Bu insanların tek anladığı hokkabazlık ve cambazlıktan ibaret müzik performansları! Parmaklar hoplayıp zıpladığı sürece ne hayal gücünün kanatlanışı ne de müzikal fikirlerin celp edilişi umurlarında!”
Amadeus kendinde değildi. Sinirleri bozulmuştu, sallanıyor gibiydi. Düşünceleri hâlâ buraya gelişleriyle yarım kalan o sohbetle meşguldü ta ki piyanonun başına geçmesi için davet edilene dek. Yerini aldığı an bambaşka bir varlık olmuştu. Odadaki insanlar artık yoktu onun için. Ciddi ve huzurlu görünümü vardı. Doğruca önüne bakıyordu. Her bir kası, ruhunun derinliklerinde olanın ifade bulmasına yoğunlaşmıştı.
Çoğunlukla yaptığı gibi bir adagio işaretiyle başladı. Sade bir melodiydi bu, üstelik daha da sade bir armoniye yerleştirilmişti ve yalnızca bir süre sonra biraz daha ilginç hale gelecekti. Kısmen kendi ruhunun uyanmasını beklemek kısmen de dinleyicilerinin bundan sonraki kartal uçuşlarında ona eşlik etme fikrine yavaş yavaş alışması için bu şekilde başlamıştı.
Wolfgang, yanındaki insanların yarı şaka yarı sitemle karışık “Ne kadar da sıradan!” der gibi birbirlerine baktığını fark etmiyordu.
Ardından Mozart’ın icrası daha ateşli bir hal aldı ta ki armoniler birbiri üstüne yığılıp fırtınalı bir deniz gibi ellerinin altına çarpana dek. Fakat onların savruluşları sıradan kulaklar için fazla giriftti. Dinleyicilerinin çoğu yorulmuş, kadınların bir kısmı fısıldaşmaya başlamıştı. Çok geçmeden onları başkaları izledi. Nihayet, topluluğun yarısı konuşuyordu.
En sonunda bu durum Amadeus’un dikkatini çekti. Oysa biraz öncesine kadar ruhunu dolduran ve ellerini meşgul eden sesler dışında hiçbir şeyi fark etmeyecek kadar derin şekilde kendi içine çekilmişti. Her zaman kolayca heyecanlanmaya müsait kanı yüzüne hücum etti.
“Dummköpfe!”30 diye mırıldandı. Sonra yarı yüksek sesle ama Almanca olarak dedi ki: “Seslere kulak zarlarının tepesinde takla attırmıyorum diye zırvalayıp çene çalıyorlar. Ama biraz bekleyin bakalım. Şimdi hepinizi hizaya getireceğim!”
Sonra motif’e hemen yeni ve beklenmedik bir yön vererek bir anda muhteşem bir varyasyona başladı. Elleri birer kıvılcım gibi çarpıyordu seslere ve onları pırıl pırıl buz damlalarıyla karıştırıyordu. Öyle ki bütün topluluk sessiz bir şaşkınlık içinde büyülenmiş gibiydi. Fakat şaşkınlık ve hayranlıkları arttıkça, Amadeus da öfke ve küçümsemeyle daha da coşuyordu. Güzel küçük elleri şimdi tam bir istihza çılgınlığıyla serbest bırakılmış gibi gözüken oyunlar ve karışıklıklar halinde tuşların üzerinde uçuyordu. Sonunda parmakları görünmez olmuştu. Yalnızca yüzüğündeki elmas aralıksız yanıp sönerek parmaklarının okları andıran uçuşunu gösteriyordu.