![Mozart: Bir Yaşam Serüveni](/covers_330/70646941.jpg)
Полная версия
Mozart: Bir Yaşam Serüveni
“Daha tuşlara yetişemiyor ama küçük taburesiyle piyanonun başına oturup egzersiz yaparken onu görmelisin!” diye haykırdı baba, her zamanki sakin tavrından çok farklı bir coşkuyla. “Çocuk şimdiden büyük bir hünerle piyano çalıyor, inanabiliyor musun buna?”
“Mümkün değil!”
“Hatta işittiği bütün müthiş melodileri eksiksiz hatırlıyor. Bütün bir menueti5 öğrenmesi sadece yarım saat alıyor. Daha uzun parçalar içinse bir saat yeterli oluyor.”
“Sonra çocuk bunları hakikaten çalıyor, öyle mi?”
“Evet, hem de tamamen hatasız bir şekilde ve kendinden emin, sağlam bir vuruşla. Hatta kendisi de beste yapmakla ilgilenmeye başladı. Eğer onu zorlamak yerine zapt etmenin en iyisi olduğunu düşünmesem, çocuğa müzik kompozisyonu kurallarını çoktan öğretmiştim.”
“Fakat sevgili dostum,” diye haykırdı kont, şaşkınlık içinde kıpırdamadan duruyordu. “Bu bir mucize! Çocuğa büyü yapılmış olmalı. Ben de seninle eve geleyim, olmaz mı? Bu yeni harikayı görmem gerek.”
“Büyük bir zevkle,” diye cevap verdi Orkestra Şefi Muavini. Salzburg’a varır varmaz, iki arkadaş Baba Mozart’ın mütevazı evine varmak için acele etti.
Onlar Hellebrunn’dan Salzburg’a geldiği sırada, Mozart ailesinin evinde onlar için ilginç bir sahne hazırlanmaktaydı.
Öğle güneşi, temiz ve düzenli çalışma odasına altın huzmelerini yayıyordu. Wolfgang burada babasının yazı masasına yerleşmişti. Annesi ile ablası ise yan odada meşguldü. Çocuğun etrafı sessiz ve huzurluydu. Yalnızca batmakta olan güneşe hoşça kal diye şakıyan kanaryanın sesi duyuluyordu arada sırada.
Yalnızca güneş ışığının parıltısı mıydı yoksa içten gelen bir vecit hali miydi çocuğun yüzünü ışıl ışıl kılan? Yüksek bir iskemleye çöküp bir dirseğini babasının masasına ve küçük çenesini de eline dayayarak derin düşüncelere dalmış gibi doğruca önüne bakıyordu. Ufaklığın zihnini meşgul eden cüretkâr bir fikir olmalıydı çünkü önce yanıp sönen ardından eski haline dönen koyu mavi gözleri yoğun bir içsel faaliyetin kanıtıydı. Aynı zamanda dudakları hafifçe kıpırdıyordu. Zaman zaman, o mırıldanan çocuksu ses, kayıplara karışan melodileri arayışını anlatır gibiydi. Çocuğun arzulu hayal gücünü kışkırtıp elinden kaçan melodilerdi bunlar.
Bir anda bütün yüzü elektrik çarpmış gibi aydınlandı. Hemen yakınında duran bir kâğıdı aldı, sonra bir kalemi kavrayıp mürekkebe batırdı ve yazmaya koyuldu.
Ah şu bahtsız elf! O kutsal öfkesiyle kalemin ucunu hokkalığın altına ittirmişti. Bu yüzden, üçüncü notada kâğıda kocaman bir mürekkep damlası dökülüverdi ve notanın etrafını kasvetli bir sele boğdu.
Çocuk bunu pek umursamadı. Hiç zaman kaybetmeden lekeyi avcunun içiyle silip soluk bir kuyrukluyıldızı andıran bir eğri oluşturarak mürekkebi avcundan uzaklaştırdı. Bu olay düşüncelerini hiç aksatmamıştı. Çok geçmeden notalar ardı ardına kâğıdı kaplamıştı. Çocuğun şevki arttıkça, bu notalara yeni mürekkep lekeleri eşlik ediyordu. Hepsi de ilk doğan kardeşleri gibi halihazırda mürekkebe bulanmış o avuç içiyle siliniyordu. Öyle ki kâğıdın ne hale geldiğini hayal bile edemezdiniz. Mecazi olarak, bütün o körfezleri ve burunlarıyla Karadeniz’i temsil edebilirdi.
Buna rağmen küçük besteci notaları kaydetmeye devam ediyor, bir yandan da mürekkep lekeleri yüzünden öfkeyle ağlayıp duruyordu. Ama bu durumun onu durdurmasına asla müsaade etmiyordu. Tuzlu gözyaşları mürekkep damlalarına karışıyor ve bunların ikisi de o amansız minik avuç içiyle siliniveriyordu. Notalar daha hızlı ve kalın bir şekilde birbirini izlemeye devam ediyordu. Bunların yarısı okunmaz haldeydi ama yine de yazılmıştı. Sonra kapı açıldı ve Orkestra Şefi Muavini içeri girdi. Yanında da Kont Herberstein vardı.
Yavrucak onları duymadı. Hafifçe bir melodi mırıldanıyordu. Yazmaya devam etmekteydi. Bir şeyin üstünü çiziyor, sonra tekrar yazıyor, yeni lekeler oluşturuyor, bunları eliyle siliyor ve yine yazıyordu. Nihayet, mürekkepli parmaklarının arasından kalemi fırlatırken bir sevinç çığlığı kopardı.
Ardından şaşkınlık dolu bir ses işitti:
“Tanrı aşkına, ne yapıyorsun Wolferl?”
Wolfgang etrafına bakıp babasının temiz yüzlü bir yabancıyla oracıkta dikildiğini görünce mürekkebe bulanmış parmaklarını genişçe ayırıp neşeyle haykırdı:
“Ah, baba! Bir piyano sonatı. İlk bölüm çoktan bitti!”
Baba Mozart ve Kont tebessümle birbirlerine baktılar. Sonra Mozart şaka yollu seslendi:
“Bir görelim öyleyse, hoş bir şey olmalı!”
Ama ufaklık kâğıdı geri çekip sıcak bir tavırla bağırdı:
“Hayır, olmaz! Daha hazır değil!”
Ama babasının emri üzerine kâğıdı gönülsüzce uzattı. O zaman iki yaşlı müzisyen, karınları ağrıyıncaya kadar gülecekti zira kâğıda sıçrayıp damlamış mürekkep lekeleri ve örümcek izlerini andıran türlü şekillerle dolu sonat, hakikaten görülmeye değer müthiş bir şeydi.
Peki ama neydi bu? Babası niçin ani bir şaşkınlıkla bakıyordu notalara ve niçin gözleri hayret dolu bir memnuniyetle yaşarmıştı?
“Şuna bakın! Bir bakın, sevgili kont!” diye haykırdı kâğıdı titreyen elinde tutarken. “Hepsini doğru şekilde ve kurala uygun olarak yazmış, görüyor musunuz? Yalnız, kimse çalamaz bunu. O denli karmaşık ve zor.”
“Ama o bir sonat babacığım!” diye haykırdı Wolfgang. “Elbette, önce biraz pratik yapmak gerek. Ama bu şekilde çalınmalı.”
Sonra yerinden fırlayıp piyanonun başına geçti ve çalmaya başladı. Zor kısımları çıkartamıyordu ama bocalayan küçük parmakları şimdi annesi ve ablasıyla birlikte sayıları artan dinleyicilerine aklındakinin ne olduğuna dair fikir verecek kadarını çalabilmişti.
Parça doğru şekilde yazılmış ve bütün bölümleriyle birlikte düzenlenmişti.
Şaşkınlıktan herkesin dili tutuldu. Sonunda Baba Mozart çocuğa sıkıca sarılıp öptü ve şöyle haykırdı: “Wolfgang, sen büyük bir adam olacaksın!”
Kont şunları ekledi: “Evet. Üstelik bütün Almanya seninle gurur duyacak yavrum!” Ardından babaya dönüp gülümseyerek şöyle dedi: “Şimdi kim daha zengin? Sen mi yoksa Kral mı?”
Baba Mozart ışıldayan gözlerle cevap verdi: “Şu bir saati dünyanın bütün krallıklarına değişmem!”
Üçüncü Bölüm
Küçük Virtüöz
Babanın kehaneti, muhteşem bir hızla gerçekleşmeye başlamış gibi görünüyordu. Wolfgang olağanüstü bir ilerleme kaydetmişti. Beş yaşına geldiğinde babası için sürekli küçük parçalar besteliyordu. Bu parçaların çoğu korunmuş olup dileyen herkesçe incelenebilir.
Babası, çocuğunun yeteneklerinin sıradan olmadığını büyük bir ferasetle görmüştü. Bu yüzden oğlunun eğitimine zaman ayırmak için diğer bütün işlerini bıraktı. Çocuk yalnızca müzikte tuhaf bir hız ve güç göstermekle kalmıyordu. Diğer bütün derslerinde, bilhassa müzikle gizemli bir bağlantıya sahip matematikte harikulade bir beceri sergiliyordu. Hiç kimse bu çocuk hakkında ne düşüneceğini bilmiyordu. Etrafını saran sıradan insanlar arasında bir başka ırka ait bir varlıkmış gibi dolaşıyordu. Ona ne öğretilirse öğretilsin, sanki ruhu o konuya önceden aşinaydı. Yalnızca küçük bir ipucu ve telkinle anımsayacağı bazı sönük hatıralardı bunlar. O çocuksu fakat bilge gözlerinin içine bakıp ifadesinde tüm tatlı tecrübelerin kümelendiği o güzel ağzını izlediğinizde bu acayip hayatın, daha masum bir ülkede önceden yaşanmış olduğunu hissedebilirdiniz. Bu ülkede bilgelik doğuştan gelen bir hak ve müzik ise ruhların ortak diliydi.
İki sene hızlıca geçip gitti ve Wolfgang altı yaşına geldi. Artık koca dünyanın kapıları bu çocuğa açılacaktı. Babasıyla birlikte Salzburg’dan ayrılıp uzun bir yolculuğa çıktı.
Bir dâhi için, hele de genç bir dâhi için sonu olan her şey sonsuzdur. En azından dünyanın sıradan işleriyle henüz lekelenmemişken ve sabah çiyiyle ıslanmış kanatları yükseklerde süzülecek kadar güçlüyken. Göz; uzaklık, yükseklik ve derinliği görür fakat sınırları ve kısıtlamaları göremez. Mavi gökyüzü ve mavi okyanus aynı şekilde uçsuz bucaksız görünürken, anlık keder bir ebediyet gibi gelir. Neşe ile güzellikse ölümsüzdür.
Salzburg, küçük Mozart için bir dünya olmuştu. Bu şehrin sokakları sonsuz manzaralardı ona göre. Nereden gelip nereye çıktığını bilmediği bu sokaklar (tek bildiği evinin burada olduğuydu) merkeze ulaşıyordu. Dünya ile hayat, yani çevresi işte oradaydı. Eğer bütün o kısa tecrübeler ve küçük şehrin manzarası, çocuğun düşler âlemindeki yüreğinde çoktan müziğe dönüşmüşse şimdi dağlar, ormanlar, nehirler, yaşayan insanların oluşturduğu kalabalıklar ve engin deniz ona ne verecekti? Yolculuk günbegün devam ederken, o çocuk gözlerinin önünde açılan her yeni manzara ve her yeni sahnenin, Mozart’ın yüreği için bir mesajı vardı. Hepsinin arasından bir ses, dışavurulmak için çocuğa sesleniyor gibiydi. Doğa ve Yaşam, büyülenmiş iki dilsiz cin, sanki yalvarırcasına kollarını ona uzatmış sonsuz ıstırapları ile ölümsüz ve muzaffer sevinçlerini anlatabilmek için ondan müziğinin sesini dileniyordu.
Gittikleri her yere onlardan önce küçük Mozart’ın şöhreti varıyordu. Her sarayda harikulade yeteneğini göstermesi gerekiyordu. Fakat çocuğun yeteneğini büyük bir keyifle sergilediği tek yer saraylar değildi. Sessiz bir yerde, mesela ıssız bir şapelde muhteşem melodilerle veya neşeli nağmelerle sessizliği doldurmak, onun en büyük zevkiydi.
Büyük bir org çalma deneyimini ilk kez Tuna kıyısındaki küçük bir kasabanın manastırında yaşadı. Bütün gün o muhteşem nehir üzerinde yol alıp yıkık dökük harabeler, somurtan kaleler, sarp kayalıklar arasına gizlenmiş manastırlar, yükselen yamaçlar ve güneşli vadilere kurulmuş sessiz köyleri geçtiler. Bazen de süzülüp giden nehirden geriye doğru açılan derin bir vadi görüyorlardı. Dipsiz gölgeli vadinin oyuk ve uzak mavisi, ıssızlığı ve sakinliği, çocuğun kalbini loş ve geniş bir katedral gibi heyecanlandırıyordu.
Baba Mozart, orgu görmesi için Wolfgang’ı şapele götürdüğünde, o gün birlikte seyahat ettikleri keşişler manastırın yemekhanesinde akşam yemeği yiyordu. Çocuk sabahtan beri pek suskun ve düşünceliydi. Ama şimdi huşu içinde gözlerini dikmiş, boş kilisenin gölgelerinde karaltı gibi gözüken o büyük enstrümana bakarken, hüzünlü ruh halinden kurtulup eski canlılık ve neşesini geri kazanmıştı. Yüzü dingin bir memnuniyetle aydınlanmıştı ancak başını kaldırıp orga bakmakta olan o küçük bedenin her hareketi ve tavrı, hayretle karışık bir hürmet ifade etmekteydi. O kocaman borularda şimdi bile hangi sesler uyukluyordu acaba? Bir kere uyandırılsa, gün boyu karşılaştıkları manzaraların ona gösterdiği bütün o dilsiz güzelliğe ses verebilirdi: Yaşam ve ölüm, bugün ve geçmiş, sakin nehir ve metruk harabeler, tükenmez gün ışığı ile hemen yanındaki tükenmez gölge.
“Baba, orgun ayağındaki şu pedallar ne işe yarıyor anlatır mısın? Sonra da orgu ben çalayım!” dedi çocuk.
Babası çok memnun bir halde bunu kabul etti. Sonra Wolfgang iskemleyi kenara ittirdi. Baba Mozart koca körükleri doldurunca minik orgcu pedalların üstüne çıkıp basmaya başladı. Sanki bu enstrümanın nasıl çalındığına dair hiç açıklamaya ihtiyacı olmamış gibiydi.
O derin sesler, eski kilisenin kasvetli sükûnetini nasıl da dağıtmıştı!
Yemekhanede akşam yemeklerini yiyen keşişler, sesleri işitince hayretten ellerindeki çatal ve bıçakları düşürdüler. Cemaatin orgcusu da aralarındaydı fakat ömründe böylesi bir güç ve özgürlükle org çalmış değildi. Dinlemeye devam ettiler. Kiminin benzi atmıştı, ötekiler ise haç çıkarıyordu. Sonunda başrahip ayağa kalkıp cesaretini topladı ve şapele koşturdu. Diğerleri de peşinden geldi ama org yerine baktıklarında bir de ne görsünler! Ortalıkta orgcu falan yoktu. Buna karşın, o derin sesler, yeni armoniler halinde yığılmaya devam ediyor ve kuvvetleriyle taş kemerleri titretiyordu.
“Şeytan’ın ta kendisi bu!” diye haykırdı keşişlerin sonuncusu arkadaşlarına daha da yanaşıp omzunun üzerinden karanlık koridora korkuyla bakarak.
“Bir mucize bu!” dedi diğerleri. Ancak grubun en cesur üyeleri org yerine giden merdivenleri çıktıklarında şaşkınlıktan donakaldılar.
O küçük suret oracıkta durmuş, bu pedaldan o pedala basıp bir taraftan da minik ellerinin tepesindeki tuşları kavrıyor, sanki birer menekşeymiş gibi o muhteşem akortlardan avuç avuç topluyor ve sonra bunları arkasındaki karanlığa fırlatıveriyordu. Hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey görmüyordu. Yalnız gözleri yıldızlar gibi parlıyordu, yüzü ise coşkulu bir sevinçle aydınlanmıştı. Armoniler daha yüksek ve tok bir şekilde yükselerek kabaran dalgalar halinde ileri akıyordu. Nihayet hepsi birlikte güneşli bir sahile vuracaklardı. Sonra en hafif melodilerin fısıltılı bir dalgacığı, tıpkı bir rüzgâr arpının mırıltısı gibi bir an için havada süzüldü ve ardından sessizlik hâkim oldu.
Dördüncü Bölüm
Viyana Sarayı
Küçük Mozart’ın dünyevi anlamdaki ilk zaferi Viyana’da gerçekleşti. Burada Arşidük Joseph’in huzurunda müziğini icra etti ve asilzadeler arasında hemen bir heyecan yarattı. Sonra ardı ardına şaşaalı akşam yemekleri ve partilere davetler aldı. Küçük virtüözün icrası bu davetlerin doruk noktasıydı. Çok geçmeden İmparatoriçe Maria Theresa ve saray halkı huzurunda çalması için bir davet geldi.
Baba Mozart ve iki çocuğu, İmpratoriçe’nin huzuruna çağrılana dek gurur, endişe ve heyecanla karışık duygularla giriş salonunda beklemekteydi.
Sonunda kapı açıldı. Sekizgen şeklinde muhteşem bir odaya girdiler. Odanın sekiz köşesinin dördü altın çerçeveli devasa Venedik aynalarıyla kaplıydı. Diğer iki köşesinde büyük pencereler vardı, bunların yarısı kat kat salkım ipek perdelerle örtülüydü. Geriye kalan iki köşe ise katlamalı kapılardan girişe ve iç odalara açılıyordu. Sekiz koluna tuhaf ve karmaşık desenler oyulmuş, altın işlemeli masif gümüşten kocaman bir avize, aynı metalden ağır bir zincir yardımıyla freskli tavandan sarkıyordu. Duvarlar, üzeri rengârenk çiçeklerle süslenmiş beyaz ipek örtülerle kaplıydı. Mobilyalar ise aynı zengin malzemeyle döşenmiş olup ahşap oymaları baştan aşağı altın işlemeliydi. Parke döşeme, parlak buz gibi pürüzsüz ve ışıl ışıldı. Öyle ki üstteki fresklerin parlak renklerine, aşağıdaki ipek ve altını aksettirerek cevap veriyordu. İki şatafatlı Augsburg piyanosu odanın ihtişamını tamamlıyordu. Oda, sade lüksüyle heybetli gözüküyor ve aynı zamanda da kalpten gelen neşeli bir iyilik havası yayıyordu.
Bu odanın ortasında, yüksekçe bir koltukta Maria Theresa oturmaktaydı. Başında altın bir taç parıldıyordu. Sarayın prensleri ve nedimeleri etrafında toplanmıştı, kocası I. Franz ise enstrümanlardan birine eğilmişti.
Bu grup, insanın dikkatini çekebilecek ve gözüne hoş görünebilecek bir gruptu. Çünkü İmparatoriçe o gün kırk beş yaşında olmasına ve son zamanlarda epey kilo almasına rağmen halen son derece güzeldi. Hafif eğri burnu, biçimli dudakları, kalın kaşları ve afili alnının altındaki büyük, mavi gözleri yüzüne asalet ve vakar veriyordu. Bakışları ve dudaklarının kenarındaki belirli bir ifade karakterinin yumuşaklığına ve iyiliğine ihanet eder gibiydi.
İnsan elinde olmadan İmparatoriçe’den hoşlanıyordu. Maria Theresa’nın güzelliği ve sevimliliğiyle Macaristan’ı nasıl büyüleyip halkın kalbini fethettiğini anlamak, Orkestra Şefi Muavini için artık kolaydı.
Bu güzel grup, annelerinin etrafında toplanmış genç arşidükler ve düşeslerle tamamlanıyordu. İçlerinde yedi yaşında, melek yüzlü bir çocuk vardı. Kıvırcık saçlı başını İmparatoriçe’nin koluna dayamıştı. Bu küçük kız, sonraları Fransa’nın bahtsız kraliçesi olacak olan Marie Antoinette’ti. Orada masum çocukluğun büyüleyici zarafetiyle duran o sevimli yavrucağın, birkaç yaz sonra darağacında son nefesini vereceğini kim hayal edebilirdi? Geleceği örtüp ölümlü gözlerden gizleyen Tanrı’ya merhameti için şükürler olsun!
Bu ilginç resmin arka planı, kendilerinden başka gözlere gülünç gelecek suretlerden oluşmaktaydı. Bunlar, artık antika olmuş saray hanımlarıydı. Katı ve gururlu yüzleri, mücevherlerle donanmış kaftanlarıyla, zarafetteki eksiklerini parlak ziynetlerle telafi etmeye uğraşıyorlardı. İhtiyar centilmenlere gelince, kır başlarını süsleyen kocaman perukları ile bükülmez yaldızla ışıl ışıl parlayan ve sıkı kumaştan yapılmış kıyafetleri yüzünden güçlükle kıpırdayabiliyorlardı.
Bu arada, odaya girdiklerinde küçük Mozart bunların hiçbirini görmemişti. Yalnızca İmparatoriçe’nin ona bakan nazik gözleri ile Marie Antoinette’in o güne dek gördüğü her manzaradan daha çok hoşuna giden kıvırcık başını fark etmişti. Ama bunu düşünecek fazla zamanı yoktu zira I. Franz onu karşılamak için yanına gelmiş ve İmparatoriçe’nin yanına götürmüştü. İmparatoriçe anaç bir tavırla kollarını açıp şöyle dedi:
“Hakkında onca hikâye işittiğimiz küçük piyanist bu demek!”
“Evet Majesteleri!” diye cevap verdi Wolfgang, sanki kendi annesine hitap ediyormuşçasına tereddüt etmeden ve utanmadan. “Küçük olduğum doğru. Lakin piyano çalabiliyorum. Bunu büyük bir zevkle size ispatlayabilirim İmparatoriçe Hanım!”
Çocuğun bu teklifsiz sözleri üzerine bütün saray halkı, elektrik çarpmış gibi telaşlı bir korkuya kapıldı. Saray hanımlarının devasa saç tuvaletleri ve centilmenlerin ağır perukları olmasa, saray kurallarının böyle terbiyesizce ihlal edilmesi karşısında soylu tüylerinin diken diken olması işten bile değildi.
Fakat İmparator ve İmparatoriçe şen kahkahalar atacaktı. Oğlanın dürüst tabiatını çok beğendiği görülen İmparatoriçe sordu:
“Yeteneğine çok güveniyorsun, öyle mi? Arkamızda müzikten anlayan pek çok centilmen var. Seni şiddetle eleştirecekleri kesin.”
İmparatoriçe’nin bu sözleri üzerine Wolfgang o tarafa dönüp kocaman bilge gözleriyle saray adamlarına baktı. Sonra küçümseyen bir tavırla başını sallayıp şöyle dedi: “Hım! Bu insanların hiçbiri müzikten anlıyormuş gibi gelmiyor bana!”
“Nedenmiş?” diye sordu Maria Theresa.
“Görünüşlerinden belli: Çok kibirli duruyorlar!”
Bunun üzerine İmparatoriçe bir kahkaha atmaktan kendini alıkoyamadı. Gururları biraz kırılmış olmasına rağmen, bütün saray halkı da gülmeye mecbur kalmıştı. Gerçi suratlarındaki o acı tatlı ifade, gülüşlerinin kesinlikle içten olmadığını gösteriyordu.
Ancak Maria Theresa, çocuğun yanaklarını okşayıp ailesinin yanındayken daima sergilediği o hoş tavrıyla kocasına döndü ve dedi ki:
“Franzerl, saray nedimi değilse bile bir devlet adamı olmayı vaat eden bir ruh bu. Hiç olmazsa, keskin gözleri var!”
“Cesaretten yana eksiği olmadığı da kesin,” diye cevap verdi İmparator gülerek.
“O zaman burada, bizimle kalsın!” diye söze girdi küçük Marie Antoinette, kıvırcık başını kaldırıp ışıl ışıl gözleriyle annesinin yüzüne bakarak. “Onu ben de sevdim!”
“Hiç fena fikir değil,” diye cevap verdi annesi. “En azından hepinize iyi bir örnek olacak, piyanoda alıştırma yapmanız için sizi teşvik edecektir.”
“Demek o kadar güzel çalıyor?”
“Hem de çok güzel çalıyormuş, herkes öyle söylüyor.”
“O halde şimdi dinleyebilir miyiz onu?”
Wolfgang’ın yüzü, sevimli arşidüşesin sözlerinin uyandırdığı tuhaf hislerle kıpkırmızı olmuştu. Gururu uyanmıştı. Belki de bundan sonra hassas kalbine sık sık dokunacak olan bir başka hissin alametiydi bu. Küçük soylu hanıma haddinden fazla övülmediğini göstermek için elinden gelenin en iyisini yapmaya kararlı olarak hemen enstrümana döndü. Fakat İmparator onu şu sözlerle durdurdu:
“Bekle küçük adam! Eğer bu lortları ve leydileri sanatta kendine denk görmüyor ve icranı eleştirmeye mahir olduklarını düşünmüyorsan, bu hususta hakem kim olacak?”
Çocuk bir süre düşündü:
“Herr Wagenseil6 burada değil mi?” diye öyle yüksek sesle haykırdı ki herkes onu duymuştu. “Mutlaka gelmeli çünkü o müzikten anlıyor!”
Çocuğun saflığına bayılan İmparator, Wagenseil’ın çağırılması için bir işaret verdi. Bu sırada Wolfgang, ablasını öne çekip herhangi bir törene uymadan, yalnızca şu sözlerle İmparatoriçe’ye takdim etti:
“Bu Nannerl, benim ablam. O da benim kadar iyi piyano çalıyor!”
Maria Theresa, bu dolaysız takdimi pek eğlenceli bulmuştu. Baba Mozart’ı yanına çağırıp bir süre onunla dostane bir şekilde iki çocuğu ve olağanüstü yetenekleri hakkında konuştu.
Bu arada arşidüşesler Nannerl’e yanaşmıştı, Marie Antionette ise Wolfgang’ı soru yağmuruna tutmaktaydı, ta ki çocuğun yanakları yine alev alev olana dek.
İmparatoriçe çok geçmeden bu sohbeti fark etti. Wolfgang’ın hiç kıskançlık göstermeden ablasını övmesini çok beğenen İmparatoriçe sordu:
“Nannerl’i çok mu seviyorsun?”
“Evet, çok!” diye haykırdı oğlan ışıl ışıl gözlerle İmparatoriçe’ye bakıp uzattığı iki elini tutarak. “Sizi de çok seviyorum çünkü beni çok mutlu ettiniz!”
“Ne güzel!” dedi İmparatoriçe hoş bir tavırla. “Peki bunu bana nasıl kanıtlayacaksın?”
“Bir öpücükle!” diye haykırdı çocuk. Saray hanımları daha önce ne duyulmuş ne de görülmüş olan bu pervasızlık karşısında bayılmayı düşünmeye vakit bulamamışken ve biçimci centilmenler kılıçlarını çekseler mi yoksa yerin dibine mi girseler bilemezken küçük Wolfgang İmparatoriçe’nin kucağına atlamış, ufak kollarını boynuna sıkıca sarmış ve ona yürekten bir öpücük vermişti.
Maria Theresa, İmparator ve arşidüşeslerden daha büyük olanları, gözleri yaşarana kadar bu üstün başarıya güldü. Grubun geri kalanı bunu duyunca, haklı öfkelerinden olabildiğince hızlı şekilde sıyrılıp eğlenceye katıldı.
Bu arada Wagenseil da ortaya çıkmıştı. Wolfgang, yıldırım hızıyla piyanoya oturdu. Ardından, İmparatoriçe’nin maestrosuna dönüp şöyle dedi:
“Gelmenize çok sevindim, Herr Wagenseil. Sizin bir konçertonuzu çalacağım. Sizin de benim için sayfaları çevirmeniz gerek.”
Küçük parmaklar, herkesi şaşkın bırakan bir hız ve güçle tuşların üzerinde uçmaya başladı. Wolfgang çaldıkça, odadaki sessizlik daha derin hale geldi. Öyle ki orada bulunanlar nefeslerini dahi işitebiliyordu.
Çocuğun icrası, bilhassa da Wagenseil’ın konçertosunun melodisini tema olarak alıp doğaçlama yapmaya başladığında herkesi derinden etkiledi. Çalmayı bitirdiğinde herkes “Bravo! Bravo!” diye haykırıyordu ve sonsuz bir alkış tufanı onu selamlamaktaydı. Ancak Wolfgang’ın en çok umursadığı şey, Marie Antoinette’in küçük avuçlarını hafifçe çırpması ve sevinçli ifadesiyle ona binlerce kez teşekkür ediyor gibi gözüken aydınlık yüzüydü.
Nannerl’in icrasını da çok beğenmişlerdi ancak kardeşinin yaşı, muhteşem kavrayış gücü ve icra yeteneği, kızın performansını nispeten gölgede bırakmıştı.
İmparatoriçe, böyle iki çocuğu olduğu için ne kadar şanslı olduğunu söyleyerek Baba Mozart’ı tebrik etti. “Hayatta tüm mutluluklar onların olsun. Yüce Tanrı size büyük bir armağan bahşetmiş ama bununla birlikte omzunuza büyük sorumluluklar da yüklemiş bulunmakta. Zira tabiatın böylesine harikulade şekilde başlattığını eğitimle tamamlamamak bir suç olacaktır,” dedi.
“Majesteleri,” diye cevap verdi Mozart içten bir tevazuyla. “Tanrı’nın bu büyük merhametini kesinlikle hissetmekteyim. Ömrümü hangi göreve adamam gerektiğini çok iyi anlıyorum. Yüce Tanrı bu çocukların eğitimini tamamlamak için gerekli imkânları sağlamayı dilediği takdirde, benim tarafımdan bir kusur söz konusu olmayacaktır.”
“İmkânlar sağlanacaktır,” dedi Maria Theresa. “Prusya ile süren şu talihsiz savaş olmasaydı, çocukların bütün eğitimini kendimiz üstlenmek isterdik. Yine de şu an için ne mümkünse yapılacaktır. Bir süre Viyana’da kalacaksınız, değil mi?”
“Planlarımıza uymasa da Majesteleri’nin zarif suali benim için bir emirdir. Burası müzisyenlerin kenti, bir sanat başkenti. Çocukların kariyerlerine başlaması için Viyana’dan iyi bir yer olabilir mi?”
“Çok doğru!” diye cevap verdi İmparatoriçe. “Peki, asilzadelerimizi beğendiniz mi? Umuyoruz ki sizin çocuklarınız gibi yükselen sanatçılarla ilgilenirler!”
“Kesinlikle!” dedi Baba Mozart. Fakat aynı zamanda Orkestra Şefi Muavini’nin dudaklarında tuhaf bir tebessüm belirince, Maria Theresa bunun sebebini sordu.
“Elbette bizi nezaketle kabul etmenizden şikâyet edemeyiz,” diye cevap verdi Baba Mozart. “Ama keşke harika çocuğa duyulan hayranlık yüzünden sanat göz ardı edilmese.”
“Biliyorum,” diye karşılık verdi İmparatoriçe. “Ne var ki durum, bütün büyük şehirlerde Viyana’dakiyle aynı. Dünyaya mucizeler şart zira içinde bulunduğu ennui’den7 ancak mucizelerin fevkaladeliğiyle uyanabilir. Sırf moda oldu diye yahut bir başkasının başarılarını kıskandığı için müzik yapanlar her yerde bulunabilir. Müzik kurallarını ya da hocaların performanslarını nasıl da baykuşlara has bir bilgelikle tartışırlar! Lakin Herr Orkestra Şefi Muavini, müzikten anlayan biz azınlığın hüküm gücü, bu sığ beyinlerin gevezeliklerinden yüz kat ağır basacaktır.”
Odanın İmparator ile Wolfgang’ın konuştuğu tarafından bir anda yükselen kahkaha, bu sohbeti bu noktada böldü. Maria Theresa şaşkınlıkla etrafına baktı. Gözlerinde öfkeye benzer bir şey parlıyordu. Ancak kocası yanına gelip şunu anlattığında gülümsemekten kendini alamadı: İmparator, çocuğa “Sence eski zamanların en büyük müzisyeni kim?” diye sormuştu. Wolfgang ise “Eriha surlarını yıkan borazancı!” diye cevap vermişti.