
Полная версия
Ejderhanın Evrimi
Daha önce ifade ettiğim gibi libasyonun asıl gayesi, ölünün heykelini canlandırma ve böylelikle yalnızca ölümle kesilmiş olan varlığını sürdürebilmesini sağlamaktı. Bununla birlikte zaman içinde belirli tanrılar yavaş yavaş maddileştirilip heykeller tarafından temsil edilmeye başlanınca, bunlara ek olarak, arada sırada su bahşederken canlandırılmaları gerekiyordu. Böylece libasyon, ilaha tapınma eylemi haline geldi ve bu haliyle bizim çağımıza kadar pek çok medeni ülkede varlığını sürdürdü.
Suyun ölüyü diriltme aracı veya heykellerin ölüyü tasvir etme aracı olarak görülüyor olması ve bunun uygun bir tapınma biçimi olması önemli değildi. Madem ayin bir putu ve tanrının makamını temsil ediyordu, öyleyse yakarışları duyup cevap verebilmeliydi. Su ayrıca ritüelin canlanmasındaki herhangi bir eylemin asli bir parçası olmuştu.50 Buna ilaveten su vaftiz gibi hayat vericiliği sembolize etti. Bu başlangıç yeni bir inanç birliğini doğurdu. Suyun hayat verici özelliklerine ilişkin benzer düşünceler, diğer çok sayıda yolla, gemileri vaftiz etmek veya binaları kutsamak gibi pek çok yeni uygulamanın nüvesini teşkil etmede libasyonun kullanım alanlarının çeşitlenmesini sağlamıştır. Erken dönem Mısır inançlarına göre ölünün varlığının sürekliliğinin tamamıyla yaşayanların ilgisine bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu canlandırma merasimleri yalnızca cenaze esnasında değil, sonrasında da belirli zamanlarda icra edilmedikçe ve merhumun yakınları belirli aralıklarla yiyecek ve içecek sunmadığı sürece ölünün varlığının süreklilik kazanması söz konusu değildi.
Bu inançların gelişmesinin daha pek çok açıdan geniş kapsamlı etkileri oldu. Bir taş heykelin canlandırılabileceği fikri nihayetinde, ölmüş insanın iradesiyle ayrılıp geri dönebileceği bir taş bloka girebileceği ve orada ikamet edebileceği anlamına gelecek şekilde genişledi. Mısır’dan dört bir yana yayılan bu inançlar; ölülerin, ataların, kralların veya ilahi kralların taş heykellerde ikamet ettikleri, bu kişilere nasihat ve tavsiye veren kâhinler olarak danışılabileceği fikrini doğurdu. Ölünün bir taş heykel içerisinde canlandırılabileceği fikrinin kabulü, şüphesiz ki insan zihninin, aksi halde insanların taşa dönüştürülebileceği düşüncesinin gelişmesine sebep olacak daha öte inançlara itibar etmesinin önünü açtı. Önümüzdeki bölümde, bu taşlaşma hikâyesinin nasıl geliştiğini açıklayacağım.51
İrlanda’dan Amerika’ya kadar dünyanın dört bir tarafında bulunan insanların ve hayvanların taş heykellerin içinde yaşamasıyla ilgili bütün bu mitlerin kaynağı, ölümün gizemini çözmek ve kaderi alt etmenin yollarını bulmak için Mısır’daki bu ilk girişimlere kadar geri götürülebilir.
İlk başlarda bu inançlar belki de yalnızca insanlarla ilgiliydi. Ancak süreç içinde, sayıları gittikçe artan çok sayıda türbe ve tapınak taze erzak temin etmek için insanların kaynaklarını vergilendirmeye yöneldi. Bu uygulama hayvansal besinlerin, sebzelerin ve ölünün diğer ihtiyaçlarının, model ve tasvir gibi eşyaların yerini almasıyla gelişti. Ölmüşün heykelini veya mumyasını canlandırmada kullanılan nesnelerle esasında aynı olan nesneler ve tasvirler bir ritüel vasıtasıyla hayatı veya gerçekliği yeniden düzenledi.52
Bu, sonradan Sör Edward Tylor’ın “animizm” olarak adlandırdığı olgunun açıklanmasında esas etkenlerden biri olsun ya da olmasın, dikkate alınmaya değerdir.
Hepsi değilse bile pek çok insanın evrimsel sürecinde içinden geçmiş olduğu kültür evresinden çok uzak olan bu dönemin, Mısır’da nihai şeklini alan bazı şeylerin yalnızca yapay bir kavrayışından, daha önce değindiğim özel sebeplerden dolayı oradan da bütün dünyaya yayılmış olması mümkün değil midir?
Bu görüşe karşı olmak bizim kendi çocuklarımızın animist bir üslupla konuşmasını teşvik etmiş olabilir. Ancak bu, bir dereceye kadar büyüklerinin bilinçsiz hareketlerinin sonucu değil midir? Daha ziyade, muğlak ve eksik tanımlanmış “insanbiçimcilik” fikrinin, etnologların “animizm”den anladıkları şeyden bir hayli farkı olan tüm konuşma diline zorunlu olarak dahil olmasından kaynaklı değil midir?53
Hangisi olursa olsun, ilk Mısırlıların “animizm”in kesin ve açık kendine has özelliklerini, ölünün mumyalarını ve heykellerini yapma girişimleriyle yiyecek ve cenazeye ait diğer gereçlerin sembolik sunumuyla şekillenen fikirlerin gelişmesi sonucu kazandığına şüphe yoktur.
Böylece söz konusu hayal ürünü bağışların gerçeğe dönüşebilmesini sağlayacak sihirli bir gücü olan bu inanç tesadüfen gelişmiştir.
Bununla birlikte, bu dönüşümün sahiciliğine olan inancın esasında doğa olaylarını yorumlama ve belirleyici etmen olarak kabul edilen hususları taklit ederek onları etkileme girişimine dayanan mantıklı ve doğal çıkarımlar olduğunun vurgulanması önemlidir.54
Çin’de bu düşünceler hâlâ ilkel etkisini ve ifadesindeki açıklığı büyük ölçüde sürdürmektedir. Çinlilerin “resimlerin ve heykellerin temsil ettikleri varlıkla özdeşliğine olan inançları”na gönderme yapan de Groot, kıvan shuk yani “büyülü sanat”ın “Çin büyücülüğünün ana şubesi” olduğunu ifade eder. Bu büyücülük esas olarak, “ruhun, hayatın ve varlıkların benzerliğine dair eylemlerin içine işlenmesinden oluşur. Böylece onları işe yarar bir hale getirmek için bunlar bazı doğrultularda arzu edilir (…) bu içine işleme, tasvirin üzerine üflenerek nefes veya su fışkırtılarak gerçekleşir. Aslında nefes ya da nefes dolu ağızdan gelen su yang ile, yani töz veya hayatla özdeştir.”55
Tütsü Yakma
Şu âna kadar yalnızca içki dökme geleneğini ayrıntılarıyla ele aldım. Ancak bu, heykellere ve mumyalara hayat vermek ve yiyecek sunmak için başvurulan birçok yöntemden yalnızca bir tanesiydi. Hâlâ tütsü yakma ve “ağzı açma” yöntemlerinin açıklanması gerekiyor.
Blackman’in eski Mısır dilindeki metinlerden yapmış olduğu tercümeden açıkça anlaşılmaktadır ki tütsü yakmak, yaşayan bedenin saygınlığını heykele (veya mumyaya) geri vermek için icat edilmiştir ve bu, heykelin canlılık kazanması için zaruri olarak değerlendirilen işlemin bir parçasıdır. Blackman, “tütsü yakmaya olan inanca (daha sonraları kaleme alınan bir belge olan Amon Ritüeli’nde açıklanmaktadır) günümüze kadar ulaşan, Eski Krallık dönemine ait dini metinlerde rastlanmadığını belirtir. Yine de bu gelenek, kuvvetle muhtemel o dönem kadar eskidir. Erman’ın görüşü kesinlikle bu şekildedir” (a.g.e. s. 75).
Sonrasında Blackman, Amon Ritüeli’nden ilgili pasajın tercümesini verir (XII, 11): “Tanrı vücudunun gözüyle tütsülenmiş, süslü bedeniyle, etinden yayılan tanrı tütsüsüyle, yere damlayan ve tüm tanrılara verdiği teriyle birlikte belirir. (…) Bu Horus’un gözüdür. Tanrı yaşarsa, insanlar da yaşar, sen de yaşarsın, vücudun diri olur” (a.g.e. s. 72). Blackman bu pasajı yorumlayarak şunları yazar: “Piramit libasyon formülü göz önüne alınacak olursa bu metindeki ifadeler oldukça makuldür. Libasyonda olduğu gibi, tütsü zerreleri de bir ilahilik emaresidir,56 etinden çıkan sıvı yani tanrının teri, yeryüzüne iner. Burada tütsü yalnızca ‘tanrının kokusu’ değildir. Ayrıca reçine zerresinin, tanrının teri olduğu söylenir” (a.g.e. s. 72). “Hem dini tören hem de içki dökme ve tütsü yakma aynı amaçla yapılır: Tanrı ve insan vücudunun (ya da heykelinin), kaybettiği ıslaklığı geri getirerek vücudu diriltmek” (s. 75).
Tütsü yakmanın bir ritüel eylemi olarak icat edilmesini sağlayan şartları yeniden oluşturma girişiminde, meselenin özünün çözülmesi gerekliliği kendisini tekrardan hatırlatır. Ölümün en açık göstergeleri tenin soğukluğu, terlememe ve canlı kokusunun olmayışıdır. “Canlı kokusu” tabirinin erken dönem Mısır diline kadar uzanıyor olmasına dikkat edilmelidir. Mısır’da hanedan öncesi dönemin erken zamanlarından beri reçineyi, kozmetik ürünlerin başlıca malzemesi (bir eczacının yapıştırma “aracı” diye adlandıracağı) olarak yaygın bir şekilde kullanmak alışageldik bir durumdu. Sıcak bir coğrafyada böyle bir uygulama yapıldığında reçinenin veya balsamın kuvvetli kokusu ile yaşayan birinin kokusu birbirine geçiyor olmalıydı.57 Tütsü yakmanın yaşayanlara zevk verip vermediği bilinmiyor. Halefleri arasında böylesi bir uygulamanın gelenek olması, bunun çok kadim bir uygulama olduğu anlamına gelebilir. Diğer taraftan bunun tamamen ritüele uygun amaçlarla geliştirilen bir uygulamanın, sonradan bozulmuş hali olabileceği ihtimal dahilindedir. Bir cesedin veya bir heykelin önünde tüstü yakma işlemi; onların ısı yaymasını, terlemesini ve canlı kokusu salmasını sağlamak için icat edilmiştir.
Tütsü yakmanın etkin bir canlandırıcı güç olduğu ve özellikle ölüye hayat verdiği inancı iyice yerleşince, tütsü yakma doğal olarak diriltme gücüne sahip olması bakımından ilahi bir töz olarak kabul edilmeye başlandı. Tütsünün zerreleri ağaçların dışa akıttığı sıvılardan ya da antik metinlerin ifade ettiği gibi “onların terlerinden” oluştuğu için, zaman içinde canlandırmanın ilahi gücü ağaçlara devredilmeye başlandı. Ağaçlar artık yalnızca hayat veren tütsülerin kaynağı değildi. Ağaçlar, ter damlaları mumyaya hayat veren bir ilah tarafından canlandırılmıştı.
Bu ağaçlarda ikamet eden tanrının genellikle niçin ana tanrıçalarla özdeşleştirildiği ilerleyen sayfalarda açıklanacaktır. Bu, muhtemelen esas olarak tütsünün ana kaynağının, ilkel doğurganlık tanrıçalarına da ev sahipliği yapan Güney Arabistan’a dayandığı örneğinde de gördüğümüz gibi coğrafi şartlardan dolayı böyledir. Zira bu tanrıçalar aslında, Kızıldeniz’deki hayat verici deniz salyangozu tılsımlarının kişileştirilmesinden başka bir şey değildir.
Nitekim Robertson Smith’in ifadesi şu yöndedir: “Bir tılsım olarak akasya sakızının değerinin âdet kanaması pıhtısıyla, yani ağacın bir kadın58 olduğu fikriyle ilişkilendirilmesi, muhtemelen sebeple sonucun birbirine karıştırılmasıdır. Sakızı değerli yapan, ağaca canlılık veriyor olmasıydı. Efsanenin geri kalanı yalnızca, ağacın ana tanrıça ile özdeşleştirilmesi fikri üzerine kurulu olan hikâyenin rasyonel hale getirilmesidir. Samora (akasya) ağacı sakızının (…) canlandırıcı veya ilahi bir bitki olduğu fikri gibi öne sürdüğü görüşlerinden dolayı benzer eleştiriler ‘tütsünün dini değerine’ ilişkin öteki görüşleri için de geçerlidir” (s. 427).
Pek çok unsur ağaca tapınmanın gelişmesinde etkili olmuştur. Ancak ağaçların kutsal görülmesinin asıl sebebi muhtemelen, bünyesinde ölüyü canlandırma gücü olduğu inanılan tütsü ve kokulu tahtaları barındırması olmalıdır. Çok daha erken bir dönemde başka düşünceler tapınma fikrinin desteklenmesini ve genişletilmesini sağladı. Osiris toprağa gömüldüğünde, kutsal bir çınar, “Osiris’in ölümsüzlüğünün görünür bir sembolü” olarak meydana çıktı. Ancak ağacın özü, hayat verici su ile ilişkili hale getirildi ve böylelikle Osiris’le başka bir bağlantı kuruldu. Öz ayrıca, ağaçların kanı ve ter olarak dışarı attığı tütsü olarak kabul edildi. Tıpkı su dökmenin Osiris’in vücut sıvısı olarak görülmesi gibi, bu rasyonelleştirme süreciyle, tütsü de benzer bir değere sahip oldu.
Libasyon meselesinde açıklananlara çok yakın olan sebeplerle tütsü yakma geleneği, başlangıçta cenaze heykelini canlandırmak için icra edilen bir ritüelken, nihayetinde ilaha hürmet etme yöntemlerinden birine dönüştü.
Semavi tanrılar kültü ortaya çıktığında,59 tütsü yakma ayrıca özel bir önem kazandı. Çünkü yanan tütsünün dumanını çekmek, ölünün ruhunu gökyüzüne ulaştırmanın veya yeryüzünde yaşayanların dileklerini oraya iletmenin bir aracı olarak kabul edilmeye başlandı.60
“İnsan ruhu genellikle insan şeklinde ve özelliklerinde, nadiren de bir hayvanın özellikleriyle tasavvur edilir (Çinliler tarafından) (…) hayvan ruhu, bu hayvanın veya insan özelliklerine sahip ve konuşan bir varlığın şeklidir. Ama bitkilerin ruhları hiçbir suretle bitki şeklinde veya özelliklerinde tasavvur edilmez (…) ruhlarına ne zaman bir şekil verilse, bu ruhlar çoğunlukla bir erkek, bir kadın, bir çocuk veya genellikle bir hayvan olarak bitkinin içinde veya yanında tasvir edilir. Zaman zaman zarar vermek ya da nimetler dağıtmak için zuhur eder (…) bitkilerin canlanması kavramı insanların hayaletleri hakkındaki fikirlerden önce Çin düşüncesinde ve ibadetinde gelişsin ya da gelişmesin (…) düşünce yapısında ve gelenekte hâkim olmuştur. Biz, bununla birlikte, söz konusu durum makul görünüyor diyemeyiz” (De Groot, a.g.e. s. 272-273). Canı yanınca kan döken ve haykıran ağaçların hikâyeleri, Çin yazınında oldukça yaygındır (s. 274) (Güney Arabistan’da olduğu gibi). Ağaçlar saplanıp kalabilir ya da aşk güzelliğinin masumluğuna dönüşebilir (s. 276).
İnsan ruhlarının ağaçları veya bitkileri mesken olarak seçip onlara can vermeleri hakkındaki hikâyelerde, insanın “bir tilki, bir köpek, bir yaşlı kuzgun veya benzerleri” eşliğinde bir kadın olarak tasvir edilmesi dikkate değer bir başka husustur” (s. 276).
Dr. Rendel Harris, Afrodit kültünün insanımsı bitkinin canlılığı, bitkinin insani çığlıkları ve güzel bir bakire ve bir köpekle ilişkilendirilmesiyle Kıbrıs’ta yoğunlaştırıldığını düşünür.61 Çin’de de bu unsurların hepsi mevcuttur.
De Groot’a göre (s. 277), Çin’de mezarlara bitki dikilmesi gibi çok kadim bir geleneğin var olmasının sebebi “gömülü kişinin ruhunu kuvvetlendirme arzusudur.” Böylece ölen kişinin vücudunun çürümesinin önüne geçilir. Çam ve servi gibi ağaçların, diğer ağaçlardan daha fazla shen’e sahip oldukları için ulu canlılığın taşıyıcısı olarak kabul edilmeleri sebebiyle böylesi amaçlar için tercihen kullanılırlardı. Ancak bu inançlar, mezarın üzerinde büyüyen bir ağacın ölüden beslendiği ve ölü ile kişileştirildiği düşüncesinin bir dışavurumu da olamaz mı? Çam ve servinin seçilmesinin önemi Babil’de, Mısır’da, Fenike’de “dağservisi” denen ağaç ile Arabistan ve Doğu Afrika’daki ağaçlarda yetişen mürrüsafi ve akgünlükle ilişkilendirilmesiyle karşılaştırılabilir. Bunların “ruhsal öz” olduğuna inanılmaktadır. Çünkü bunların mumyalamada, tütsülemede ve tabut yapımında kullanılması, bunların gelecekte de varlıklarını sürdürmesini sağlamıştır. Dolayısıyla zaman içinde bunlar, canlılığın özüyle, shen’le, yani “ruhsal öz”le yüklü olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Ayrıca Çin’de çam, köknar ve mazı ağaçları tabut ve yeraltı mezarı yapımında kullanıldığından, çamsakızı ise ölümsüzlüğe ulaşmanın bir aracı olarak görüldüğünden (De Groot, a.g.e. s. 296-297), bu ağaçlara böylesine saygın sıfatlar bahşedilmiştir. “Anlaşılan ölümsüzlüğü arayan Taoistler erken bir tarihte, pıhtılaşmış ruhsal özü, insan ve hayvan kanının muadili olarak gördükleri için bu ağaçların (sağlam uzun yaşayan köknar ve mazı)62 reçinesini tüketerek canlılığını kendilerine aktardılar” (s. 296).
Hindistan’da tanrının ölümsüzlük yiyeceği amrita kimi zaman cennetin kutsal ağaçlarından çıkan bitki özü olarak kabul edilmekteydi.
Önceki sayfalarda, Ana “Tanrıçanın” nasıl muğlak bir biçimde ve insanımsı Su “Tanrısının” nasıl daha net bir şekilde tanımlandığını açıkladım. Özünde birbirlerinden tamamen bağımsız bir şekilde gelişen bu tanrılar, nihayetinde derin ve ortak bir nüfuz sahibi olmaya başladılar. Böylece, aslında birisine ait olan pek çok özellik diğerine atfedilmeye başlandı. Cinsiyetin harmanlanması ve karıştırılmasının pek çok sebebi vardı. Daha sonra açıklayacağım üzere ay, Hathor’un ikametgâhı ve bizzat Hathor olarak görülmeye başlanınca ayın su üzerine sahip olduğu varsayılan etki, Hathor’un özellikleriyle Osiris’in suyun yöneticisi olma özelliklerinin birbirlerine daha çok benzemesine yol açtı. Bu özellikler tam ifadesini Osiris’in ay şeklinde bulmaktaydı.
Bu çalışmanın konusuyla yakından ilgili olan bu bağlantı, tütsü ağaçlarındaki Ana Tanrıça’nın kişileştirilmesiyle sağlanmaktadır. Tıpkı su dökmenin Osiris’in sıvısı olarak kabul edildiği gibi tütsü yakma da böylece Ulu Ana’nın teri veya gözyaşları haline geldi.
Yaşam Kaynağı Olarak Nefes63
Heykeli veya mumyayı canlandırma ritüelinde su dökmenin ve tütsü yakmanın çok mühim bir yeri vardır. Ancak merasimdeki en önemli hadise, varlığa can bahşetme olarak görülen “ağız açmaydı”.
Başka bir yerde64 kalp ve kan kavramlarının; hayatın, hissin, iradenin ve bilginin aracı olarak görülmesinin son derece kadim bir anlayış olduğunu belirtmiştim. Nefes düşüncesinin “yaşam kaynağı” olarak ilk defa ne zaman ve hangi şartlar altında benimsendiği bilinmemektedir. Bazı ilkel felsefe sistemlerinde nefesin kalple ilişkili olduğu farz edildiğinden, bu inançların antik kalp teorisinin kurucu unsuru olabileceği öne sürülür. Amerika, Avustralya ve diğer başka yerlerdeki bazı kaya resimlerinde hava kanalları kalbe işaret edecek şekilde resmedilir. Ancak, mumyalama uygulamasının “kalbe” ve “nefese” ilişkin, nihayetinde bunların varsayılan işlevleri65 arasında ayrıma yol açacak çok daha net fikirler sunduğuna ancak çok az kişi itiraz edebilir. Kalp ve kan cesette de bulunduğundan, bunlar artık “hayat kaynağı” olarak kabul edilemezdi. Nefesin yokluğu ise açıkça vücudu cansızlaştıran bir “unsur”du. Bu yüzden kalbin işleyişini düzenlemesi için zaruri görüldü. Kalp böylece, yaşarken hisseden ve isteyen bir bilgi merkezi olarak görülmeye başlandı. Vücudun bütün bu atımlı hareketleri, solunum eylemi gibi yaşam kaynağının ifadesi veya “hayat” olarak görülmüş gibi gözüküyor. Hollandalı etnoloji yazarları bunu “ruhsal öz” olarak anıyorlar. Atışın kolaylıkla hissedilebileceği belirli geçiş yerlerinin yakınları ve nabız atışının bebeğin bıngıldağında hissedilebildiği yer olan kafanın üst tarafı, böylelikle kimi Asya halkları tarafından, hayatın özünün vücuda girip çıkabileceği yer olarak görülmüştür.
Muhtemelen antik dönemlerde bu inanç, şimdiye göre daha yaygındı. Antik dönem insanlarının kafatasına trepanasyon66 uygulaması bu inançla ilgiliydi. Trepanasyon yöntemiyle “hayati öz”ün kafatasına girip çıkabileceği daha müsait bir yol sağlanıyordu.
Profesör John Burnet, “Sokratesçi Ruh Öğretisi”67 adlı konferansında, ruhun erken dönem Yunan düşüncesindeki anlamını, nadir bulunan bir kavrayış ve açıklıkla izah etmiştir. Köken olarak ψυχή kelimesi “nefes” anlamına gelir, ancak bu kelime tarihi süreçte iki farklı anlam kazanmıştır: cesaret ve yaşam kaynağı. Bu, varlığı ve yokluğu, canlı ile cansız arasındaki en bariz ayrımı veren şeydir; bir insanın ölüm sırasında teslim ettiği “ruh”tur. Ancak baygınlık (λιποψυχή) esnasında vücuttan kısa süreliğine ayrılması anlamına da gelebilir. Ruhun, vücut uykudayken serbest bir şekilde gezinebilen ve hatta başka bir insanın rüyasında da beliren bir şey olduğunun düşünülmesi de son derece doğaldı. Dahası, ölümle ilgili rüyalar görebildiğimiz için bize görünen şey, tam da ölüm esnasında vücuttan ayrılan neyse o olmalıydı. Bu değerlendirmeler, gerçek vücutlu insanın bir nevi tamamlayıcısı olarak “ruh” ile ilgili yaygın inancı açıklamaktadır. Bunun karşılıkları; Mısır dilinde ka,68 İtalyancada genius, Eski Yunancada ise ψυχή’dir.
Bu tamamlayıcı unsur, biz uyanıkken içimizde hisseden ve isteyen her ne varsa onunla özdeş değildir. Bunun genellikle nefes değil, kan olması gerektiği düşünülür.
Ne hissediyor ve algılıyorsak kalpte bir yerlerdedir; onlar vücudun bir parçasıdır ve vücutla birlikte yok olur giderler.
Ruhların bilinci yalnızca kanı emebildiklerinde bir süreliğine yerine gelir.
Bir zamanlar ψυχή’nin, yaşayanların bahşettikleriyle, özellikle de dökülen içkilerle besleniyor olmaları gereken yerde, yani mezarda, vücudun içinde yaşadığı düşünülüyordu.
Mısırlı bir psikolog bu hikâyeyi, Profesör Burnet’ın bahsettiğinden çok daha öncesine götürür. Mısırlı psikolog “kalp (akıl) ve dil”in işlevlerini, kendi düşüncelerini dile getirmiştir. Gözler gördüğünde, kulaklar işittiğinde ve burun soluk aldığında, bunlar kalbe nakledilir. Her şeye sebep olan odur (kalptir), kalbin düşüncesini dile getirense sözlerdir.”69
“Tanrıları yaratan Atum’un, Ptah-Tatenen’le ilgili şu ifadeleri kullandığı söylenir: ‘O, tanrıları tasarlayandır.’ Ptah-Tatenen, tanrıları, gönüllerine uygun bir şekilde yaratmıştır. Sonra tanrılar, her biri ağaçtan, taştan ve metalden yapılma vücutlarına girmişlerdir.”70
Piramit Metinleri’nde İsis’in yaşam kaynağını “kanatlarıyla rüzgâr yaratarak” Osiris’e taşırken resmedilmesi, bu fikirlerin gerçekten çok eski olduğunu göstermektedir.71 Yaşam kaynağının geri getirilmesini sağlamayı amaçlayan “ağız açma” merasimi, heykel veya mumyanın önünde yapılan ritüelin önemli bir parçasıydı. Daha önce bahsettiğim gibi (s.25), tasvir heykelini biçimlendiren heykeltıraş, “hayat veren” olarak isimlendiriliyordu ve bir heykeli “meydana getirmek” kelimesi “doğurmak” anlamına gelen kelimeyle özdeşti. Tanrı Ptah, insanı kendi suretinde, kilden yaratmıştır. Benzer bir şekilde hayat veren heykeltıraşlar, varlığın ebediliğini güvence altına alma aracı olan tasvirler yaptılar. Bu varlıklar libasyon ve tütsü yakma eşliğinde “ağız açma töreni” ile canlandırılıyorlardı.
Bu sürecin Mısır’da rasyonelleştirilmesinin bir sonucu olarak birçok yaratılış efsanesi ortaya çıktı. Bunlar Hindistan’da, Endonezya’da, Çin’de, Amerika’da ve başka yerlerde bütünlüklerini tamamen koruyarak günümüze kadar ulaştılar. Taştan, tahtadan veya kilden bir heykel tasarlanmış, pek çok yerde gökyüzünden indiği düşünülen, yaşam kaynağı olan nefesin bu heykellere girebilmesi için canlandırma ritüelleri gerçekleştirilmiştir.72
Mısır inancından türeyen dünya genelindeki efsanelerin pek çoğunda olduğu gibi Mısır inancında da hayati ilkenin, (çoğunlukla, “ruh”’ kelimesiyle “ruhsal öz” veya “tamamlayıcı eş” kastediliyordu) vücudun dışında var olabileceği fikri nihai bir şekil kazandı. Açıklama ne olursa olsun, hayati ilkenin vücudun dışında var olabileceği fikrinin benimsendiği kesindir. Hayati ilkenin vücuda geri döndüğü ve geçici olarak vücudu canlandırdığı düşünülmekteydi. Hayati ilke ölünün taştan tasvirinin içine girer ve orada kalırdı. Kimi zaman bu sözde “ruh” ağız, “ağız açma” merasimiyle birlikte heykelin içine giren yaşam kaynağı ile özdeşleştirilirdi.73
Sör Edward Tylor ve onun animizm hakkındaki teorisini kabul edenler genellikle, “ruh” düşüncesinin Burnet’ın yukarıda alıntıladığım pasajında bahsettiği rüya ve gölge fenomenlerini açıklama girişimlerine dayandığı görüşündedirler. Bir insanın uyurken, tanımadığı insanları rüyasında görebilmesi ve çeşitli maceralar yaşayabilmesi pek çok insan tarafından, bunların gerçekten yaşanan hadiseler olduğu varsayımıyla açıklanmaktadır. Bunlar, kişi uyurken “ruhun” etrafta dolanması sırasında karşılaştığı olaylardır. Bir insanın gölgesi veya kişinin suda ya da aynadaki yansıması, o kişinin tamamlayıcı çifti olarak yorumlanır. Ancak bu yorumun gözden kaçırdığı bir nokta vardır. Rüya ve gölge fenomenleri muhtemelen yalnızca şartların hazırlayıcısıydı. Bunlar, “ruh teorisi”nin gelişimine katkı sağlayan (veya ilave edilen ayrıntıları doğrulayan ve rasyonelleştirme yoluyla içerisine dahil olan) şartlarken, diğer başka şartlar bu teoriyi yaratmadan sorumluydu.
Daha önce etnolojideki pek çok psikolojik yorumun, insanların en basit, görünüşte en açık ve akla uygun eylemlerini bile belirleyen etmenlerin muazzam karmaşık yapısını neredeyse hiç dikkate almadıklarına dikkat çekmiştim. İnsan kararlarının ve düşüncelerinin, çoğu bilinçdışı ve duygusal güdü olan çok sayıda etkenin nüfuzu altında kaldığını okuyucuya tekrardan hatırlatmam gerekiyor. Ancak bazı belirli duygu durumları insanı bir kez kesin bir sonuca yönlendirince insan, kararlarına arka çıkan birçok başka durumu hatırlayıp onlardan karmaşık bir rasyonelleştirme ağı oluşturur. Bunun gibi bazı süreçler hiç şüphe yok ki “animizm”in gelişiminde rol oynamıştır. Yine de bu fikrin gelişiminin bütün tarihini yeniden inşa etmek mümkün olmasa da hayat ve ölümün doğasını anlamadaki bu ilk çabalar ve ölüyü diriltmek için bu teorileri hayata geçirme girişimleri bir temel sağlamıştır. Son 5000 yıldır ruh hakkında geliştirilen geniş ve karmaşık teoriler bu temeller üzerine kuruludur. Bu büyük yapının kurulmasında milyonlarca insanın düşüncesi ve arzusu rol oynamıştır. Ancak bu temeller, Mısırlı kral veya rahip, “yaşam kaynağını”nı ölüye yeniden getirebileceğini ve “büyük büyücü”74 denen asayla ölünün tekrardan doğmasını sağlayabileceğini iddia ettiğinde sistemleşmiştir. Bazı bilim insanlarına75 göre asa, doğurganlığı kelime anlamıyla ifade edilsin diye ana rahminin geleneklere uygun hale getirilmiş bir simgesiydi. “Büyülü asa” hakkında böyle inançlar ve hikâyeler, İskoç yaylalarından Endonezya ve Amerika’ya kadar hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Bu taslakta, bir kavrama ait olan devasa karmaşıklığın yalnızca bir ya da iki yönünü ele aldım. Ancak insan zihni, bir hayati özün vücudun dışında var olabileceği düşüncesiyle meşgul olmaya ve onu hayatın nefesiyle özdeşleştirmeye başladığında yeni görüşler de beraberinde gelmiştir. Hayati ilke, hayatın bütün psikolojik belirtilerinde olduğu gibi insan kişiliğinin bütün çeşitli ifadelerinde de kendisini açıkça gösterir. Rüya görmek insanın, “ruh”un ayrıca geçici olarak bedeni terk edebildiğine ve çeşitli deneyimlerin tadını çıkarabildiğine inanmasına yol açar. Somut fikirlere sahip bir Mısırlı, hayati özünün dışarılarda dolandığına dair bu soyut fikri desteklemek için bazı fiziksel kanıtlar talep etmiştir. Bu yüzden ölümden sonra içinde var olabileceği bir heykel yapmıştır. Çünkü ölünün özelliklerini mumyanın üzerinde, gerçeğine benzer bir şekilde layıkıyla yeniden oluşturamamıştır. Bu yüzden, hayati özün heykele can veren “tamamlayıcı eş” veya “ikiz” olarak vücudun dışında var olabileceğine yavaş yavaş kendisini inandırmıştır.