
Полная версия
Ejderhanın Evrimi
Gökyüzü dünyasına ilişkin bu yeni fikirler belirmeye başlayınca, yeni düşünceleri eskilere benzetmek ve rasyonelleştirmenin karmaşık yapısıyla uyuşmayan karışık düşünceleri desteklemek için yeni bir inanç gelişti.
Güneş Tanrısı Horus, halihazırda Osiris’in oğluydu. Hem nehirlerin ve sulama kanallarının hem de yağmur bulutlarının denetimi Osiris’in elindeydi. Tütsünün dumanı yeryüzündeki tapınanların yakarışları olarak semavi tanrılara ulaşıyordu. Tütsü, yalnızca “tanrısallaştırılmış bir koku” değildi. Tütsü ayrıca, ilahların ve ölülerin, yeni yaratılmış gök cennetinde tamamlayıcı eşlerine kavuşmasının bir aracıydı. Güneş Tanrısı Ra, tapınağında yalnızca insan suretindeki bir heykelle değil, bunun yanı sıra bir de obelisk93 ile temsil ediliyordu. Cenneti ve “aşağı doğru inişi” işaret eden, tepesi yaldızlı bu obelisk cilalı yüzeyinden güneşin baş döndürücü ışınlarını yansıtıyordu. Böylelikle tüm tapınanlar tanrının, tapınağındaki tezahürünü görebiliyorlardı.
Bu durum iki açıdan önemlidir. Birincisi bu sayede semavi tanrılar ve gökyüzünde bir cennet yaratılmıştır. İkincisi, muhtemeldir ki insan formunun ilk defa tasarlandığı bir taş sütunun bile ilahı temsil edebileceğini, daha doğrusu tanrı tarafından canlandırılmış “vücut” haline gelebileceği fikrini göstermiştir.94 Heykellerin canlanmasıyla ilgili bu kadim düşüncelerin anayurdunda bile putun insan suretinde şekillenmesi o kadar da mühim değildi. Bunun yapılabileceği bir defa kabul edilince heykel yontmak için teknik beceriden mahrum olan kültür seviyesi düşük topluluklar için bile bu mümkün oldu. Canlandırma için uygun bir ritüel icra edildiğinde, tanrılarının içine girebileceği basit taş sütunlar ya da şekillenmemiş taş veya tahta yığınları dikiyorlardı.95
Tanrıların, insanların veya hayvanların taşların içinde ikamet edebilmesi fikri zamanla tüm dünyaya yayıldı. Ancak, taşı canlandırmanın bazı keyfi ayrıntılarının bulunduğu her yerde, bütün efsanelerin aynı kökenden türemiş olması gerektiği gerçeği açığa çıkmaktadır.
İnsanların veya hayvanların taşlaşmasının mümkün olduğuna dair bu tamamlayıcı inanç, geniş kapsamlı benzer coğrafi dağılıma sahiptir. Bu olağanüstü olayın hikâyesini “Ejderhalar ve Yağmur Tanrıları” adlı bölümde96 açıklayacağım.
İneğe Tapınma
İneğe tapınma, ele aldığım konuyla son derece yakından bağlantılıdır. İlkel ana tanrıçaların inekle çok yakından ilişkilendirildiği ve hatta özdeşleştirildiği sürecin ayrıntılarına ve ineğin boynuzlarının niçin Hathor’un simgeleri arasındaki ayla ilişkilendirildiği konusuna girmek beni konunun çok dışına çıkaracaktır. Ancak konunun bazı taraflarına değinilmesi gerekmektedir.
Ayın hilal şeklinin inek boynuzuna benzerliğini çağrışımla açıklayan alışageldik bir teoriyi doğrulayacak herhangi bir bulgu olduğunu sanmıyorum. Diğer taraftan hem ayın hem de ineğin birbirlerinden tamamen bağımsız bir şekilde ve çok farklı dönemlerde, Ana Tanrıça’yla özdeşleştirildikleri de bir gerçektir.
İnek ve Ana Tanrıça’nın bu ilişkilendirilmesinin gelişiminde rol oynayan ana sebep muhtemelen, sütün insanlar tarafından bir besin kaynağı olarak kullanılmasıdır. İnek anneliğe ilişkin bu işlevi yerine getirebiliyorsa, aslında insanoğlunun bir nevi üvey annesi de olabilirdi; zaman içinde insan ırkının gerçek annesi olarak kabul edilmeye başlanıp Ulu Ana’yla özdeşleştirildi.
Pek çok değerlendirme bu benzetme sürecini destekler. Sığırın hem beslenmek için et olarak tüketilmesi hem de ölüler için genel ve en karakteristik hayat verici özellikleri taşıması, ineğe ilahlık verilmesinde doğal olarak rol oynamıştır. Buna benzer bir ilişki tütsüyü kutsal bir töz mertebesine çıkarmış ve tütsü ağacının tanrıça olarak kişileştirilmesine sebep olmuştur. Bu tesir sığır için halen pek çok açıdan geçerlidir. Çünkü sığırlar ayrıca, ritüellerde ölülere ve zamanla tanrılara bilinç verilmesi amacıyla kullanılan kanın tedarikçisidir. Bunun yanı sıra sığırlar, ibadet edenlerin yakarışlarını duyup karşılık verebilirler.
Diğer başka olaylar da ineğin önemini vurgulamaktadır. Ancak, bu olaylar bir şekilde bu inançların gelişimine katkıda mı bulundular yoksa yalnızca ineğin kehanetinin sonucu olan bazı uygulamalar mıydı, buna karar verilmesi zordur. Mısır, Uganda ve Hindistan’da ölünün ağzının içine yağ konulması geleneği, sütün kullanıldığı çeşitli ritüeller, mezarda ve bazı gizemli ayinlerde97 ölüleri sarmak için ineğin derisinin kullanılması, inekle yeniden canlanma fikri arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir.
İnek insanoğlunun velisi olarak Ana Tanrıça ile özdeşleştirildiğinde, şu anda “totemizm” olarak adlandırılan ilginç bir düşünce sisteminin gelişmesinde ilk adımın atıldığını düşünmek için yeterli sebebin olduğunu düşünüyorum. Ancak bu, burada tartışamayacağım kadar karmaşık bir meseledir.
İnek, Ulu Ana ile özdeşleştirildiğinde ve ay aynı tanrıçanın ikamet ettiği yer veya onun kişileştirilmiş hali olarak kabul edildiğinde İlahi İnek, karmaşık bir bağdaştırma süreci sonunda ölünün, ineğin sırtında yükseleceği gökyüzü ya da cennetler olarak kabul edilmiştir. Ra baskın ilah konumuna gelince gökyüzüyle özdeşleştirildi. Bundan dolayı güneş ve ay onun gözleri olarak kabul edildi. Ay hem Ra’nın gözü hem de Ulu Ana olduğundan, göz ile Ulu Ana’nın özdeşleştirilmesinin aracısıydı. Muhtemelen göz, Hayat Veren’in canlandırıcı güçlerini bu şekilde kazanmış oldu.
Antik dönem sanatçıları ve çağdaş etnografların, hakkında benzer kafa karışıklığına sahip olduğu ineğe ilişkin bu inançların neredeyse dünya çapındaki yayılımı üzerine ciltler dolusu kitap yazılmış olabilir.98 Bu inanç batıda İskoçya ve İrlanda’ya kadar; bunların da doğudan gerçekleştirdikleri göçle muhtemelen Amerika’ya kadar yayılmıştır.
İneğin özelliklerinin, hayat bahşedici Ulu Ana’nın özellikleriyle özdeşleştirilmesinin örneklendirilmesi için Profesör Moulton’ın Gatalar üzerine yorumuna99 başvuruyorum. Gatalar’da anlatıldığına göre, Yima insanlara ölümsüz olabilsinler diye inek eti vermektedir. “Bunu, Mitraizm tarafından benimsenen Aryan efsanelerine göre, Mitra›nın yeniden doğmasıyla parçalanmış vücudundan insanoğlunun ilk defa yaratıldığı kadim ineğin yağını insanlara yemeleri için vererek onların ölümsüz kılındığı bir başka efsaneyle bağlayabilir miyiz?”100
Kültürün Yayılımı
Bu sayfalarda, zaten ele almakta olduğum uygulamaların ve inançların doğdukları yerlerden dışarıya doğru yayılmasının geniş kapsamı ve karmaşık durumuna değinmeyeceğim. Ancak, her kültürlü halkın düşünceleri ve arzuları, tepeden tırnağa kadar bu uygulama ve inançlardan miras alınmıştır.
Bu karmaşık geleneklerin ve fikirlerin gelişimindeki neredeyse hiçbir aşama “hazır ürün” değildir. Ayrıca bunları oluşturan bileşenlerin oluştukları yerlerden dışarıya doğru dağıldığı unutulmamalıdır.
İncelemekte olduğum bazı inançların Asya ve Amerika’dan doğuya doğru yayılması gerçeğini kanıtlayan ve bu durumu örneklendiren kesin bulgulara kısaca değineceğim.
Mısır ve Babil düşüncelerinin birliği hiçbir yerde Osiris ve Ea’nın özelliklerinin asıl özdeşliğinde olduğu kadar çarpıcı bir biçimde kendisini göstermez. Bu, inançların ortak bir kaynaktan türediğini gösteren en kesin kanıtları sağlar ve gelişmeye başladıkları tarihten itibaren Mısır ve Sümer medeniyetinin yakın bir kültürel temas içinde olmaları gerektiği gerçeğini ortaya çıkarır. “Mısır’da olduğu gibi Babil’de de hayatın kökenine ve özellikle hayati ilkeyi temsil eden belirli doğal elementlere ilişkin çeşitli fikirler vardı.” “Ea’ya tapınanları temsil eden insanların bir kesimi, hayatın özünün suyun içinde olduğuna inandıkları izlenimini veriyor. Tanrı Eridu, bu hayat veren suyun kaynağıydı.”101
“Ölüye su ve yiyecek sunulması” yalnızca ölenlerin “yaşayanları102 rahatsız etmemesi” için yapılmıyordu, ayrıca “ölülere maişet sağlamak ve duacı insanlara yardım etmeleri için onları canlandırmak” için de yapılmaktaydı.
Diğer prosedürlerin ölüm korkusundan kaynaklandığı genel olarak kabul edilir. Ancak böyle bir ifade, bu cenaze merasimlerini geliştiren insanların zihin yapılarını doğru olarak yansıtmaz. Çünkü bu kişiler, ölünün düşmanları veya ölen kişinin garezi olduğu ve cenazeye gelerek riske girecek kişiler değillerdir; tam aksine onlar, ölen kişinin yakınlarıdır ve ölen kişi bir insana ne kadar derinden bağlıysa onun için o kadar çok tehlike var demektir. Pek çok insan arasında bu inanç varlığını sürdürür. Birisi öldüğünde, öte dünyada ona refakat edebilsinler diye onun için en cüretkâr olanların “ruhsal öz”lerini çalmak için uğraşacaktır. Ancak “ruhsal öz”ü103 çalmak, birini öldürmek anlamına geldiğinden, böyle bir alaka gösterisi kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Bundan dolayı hayata doyamayan, ölümden nefret eden pek çok insan böyle can sıkıcı aşk sembollerinden kaçınmak için elinden geleni yapar ve pek çok etnolog bunun “ölüyü yatıştırma” olduğunu yazarak bunun gibi eylemleri yanlış değerlendirirler. Genç ölenler tanrıların sevgili kullarıdır.
Ea yalnızca aşağıların tanrısı değildi; o aynı zamanda “hayatın efendisi”, nehirlerin kralı ve yaratıcı tanrıydı. Tıpkı Osiris gibi “Ea, kurumuş ve güneşte kavrulmuş toprakları, nehirler ve sulama kanalları ile bereketlendirirdi ve insanlara besleyici ‘ruhun gıdası’nı bahşederdi… Ölüm tanrıçası, ‘Tanrıça İştar’ı hayat suyu ile sulamak’ için Ea’nın emrine amadeydi” (a.g.e. s. 44).
Mackenzie’nin az önce alıntı yaptığım kitabının üçüncü bölümünde bulunan ilginç alıntılar dizisi tanrıların vücut sıvılarının canlandırıcı özelliklerine ilişkin düşüncelerin yalnızca Mısır’la sınırlı olmadığını, aynı zamanda Babil’de, Hindistan’da, Batı Asya’da, Yunan coğrafyasında ve Batı Avrupa’da da bunlara rastlandığını açıkça göstermektedir.
İştar isminin “sulayan”, “bereketlendiren”104 anlamlarına gelen Sami bir kökten türediği öne sürülmektedir.105
Barton’ın iddiası şu yöndedir: “Sami dinlerinin başlangıcı, kendilerini Sami olarak kabul ettiklerinden dolayı, Sami düşüncesinde ilahların cinsel münasebetlerine kadar uzanır. Sami ilah düşüncesi, elbette yoğun bir şekilde, hakikati kapsar; ancak bununla birlikte ‘Tanrı’nın sevgi olduğu’ fikrini da içerir” (a.g.e. s. 107). (Ancak bu ifade oldukça yanıltıcıdır.)
Sami106 etkisinin yayıldığı coğrafyalar genelinde ilkel ana tanrıçalar veya bunların özelleşmiş başka türleri bulunur.
Sümerlilere göre “hayat, dünyaya suyun ve sulamanın girişiyle gelir»107 “ayrıca insanoğlu su tanrılarının birleşiminin ürünüdür.”
Akatlar ise neredeyse bunun tam zıddı bir görüşü benimsemişlerdi. Onlara göre “su, düzensizlik demektir ve kozmos yani dünyanın düzeni, ışık tanrısının zaferine bağlıdır. Bahar, kış ve su canavarını alt ederek gelir. İnsanoğlu doğrudan tanrılar tarafından yaratılmıştır.”108
“Kökenlere ilişkin Sümer görüşünün merkezinde su tanrılarının yarattıkları yer almaktadır. Enki ve yoldaşı Nin-ella (veya Dangal), pek çok sayıda kanalla kuru bir kıtanın harap topraklarına yağmur getirirler. Hem bitkiler hem de hayvanlar suların canlandırdığı berekete dahil olurlar (…) Bu hayat üretimi sürecinde Enki’nin yanı sıra yoldaşının kişiliği de oldukça dikkat çekicidir. Bu tanrı, Nin-Ella (saf hanımefendi), Damgal-Nunna (suların ulu hanımı), Nin-Tu (doğumun hanımefendisi) gibi isimlerle anılırdı (s. 301). Enki ve Nin-ella’nın çocuğu, insanoğlunun atasıdır.109
“Daha sonraları Ulu Hanım’ın kişiliği, kendisinin birtakım işlevlerini devralan İştar tarafından gölgelenmişe benziyor” (s. 301).
Profesör Carnoy, bazı ilk dönem sözde “Aryan” inançlarının Keldani kökenli olduğunu her açıdan göstermektedir. İranlıların yaratılış düşüncesinde “Ardvi Sura Anahita’nın yüce soyu hayatı, sürüleri, yuvaları çoğaltan; tüm ülkeye bolluk getirendir (…) tanrıça olarak tapılan kıymetli bir soydur (…) ve güzel ve haşmetli bir kadın olarak karakterize edilir. O saf bakiredir, en kuvvetlidir, en uzundur, muhteşem şekillerle bezelidir. Kolları, at omzu gibi beyaz ve kalın hatta çok kalındır. Zarafeti sonsuzdur” (Yt. 5, 7, 64, 78). “Profesör Cumont, Anahita’nın İştar olduğunu düşünmektedir (…) Anahita, dölleme ve doğum tanrıçasıdır. Dahası Ahameniş dönemine ait yazıtlarda Anahita, Ahura Mazda ve Mitra ile ilişkilendirilir. Keldani üçlemesine denk gelen bir üçleme: Sin-Şamaş-İştar. Αναΐτις, Strabon ve diğer Antik Yunan yazarlarında Αφροδίτη olarak geçmektedir” (s. 302).
Bununla birlikte Mısır’da heykelin işlevlerine dair görüş Mezopotamya’da da benimsenmiştir.
“Tapınağın gizli bölümlerinde saklanan veya ‘Ziguratlar’ın zirvelerine dikilen heykeller, takdis edilmeleri sayesinde temsil ettikleri tanrının gerçek vücuduyla doldurulmuştu.” Böylelikle Marduk’un “kendi heykelinin içinde yaşadığı” söylenir (Maspero, a.g.e. s. 64).
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Mumyalama Uygulamasının Coğrafi Dağılımının Önemi Üzerine. (ç.n.)
2
“Antik Mısır Medeniyetinin Doğu’ya ve Amerika’ya Etkisi”, Bulletin of the John Rylands Library.
3
Bu bölüm, Mısırlıların mumyalama işleminin medeniyetin gelişmesiyle olan ilişkisi üzerine, John Rylands Kütüphanesi’nde verilen konuşmanın ayrıntılarıyla açıklanmasıdır.
4
Introduction to the History of Religions, s. 486.
5
Encyclopedia of Religion and Ethics’de “Tütsü” makalesi okunarak başlanabilir.
6
Samuel Laing, Human Origins, revised by Edward Clodd, 1903, s. 38.
7
Ancient Hunters, 2. baskı, s. 234-235.
8
Savunucu. (ç.n.)
9
Bu konu hakkında bkz. Elliot Smith ve Pear, Shell Shock and its Lessen, Manchester University Press, 1917, s. 59.
10
Bu mesele hakkında ilginç bir tartışmaya merhum Profesör William James’in kitabında rastlanabilir. Principles of Psychology, 1. cilt, s. 261 ve sonrası.
11
Bu konunun bazı kısımları hakkında doyurucu bir tartışma için bkz. benim konuşmam: “Primitive Man”, Proceedings of the British Academy içinde, 1917, özellikle s. 23-50.
12
“The Influence of Ancient Egyptian Civilization in the East and in America”, The Bulletin of the John Rylands Library, Ocak-Mart, 1916.
13
“The Migrations of Early Culture”, 1915, Manchester University Pres: “The Evolution of the Rock-cut Tomb and the Dolmen”, Essays and Studies Presented to William Ridgeway, Cambridge, 1913, s. 493: “Oriental Tombs and Temples”, Journal of the Manchester Egyptian and Oriental Society, 1914-1915, s. 55.
14
Ships as Evidence of the Migrations of Early Culture, Manchester University Press, 1917, s. 37.
15
“Egyptian Mummies”, Journal of Egyptian Archaelogy, Vol. 1, III. bölüm, Temmuz, 1914, s. 189.
16
Sözgelimi, anatomi, patoloji ve genel olarak biyoloji biliminin gelişiminde çok büyük bir rol oynayan insan dokusunu saklama yöntemlerinin kazanılmasında etkisi. Mumyalama uygulaması başta çürümeyi engelleyici olmak üzere pek çok ilacın özellikleri hakkında bilgi sahibi olunmasını sağlamıştır. Mumyalamanın etkisi yalnızca maddi olguların bilgisiyle sınırlı değildir. Yüzyıllar boyunca geçerli olmuş ve başından beri günlük dilimizdeki etkilerini görebildiğimiz, humoral patoloji teorisi, bu kitapta inceleyeceğim görüşlerle yakından bağlantılıydı. Mısırlılar, insan anatomisinin incelenmesini sağlayan kendi mumyalama yöntemlerinin olağanüstü faydalarından kayda değer bir şekilde yararlanmadılar. Bu ritüelin kutsallığı ve Mısırlıların düşünce yapısı böyle fırsatları bilgi edinmek için kullanmalarına engel oldu.
17
Benim konuşmama bakınız, “Primitive Man”, Proc. Brit. Academy, 1917.
18
Bununla beraber bkz. “The Origin of the Pre-Columbian Civilization Of America”, Science, N.S., Vol. XLV, No. 1158, s. 241-246, 9 Mart 1917.
19
A.g.e.
20
Mimari amaçlarla taş yontmanın ilk kanıtları için bkz. “Report of the British Association for 1914”, s. 212.
21
Özellikle Girit, Filistin, Suriye, Anadolu, Güney Rusya ve Kuzey Afrika sahillerinde.
22
Bu yapıtlarla ilgili bulgulara dair tam bibliyografik referanslar için bkz. Déchelette, Manuel d’Archéologie préhistorique Celtique et Gallo-Romaine, T. 1. 1912, s. 390 et seg.; ayrıca Sophus Müller, Urgeschichte Europas, 1905, s. 74-75; ve Louis Siret, “Les Cassitérides et l’Empire Colonial des Phéniciens”, L’Anthropologie, T. 20, 1909, s. 313.
23
W. J. Perry, “The Geographical Distribution of Terraced Cultivation and Irrigation”, Memoirs and Proc. Manch. Lit. And Phil. Soc. 60. cilt, 1916.
24
Bkz. benim kitabım: The Royal Mummies, General Catalogue of the Cairo Museum.
25
G. Elliot, “The History of Mummification in Egypt”, Proc. Royal Philosophical Society of Glasgow, 1910, ayrıca “Egyptian Mummies”, Journal of Egyptian Archeology, 1. cilt, 3. kısım, Temmuz 1914, Plate, XXXI.
26
Excavations of the Vienna Imperial Academy of Sciences at the Pyramids of Gizah, 1914”, Journal of Egyptian Archaology, 1. cilt, Ekim 1914, s. 250.
27
Excavations at Saqqara, 1907-1908, s. 113.
28
Piramitler Çağı’nın başlarında çok sayıda deneyin yapılıyor olması bu aletlerin asıl mucitlerinin o sıralar Aşağı Mısır’da iş başında olduklarını göstermektedir.
29
“Aylward M. Blackman, “The Ka-House and the Serdab”, Journal of Egyptian Archaology, 3. cilt, 4. kısım, Ekim 1916, s. 250. Avrupalı arkeologlar tarafından benimsenip, teknik bir terim haline getirilen Serdab yerli işçiler tarafından kullanılan Arapça bir kelimedir.
30
A.g.e. 171.
31
Bugüne kadar bulunmuş belki en iyi ve kesinlikle en iyi korunmuş Orta Krallık döneminin mumya koleksiyonunu gün yüzüne çıkaran Profesör Garstang, bunların gerçekten mumyalanmış olduğu gerçeğini fark edememiş olması fevkalade garip bir durumdur.
32
Bu inançların kökeni ve bunların ciddi bir şekilde nasıl rağbet gördüğü konusunda daha doyurucu bilgi isteyen okuyucu Çin’deki uygulamalara bakabilir. Çin felsefesi hakkında De Groot’un “Religious System of China” adlı çalışmasında hayranlık uyandıracak görüşler mevcuttur. Özellikle 4. cilt 2. kitap. Çalışma, yerel olarak Çin tarafından geliştirildiği kadar Babil, Hindistan ve Orta Asya tarafından çeşitli şekillerde değiştirilen Mısır’ın inanç sisteminin tam gelişmişliğini (Yeni İmparatorluk Dönemi) gösterir.
33
A. M. Blackman, “The Ka-House and the Serdab”, The Journal of Egyptian Archaology, 3. cilt. 4. kısım, Eskim 1916, s. 250.
34
Bence, Dr. Alan Gardiner (Davies and Gardiner, “The Tomb of Amenemhet”, 1915, s. 83, dipnot) benim yazılarımdaki bazı ifadeleri görmezlikten gelmiş ve antik çağların mumyalama sanatını hafife almış. Çünkü bana, kendisinin “mumyalamanın görece geç gelişmiş bir gelenek” olduğunu düşündüğünü hissettirmiştir. Karakteristik olarak Mısır inançlarının Çin’deki mevcudiyeti, heykellerin canlandırılmasıyla alakalıdır (de Groot, a.g.e. s. 339-356). Oysa mumyalama uygulaması tam olarak olmasa da belirgin olmaması bazı bilim insanları tarafından, heykel yapma geleneğinin mumyalama uygulamasından bağımsız olarak geliştirildiğini gösteren bir delil olarak yorumlanabilir. Ancak bu çıkarım çürüktür. Birincisi, dünyanın pek çok yerinde heykel yapma ve ölü mumyalama uygulamaları birbirleriyle bağlantılı olarak görülür. İkincisi, Çin’de ölümle ilgili asıl inançlar, cesedin tam olarak korunduğu varsayımı üzerine kuruludur (bkz. de Groot, 15. bölüm). Çin geleneklerinin doğrudan ya da dolaylı bir şekilde, düzenli olarak ölülerini mumyalayan insanlardan geldiği çok açıktır. Böyle şeyler yapmak için esas esin kaynaklarının Mısır olduğuna hiç şüphe yoktur. Bunu açıkça gösteren pek çok benzerliğin bir tanesinden bahsetmeliyim. De Groot “Çin muhayyilesinin iç organların ruhlarını hayvan şeklinde bağımsız bireyler olarak tasvir edildiğini görmenin garipliğinden” söz eder (s. 71). Aynı gelenek ruhların veya koruyucu ilahların ilk defa hayvan şeklinde tasvir edildiği IXX. Hanedan dönemi Mısır’ında da hüküm sürmektedir (Riesner).
35
Ev, kazılar sayesinde açığa çıkarıldığı için bu Arapça kelime “yeraltında gizlenmiş” anlamına dönüştü.
36
Bkz. Alan H. Gardiner, “Life and Death (Egyptian)”, Hasting’s Encyclopadia of Religion and Ethics.
37
Quibell’in benim ifademden yaptığı alıntı için bkz. Report of the British Association for 1914, s. 215.
38
“The Significance of Incense and Libations in Funerary and Temple Ritual”, Zeitschrift für Ägyptische Sprache und Altertumskunde, Bd. 50, 1912, s. 69.
39
Burada Blackman hiyerogliflerden bir kelimeyi alıntılayıp “tanrıların sıvısı” olarak tercüme etmektedir. Daha sonra dipnotta şu açıklamayı yapar: “Nil Nehri’nin, Osiris’in doğduğu su olduğu varsayılırdı. Su dökme ritüelinde kullanılan su Nil’e ait olduğundan, Piramit Metinleri’ndeki ifadede bu inanca, ‘ölen kişi genellikle Osiris ile özdeşleştirilirdi’ şeklinde gönderme yapılabilir.” (Piramitlerinde yazıtlar bulunan ölü kral demiş olsaydı, Piramitler Çağı için daha doğru bir ifade olurdu.)
40
Sör James Frazer’ın The Golden Bough adlı kitabının son baskısı Osiris hakkında ciltler dolusu kitapların özeti gibidir. Ancak, bulguların harikulade derlemesi olan bu kitabı okura tavsiye ederken dikkati çekmek istediğim bir husus var. Sör James Frazer’ın açıklamalarında modern etnolojik dogmalara dayanan yorumların izlerini görmek mümkündür. Bu dogmaya göre kültürel benzerliklerin görüldüğü farklı bölgeler arasında kültürel ilişkiler görmezden gelinerek, benzer gelenek ve inançların bağımsız bir şekilde evrim geçirmesi söz konusudur.
Göstermeye çalıştığım üzere, (bkz. s. 195) insan davranışlarına ilham veren ve onları yönlendiren nedenlerin karmaşıklığı bu yorumlara göre tamamen ölümcüldür. Ancak bu genel ihtar haricinde, Sir James Frazer’ın teorilerine başka itirazlar da söz konusudur. Dr. Alan Gardiner, Osiris ve Horus üzerine aydınlatıcı makalesinde (In a criticism of Sir James Frazer’s “The Golden Bough: Adonis, Attis, Osiris; Studies in the History of Oriental Religion,” Journal of Egyptian Archaology, 2. cilt, 1915, s. 122) çok önemli bir gerçeğin üzerinde durarak Osiris’in aslında bir kral olduğu konusunda ısrar eder ve şöyle söyler: “Osiris her zaman bir ölü kral gibiydi; yaşayan kralın rolü, değişmeden oğlu ve varisi olan Horus tarafından oynanıyordu.”
Daha başka şunları yazar: “Mısır bilimcilerin Osiris hakkında her şeyden çok bilmedikleri şey, onun bitkisel hayat süreci ile nasıl ve hangi yolla ilişkilendirilmeye başlandığıdır.” Osiris ve diğer ülkelerdeki benzer pek çok ilahlara ilişkin bir literatür incelemesinde, sistematik sulama uygulamasını ilk defa başlatan kralın bu yolla hayırsever bir reformcu olarak şöhretinin temelini attığı fikri ileri sürülmektedir. Daha sonra ele alacağım sebeplerden dolayı (bkz. s. 220), ölü kral tanrısallaştırılınca, suyun hâkimi ve yeryüzünün bereketi olarak şöhreti de ilahlaştırıldı. Bu iddiayı savunacak kadar ileri gidiyorum, çünkü ilk olarak ileri sürülen alternatif varsayımlardan hiçbiri Osiris’le ilgili bilinen gerçeklerin hiçbirisiyle örtüşmüyor. İkincisi, bu varsayımlar Osiris hakkında doyurucu bir izah sunmuyor. Profesör J. H. Breasted’ın Piramit Metinleri üzerine kendi çalışmasına ve bir depo dolusu paha biçilemez bilgiye dayanan “Antık Mısır’da Dinin ve Düşüncenin Gelişimi” adlı konferansında, Sir James Frazer’ın görüşlerini kabul etmesi gerektiğini söylemesi dikkat çekici bir durumdur. Bunların hepsi bana, gerçek Mısır metinlerinin tercümeleri ile çelişiyormuş ve bunların yorumlanmasında kafa karışıklığı varmış gibi geliyor.