
Полная версия
Ejderhanın Evrimi
Artık Eski Krallık dönemi heykelleri hakkındaki diğer değerlendirmelere geçmeliyim. Tüm bu çeşitli uğraşlar aynı arzudan kaynaklanıyordu: Ölünün suretini muhafaza etmek. Ancak heykeltıraşlar amaçlarına ulaşıp teknik becerinin ve sanatsal hislerin olağanüstülüğünü her daim taşıyacak olan bu harikulade tıpatıp tasvirleri yapıp ölüden kalanları kurutmayı düşündüklerinde, Hanedan öncesi Mısır döneminin zihin yapısının ürünü olan eski fikirler kuvvetli bir şekilde pekiştirilmiş oldu. İlk insanlar, hayat ve ölümün doğası üzerine öncesine göre çok daha belirgin bir şekilde tefekkür etmeye başladılar. Ölmüşlerin bedenlerinin tam ve bozulmamış bir şekilde korunduklarını görmeleri bunda etkili oldu. Eylemleri, fikirlerinin dışavurumu olarak değerlendirilirse, fiziksel olarak eksiksiz olan bu vücutlarda yaşayan varlıklar gibi hissetmelerini ve davranmalarını engelleyen eksiğin ne olduğunu merak etmeye başladılar. Bu merak, hayat ve ölüm gibi ciddi meselelerdeki kafa karışıklıklarından kaynaklanmış olmalı. Aksi takdirde, mumyalamayı icat ederek vücudu muhafaza etmenin daha kesin bir yolunu bulmalarındaki ve oyulmuş bir heykelle ölünün tıpkısı bir tasvir elde etmedeki neden gizemini korurdu. Ancak, ceset çürümez bir şey olarak düşünüldüğünde ve ölünün tasviri gerçekçi bir ustalıkla tasarlandığında eski düşünceler kuvvetli bir şekilde tekrardan hatırlandı. Bunun üzerine bu inanç, canlılığın kaybolmuş unsurlarının heykele geri verilebilmesi durumunda heykelin canlanmış olabileceği ve ölen kişinin canlandırılmış heykelinde tekrar yaşayacağı şeklinde daha kati bir hal aldı. Bu, ölüm ânında cesedin mahrum olduğu canlılık unsurlarının doğasıyla ilgili meselenin daha yoğun ve nüfuzlu bir şekilde araştırılmasını teşvik etti. Zaman içinde bu soruşturmalardan bağımsız bir biçimde, hayli karmaşık bir felsefe gelişti.32
Gelgelelim, şu anda ele aldığım daha eski dönemlerde bu inanç; heykele yaşam sebebini, yaşam enerjisi ile canlı vücudun kokusu ve terini aktarabilmek için icat edilen bazı ritüel yöntemlerinde uygulamalı olarak kendisine yer buldu. Kalp ait olduğu yere döndüğünde, bilginin ve duyunun merkezinin bedenin içinde bulunduğuna inanılıyordu. Bu yüzden bilinci uyandırıp ölünün arkadaşlarını fark etmesini ve iradesiyle davranmasını mümkün kılmak için yapılması gereken tek şey, kalbin fizyolojik işlevini harekete geçirecek kan bağışını yapmaktı. Ölüm esnasında yok olan canlılık unsurları ka-evinde ölüyü temsil eden heykellerde yeniden canlandırılmalıydı.33
Bu meseleyi açıklamak için ilk teşebbüslerimde34 tasvir heykellerin yapımının, mumyalama yönteminin doğrudan bir sonucu olduğu görüşünü benimsedim. Ancak bu gibi meselelere Mısırlıların kendi bakış açısından bakabilmesini sağlayan erken dönem literatürü hakkında derin bilgi sahibi olan Dr. Alan Gardiner, benim yorumumda bazı değişiklikler yaptı. Heykel yapımını mumyalama uygulamasının bir sonucu olarak görmek yerine, iki geleneğin eşzamanlı bir şekilde geliştiğini savundu. Ona göre bu eşzamanlı gelişim hem asıl vücudun hem ölünün parçalarının bir temsilinin muhafaza edilmesi gibi ikili bir arzunun dışavurumuydu. Ama bana kalırsa bu iddia, cenaze törenlerine ait tasvirlerin gerçek mumya sargılarının üzerine yapıldığı gerçeğini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Junker’dan zaten alıntıladığım bu olgu ve bulgu, mumyalamanın asıl amacının bedeni muhafaza etmek ve mumyanın kendisini ölünün bir taklidi haline dönüştürmek olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu çifte amacı yerine getirmek için teknik becerinin yetersizliği fark edilince, mumyanın dışında, daha mükemmel ve daha gerçekçi bir tasvir heykelinin yapımına başvuruldu. Ancak, işaret ettiğim gibi, mumyanın kendisini dönüştürme hevesinden tam anlamıyla hiçbir zaman vazgeçilmedi. Aslına bakılırsa yeni imparatorluk döneminde yaklaşık 2000 yıl boyunca dikkate alınacak sonuçlar elde edildi. Bu görüşlerle yalnızca cenaze törenlerine ait tasvir heykellerinden bahsediyorum. Bunların oluşturulmasından yüzyıllar önce, tasarımcılar öküz ve insanın kilden ve taştan heykellerini yapıyorlardı. Bunlara yalnızca Mısır’da hanedan öncesi döneme ait mezarlarda değil, Avrupa’da “Üst Paleolitik” adı verilen döneme ait kalıntılarda da rast gelinmiştir.
Bununla birlikte cenaze için gerçekçi ve doğal büyüklükteki insan tasvir heykellerinin yapılması yeni bir sanattı. Bu sanat anlatmaya çalıştığım şekilde adım adım gelişti. Tasarımcıların bu heykelleri yaparken eskinin kaba izlenimci tekniklerinden edinmiş oldukları becerileri kullandıklarına şüphe yoktur.
Taş ev (serdab), heykellerin yerin üstünde sergilenmesini mümkün kıldı.35 Taş gömüt, serdab’ın acemice yapılmış bir taklidi olduğu için, mumyalama uygulamasının nihai sonuçlarından biri olarak öne sürülebilir. Öte dünya düşüncesi vücudun kendisinin bozulmaz bir şey olarak yorumlanmasını ve kendine has özelliklerinin tasvir heykeller yoluyla canlı tutulabileceğinin fark edilmesini sağladı. Böylece mezarlık daha bir somut hale büründü. İlkel insanın kendi varlığının son bulma ihtimalini fark etmemiş veya düşünmemiş olduğunu varsaymamız için sebepler mevcuttur.36 İlkel insan, arkadaşlarının öldüğüne tanık olduğunda bile bunun gerçekten hayatın sonu anlamına geldiğini ve yalnızca, ölenin uyanabileceği türden bir uyku olmadığını muhtemelen fark etmemiştir. Ancak ceset imha edilirse veya doğal bozulma sürecine maruz kalırsa ölümün gerçeklemiş olduğu anlaşılır. Erken Mısır edebiyatının değinmiş gibi gözüktüğü bu değerlendirmeleri göz önüne alacak olursak bedeni çürümeye karşı koruma fikrinin varlığın örtük bir devamı olduğu açık hale gelir. Başlangıçta, gerçek bedenin yerleştirildiği yeraltı odaları ölüler için her ayrıntısı düşünülmüş eksiksiz çok odalı ev haline dönüştü.37 Ancak heykel, ölüyü temsil etme görevini devraldığında kendisine yerüstünde bir mesken sağlamış oldu. Bunlar, ölenin akrabaları ve arkadaşlarının gelip ölünün varlığının idamesi için şart olarak kabul edilen kanı bağışladıkları tapınaklar halini aldı.
Böylelikle tapınağın evrimi, ölünün muhafazası ile bağlantı içinde gelişen fikirlerin doğrudan bir sonucuydu. Çünkü başlangıçta burası, ölünün yeniden canlandırıldığı bir yerden başka bir şey değildi. Ancak, ileride açıklayacağım sebeplerden dolayı, ölü kral tanrısallaştırıldığında, bağışların yapıldığı tapınak, yiyecek ve içeceğin tanrılara ikram edildiği bir yapı haline geldi. Böylece, hem kralın varlığı kalıcı hale geliyor hem de kralın bilincini yeniden kazanması sayesinde haleflerinin gerçek krala danışarak onun tavsiyesini ve yardımını almaları için fırsat sağlanıyordu. Ölü krala adakların adanması ve bilincin canlandırılarak eski haline gelmesi için ayinler başlangıçta yalnızca bu sebepler için yapılmaktaydı. Ancak ilerleyen süreçte asıl amaç unutulunca, tapınağın işlevi karakterine uygun olarak değişti. İşlevlerin anlamı, biat ve tapınma eylemleriyle açıklanmaya başlandı. Çok daha sonraları dua ve yalvarma, tapınağın işlevleri arasında hiçbir surette bulunmayan ahlaki ve manevi bir değer kazandı. Tapınağın ilk amacı olan adak sunma ise varlığını sürdürdü. Çağımızda bile tapınaklarda hâlâ adak adanmaktadır.
Libasyonun Anlamı
Bu konferansın ana konusu, Aylward M. Blackman’ın Mısırlılar için tütsü yakma ve libasyonun ne anlama geldiği hakkındaki önemli keşfi sayesinde şekillenmiştir.38 Antik dönem insanlarından günümüze kadar korunmuş ilk yazılı kaynaklar bütünü, Beşinci ve Altıncı Hanedan dönemine ait Sakkara Piramitleri’nin yer altı odalarında kaydedilmiş metinlerden oluşur. 4500 yıl önce yazılmış bu belgeler modern dönemde, 1880-81 yıllarında gün yüzüne çıkarıldı. Sör Gaston Maspero ilk çevirisini yayımladığı zamandan beri pek çok bilim insanı bunların anlamının çözülmesinde yardımcı oldu. Ancak, libasyon ayininin kaynağını ve anlamını açıklamak Blackman’a nasip oldu. “Bu pasajların genel anlamı çok açıktır. Ceset kuru ve buruşuktur. Ölüyü diriltmek için, mumyalama sırasında dışarı yayılan yaşamsal sıvı geri verilmelidir. Bu yapılıncaya kadar hayat geri dönmeyecek, kalp yeniden atmayacaktır. Metinden anlaşıldığı üzere, bunun büyülü sözler eşliğinde libasyon uygulanarak gerçekleşeceğine inanılıyordu” (a.g.e. s. 70).
Blackman’ın Piramit Metinleri’nden alıntıladığı ilk üç metinde, “söylendiğine göre tören cesetten çıkarılan gerçek sıvıyla yapılıyordu.” Sonraki dört alıntıda, “farklı bir görüş öne sürülür. Ölünün büzülmüş vücudunu canlandıracak olan şey ölünün kendi sıvısı değil, tanrısal bedenden alınan sıvılardır. Bizzat Osiris’in cesedinden gelen (tanrıların sıvısı),39 çürüyen etinden salgılanan bu özsuyu, libasyon yöntemiyle ölüye nakledilen sıvılardır.”
Osiris’in meseleye dahil edilmesi çok önemlidir. Çünkü özellikle Osiris’le ilişkilendirilen suyun hayat bahşedici gücüyle benzerlik kurulması libasyon ayininin oluşmasında çok etkin bir rol oynar. Su nasıl ki ölü tohumun filizlenmesini sağlayıp ona hayat veriyorsa, libasyon da cesedi canlandırabilir. Suyun etkisi hakkındaki bu genel biyolojik teoriler o dönem için geçerliydi ve ileride açıklayacağım üzere libasyon fikrinden çok daha önce insanlar muhtemelen bunu yapmaktaydı. Çünkü Osiris kültünün40 gelişmesinde toprağa verildiğinde ortaya çıkan suyun bu genel dölleyici gücü ile insanları dölleyen spermin gücü arasında açık bir benzerlik kurulmuştur. Malinowski, kadınların cinsel ilişkiyle hamile kaldığı gerçeğini bilmeyen bazı Papualı insanların, kadınların üzerlerine yağmur yağmasıyla hamile kalabileceklerine inandıklarını ifade eder. Etnoloji çalışmaları ve ilkel inançlar, şu anda ele aldığım uzak geçmişte döllemeyle diriltme yani yeni bir canlı hayata getirmekle, bir zamanlar canlı olan vücudu diriltmek arasında belirgin bir ayrımın yapılmadığını çok kesin bir şekilde göstermektedir. Dişinin döllenmesi ve cesedi diriltme süreci veya bir heykel, aynı biyolojik sürecin bir parçasıymış gibi görülüyordu. Mısır mezarları için tasvir heykelleri yapanlara sa’nkh, yani “hayat veren” deniliyordu. Heykel meydana getirmek için kullanılan kelime (ms) görünüşte, “doğurmak” ms kelimesi ile tamamen aynıydı.41
Dolayısıyla Mısırlılar, etnolojik bulgulardan yola çıkarak yapılan bağımsız bir çalışmanın gösterebileceği üzere hem antik hem de modern zamanlarda pek çok başka halk tarafından benimsenen fikirleri söze dökmüşlerdir.42
Antik metinlerin tercümesi ve kültür seviyesi daha düşük modern insanların inançları hakkındaki çalışmalar, bizim kullandığımız ifadelere işaret etmektedir: “doğum yapmak”, “hayat vermek”, “hayat sürdürmek”, “ölümü defetmek”, “talihini güvenceye almak”, “ömrü uzatmak”, “ölüye hayat vermek”, “cesedi diriltmek veya ölünün tasvirini canlandırmak”, “bereket vermek”, “döllemek”, “yaratmak”. Bu ifadeler, erken dönemlerde veya modern insanın nispeten ilkel zamanlarında kesin çizgilerle ayrımı yapılmamış bu kelimelerin anlamı üzerine bir dizi uzmanlaşmayı yansıtır.
Bulguların derlendiği Jackson’ın çalışması, insanlık tarihinin çok erken bir döneminde, Osiris hikâyesinde somut bir şekilde ifade bulan fikirlerden çok önce, insanların, çocukların içinden çıktıkları dış ürüme organının, çocuğun asıl yaratıcısı olduğunu ham bir şekilde benimsediklerini göstermektedir. Onlara göre bu organ, yalnızca doğurma aracı değildi, ayrıca hayatın kaynağıydı.
İnsan zihninin birbirine benzer nesneleri tanımlama ve onlara, benzettikleri ilgili nesnelerin niteliklerini atfetme eğilimi, insanın, deniz salyangozuna tüm bu hayat verici ve doğurganlık erdemlerini yüklemesine sebep olmuştur. Deniz salyangozu; bereket veren, doğum sırasında kolaylık sağlayan, tehlikeyi defeden, öteki dünyayı garanti altına alan ve her türlü şans getiren bir nazarlık halini aldı. Artık deniz salyangozu, doğum bahşedici olarak annelik ve insan ırkının yaratıcısıyla özdeşleştirilmeye veya öyle kabul edilmeye başlandı. Zaman içinde bu inanç akılla temellendirilince, kabuğun analığı somut bir ifade kazandı ve gerçek bir kadın olarak kişileştirildi. Bu, ilk başta isimsiz ve özellikleri eksik tanımlanmış Ulu Ana’ydı. Fakat Ölü Kral Osiris’in yavaş yavaş ilahi özelliklerini kazandığı ve insan suretinde bir tanrının meydana çıktığı daha sonraki bir dönemde, yalnızca deniz salyangozu ile kişileştirilmiş olan Ulu Ana’nın muğlaklığı kısa süre içinde ortadan kalktı. Tılsım, Hathor olarak gerçek bir kadının veya bir ineğin şeklini aldı. Bunun sebeplerini ileride açıklayacağım.
Bu gelişmelerin tesiri, suya hükmeden tanrı Osiris’in yeni yeni şekillenmekte olan düşüncesinde karşılık buldu. Osiris’in doğurganlık güçleri, Hathor’un hayat bahşedici pek çok özelliğini içerecek şekilde genişletildi.
İlk Biyolojik Teoriler
Bu yöntemlerin öneminin tam olarak anlaşılması için öncelikle ilk Mısırlıların zihnine ulaşmaya ve onların genel düşünce yapısını anlamaya çalışmak önemlidir. Özellikle, cesedin veya heykelin canlandırılması için yapılan ayinlerde suyun kullanılmasının, o zamanlar geçerli olan genel biyolojik ilkelerin özgül bir uygulaması olduğunu açıklığa kavuşturmak istiyorum. Bir blok taşı canlandırmak için su döküldüğünü dikkate alacak olursak, bunun yalnızca çocuksu bir hayal ürünü veya din adamları tarafından çevrilen bir dalavere olmadığı anlaşılabilir. İlk Mısırlıların, bunun sağlam bilimsel bir temele dayandığını düşünmeleri için bir sebebi vardı. Ayrıca suyun ölüyü diriltici tesiri hakkındaki inançları, bir genel teorinin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlayan o döneme ait herhangi bir bilimsel çıkarımla aynı derecede güvenilir kabul ediliyordu. İlk Mısırlılar suyun hayat verici özelliği hakkındaki genel biyolojik teorinin geçerliliğine açıkça inanıyorlardı. Şüphesiz onlara çok inandırıcı gelen pek çok olgu, teorilerinin sağlamlığını ispatlıyordu. Modern insan nasıl ki Newton’ın kütle çekim kanununu ve Darwin’in türlerin kökeni hakkındaki teorisini güven duyup kabul ediyorsa, onlar da kendi teorilerinin dayandığı ilkeyi aynı şekilde kabul ediliyorlardı. Pek çok olguyu açıklamak veya modern insanın bilgi düzeyiyle bakıldığında çocuksu ve gülünç gelecek bazı yöntemleri doğrulamak için bu ilkeye başvuruyorlardı. Ancak, ilkel insanlar bu yöntemleri açıkça ciddiye alıyor, eylemlerini de akla uygun görüyorlardı. İlk Mısırlıların ilkel biyolojik teorilerinin yetersiz olduğu gerçeği, modern bilim insanlarını yanlış yönlendirmemeli ve onların, libasyon ayininin ciddi bilimsel çıkarımlara dayanmadığını düşünmek gibi bir yanlışa düşmelerine engel olmalıdır. Modern bilim insanları Darwin’in tüm öğretilerini veya belki de Newton “kanunları”nı bile kabul etmezler. Ancak bu, geçmişteki sayısız çıkarımın bu genel ilkelerin özgül yöntemi vasıtasıyla doğru ve güvenilir bir şekilde yapıldığı anlamına gelmez.
Öyleyse ilk Mısırlıların öğretiler bütününü, bunların karşılıklı etkisini ve mumyalama uygulaması tarafından meydana getirilen fikirleri açıklığa kavuşturmak için daha derine inmeliyim. Tarımın ilk defa nerede yapıldığı veya insanın bitkilerin evcilleşebildiğini keşfetmesini sağlayan şartların ne olduğu bilinmiyor. Dünyanın pek çok yerinde tarım, yapay sulama yöntemleri veya çiftçilerde suyun önemi hakkında herhangi bir farkındalık olmadan varlığını sürdürebilir. Ancak Mısır ve Mezopotamya gibi şartların hüküm sürdüğü coğrafyalarda tarımın uygulanmaya başlaması, çiftçilerin çok kısa bir süre içinde bitkilerin yetişmesi için suyun zaruri olduğunu anlamasını sağlamıştır. Bu yüzden çiftçiler, zorunlu olarak toprağı sulamak için aletler geliştirdi. Bu önemli unsurun ilk defa nerede ve kim tarafından fark edildiği bilinmemektedir. Sümerliler, Mısırlılar veya başka insanlar tarafından gerçekleştirilmiş olabilir. Ancak, Sümerlere ve Mısırlılara ilişkin ilk kayıtlarda hükümdarın bilgeliğinin en önemli göstergesinin, sulama kanalları açmak ve suyun denetimini elinde tutmak şeklinde geçtiği bilinmektedir. Bu önemli göstergeler insanların maddi refahı ile ilgili olduğundan insanoğlunun inançları üzerinde son derece derin ve geniş kapsamlı etkileri olmuştur. Toprağın suyla kavuşup bereketlenmesi ve aynı etkiyle tohumun hayat bulması sonucunda ilk biyologlar, suyun, hayat verici güçlerin kaynağı olduğu şeklinde doğal ve çok da mantıksız olmayan bir fikir geliştirdiler. Su, hayatın ortaya çıkması ve sürmesi için aynı ölçüde zaruriydi.
Bu biyolojik teorinin gelişiminin ilk aşamasında, insan ve diğer hayvanlar bu genellemenin kapsamına dahil edildi. Çünkü su içme, hayvanlar için var olmanın bir koşuluydu. Suyun üremede rol oynadığı fikri bu olguyla ilişkiliydi.
Günümüzde bile Avustralya, Yeni Gine ve pek çok başka bölgenin yerlileri, hayvanın üreme sürecinde erkeğin dölleyici olarak fizyolojik bir role sahip olduğunun farkında değildir.43
Dünyanın pek çok yerinde, bu temel fizyolojik bilginin insanlık tarihinin çok yakın dönemlerine kadar bilinmediğini gösteren çok çeşitli bulgular vardır.
İnsanlar hayvan yetiştiriciliğine başlayana kadar hayvanların üreme fizyolojisiyle ilgili bu temel gerçeklerin bilinmiyor olduğuna inanmak güçtür. Mısır hiyeroglifleri ilk resim yazısının geliştirildiği dönemde bu bilgilere sahip olunduğuna ilişkin şüpheye yer bırakmayacak kanıtlar sunar. Zira “yaratmak” fiili erkek cinsel organıyla resmedilmektedir. Ancak, hayvanların evcilleştirilmesi, tarımın icadından önce gerçekleştiğinden dolayı erkek hayvanın dölleme yetisinin, suyun dölleme yetisi hakkındaki biyolojik teoriden çok daha önce biliniyor olması kuvvetle muhtemeldir.
Suyun kendisine dölleyici özelliklerin yüklendiği daha geniş bir genellemenin kapsamı içine, hayvanların sperm yoluyla üreyebildiği bilgisinin kesinlikle alınması gerektiğini ileri sürmek için bu meseleyi ele aldım. Tıpkı suyun toprağı döllediği gibi sperm de dişiyi döller. Su bitkilerde hayatın devam etmesi için zaruri olduğu gibi, hayvanların içmesi için de şarttır. Hem toprak hem de kadın su tarafından döllenebildiğinden, bunlar birbirleriyle eşdeğer kılındılar. Toprak; kadın, yani Ulu Ana olarak kabul edilmeye başlandı.44 Dölleyici su, Osiris’in şahsında kişileştirilemeye başlandığında Osiris’in eşi İsis, su tarafından döllenen toprakla özdeştirildi.45
Bir krala ait en eski tasvirlerden birinde kral, sulama kanalının açılışında çapa kullanırken resmedilmektedir.46 Bu, bilgi hükümdarın sıradan, cömert bir davranışıydı. Belirli bir lider etrafında örgütlenen ilk toplumların bunu, sistemli bir şekilde suyun kontrol edilmesine duyulan ihtiyaçtan dolayı yapmış olmaları pek muhtemeldir. Her halükârda Mısır’ın ve Sümer’in ilk hükümdarları esas olarak su kaynağının hâkimleri, düzenleyicisiydi; buna bağlı olarak da bereket ve refah getirenlerdiler.
İnsanlar ölümün her şeyin sonu olmadığı,47 yani bedenin ve bilincin yeniden diriltilerek eski haline getirilebileceği inancını bir kez geliştirdiklerinde, hayattayken cazip hizmetler sunan bir hükümdarın ölümden sonra da danışma mercii olmaya devam etmesinin istenmesi normaldi. Böylesi bir adamın şöhreti zamanla artacak, hayırlı işleri ve gücü ilahlaştırılacaktı. Öğütleri aranan, mezardayken bile medet umulan bir kâhin haline gelecekti. Başka bir deyişle, ölü kral tanrısallaştırılacak veya hiç olmazsa hayattayken bahşedebildiğinden çok daha fazlasını ihsan etme kudretine sahip olduğuna inanılacaktı.
İlk “tanrı”nın ne Osiris olması ne de suyun hâkimi ve özellikle tarımla uğraşan sıfatlarına sahip olması tesadüftür. Ayrıca onun, ileri sürdüğüm sebeplerden dolayı, eril özelliklere sahip olması ve bizzat kendisinin eril üreme gücünün simgesi olarak kabul edilmesi şaşırtıcı değildir.48
Tütsü yakma ve libasyon ayinlerinin kökenini açıklarken bir şeyin farkına varılması çok önemlidir. İlk ilahlar aslında dini inancın bir dışavurumu olarak değil, aksine doğa olaylarının bilimsel olarak açıklanması sonucunda meydana gelmişlerdir. Bu, hayatın pratik faydaları için geliştirilen, zamanın hâkim bilimsel teorisinin mantıksal bir izahıydı. Diğer bir ifadeyle bu, bilge hükümdarın ölümünden sonra da nasihat ve yardımından faydalanmak için geliştirilen bir yöntemdi. Bu, özünde faydacı siyaset ve uygulamalı bilimle ilgili bir meseleydi. Bu yöntem, gelişmiş bilimin ilkel bilimsel teorilerin yerini alıp bunları insanoğlunun düşüncelerini ve arzularını beslesin diye teselli edici gelenekler seviyesine indirdiği zaman dini bir mesele oldu. Çünkü bu bilimsel teorilerin doğruluğu sorgulanmaya başlayıncaya kadar bunlar ısrarla geçerliliklerini korumuş, ölümden sonraki hayata ilişkin inancın kurulmasında önemli bir dayanak olarak görülmeye başlanmıştı. Bu avutucu inanç, hiçbir gücün söküp çıkaramayacağı bir manevi öğretiler ağıyla ve ümitle örülmüştü. Aslında temellerini teşkil eden dayanağın birkaç bin yıl önce çürümesi ve unutulmasına rağmen bunlar çok uzun süre varlıklarını korudular.
Osiris’in doğduğu yer bilinmemektedir. Mısır haricindeki başka coğrafyalarda kesinlikle aynı düşüncenin tezahürü olup aynı kaynaktan doğan Ea, Tammuz, Adonis ve Attis gibi benzer ilahlar vardır. Bazı çağdaş yazarlar Osiris düşüncesinin çekirdeğinin, Mısır’a dışarıdan getirildiğini düşünmektedir. Öyle olsa bile, kökeninin neresi olduğu hakkında hiçbir şey kesin değildir. Buna karşın, Osiris’in kendine özgü gerçek kişiliğinin ve karakterinin Mısır’da geliştiğine şüphe yoktur.
Öne sürdüğüm sebeplerden dolayı tarımda sulamanın önemi, Babil ve Mısır gibi kimi yerlerde tahılın evcilleştirilmesine kadar anlaşılmadı. Babilli Ea’nın, İran Körfezi yoluyla başka bir coğrafyadan geldiğini kesin olarak gösteren bir efsane vardır.49 Tammuz’un erken dönemleri ise gizemini korumaktadır.
Güneybatı Asya veya Kuzeydoğu Afrika’da bir yerlerde tarım becerisi muhtemelen birkaç yıl içinde gelişti. Bazı bilimsel kuramcılar, tahılın evcilleştirilmesiyle kazanılan deneysel bilginin bütününü yorumlayarak suyun çok önemli bir hayat verici unsur olduğu fikrini ileri sürüyorlar. Bu görüş nihayetinde Osiris efsanelerinde kendisine yer bulacaktır.
Bu teori libasyon ve tütsü yakmanın keşfinde kendisine özel bir uygulama alanı buldu. Bu uygulamalar öncelikle genel öğretiler bütününün tepkisiyle karşılaştı; sonrasında ona daha keskin bir şekil verdi. Ölü kral, mumyalanmış hakiki bir beden ve gerçeğine uygun bir heykelle tahtında oturup ellerinde yüce makamının simgelerini tutarken tasvir edildiğinde, çok daha gerçekçi bir hale büründü.
Elde bulunan bilgilerle, Osiris ve diğer ilahların Mısır’da yaratıldığını iddia etmek geçersiz, suyun dölleyici özellikleri hakkındaki genel teoriyi mumyalama uygulamasına bağlamaksa hatalı olacaktır. Ancak ikincisinin Osiris’e çok daha somut ve çok net olarak tanımlanmış, “insan suretinde yaratılmış” bir şekil verdiği ve su teorisine ise öncekinden çok daha zengin ve derin bir anlam kattığı doğrudur.
Bu tür bir sembolizm, insanoğlunun düşünceleri ve arzuları üzerinde derin bir etki yaratmıştır. Çünkü Osiris tüm tanrıların ilk örneğiydi. Ritüelleri tüm dini merasimlerin temelini oluşturdu. Canlandırma merasimlerini yöneten Osiris’in din adamları, beş bin yıldan daha uzun süren rahipler zincirinin ilk halkalarıydı. Bu rahipler, ritüel inceliklerinin ve tapınak özelliklerinin sonsuz çeşitliliğine rağmen, özünde son derece küçük değişikliğe uğrayan merasimleri uygulamaya devam ettiler. Tanrının dirilticisi ve bilincinin geri getiricisi olarak rahibin başlıca görevleri artık pek çok dinde geri plana atılsa da ritüeller (tütsü yakma, libasyon, yiyecek, kan ve başka şeyler sunma) hâlâ pek çok ülkede devam etmektedir. Öğüt veren ve insanların imdadına yetişen bir tanrı olarak Osiris’i yarattıklarında, ilk Mısırlıların güvence altına almayı amaçladıkları menfaatler için insanlar hâlâ rahiplere dua ve niyaz etmektedirler. Yağmur duası en eski dini yakarışlardan birisi olabilir, ancak bol su taşkınları için ricalar yine de daha eskidir.
Daha önce belirttiğim gibi, “tanrı” ve “din” kelimelerinin Osiris’in ilk haline ve ondan hareketle gelişen inançlara ilişkin kullanımında büyük bir anlaşmazlık vardır.
Geçtiğimiz 5000 yıl boyunca bu iki kelimeye yüklenen anlamlar, çekici bir mistik sembolizmle çok karmaşık bir şekilde zenginleştirildi. İlk Mısırlıların Osiris hakkındaki düşünceleri ve Osirisçi inançlar, günümüzde “tanrı” ve “din” denilirken ima edilmek istenen şeyden çok farklılık göstermiş olmalı. Osiris ölmüş ve sonra yeniden canlanmış gerçek bir kral olarak kabul ediliyordu. Başka bir deyişle, Osiris eski tebaasına nasihat ve yardım ihsan edebilen bir insandı, ama aynı zamanda garez, hasetlik ve hoşgörüsüzlük gibi insani zaaflara sahipti. Çağdaş görüş bu sözde “tanrıların” aslında insan olduğu gerçeğini görmezden gelir. Bu tanrılar, hayırsever davranışlara ve nefret patlamalarına eşit mesafedeydiler. Bir ya da daha fazla özellikleri daha fazla belirginleştikçe aynı ilah bir Vedic deva veya bir Avestan deva, iyiliğin tanrısı bir deus veya kötülüğün timsali bir şeytana dönüşebildi.
İlk “tanrıların” sergilemesi beklenen davranışlar ilk başta doğaüstü olarak görülmedi. Bunlar yalnızca, tarım için su temin etmek ve toprağı verimli hale getirmek gibi ölümlü hükümdarın bahşedebileceği türden iyiliklerdi. Ne zaman ki ölümlü hükümdarın güçleri kutsal bir taç ile ilahlaştırıldı (ve bilgi artışı, şöhretini borçlu olduğu bilimsel temelin çürüklüğünü ortaya çıkardı) işte o zaman ruhban sınıfı sahip olduğu popüler şöhretten gönülsüz bir şekilde vazgeçmek zorunda kalarak doğa olaylarının daha fazla desteklememeye başladığı tanrıların bu doğaüstü güçlerini kabul etmek zorunda kaldılar. Burası bilim ve dinin yol ayrımıydı ve o zamandan beri “tanrının” vasıfları mutlak suretle ve herkesin kabul edebileceği gibi insanüstü bir hale büründü.