
Полная версия
Cehennemlik
“Meraka kalma.”
“Nasıl başlayacağız?”
“Soyununuz bakalım.”
“Anadan doğma mı?”
“Hayır. Sonradan olma.”
“O hikâyeyi bilirsin demek?”
“Türklerin içinde otururum da hiç böyle ‘fines’ler benden kaçar? Ağırlığınızca altına gark olsanız yine çırılçılbah olamayacağınızı bilirim. Şöyle kürk gibi, hırka gibi fazla ağırlıkları üzerinizden atınız.”
“Bravo… Sonra zatürreye tutulayım değil mi?”
“Hiçbir şey olmazsınız efendim. Vücut hareket edince şimdi ısınacaksınız efendim.”
Sobanın ateşi arttırıldıktan sonra efendi kürkü, hırkayı atarak:
“Vücudun kütüğü neresi? Hangi havuzun üstünde dönecek?”
Doktor, efendinin bedeninin üst kısmını göstererek:
“İşte kütük budur.”
“Peki ya havuz?”
Âlimyan, uyluklar ve karnın çevrelediği yuvarlak kısmı işaretle:
“İşte havuz.”
“Şimdi havuzun musluğu ile savak deliğini bulmak lazım.”
“Ben öyle laf bilmem.”
“Alimallah doktor, mücessem bir zarafetsin. A iki gözüm (vücudunun yukarı kısmını göstererek) buna tıbbi Türkçede ‘beden’ yahut ‘cezi’ derler. Buna da ‘havsala’, buna da ‘batn-i esfel’ yahut ‘hasl’ denir. (arkasının iki yarım küresini göstererek) Bunlara da ‘ilyeteyn…’ Daha alt tarafını ister misin? Göstererek sayayım mı?”
“He say… Birkaç nazik alet daha kaldı ki bunların Arapçalarının ne olduğunu da örgenmiş olurum. Bu dedikleri Türkçedir sanki? (efendinin arkasını göstererek) Buna ‘korniten’ demedense düpedüz ‘kıç’ demesi herhâlde daha münasiptir. Çünkü ‘kornetin’in kıç olduğunu kaç Türk ağnayabilir?”
“Tıp lisanı avam için değil, havas içindir.”
“Kimi (kimin) için olursa olsun, şimdi lafı bırakıp ameliyata gelelim. Benim tabiratlarımı bana bağışla. Ben bildiğimden başka türlüsünü diyemem, fikrim karışır. Şimdicik efendim vücut kütüğünüzü havuzunuzun üzerinde sola sağa çevirelim.”
“Bu araba tekerleği değil… Sağa sola nasıl döner?”
“Eğer dönmeyecek olsa idi bunu Müller yazar idi hiç?”
“Belimi çamaşır sıkar gibi burup da sakatlar isen bu canilere yakışır ustalığını gazeteler ile ilan ederim.”
“İyiliğe kemlik edeceksiniz?”
Doktor, koltuk altlarından tutarak Ferruh Efendi’nin bedenini sola doğru hafif çevirmeye başlar. Hasta kalıbıyla o tarafa döner.
Âlimyan hiddetlenerek:
“Efendi, bacaklarınız yerde mıhlanmış gibi duracak. Yalnız vücudunuzun belden yukarı olan kütüğü dönecek.”
“Doktor, ‘kütük’ sözüne aldanıp da beni çok hırpalama. Kahve değirmeni değil bu, bir nazik vücuttur. Fırıl fırıl dönmez.”
“Keşkem bu kadar nazik olmasa…”
Âlimyan, belden aşağı kısmın istikrarıyla bedeni sola doğru döndürmeye uğraşır.
Ferruh Efendi, ağrıdan yüzünü buruşturarak:
“Aman yavaş, vücudum ikiye bölünüyor.”
“Vücudunuz hareketsizlikten ‘petrifiye’ olmuş kalmış.”
“Petrifiye nedir? O da bir hastalık mı?”
“Taş donup kalmak.”
“Şimdi ben tahaccür31 mü etmişim?”
“Bu işe taaccübü32 ben etmişim.”
“Bu vücut artık nerm ü leyyin33 olamaz mı?”
“Bir ‘pürgatif’ verince mülayim olursunuz.”
“Madenî değil, nebati müshil olsun.”
“Yerli olsun, yabani olsun altık orası benim bileceğim iştir. Şimdi bir kerek de sağa çark olalım.”
Âlimyan, hastanın vücudunu bu defa sağa, fakat birinciden şiddetlice büker.
Ferruh Efendi haykırır:
“Aman… Aman, akort edilen kanun kirişleri gibi gerildim!”
“He evet, işte gerinme-i umumiye olacak.”
“İnsaf doktor, bütün emam34 kopacak.”
“Bu egzersizlere birkaç ay devam eder isek vücut kütüğü hezaren çubuğu gibi eğrilir bükülür bir fleksibilite alır.”
“Doktor artık çevirme, orta yerimden kopuyorum.”
“O çabuk kopmaz, usta yapısıdır.”
“Of göbeğimde bir recf-i şedid vuku buldu. Batn-i esfelde sıcak bir akıntı hissediyorum. Galiba mezk-i miai, nezf-i dâhilî var.”
“Dâhilinizde bir herif var? Bunlar nasıl laflardır?”
“Istılahat-ı tıbbiye kullanıyorum.”
“Ben bu ıtılakattan asla bir şey ağnamıyorum.”
“Bağırsağım koptu, karnımın içine kan akıyor, diyorum.”
“Sizin tabip efendiler ‘rupture intestinale’ ile ‘hémorrhagie’yi bu biçim ifade ederler? Ben doktorluğu Gülhane’de okuyaydım belki bu lafları ağnar idim. Ben ‘kur’umu (eğitimimi) Pariz’de yapmışım. ‘Karnımda bir herif var.’ deyince bunun ‘emoraji’ olduğunu kefşedemem. Bağırsak denilen şey pambuk ipliği değildir. Mızıka alatlarında görmüyor musun? Ne kıdar çeksen kopmaz. Meraktan size öyle geliyor. İki kolunuzu havaya kaldırıp son derece bir kuvvet ile gerininiz bakalım. Vücut biraz elastikliğini bulsun.”
Ferruh Efendi, bu kumandaya uyarak kollarını diklemesine havaya kaldırıp bütün beden sinirlerini germek ister. Fakat hemen fena bir baş dönmesi gelerek benzi ölü gibi sararır, gözleri kararır.
“Ah yetişiniz… Bu herif beni öldürüyor!” diye hemen anlaşılmaz derecede bir zayıf sada ile imdat çağırarak olduğu yere yıkılır. Kendini kaybeder.
O aralık, tesadüfen, Ferruh Efendi’nin üçüncü hususi hekimi Senai Efendi, her iki koltuğu birer uşakla desteklenmiş olduğu hâlde odadan içeri girer.
Âlimyan, telaşla paltosunu sırtına, şapkasını başına geçirerek:
“Hürmetli refikim tastamam da vaktinde teşrif oldunuz. Bir saatten beridir anamdan emdiğim beyaz süt burnumdan kırmızı geldi. Ne türlü laf, ne türlü doktorluk, ne türlü şuaralık bilir isem, efendiyi eğlendirmek için hepsini karşısında pratiğe koydum. Ona uymak için ondan beter sanki ben de bir divane oldum. Nihayet yere devrildi. Sahiden yapıyor yoksa taklit ediyor bilemem. O bayılmayaydı ben mefat oloordum. Altık biçareyi sizin mehramet ve dikkatinize terk ederek ben kaçoorum… Adiyö efendim…” vedasıyla kapıdan çıktı.
V
DOKTOR SENAİ EFENDİ
Ferruh Efendi’nin bu üçüncü doktoru, Mektebi Tıbbiye-i Osmaniye’nin ilk açılış yıllarında diploma ile çıkmış, seksen beş doksan yaşında, akranları yok olmuş bir hekimlik antikasıdır. Keten gibi aklaşmış saç ve sakalı, kulaklarının yarısını örten geniş tablalı koca fesi, nurlu yüzü, topuklarına kadar inen setresi, iri camlı kollu gözlüğü, tasma şeklinde siyah canfesten boyun bağıyla Sultan Mahmud-u Adlî35 zamanı insanlarına mahsus bir müzeden kaçmışa benzer.
Koltuklarındaki iki uşak, kolay kırılacak bir yük götürür gibi bu yaşlı adamı sarsmadan yeni ayak36 bir çocuğa gösterilen dikkat ile getirip köşede ona ayrılmış olan koltuğa oturttular. Hemen önüne sigara iskemlesi konuldu. İhtiyar iki kolunu koltuğun kollarına dayadı. Merdiven çıkmaktan ileri gelen ihtiyarlık yorgunluğunu gidermek için yüzünü buruşturarak, başını ağır ağır sağa sola eğerek ilk sık nefeslerini alırken, uşaklar vereceği emri bekleyerek karşısında duruyorlardı.
Biraz dinlendikten sonra gözlük camlarının parlaklıkları altında kaybolan gözlerini kaldırarak zayıf, kesik bir seda ile “Bir bardak su… Ve kahvem…” dedi.
Fakat başı karşısındakilere doğru ve dudakları aralık durduğundan emrini bitirmemiş olduğunu uşaklar anlayarak bekliyorlardı.
Ve sonra ağır ağır ilave etti:
“Kahvem mümessek fakat menku değil matbuh olsun.”
Uşaklar çekildi. Yalnız kalınca:
“Tabahat de tababet gibi münkariz oldu. Nerede o eski konaklar, evvelki uşaklar, kahvenin eski usul pişirilmesi… Şimdi kahve diye lezzetsiz, kokusuz, kestane suyu gibi kara bir su getirirler.”
Baygın olan Hasan Ferruh Efendi odanın halısı üzerinde biraz beli bükük ve yüzü yere dönük yatıyordu. Doktorda baygını ayıltmak için telaş görülmedi. O, kahve, tütün, enfiye tiryakisi idi. Bu üç keyif verici şeyin, doksan yıllık yıpranmış sinirleri üzerinde, sıra ile uyandırıcı tesirleri görülmeden onun beynindeki uyuşukluk açılmaz, gözlerinin dumanı gitmez, işitme ve dokunma sinirleri işlemezdi.
Göz ucuyla baygına baktı ve dudakları şöyle kıpırdadı:
“Zavallı, baygın değil, yorgun… Merak illeti bu adamı bitiriyor. Kuvvetli bir uyku ilacı verilse bu kadar derin uyumaz. Beniz solgun, nefes alma zayıf, ama muntazam. Kısa bir lisagors37 geçiriyor. Uyusun. Kendini düşünme acısından kurtulup biraz rahat etsin.”
Senai Efendi yeni tıp kitapları ile meşgul olmaktan adamakıllı vazgeçmiş, bu bilgide Calinos ve İbni Sina zamanına dönmüş bir eski hekimdi. Kütüphanesinde Kitab’ül-istiskaat, Kitab’ün-nabz’ül kebir, Kitab-ü hablet’ül-ber, Kitab-ü fi ara’ül-Bukrat ve Eflatun, Kitab-ü fi merret-üs-sevda, Kitab-üz-zübul, Kitab’ül-tiryak ila mağliyanus, Kitab’ül-kulunç, Kitab’ül-edviyet’ül-kalbiye ve daha bunlar gibi hekimliğin uzun yüzyılların unutulmuş mezarlarında gömülü, bugün işe yaramak değerinden düşmüş, yalnız antikalıkları ile fen müzesini süsleyebilecek eserler bol bol mevcut, fakat yenilerden eser yoktu. Bu eskilere olan fazla bağlılığı ve sevgisi yenilere karşı kalbinde birazcık olsun yumuşamak bilmeyen bir düşmanlık uyandırmıştı. Her yeniden hoşnutsuz idi. Yeniliğe karşı gösterdiği alaylı küçümsemeler, Hasan Ferruh Efendi’nin bedbin ve şikâyetçi felsefesi ile pek uygun bir zimamlık ahengi meydana getirdiğinden birbirlerini severler, buluştukları zaman âleme sövüp saymakla hoşça vakit geçirirlerdi. Efendiden başka kendine hasta nabzını uzatan bir müşterisi yoktu.
Senai Efendi, hekimlik nazariyelerinden çok güzel hikâyeler bilir bir söz eri, Hasan Ferruh Efendi’nin vezinli ve kafiyeli latifelerine aynı yolda cevap bulmaktan geri kalmaz eski tarzda bir şair hekim idi. Hastası üzerindeki tesiri hekimlik bakımından olmaktan çok ruhi idi. Ferruh Efendi bir çiçekle yaz edemeyen hercai gönüllü bir insan gibi kendi hastalığına bakmayı tek bir doktora bırakmakla kanaat edemediğinden getirttiği öteki doktorların tedavi usulleri ile verdikleri ilaçları kontrol etmeye Senai Efendi’yi tayin etmişti. Ama ne yazık ki efendi, doktorların hepsini dinler ve çok kere de netice olarak kendi bildiğine giderdi.
Marazdan çok meraka tutulmuş olan bu hasta, dünyanın son gününe kadar yaşayabilmek arzusunun verdiği sıkıntı ile rahatsızdı. Kendi öldüğü gün bu âlemi bütün yaşayanlar yok olmuş, tamtakır bırakmak bencilliği gibi garip bir düşünceye bel bağlamak hatasından kendini alamaz, kendini iyileştirmeye çalışan hekimlerin sağlamlığını çekemez. İster ki sıhhat kaidelerine uymakla nihayetsiz bir hayata malik gibi görünmek gururu ile dinç duran doktorlar hep kendinden evvel gömülsünler.
Meşhur bir hekimin ölümünü duyduğu zaman yüzünü bir rahatlama ve horlama gülümsemesi kaplayarak, “Oh, oh… Benden evvel gitti… Hâzâ min fadli Rabbi…38 Ölümü kendilerinden ziyade, hastalara mahsus bir şey sayan doktorların ölüm pençesinde ezildiklerini görmek kalbime bin iksirden daha çok şifa ve teselli veriyor. Bir hastanın nabzını ölümü ona kendinden daha yakın görmek küstahlığı ile muayeneye başlayan doktorlar, işte, anlayınız ki ölümün idam hükmü bizim kadar sizin için de olağan bir iştir. ‘Ölmezlik’ ancak Allah’a mahsustur. Hani ya Lokman? Hani ya Sokrat? Bundan bir asır sonra âlim, cahil, hastalıklı, hekim hep birer karanlık çukurda toprağa katılmış olacağız.” avunması ile bir nevi iç açıklığı duyardı.
Bu yaşlı hekim, Ferruh Efendi’nin yaşça babası yerinde bulunduğu için onu kendinden çok mezara yakın görmesi sevgisine, hürmetine sebep oluyordu.
Hasan Ferruh Efendi hırkasız, kürksüz, yerde açık saçık bir baygınlık saati geçirmekten doğacak soğuk alma tehlikesini düşünerek hekimin kımıldanmamak tavsiyesini dinlemeden yerinden kalktı. Uşak çağırdı. Üstünü giydi, sedire oturdu.
Bu merak hastası, bazı son derece zeki olur, bazı da zırdeli kesilirdi. Çok zaman coşkun bir akıllı mı, yoksa zincirsiz bir deli mi olduğunu bilmek güçleşirdi.
Senai Efendi ise hekimlik kitapları ile zihni karışmış ve zaten bunaklık devresine girmiş, komik ve senli benli huyda bir zat olduğundan hastası ile en buhranlı hastalık zamanında bile kafiyeli görüşürler, muayenenin sual ve cevapları garip bir müşaare39 şeklinde geçer, oda bir tımarhaneye dönerdi.
O zamana kadar Senai Efendi enfiye ile keyfini adamakıllı getirmişti. Onun için opera başladı:
Doktor:
“Aman söyle hazret
Ne idi o hâlet?
Yerde bitap yatış
Ya o baygın bakış?”
Ferruh Efendi:
“Hâlimi hiç sorma Lokman
Öldürdü beni Âlimyan.”
“Gel aç bana bağrını
Dinleyim sadrını.”
“Ah tabib-i canım
Mürşid-i vicdanım
Bugün bir ölüm atlattım.”
“Aman ödümü patlattın.”
“Senin gibi eski hekimliğin tecrübeli insanının rahat ve sükûn tavsiyesine karşı Âlimyan bana bugün beden talimleri yaptırttı. Âdeta maymun gibi oynattı. Gerin dedi, gerindim. Sıçra dedi, sıçradım. Nihayet baygın yattım. Sinirlerim kopacak gibi gerildi. Kalbim, çarpmaktan delindi zannettim.”
“Aman ne çocukluk hazret… Yaraşır mı sana bu hiffet…”40
“Sözün aynı keramet.”
“Kalp yerinden mi oynadı?”
“Duydum, hop hop hopladı.”
“Acaba ‘cardianastrophie’ yani tebdilimekân-ı kalbî41 oldu mu?”
Hasta korkudan sarararak eliyle göğsünde telaşlı telaşlı kalbinin yerini aradıktan sonra:
“Eyvah…”
“Ne var? Allah…”
“Dediğiniz olmuş. Kalbim eski yerinde değil. Evveli solda çarpardı, şimdi sağ tarafıma geçmiş. Artık işim bitmiş.”
“Deme hazret.”
“Vallahi bu hakikat.”
Senai Efendi oturduğu koltuktan kımıldamaksızın hastayı önüne davet etti:
“Gel bakayım önüme…”
Hasta, büyük bir tehlike korkusuyla titreyerek gelir. Göğsünü hekimin kulağına verir.
Senai Efendi derin derin dinleyerek:
“Hayır yanılıyorsunuz. Kalp yerinde sayıyor.”
“Vallahi sağa kayıyor.”
“Emin ol hazret, kalpte zerrece tebdilimekân yok.”
Ferruh Efendi ellerini göğsünün iki tarafından kaldırmayarak:
“Yanılmıyorum. Çarpıntım acayipleşmiş, solumdan sağıma geçmiş.”
“Hele eğil bir bakayım. Kitabü fi’l-adelü ve’l asab bir şaşırma hadisesi yazar. Yeni hekimler bu garip hadiseyi hiç bilmezler.”
“Nedir o hadise Lokman’ım. Değil mi mekşuf42 sana dermanım?”
“Başını dest-i muayeneme uzat.”
Hasta, başını doktorun titrek ellerine bırakır. Hekim parmaklarının uçları ile yüzü, şakağı, bütün damarları ve sinirleri muayene edip ellerini boynun şahdamarlarından aşağı indirerek:
“Vah zavallı…”
“Ne olmuş?”
“Söylediğim şaşırma hadisesi olmuş.”
“Çabuk söyle ne var?”
“Damar ve sinirlerinde sapıtma var.”
“Aman Rabb’im, ben her işimde doğru yolu tutmuş bir insanım. Sinirlerim nasıl sapıtır?”
“Korkma. Bu his galat-ı muvakkattir, geçer.”
“İşin esasını anlatın peder…”
“Senin anlayacağın, sarsıntı ile başın ziyade sallanmış. Beyninde şiddetli bir zelzele olmuş. Şimdi sinirlere olan tebligatını eskisine göre ters veriyor. Duyguca sağın sol, solun sağ olmuş.”
“Of bittim. Böyle ne hâl olmuşum? Demek ki ben çarpılmışım? Bu duygu çarpıklığı hastalığı insanı kaç günde öldürür?”
“Aman bu söz beni güldürür. Bu hadise uzun ömre sebep olur. Çünkü bu duygu çarpıklı eski hâline döndüğü zaman bütün vücudunun iç aletlerinin vazifelerine bir çalışma gelir. Beden çelikleşir.”
“Aman efendim, oldu aklım zir ü zeber.43 Bu çarpıklık, eski hâle nasıl döner?”
“Bütün sinirlerinin tellerini kırmalı, sonra saz gibi ahenk etmeli. Söyle nerelerin ağrıyor?”
“Belim ile kollarım, kalçalarım, uyluklarım, karnım, bağırsaklarım sızım sızım sızlıyor.”
“At kürkü, çöz uçkuru.
Çevir bana uskuru.”
“Böyle bi-ar ü nikâb
Olmama mâni hicap.”
“Olma öyle mürai
Aç diyorum orayı.”
Doktorun emrine uyarak hasta iç çamaşırlarını çıkarır. Senai Efendi bir avucunu hastanın sırtına, ötekini karnına koyarak:
“Pek titizsin, hem çok lagar44
Semirteceğim seni ahar!
Batna45 bak hayli dolgun,
İlyeteyn46 de solgun.”
“Aman yavaş, gıdıklama
Pek o kadar tırtıklama…”
“Zarar vermez tabip eli,
Kıkırdama olma deli
Daha biraz eğ belini…”
Hasta eğilir. Doktor başparmağını iki davlumbazı üzerindeki orta bel noktasına şiddetle basınca Ferruh Efendi:
“Aman… Aman… Aman…”
“Kımıldama az zaman.”
“Ne olmuş söyle hemen,
Zira hâlim pek yaman.”
“Sagire-i aczin pörsümüş.”
“Aman dikkat tabibim, daha nerem büzülmüş?”
“Kuyunuzun çemberi
Gevşemiş çoktan beri.”
Doktor parmaklarını bu ince vücut üzerinde aşağı yukarı dolaştırarak:
“Adale-i hayatiye-i yemin,
Pek mültehib, ol emin…
Adale-i muştiye-i yesar,
O da pâ-zede-i hasar…
Kebir-i asab var ki işte,
İşte bir teki…
Bulamadım nerede?
Pek büzülmüş öteki.”
“Can kalmamış bende ki
Ha sendeki bendeki
İkisi de pösteki…”
Doktor muayenesinde devam ederek:
“İşte iki psoas…”
“Korkma korkma sıkı bas.”
“Mütemayil, mütekâsil…
Mütevakvak hem korkak,
Neler olmuş, hele bak.”
“Adale-i sagire-i maile,
Ters dönmüş tamamiyle.”
“Aman aman iyi dinle…”
“Asabeyn-i mukarrebeyn-üt-tarafeyn…
Şimdi olmuş mütebaideyn.”
“Çaremi bul aman doktor…”
“Kımıldama sen uslu dur…”
“Her iki nısıf küre-i-zahir,
Kurumuş olmuş tamtakır.”
“Yumuşat, bu vücudumu sulandır.”
“Amma ettin sen de ha koca katır!..”
Doktor, kasıklardan nabız dinleyerek:
“Nabız-ı mağben mühmel…”
“Bende maraz tekmil.”
“Dur, dur, darebanı değişti nabzın,
Söyle bugünlerde var mı kabzın?”
“Kâh kabız olurum kâh mülayim.
Bî-meşreptir, o da bana benzer daim.”
“Tebrik ederim seni meraklı hasta,
Giriyorsun şimdi yeni bir fasla…”
Kasık nabzına bastırarak:
“Sanki dâhilde iki yavru serçe,
Durmaz gagalaşırlar sertçe sertçe…”
“Hâlimde bir fark yok bence.”
“Muayene buldu hitam.”
“Aman tedvide devam.”
“Şimdi gelsin kahve, duhan, enfiye…
Görülürse görülür iş keyifle…”
Ferruh Efendi giyindi. Kahveler ısmarlandı. Bu dinlenme bir komik operanın perde arasına benziyordu. Biri hastalıklı, öteki yaşlı bu gerçek aktörlerin ikisi de sahiden istirahate muhtaçtılar. Ferruh Efendi sedire uzandı. Öteki koltuğa yaslandı. Kahveler geldi, sigaralar tellendi.
Senai Efendi, “Bir tutamcık enfiye, bin şifa verir beyne.” dedi, burun deliklerini doldurdu.
Bu gülünç muayeneden maksadı hem hastayı eğlendirmek hem de biçarenin kalbini dinleme vesvesesini başka taraflara çevirmekti.
Ferruh Efendi, bedeninde doktorun afet bulduğu kısımları elleriyle ayrı ayrı yoklayarak düşünüyordu. Farkında olmadan eli yine kalbine gitti. Evet, yaptığı idmanın şiddetiyle yüreği yarım sağ etmişti. Sonunda dedi ki:
“Müller’in ilk temriniyle kalbim çarpıldı. İkincide galiba bütün bütün kopacakmış. Aman hekim düşündüğün yetişir. Kalbimi eski yerine getir. Kanım damarlardan ters akarsa, nabızlarım böyle çarpık atarsa… Belki maraz kökleşir, belki deva güçleşir. Bak bana, bak a canım, sol olmuş sağ bacağım… Kıblem dönmüş şimale, garbım şarka imale, etmiş bak şu hâle. Nasıl kılayım namaz; lodosum oldu poyraz.”
“Dur bir reçete yazayım Lokman’dan, o server-i etıbba-yi irfandan… Bu tertiple vücudunu bir tıla, eyleyince bulursun derhâl şifa…”
Senai Efendi reçetelerini Türkçe yazar ve kendi eliyle yalıdaki özel eczanesinde hazırlardı. Onun belli başlı ilaçları orada hep vardı. Hokka tutmak için uşak çağrıldı. Eline bir altlık verildi. Uzun uzadıya düşünerek şu reçeteyi yazdı:

“Bunların cümlesi dövülüp ezildikten sonra, gül suyu ile kâfi miktarda kaynatılıp ılıcak vücuda sürülmeli, karaciğer, dalak ve büyük damarlar üzerleri iyice ovulmalı, sonra tere yatmalı, ertesi sabah hamam yapmalı; dalalete uğrayan organ dâhiliye gelir yerli yerine… Ve amma ki takarrüb-i hatun, istima-i kanun, ekl-i macun, şeytani vesvese-i derun memnu…”
Hatuna kafiye ve seci düşecek ne kadar yiyecek, içecek ve davranış varsa Lokman’a göre bunların hepsinden çekinmek lazım geleceğini hasta anladı. Bu kafiyeli tedavi, vücudundan evvel efendinin zihnine hoş geldi. Kafiye damarları depreşti. Merakını gidermek için sordu:
“Kavun yesem olur mu?
Kanıma dokunur mu?”
Şair hekim, çekinmek lazım olduğunu bildirmek için şehadet parmağını kaldırarak cevap verdi:
“Hatun benzer bi-aynihi tauna
El uzatma mukaffası kavuna;
Biri tatlıdır, serin hem âb-dar,
Biri mahrurdur gayet can yakar!
Eder telyin kavun çok âdemi
Kadın kurutur büsbütün demi.”47
O gece Senai Efendi yalıda kaldı. Hazreti bağırta çağırta soyarak Lokman’ın tertibi ile mükemmel sıvadı. Zavallı efendi sosa bulanmış yoluk bir hindi gibi döşeğe girdi. Tere yattı. Fakat Lokman reçetesinin asel-i musaffa, terementi ve zamk-i Arabîsi çok gelmiş, biçare adam ballıbabaya dönmüştü. Ökseye konmuş bir kuş gibi vücudu nereye dokunsa yapışıyor, bar bar bağırıyordu. Sıkıntıdan terledi. Çok sürmedi tekmil bedenini bir yanma sardı. Kebabenin, zencefilin, öteki azdırıcı ilaçların ölçüsünde ya Lokman yanılmış ya onun usta talebesi… Hasta, hamam için sabahı bekleyemedi. Döşekten çıkardılar, hamama soktular. Vücudu pul pul kabarmış, mercan balığı tavası manzarasını almıştı. Bedenin bazı kısımlarını Senai Efendi tebeşir, üstübeç astarı ve zeyt-i kantaronla öyle çeşitlere boyamıştı ki asıl rengin ne olduğu anlaşılamıyordu. Kurna başında Ferruh Efendi yukarıdan aşağı hâline baktı. Artık kendinde kafiye aramaya kudret bulamayarak “Eyvah, sığır haşlamasına dönmüşüm.” dedi.
Hekim gülümsedi. Hastayı eğlendirmek için kafiye arıyordu. Nihayet buldu:
“Yaptım sana bir yakı
Vücudun zehri aktı.”
Efendi bu kavruk zamanında bile şiirde kafiyeci hekimden geri kalmak miskinliğine katlanmayarak:
“Çiğ bulup beni iyi pişirdin
Vücudumu kıpkırmızı şişirdin.”
“Münkad ol hükm-i Lokman’a
Sonra gelir kuvvet kana.”
Efendiyi çıldırtacak derecede rahatsız eden şey her tarafına sinmiş olan keskin aselbent kokusu idi. Cenazelerden yayılan bu ahiret kokusunu kendi vücudunda koklamaya dayanamıyordu. Birdenbire zihni karıştı. Sinirli bir parlama ile artık kafiye ustalığını gösteremeyerek haykırdı:
“Ben aselbendin kokusunu duyduğum yerden kırk yıllık yola kaçardım. Bu teneşirlerde yıkanmış ölülere sürülen bir nevi ahiret lavantasıdır. Bu uğursuz kokuyu duydukça artık ölmüşüm de şimdi kefenleneceğim zannediyorum. Çıkarın bu kokuyu benden, deli olacağım.”
“Devasıdır Lokman-i ulvi pendin
Korkma yoktur zararı aselbentin.”
“Yok hekimbaşı, bu kokunun uğursuz tesiriyle çıldırmama bir şey kalmadı. Anladım. Enfiyenin dimağındaki sarhoşluğuyla reçetenin içindeki tıbbi miktarı arasında denklik hasıl olamadı. Mutlak bir yanlışlık yaptın. Dünyada şimdi senden başka Lokman mukallidi hekim kalmadı. Sen bu şaşkınlıkla bu hekimler başının yeryüzünde mutlak vekili olamazsın.”
Bu kırgınlık ile zihninde birkaç kafiye parladı:
“Bu kesif tılâya,
Yapışkan belaya,
Zannetmem ki Lokman
Bal koysun bir batman
Birçok terementi
Ve zamk-ı Arabi?”
“İşte bu da sözlerin en garibi
Nerede o kadar zamk-ı Arabi?
Ne mübalâğa
Şükür Hâlik’a.
Ben çıldırmadım,
Fazla koymadım.
Böyle iftira
Yaraşmaz sana.”
“Yok yok doktor baba
Lazım değil şaka.
Kavafiyi bırak
Bana dikkatli bak.
Ya tertib-i Lokman
Ettin beni püryan.
Yanıyor beşerem
A pir-i muhterem.”
“Nedir bu telaşın a tıfl-mizaç
Yakmayınca tesir eder mi ilaç?”
“Üstübeç ile zencefil, kebabe
Çevirdi beni yoğurtlu kebaba.”
“Çabuk şifa verir ilacın harrı
Çok sürmez geçer şimdi bunun narı.”
“Sadır, zahir, batın, kasık, kebedim
Kor düşmüş gibi yandı makadım
Tutuştu ser-ta-be-pâ bu vücudum
Bî-hilaf zî-ruh bir volkana döndüm.”
“Zarardır hastaya üzüntü, hiddet
Sabret hele sık dişini bir müddet
Ateşten sonra gelecek salah
Bi-izn-i Lokman, bulursun felah.”
“Çıldırıyorum bu aselbentten
Kurtar diyorum beni bu dertten.”
“Muanniddir aselbendin buğusu
Kırk gün çıkmaz vücudundan kokusu.”
“Kafiyeyi bırak be adam, çıldırıyorum. O çıkmazsa kırk saate kadar kalmaz benim mutlak canım çıkar. Kendimi Zuhuri’nin tımarhane oyununda zannediyorum, önümde yalnız bir çömlekle içinde sulandırılmış leblebi unu eksik… Zaten zıvanasından fırlamış aklımı bütün kaçırmak için bu kafiyeler dem tutuyor, beni kendimden geçiriyor.”
Efendi yine dayanamadı. Şu mısrayı yumurtladı:
“Sen kavuklu, ben de pişekârın
Bize lütfu böyle rüzgârın.”
“Kafiye istemem aman geveze
Niçin durmaz çanak tutarsın söze?”
Bu kafiye şakalaşması giderek bütün bütün bir saçmalama rengini aldı. Hekimle hastanın dövüşmelerine az kaldı. Efendinin ateşini yatıştırmak için bu Lokman çömezi bir reçete daha yazmaya mecbur oldu. Bu ikinci reçete tam yirmi beş kalem işitilmemiş garip ve eski ilaçtan meydana gelmişti. Efendi reçeteyi görmek istedi. Birkaç defa dikkatle okudu. Acayip sözlü bazıları hakkında izahat istedi.
Bu ikinci reçete, “Lübub-i Erbaa”, “Besturte” ve “Dençetosiko Diyasento” gibi kafiyeli eczanın bir sıraya getirilmesiyle garip bir tarzda kafiyeli yazılmış pek ıstılahlı bir hekimlik şiiri gibiydi.