
Полная версия
Cehennemlik
Efendinin bakışları şu iki kafiyeli ecza önünde dehşetle saplandı kaldı:
“Beş dirhem İstarek,
On iki dirhem Kurs-i Engerek”
Gözleri büyüyerek hemen haykırdı:
“Yok doktor, katiyen olamaz, bunu havsala almaz. Kafiye hatırı için yılan kabuğu yenmez, sürünülmez.”
“Pullarına vücudun şifa gerek Müessirdir buna kurs-i engerek.”
“Hayır. Karşımda bin kafiye ustalığı göstersen bana engerekle kafiyeli ecza kullandırtamazsın. Yılan sözünün kulağı ve kafayı zehirlemesi bir yana, ‘kurs-i engerek’ gibi bir lisan hatasını zehrinden ayırıp bala bulasan yine bana yutturamazsın. Çünkü sen kafiye düşkünü isen ben de kaide tutkunuyum.”
Bu ikinci Lokman Senai Efendi hastasına kalp merakını unutturmak için mi zavallıyı böyle rahatsız edici ve tatlı bir vücut kaşıntısının sürekli uğraştırmasına düşürmüş, bu hayırlı maksatla mı onun bütün bedeninde bu umumi pehlivan yakısını açmıştı, yoksa reçete tertibinde çeşit ve ölçüce Lokman’a uymakta şaşırarak bir hataya mı düşmüştü?
İşte bu malum değildi.
VI
HASAN FERRUH EFENDİ AİLESİ
İnsanların bencilliğinin sonu yoktur. Cimri, bir tanesini bile harcamayacağı parasını anlaşılmaz bir biriktirme aşkıyla kasaya yığmaya uğraşır, ortadan kaldırır. Bu hapsettiği paranın belki on binde, yüz binde birinin yoksulluğu yüzünden insan cemiyeti içinde ne yoksulluklar, ne acıklı şeyler geçtiğini düşünmez. Ömrü boyunca nafakasını yeteceğinden fazla temin etmiş olan bir tok, her fırsat gözüküşünde fazlalığını insafla görmeyerek yine kendi hesabına biriktirmeler yapar. Zahirelerini küflendirir, çürütür. Açları aklına getirmez, kimseye yedirmez. İnsaniyeti, tüyleri ürpertecek insaniyetsizliklere sürükleyen işte bu bencilliktir.
Birçok işlerimizde bu bencillik bizi insanlıktan çıkarır. Fakat bin türlü bahane ile bunun çok acı çeşitlerini her gün işlemekten çekinmeyiz. Her davranışımızda mutlaka bu duygu vardır. Belki hayat budur; bu bir tabiat kanunudur. Bütün hırslarımızı doğuran bu kötülük yüzünden umduğumuz saadetten çok felakete uğrarız. Çünkü hâkim önüne çıkan en küçük davalardan en büyük muharebelere kadar varan çekişmelerin, vuruşmaların çıkış noktası budur.
Hasan Ferruh Efendi hesapsız odalıklarını çırak çıkardıktan sonra hemen kendisiyle yaşıt bulunan nikâhlı karısı da cılız bir kız çocuğu bırakarak ölmüştü. Efendi, bu kaybı bir nimet bildi. Kalbindeki bencilliğe uymaktan başka bir şey düşünmeyerek müstesna güzellikte, yirmi iki yaşında bir kızla evlendi. Verimsiz hayatına böyle yeni yetişmiş bir güzeli ortak etmekten çekinmedi. Cazibe Hanım’ın bu evlilik yatağına saçacağı turfanda gençlikle efendi kendi de gençleşecek, onun genç handeleriyle evin ferah havasında güller açacaktı. İki başlı olamayan bir muhabbetten beklenilecek neşenin en sonunda gamlar, acılar doğuracak geçici bir büyük saadet olacağını bencilliğinin verdiği körlük ile görmemişti. Zorlu bir rüzgârla nazlı fidanından koparak kokmuş bir çamura düşen bir gonca gibi genç kız, vaktinden evvel çökmüş, çürümeye yüz tutmuş bu hastanın kurada kolları arasına kaderinin sürüklemesiyle hissiz bir hâlde serildi. Kendisi için kadınlık vazifesi, keyif almaksızın keyif vermek olduğu kaderinin hükmüne boyun eğdi.
Duyguca, yaşça hiç denk olmayan bu evlilik yatağında katlandığı okşamalar, kucaklamalar, öpücükler, ne hazin ve ne dayanılmaz şeyler idi. Kadının gençliği, erkeğin kısırlığını canlandırmak kerametini gösteremiyor, yarı sönmüş bir şehvet isteğini tutuşturmaya zorla boş yere uğraşmaktan başka bir şey hasıl olamıyordu Tekrar tutuşmasına uğraşılan bu semeresiz döşek cilveleri denemeleri çoktan beri erkeklikten uzaklaşmış olduğunu efendiye anlattı. Bu boşuna uğraşma, efendiyi de bitiriyor, kadına da hayattan tiksinme veriyordu. Efendinin aslında karmakarışık olan sağlığı ve gücü bu evlenmeden sonra hemen bütün bütün iflas etti. Bunun neticesi olarak tehlikeli sayılacak bazı hastalık belirtileri baş gösterdi. Doktorların kati tavsiyeleri üzerine karı koca yalnız döşekleri değil odaları bile ayırdılar.
Efendi can kaygısına düştü. Kadın, hastalıklı bir kalbin neticesiz sevda coşkunluklarına vücudunu teslim ile karılık vazifesini tiksinerek yerine getirmek işkencesinden kurtuldu.
Fakat bu taze, güzel kadının hayatı, gençliği bir nevi hacir48 altına alınmıştı. Cazibe Hanım, tabiatın kendine verdiği o çağın zevklerinden, bütün kadınlığın meşru haklarından faydalanmaktan yasaklanmış bir yoksulluk ömrü geçirecekti: Sayısız delikanlıların gönüllerini sevda ile alevlendirmek tazeliğinde bulunan bu zavallı kadın, yaşlı, hastalıklı kocasının bencilliği yoluna kısırlığa mahkûm olacaktı. Efendi, onu, gayet iştah uyandırıcı fakat yenmesi yasak bir yemiş gibi yabancıların kıskanan gözlerinden saklı bulundurmaya, yalnız onun gönül alan yürüyüşünü seyrederek bu son günlerinin acılıklarını, bazı kısa dakikalarda biraz azaltma yolunu aramaya uğraşmayı yeter buluyordu.
Yalıda her türlü bolluk ve rahatlık var idi. Fakat Cazibe Hanım’ın öyle iştahsızlık günleri olurdu ki, yemek yemek âdet olduğu için sofraya oturur, yediklerinin ne olduğunu fark edemeyecek bir dalgınlık ve isteksizlikle elini şuna buna dokundurur kalkardı.
Efendi, ona her ay birkaç kat son moda elbise yaptırtmak cömertliğinden geri durmazdı. Fakat bu elbiseler gardıroplarda birbiri üzerine yığılarak kalırdı. Misafirliğe gitmek icap edip de giyinme zorunda olduğu zamanlarda süslendikten sonra boy aynasının karşısına geçer, latif, ince vücudunu hazin hazin seyretmeye dalardı. Onun incelik içinde bir dolgunlukla latif endamındaki girinti ve çıkıntılar tabiat heykeltıraşının, sanatkârlara ilham coşkunluğu verecek bir seçme örneği idi. Her vakit açık bıraktığı boyunla gerdanın bedenle birleşmesindeki uygunluk, eski Yunan yaratıcılarının mermerlerde göstermek için aradıkları canlı bir örnek güzellik sayılabilirdi. Firketelerin düzgün tutmalarına karşı hep isyan ederek rahat durmayan gümrah49 koyu kumral saçları bir ressamın usta kalemiyle çizilmiş sanılan ve yüzüne gönül çekici hususi bir eda veren gene o renkte kalkıkça kaşları, sanki kem nazarlardan korunmak için kıvırcık kirpiklerin gölgesinde pek cazip duran ela gözleri, ince kıpkırmızı dudakları, burnun, yanakların, çenenin uygunluğu ile bir ahenk meydana getiriyordu.
O yalıya gelin geldiği zaman rengi açık pembe leylak tazeliğinde idi. Fakat havasızlık içinde kalmış bir çiçek gibi giderek soluyor, gözlerin altlarında yorgunluk ve bezginlik izleri olan ve kirpiklerden gölge düşmüş gibi hafif siyah halkalar peyda olmaya başlıyordu.
Aynanın önünde süslendiği zamanlar kendine bakar, kirpiklerinin araları iri yaş taneleriyle dolardı. Kimin için bezeniyordu, giyinip kuşanıyordu? Bu kederli hayat içinde geçen yıllar geçtiklerinin işaretini bu güzel yüze derin çizgilerle çizecekler, beş on yıl sonra vakitsiz ihtiyarlığa düşecek geçkin bir kadın hâlini alacak, talihinin bu tazmini mümkün olmayan zulmünü sonra kimden dava edebilecekti? Hâl karanlık, istikbali ise anahtarı bencil bir ihtiyarın cimri elleri arasında sımsıkı duran bir demir kapıya benziyor, ötesi hiç seçilmiyordu. Onun tek başına yattığı yatağında ümitsiz geçen bazı hayal kurduğu geceler de hasretli gözleri önünden öyle delikanlı çehreleri geçit yapardı ki, bu tatlı, rahatsız edici hayalleri zihninden kovmak sıkıntısı ile gözünü kırpmadan bir yandan öbür tarafa döne döne terler içinde kalırdı. Gönlünde bir aşk ideali vardı. Bir gün bir taraftan onun çıkıvereceğini beklemekte idi. Fakat bu hayalî sevgilisi nereden ve nasıl çıkabilecekti? Onu bilmiyordu.
Ailenin azalarından ikincisi Hasan Ferruh Efendi’nin kız kardeşi Ferhunde Hanım’dır. Kırk ikilik, fakat tazeliğini koruyabilmiş güzel bir kadın. Vücudu şişmana yakın bir dolgunlukta… Her vakitki işi yılların yüzünde meydana getirdiği çöküntüleri tamir etmek olduğundan gerçek yaşından yedi sekiz yaş küçük görünür. Saçlarının ilk aklarını kimseye fark ettirmemekte gerçekten ustalık göstermiştir. Boyaların cilde zararları olmayan çeşitlerini tanır. Bunların hazırlanmasını ve kullanılışını evin içinde hiçbir kimseye sezdirmez. Yaşlılığın hazımsızlıktan ileri gelen bir çeşit hastalık olduğunu bilir. Midesine dikkat eder, hazmı ağır şeyleri ağzına koymaz, fazla yemez. Vücudu yıprandıran şeylerin başlıcasının gam, keder, üzüntü olduğunu da bilir. Hiç keder tutmaz, sıkıntı verecek her şeyden kaçar, üzüntülü bir iş görmez. Elinden geldiği kadar hayatı sürekli bir sefa hâlinde geçirmeye bakar. Dünya yıkılsa vazife edinmez.
Orta boylu, saçları asıl rengi olan koyu lepiskaya boyalı, sarı, ela gözlü, değirmi kırmızı yüzlü ve yüz azaları düzgün, dişlerinden de birkaçı bellisiz olarak eğretidir. Yüzüne iyice bakılırsa bunda mevsiminden uzun zaman sonralar için pamuklar içinde saklanmaya uğraşılan yemişleri andırır bir bayatlık görülür. Dikkatli bir bakış bu tazeliği gerçek tazelikten ayırabilirse de Ferhunde Hanım, kendisi, bunun hiç farkında değildi. O kendini genç saymakta iyileşemez aşırı bir zaafla hasta idi. Yirmi sekizden yukarı çıkmak istemez ve yılların bu tersine geçmesine sahiden inanmış gibiydi. Her yıl geçtikçe o bir yaş daha küçülürdü. Ve öyle gençlik edaları peydahlamıştı ki, hemen kendiyle yaşıt olan kadınların “Valide hanım!” diye saygılı bir sözle ellerini öpmekten çekinmezdi. Bazı da on sekiz yaşlarındaki kızların mizaçlarına, huylarına tam uyarak densizlikler, somurtkanlıklar yapar, etrafına nazlı nazlı eğri, kıpık, şımarık bakışlar fırlatırdı. Hoppa bir kızcağız tavrı ile ara sıra kollarını kaldırıp gerdan kırma ve göz süzmeleriyle saçlarını bir düzeltişi vardı; o edayı görenler, gençlik rolünü oynamaktaki bu sanatkârlığa gülmek mi, şaşmak mı lazım geleceğini bilemezlerdi.
Bu gençlik budalası kadın, biri oğlan öteki kız iki yetişkin evlat anası idi. Muzaffer yirmi bire basmış, Mahmure on yediyi dolduruyordu. Kendi gerçek yaşının gizlenmez, örtülemez canlı vesikası olan bu iki çocuğu vaktiyle doğurmuş olduğuna ne kadar pişmandı. Türlü mantık ustalığı ve hesap karışıklığı ile oğlanın yaşını on altıya, kızınkini on üçe kadar indirebilmişti. Ne kadar lazım olursa olsun bunların “tezkere-i Osmaniye”lerini50 meydana çıkarmazdı. Çocukların doğdukları zaman nüfus tezkerelerine yaşları yanlış yazılmış olduğu iddiasını öne sürerek bunların kendi hesabına göre tashihlerini yaptıracaktı:
“Hanım, maşallah çocukların ikisi de senin tependen bakıyorlar. İddia ettiğin kadar küçük görünmüyorlar!” diyenlerin bu sözlerini “Büyükbabalarına çekmişler. İkisi de genç irisi. Vücutları yaşlarına göre değil. Siz onların yaşlarını doğurandan daha iyi mi bilirsiniz?” karşılığıyla susturmaya uğraşırdı.
Bu aile insanları babadan geçme birer çeşit delilikle hasta idi. Ağabeyi Hasan Ferruh Efendi’nin hastalık merakı kız kardeşi Ferhunde Hanım’da böyle aşırı bir sürekli gençlik deliliği suretinde gözükmekte idi.
Ailenin üçüncü azası, Ferhunde Hanım’ın kocası Sabri Bey’dir. Yaşı altmışı geçmiş, o da kayınbiraderi Ferruh gibi gençlik hovardalığı sonunda vaktinden önce çökmüş hastalıklı bir ihtiyardır. Ferhunde Hanım’ı, on sekiz yaşında güzel, körpe bir kızcağız iken o zaman kırkını geçmiş olan bu adama vermişlerdi. Şimdi ikisi yan yana geldikleri zaman karı koca değil, baba ile kız zannolunurlar. Ferhunde Hanım kendine ihtiyarlık bulaşacak korkusu ile kocasının sarılmalarından kaçar. Onun buruşuk ağzından çıkan ihtiyarlık ile dolu ağır nefesinin dokunmasıyla kendi tazeliğinin bozulacağını sanır. Çoktan odayı ayırmışlardı. Sabri Bey bazı hastalandığı zamanlarda pek yanına gitmez. İhtiyar hizmetçi muhacir Hasibe Hanım’ı gönderir. Hastanın bakılmak için mahrem bir ele ihtiyacı olduğu vakitler de tiksinerek yanına gitmeye mecbur olsa zavallıyı yatırıp kaldırırken öfke ile tartaklar. Kocası, karısına “kızım”, “kızcağızım”, “yavrum” gibi küçüklere kullanılacak tabirlerle söz söyler. Zavallı hasta adam döşeğinde karısının öfkeli eliyle böyle hırpalandığı vakit “Kızım, azıcık yavaş… Bana üvey ana hıncıyla bakıyorsun!” diye sitemle merhametini uyandırmaya uğraşır.
Sabri Bey, karısına karşı genç görünmek için sakal salıvermemiştir. Vaktiyle kırmızımtırak sarı olan saçı, bıyığı, şimdi tamamıyla ağarmıştır. Öyle akbaba görünüşüyle karısının alaylı bakışları önünde büsbütün utanılacak bir hâlde kalmamak için boya kullanmaya uğraşır. Çok ustalık isteyen bu ince işi pek beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Başın yan tarafları ile arkasında biraz saç kalmış, kafatası bilardo bilyesi gibi açılmış, bıyıklar da kırpılmış, onun için boyanacak çok tüyü tüsü kalmamıştır. Ama gözler iyi seçmez, eller titrer, çok defa fırçayı nereye sürdüğünü bilemez. Tahriş edici, yakıcı boya eczalarıyla bazen şakaklarını lekeler, bıyığın üst taraflarındaki deriyi yakar. Sonra bu sabit lekeleri çıkarmak için ispirtolu bez ile ovar, oraları kıpkırmızı yara olur, çiçek çıkarmışa döner. Boyaları üstüne başına, yerlere halılara saçar. Boyanması lazım olan yerlerden çok lazım olmayan yerleri boyar. Birkaç gün sonra, boyanan kılların kök taraflarında yarım parmak kalınlığında bir aklık çıkar, saçlarda açıklı koyulu menevişler görünür. Sık tıraş olmaya üşenir. Çenesinde bembeyaz bir sakal sürer. Gözlerin fersizliği, buruşukların derinliği, her zaman bıyık gibi uzayan kaşların gürlüğü boyaların çeşitli renkleriyle karışarak çehreye gülünç bir karikatür hâli verir.
Ferhunde Hanım pek usta bir boyacıdır, ama bu ustalığından kocasını faydalandırmak istemez, imdadına yetişmez. Onun öyle boyanıp kendisi gibi açıklı koyulu renkler içinde gülünç olup kaldığını gördükçe hoşlanır.
“Kocamın bu hâllerine bakınız da bana acıyınız. Gençliğim bu ihtiyarla tükenip gidiyor!” şikâyetleriyle herkesi kendine acındırmaya uğraşır.
Sabri Bey, karısının çok defa gariplik derecesini aşan bu gençlik iddialarına dayanır; fakat bazı da dayanamayarak “Hanım, yaş kırk iki ama akıl terelelli!” deyiverir.
O zaman Ferhunde Hanım, öfkesinden gelincik çiçeği gibi ateşli bir renkle parlayarak “İlahi onu söyleyenin kırk iki defa dili tutulsun!” bedduasını fırlatır.
Kocası gülerek:
“O kadar hiddetlenme, kanın bozulur. Çabuk ihtiyarlarsın. Ferhunde şaka bir tarafa… Kendi tahminine göre kaç yaşındasın? Daha otuzunda bile değilsin, değil mi?”
Ferhunde Hanım ses çıkarmayarak bunu tasdik eder görünür. Sabri Bey bu rahatsız edici sualini tekrarlar:
“Söylesene kaç yaşındasın?”
“Bilmiyorum.”
“Sen bilmiyorsan ben biliyorum. Ben seni alalı tam yirmi dört sene oldu. Fevkalade bir cesarette bulunup da şimdi otuz yaşında olduğunu tasdik etsek, evlendiğimiz yirmi dört sayısını bu otuzdan çıkarınca meydanda küçük bir altı rakamı kalır. İnsaf et, sen bana vardığın zaman altı yaşında mı idin?”
Bu açık hesap karşısında fazla kızmasından Ferhunde Hanım’ın kırmızılığı morluğa döner. Göğsünü yürek çarpıntıları doldurur. Boğulmamak için hemen ağabeyinin eczanesine koşarak birkaç yudum kordiyal içer. Sonra da kocasının odasına karşı yumruklarını, sönmez bir intikam şiddetiyle sıkarak:
“Yaşımı ne kadar büyültsen gene babam yerinde bir herifsin. Senin buruşuk suratına baka baka ömrüm günüm karardı. Şimdiye kadar yaşça dengim olan bir erkekle sevda muradına eremedim. Bu lezzet nasıl şeydir tatmadım. İffetli kalmak budalalığı ile hiç göz açmadım. Fakat sen dur… Sen dur… O senin kaz kafana bir çift iri boynuz pek güzel yaraşır… Bunları sana takmadıkça Allah canımı almasın.”
Bu korkunç kararını tenha bir odanın sağır duvarlarına karşı söyledikten sonra aynanın karşısına geçer, kendini doğru yoldan çıkaracak o bilinmez delikanlıdan göreceği sevda rağbetinin derecesini anlamak için kırıta kırıta yüzünün her noktasını ayrı ayrı tetkik eder. Kendini gençliğin en kaynar devresinde ateşli delikanlıların sevgilerine değer, tapınılacak bir kadın bulur.
Ferhunde Hanım’ın oğlu Muzaffer Sabri Bey, ana ve babasının bencilliklerini miras almış, levent gibi güzel bir gençtir. Kuzey Avrupa ahalisini andırır, yarı şeffaf pembe billur gibi bir letafetle tazelik içindeki çehresine taktığı şık altın gözlük pek yaraşır, yüzüne başka bir çekicilik verir. Yüzünün çizgileri ana ve babasının bir örneğidir. Mülkiye Mektebi’nden diploma alalı henüz altı ay kadar oluyordu. Şimdi okumasını tamamlamak için Avrupa’ya gidecekti. Onun genç dimağında birçok büyük emeller birbiriyle çatışıyordu. Gireceği meslek hayatına hâlâ bir karar verememişti. Büyük bir adam olmak istiyordu. Kendini bütün insanlığın üstünde büyüklük mevkisine yükseltecek bu meslek siyaset midir, edebiyat mıdır, doktorluk veya avukatlık mı bunu daha kestirememişti. Mektepten basit bir diploma ile çıkmış olduğu hâlde bunu zekâsının bir ölçüsü saymıyor, tutacağı iş için yeteneğinin uyarlığını hiç düşünmüyordu. Kendini en ziyade yükseltecek meslek hangisi ise bir kere bunu keşfettikten sonra her işi başarabilecek kuvveti kendisinde buluyordu.
Annesinin tuvalet merakı oğlunda da görülen bir histi. Mektepte okumanın rahatsız edici uğraşmasından kurtulduktan sonra, kitaplarını bir dolaba kapadı. Gazete bile okumaz oldu. Şimdi bir müddet gezip tozarak kurtulduğu mektep yorgunluğunun acısını çıkaracaktı. Bıraktığı kitaplara karşılık şimdi eline terzi faturalarını aldı.
Ne biçimdeki kostüme, nasıl yelek ve ne renkte boyun bağı yaraşır? Halline uğraştığı mühim meseleler artık bunlar olmuştu. Birçok elbise yaptırttı. Bunların bazılarında yapılmadan önce tasarladığı yaraşığı bulamayarak sıkılıyor, tasarladığının yanlışlarını düzeltmek için başkalarını diktirmeye kalkıyor, bu israfına babasından çok annesi öfkelenerek bağırıyordu. Çünkü oğlunun bu harcettikleri Ferhunde Hanım’ın tuvalet bütçesinde kendi süslerini bozacak büyük açıklar meydana getiriyordu. Onun bu ihtiyacını eksilten göz bebeği evladı da olsa bu hâle dayanamazdı. Evlat büyütmenin kendine bir ortak yetiştirmek olduğunu bu bencil kadın çoktan anlamıştı ama artık iş işten geçmişti.
Muzaffer Bey giyindi, süslendi, bir sevda avı aramaya çıktı. Oğlunun bu niyetini keşfeden annesi ona sevgi ile bakacak kadınların bu küstahlıklarını lanetleyecek söz bulamıyor, en ağır lakırtıları hafif buluyordu. Bu köpürmesi sadece, oğlunun kalbi kendisi ile başka bir kadın arasında ikiye bölünmesinden analık sevgisine açılacak olan teessür yarasını düşünmüş olmaktan değildi. Oğlu bir kızı sevip de evlenmeye kalkarsa kendisi ilkin kaynana ve sonra -Allah saklasın- büyükana olmak tehlikesiyle karşılaşacaktı. O, şimdi iki çocuğunun analığını üzerinde taşımak gibi dayanılmaz bir yük altında ezilirken kocakarılığına açık birer alamet olacak bu korkunç katmerli “analık”ları yüklenmeye nasıl dayanabilecekti?
Kocasının namuslu alnına iki iri boynuz takmak için olan niyetinde, büyükanalık felaketine uğradıktan sonra muvaffakiyet güç olacaktı. Bu felaketlerin meydan bulmaması için oğlunun davranışlarını inceden inceye gözlemeye karar verdi.
Muzaffer, bu aşk acemisi çocuk, tecrübesiz kalbinin ilk köpürmelerine uyarak birkaç kız ile mektuplaştı. Sonra bu işte kendisinden çok tecrübeli bir iki arkadaşın teşviki ile Beyoğlu’nda para ile bir gecelik muhabbet satılan evlere girdi çıktı. Bu tecrübelerinden evvel genç damarlarında dolaşan muhabbet kanının kafasında uyandırdığı o hayal okşayan, o temiz sevdayı bulamadı. Onun daha mektep döşeklerinde iken kendini saatlerce uykusuz bırakan, o zaman daha ne olduğunu seçemediği hayalini süsleyen temiz aşk ideali gerçekle karşı karşıya geldikten sonra solmuş, ilk şairiyet ve saffetini kaybetmişti. Duygularını tatmin için az zamanda çok dolaştı. Kolayca muvaffakiyetle söndürdüğü ateşin şiddetine karşılık şimdi sevdadan bir çeşit bulantı duymaya başladı. Artık aradığını bulamıyor, mektepteki gecelerinde gönlünü anlatılmaz bir istek nuruyla tutuşturan aşkın o tatlı temizliğini arıyordu. Düşüncesi, duyguları şüphe dumanları içinde bunaldı. O zamana kadar okuma çalışmaları ile dolu zihni birdenbire işsiz kalınca bu boş zamanlarını dolduracak kendine bir eğlence bulamamak sıkıntısı içinde bunalıp kaldı. Herhangi bir işe başlasa hemen sıkılarak bırakıyordu.
Ailece olan merak illetinin irsiyeti tesiriyle daha o yaşta bir çeşit hüzne düştü. Dayısı Ferruh Efendi gibi habbeyi kubbe yapmaya başladı. İşsizlik, dertsizlik bu zavallı genç için bir hastalık oluyordu.
Muzaffer Sabri Bey bu ruh hâlleri içinde iken bir perşembe günü sokağa çıkmak üzere giyinmiş, kadınlar da bir düğüne gitmek için hazırlanmışlardı.
Muzaffer, yalının büyük sofasından geçerken hayal edilmez, latif bir yürüyüşle yengesi karşısına çıktı. Cazibe Hanım, krem zemin üzerine açık tütün rengi ipekli tüller, güpürler ile süslü giydiği elbiseyi vücuduna o kadar yaraştırmıştı ki, delikanlının gözleri iki güzelliğin koptuğu gizli noktalara kadar bir renkte pembe somaki saflığı ile seyrine doyum olmayan letafetler saçan, bayıltıcı öpücükler isteyen bu açık göğüs üzerinde dolaşıp durdu. Zavallı çocuk alındı, sersemledi, bir şeyler oldu. Birkaç zamandır kaybetmiş olduğu gençliğinin bütün arzuları, hırsları, emelleri, delilikleri bir anda kalbinde parladı. O açık gül pembesi taze göğsün bir erkeğe nasıl doyulmaz zevkler vereceğini, kadın vücudunu tanımakta peydahladığı tecrübelerden anladı. Fakat bu bir anda olan tutkunluğunu sezdirmemek için kendini toplamaya uğraşarak hafif bir ses titremesi ile “Emin ol yenge, bugün düğünde en güzel, en şık, en latif kadın sen olacaksın.” dedi.
Bu komplimana karşı Cazibe Hanım ufak bir teşekkür reveransı ile “Çapkın… Sen de böyle iki dirhem süslenmiş nereye gidiyorsun? Anneni öldürecek misin?” latifesinde bulundu.
Bu sözlerin arkasından gelen sessizlik sırasında göz göze geldiler. Cazibe Hanım’ın göz bebeklerinde parıldayan koyu zümrüt gibi menevişlerden Muzaffer bir mana çıkarmaya uğraşırken, genç kadın elindeki incili yelpazeyi tehdit eder gibi karşısındakine birkaç defa salladıktan sonra nazik bir yürüyüşle uzun eteğini sürüyerek çekildi.
Muzaffer’in kız kardeşi Mahmure, naz ve letafetinin yaprağını, hayatın feyzine her gün bir parça daha açan bir kadın goncası idi. Onun gül yanaklarında, yapraklar arasında olup gelişmeye çalışan, güneşin sıcak feyzi ile pek temasa gelmemiş, el ve nefes değmemiş, ilk tazeliğiyle parlak bir meyve turfandalığı vardı. Onun bu güzelliğinin inceliği, iştahla dikilecek bir gözden müteessir olacak sanılırdı; bakılmaya kıyılamayacak kadar güzel bir kız idi. Boyu annesinden uzun, yüzü anasının ufak tefek yüz eksiklikleri kudret eliyle dikkatli bir tashih görmüş benzeri idi. Bu kız serpildikçe, renklendikçe, kadınlık manası gözlerinde her gün parlak bir açıklık aldıkça anasını büyük bir telaş alıyordu. Çünkü yan yana geldikleri zaman gözlere sefa veren bu turfanda genç kızın gözleri çeken yüzü yanında Ferhunde Hanım’ın yapma bayatça güzelliği artık seçilir gibi oluyordu.
Kız, “Anneciğim!” diye coşkun bir sevgi ile boynuna sarılmak istedikçe “anne” sözünden son derece gücenerek “Aman çekil densiz!..” diye tekdir edip bu okşanmalardan ürküyor, kızına bu “anne” sözünü dedirtmemek için çareler düşünüyordu. Onu, bu hakkı olan sözünden nasıl vazgeçirebilecekti? Sonunda, bir gün, dayanamadı, kızın bir sevgi coşkunluğu ile boynuna atılmak istediği bir anda onu iterek:
“Mahmure, aygır kadar bir kız oldun. Yetişip beni geçtin. Ben mi seni doğurdum, sen mi beni doğurdun? Artık bundan bana şüphe gelmeye başladı. ‘Anne!’ diye üzerime saldırdıkça kendimi üç otuzunda zannediyorum. Senin gibi koca kızın ağzına anne sözü yakışmıyor. Pek genç iken çocuk doğurması ne bela imiş. Biz, ana kız değil iki kız kardeş gibi duruyoruz. Senin bana anne demeni duyanlar şaşkınlıktan gülüyorlar. Bundan sonra bana anne deme, istemem; ‘abla’ de. Bu daha iyi. İkimiz de gülünç olmaktan kurtuluruz.”
Bu azarlamada ne korkunç bir bencillik ne kadar anormal bir emel gizli olduğunu pek fark edemeyen kızcağız donakaldı. Annesi mi onu doğurmuş yoksa o mu annesini? Bu şüphenin garipliğine şaştı. Kendisinin anasından doğmuş olduğu apaçık iken kim şüphe edebilirdi ki annesi böyle söylüyordu.
Kendisi annesine ayıp getirecek yaradılışta bir kız mıydı ki anası onu doğurmuş olmaktan bu kadar pişman oluyor, utanmış görünüyordu? Zavallı kızcağızın kalbi sevmek arzusu ile öyle coşkun bir hâlde idi ki, bu ihtiyacını anasına olan aşırı sevgisiyle tatmin etmekten başka bir tesellisi yoktu.
Mahmure, derin bir üzüntü ile boynunu eğdi, çekildi. Bu anlaşılmaz yasaktan pek kederlenmişti. Sebebi ne olursa olsun, annesinin bu garip emrine uymakla sevgisini kazanmak için kederli ve yalvaran bir bakışla dedi ki:
“Ablacığım sizi kucaklamama müsaade ediniz de bu hangi adla olursa olsun benim için hep birdir.”
***Evde aile azası arasına girmiş bir delikanlı daha vardı: Şemsi Bey. Hasan Ferruh Efendi’nin oğlu olmadığı için bu adı verdiği bir Çerkez çocuğunu pek küçükten büyüterek oğulluk edinmiş ve kız kardeşinin oğlu Muzaffer ile birlikte okutarak eğitimine büyük dikkat etmişti. Niyeti, bu genci kendine damat etmekti. Ancak yirmi ikisinde olan Şemsi de okumasını tamamlamış, diploma almış, gireceği resmî hizmet henüz belli olmadığı için yalıda boş oturuyordu.
Şemsi, ortadan uzunca boylu, zayıf değil fakat ince, solgun beyaz tenli, yaylarının sonlarına doğru latif bir ahenkle hançer ucu gibi çizilmiş incerek kumral kaşlı, ter bıyıklı, dikildiği yerlerde derin bir şairane araştırma ile duran durgun iri şahane gözleri ile pek çekici bir gençti. Geniş alnı üzerine bir yığın teşkil eden sık ve sert koyu lepiska saçları, manalı derin gözler ve hançer gibi kaşlar üstünde, bu yüze pek hoş bir vakarlı güzellik veriyordu. İki yan çene kemiği köşeleri biraz çekik ve enlice çizilmişti. Çene ucunun aşağı doğru dönen yuvarlak kısmına kadar uzanan çizgi gibi bir çukur sanki birtakım densizliklerin, inatların, ani coşmaların mahfazasıydı. Orta genişlikte ağzın bir sıraya küçük, beyaz düzgün dişlerini örten ince dudaklar o solgun yüz ile hiç uygun olmayacak surette ilkbahar güneşine karşı parıldayan kirazların yakut gibi gülüşlerini andırırdı. Bu güzellik düzenini bozan organlar bir çift kalkık Çerkez kulağıyla, ucuna doğru incelik ve uygunlukla genişleyen burun kanatlarının şehvetliliği gösterecek şekildeki hafif genişlikleri idi.