bannerbanner
Cehennemlik
Cehennemlik

Полная версия

Cehennemlik

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 7

Şemsi, incir çekirdeği doldurmaz küçük sebeplerden kendi için gücenme vesilesi arayan ve kızdığı zamanlar da sözünü pek sakınmayan çabuk parlar bir gençtir. O çok kere birden parlar ve söner. Bazen bu çabuk parlayışlarla hatırlar kırar, delice şiddetlere kalkışır, sonra pişman olur. Hiddetlenince kendini tutmaya karar verir, fakat sinirlerinin oynamasına dayanamayarak, bu kararlarına uyduğu hemen hemen hiç olmamıştır. Neye gücendiğini kimseye anlatmadan haftalarca düşünür.

İyi bir tahsilden sonra fikirleri ile parlamaya başlayan çalışkanlara, zekilere karşı büyük bir sevgi ve saygı ile duygulanır. Onların meclislerinden, arkadaşlıklarından çok sevinir. Fakat kendinin tahsile pek o kadar merakı yoktur. Zoraki bir âdet olduğu için mektebe gitmiş gelmiş, birkaç imtihanda takla atarak zor zar öğrenimini tamamlayabilmişti.

Futbol, bisiklet, av, nişancılık gibi sporlara heveskârdır. Vaktini bunlarla geçirmeye imkân olmadığı zamanlarda bezik, poker, tavla oyunlarına dalar. Yalıda Hasan Ferruh Efendi’nin gayet zengin bir kütüphanesi vardır. Bunun kapısını en ufak bir merak fikri ile o kadar vakittir ne Muzaffer açmıştır ne de Şemsi.

Ahlak ve âdetçe iki genç arasında hemen hiçbir uyarlık yoktur. Muzaffer Sabri’nin kadın peşindeki dolaşmalarına Şemsi hiç katılmamıştır. Şemsi aşka dair duygularını kimseye açmamış, bu hususta pek utangaç ve âdeta gem almaz bir vahşidir. Günden güne renginin daha ziyade solduğuna bakılırsa tek başına ateşini söndürmek için gençler arasında, salgın hâldeki tehlikeli bir düşkünlükle vakit geçirdiği anlaşılır. Kadın deyince o korkar, kaçar. Şimdiye kadar lekesiz kalmış olan gençlik iffetine karşı, bundan büyük bir tehlike kokusu alır.

Şemsi, spor yapmadığı zamanlarda yalının o ihtişamlı odalarını, o şairane ağaçlık yollarını, ormanlarını bırakarak o semtin en pis bir kahvesinde balıkçı, kayıkçı güruhundan kirli yağlı kimselerle yüzlük paketine tavla, iskambil oynardı.

Şimdi bu ailenin, anlatılması gereken zavallı bir azası kaldı. O da Hasan Ferruh Efendi’nin kızı Atıfet Hanım’dır.

Bu kız, babasının ne kadar hastalık ve sakatlıkları var ise sanki onların bir araya gelmesinden meydana gelmiş, cisimleşmiş bir hüzündür. O kadar zayıf, kısa ve ufak tefek yapılıdır ki, yirmisini geçtiği hâlde daha büyümesi beklenen bir çocuk gibi durur. Fakat yüzünde o yaşın körpeliği yerine hüzünlü bir cücelik manzarası vardır. Çünkü otuz yaşına mahsus yüz çizgileri daha şimdiden belirmiştir. Beygir başını andıran dar, uzun, uçuk sarı buğday rengi bir yüz üzerindeki kirpiksiz, sönük bir çift ufak kara göz, ince, fakat ucu aşağı doğru kıvrılarak uzamış gagamsı bir burun, kemikten ibaret çıkık yanaklar, bakanları zavallıya acındıracak kasvetli bir bütünlük meydana getirmişti. Soluk ve bellisiz derecede ince dudaklarla çevrili ağzı o kadar küçüktür ki, ufak bir fındığın geçmesine zor imkân düşünülebilecek bu süzgeç deliğini -tabiatın şu insafsızca unutkanlığını düzeltmek için- insanın iki parmağını sokup biraz daha yırtacağı gelir. Küçük ağız beğenilirse de o gaga burunla uzun çene arasındaki bu belirsiz ağzın öteki yüz uzuvları ile denksizliği görüldükçe insana sıkıntı basar. Atıfet Hanım bu yaradılış eksiğinden dolayı lakırtıyı basık, peltek söyler.

Zavallı kız, bu gudubetliğine karşı zeki ise de kadınlık hissine kapılarak bu ağırlık veren çirkinliğini süse, tuvalete aşırı derecede bir düşkünlükle tamire uğraşır. Yüzüne neler sürse, kirpikli gözlerini ne kadar tahrillese, seyrek, güdük saçlarını modanın göz aldatacak hangi yeni bir şekline soksa, ne renk ve biçimde elbise giyse yapılmak istenen güzellik, latiflik yerine, zavallıya büsbütün bir çirkinlik basar, en göz alıcı, en ferahlatıcı renkler, kumaşlar üzerinde sanki ağlar, birer yas manzarası alır.

Süslenme işinde onun yapabileceği en doğru yol kasvetli yüzünü örtecek en koyu renkler, en sade biçimler, güzelliğe yeltendiğini belli etmeyecek en basit saç tanzimleri ise de bu yaşlı yüzün ürküttüğü gençlik emelleri, coşkunlukları hep onun gamlı kalbinde toplanmış olduğundan güzellenmek için burada kaynayan kadınlık heveslerine bir türlü dayanamaz. Hiçbir kadın aynanın karşısında süslenmek düşüncesiyle bunun kadar yorulmamıştır. Odasına saatlerce kapanır. Moda gazetelerini önüne açar. Saçlarını bin türlü düzeltir. Yaraştıramazsa yine bozar. Yüzünü pudranın, düzgünün, allığın bütün dereceleriyle boyar. Yanaklarını, kansız kıkırdak kulaklarını pembeleştirir. Beklediği çekici güzellik yerine yüzüne daha çok bir kartlık, yorgunluk, sevimsizlik gelir.

“En çirkin bir insan, ayna karşısında mutlaka kendisinin sevilecek bir yerini bulur imiş, bulamasa çatlarmış.” derler. Atıfet Hanım beyhude geçen o çalışma saatlerinden sonra çatlamaz. Fennin sırlarından birini keşfe uğraşan yılmaz zekâlar gibi güzelliğinin sırrının anahtarını bulmaya yine uğraşır, uğraşır.

Bundaki muvaffakiyetsizliğin verdiği ümitsizlikle yerlere kapanır. Gizli gizli saatlerce ağlayarak çirkinliğinin yasını tutar. Evdeki öteki kadınların parlak güzellikleri kendini bütün bütün kederlendirir. Onlarla yan yana geldiği zaman ortaya çıkan zıtlık levhası onda can yakıcı işkenceler doğurur. Soluk bir kurdele parçası, en çolpa kıyafet, Cazibe ve Mahmure hanımların güzelliklerine başka bir parlaklık verir, hiç zahmet çekmeden ne yapsalar onlara yaraşır. Atıfet onların güzelliklerine gizli olduğu kadar büyük ve öyle can kemirici bir çekememezlikle yanıp durur ki bu ikisinin çiçek çıkarmak gibi bir cilt hastalığı ile güzelliklerinin yok olmasını âdeta bekler durur. Bütün bu içindeki azapların şiddetlenmesinin sebebi Şemsi’ye olan namzetliğidir. Bu delikanlı, kendisine benzeri bulunmayan bir “dünya güzeli” gibi gelir. Ona uygun bir eş olabilmek için en güzel şekilde yüzünün değişmesi yolunda mucizeler bekler. “Ab-ı Hızır, ab-ı hayvan”la afete dönmüş çirkinlerin hikâyelerini dikkatle dinler. Bazı bazı kendini rüyada boylanmış, semirmiş, pembeleşmiş, baştan aşağı değişmiş, göz alıcı bir kız olmuş görür. Uyanır uyanmaz, kalbindeki o sevinç çarpıntısı ile aynaya koşar. Aynanın cilalı yüzünde karşısına, uyku mahmurluğu ile bir çatkınlık peydahlanmış, kürek gibi uzun yüzlü çipil bir kız, yani o eski kendisi çıkar. Bu uyku ile gelen sevincinin arkasından eskisinden fazla bir keder bastırır.

VII

GÖRÜLMEMİŞ BİR AŞK CÜRETİ

Bir yaz günüydü.

Ferhunde Hanım, kimin için olduğu bilinmeyen son derece bir dikkatle boyanmış, taranmış, pudralanmış, saçlarının rengini açan koyu lacivert elbise giymiş, kabına sığamayan bir genç fıkırdaklığı ile yalının bir penceresinden ötekine koşarak kendini gösterecek erkek arıyordu.

Uzaktan körpe ve pek güzel göründüğü için yalının önünden geçen kayıklardan bazı zamparalar kürekleri ağırlaştırarak terbiyelerinin ve zevklerinin derecesine göre laf atarak bu melek yüzlüye yanıklıklarını anlatıyorlardı. Ferhunde Hanım, karşı kıyının denizle gök arasındaki yeşil korularını dalgın dalgın seyre kendini vermiş gibi kayıtsız tavrı altında hep bu zevzeklikleri cankulağıyla dinliyordu.

Bu su caddesi yolcularından esmer bir genç, tutkunca bakışını yalının penceresi üzerinde dinlendirerek ilkin uzun bir ah çekti… Sonra baygın ve yangın bir çalımla dedi ki:

“Acaba bu huri hangi bahtiyarın aguşunu süslüyor? Böyle bir zevceye malik olmayı dünya saadetlerinin hepsine tercih ederim.”

Delikanlının Sabri Bey’e olan bu hasedi, Ferhunde Hanım’da pek acı bir teessür uyandırdı. Gözlerinden bir iki damla yaş sızarak bu kıskançlık sorusuna şu mırıltı ile cevap verdi:

“Kocam olacak büyükbabam yerindeki o boyalı papağanı görsen kim bilir bana ne kadar acırsın!”

Kayık geçti gitti. Fakat rastladığı her kadına karşı yaraşır yaraşmaz bir söz atmayı eğlence edinmiş o kayıtsız gencin bu hükmü Ferhunde’nin kalbine derin bir yara açtı. Kendisi bir melek idi, bir huri idi. İşte bu gerçeği hiç tanımadığı en tarafsız delikanlıların ağızlarından işitiyordu. Kendi gibi huriyi andıran bir kadına ateşli bir gencin sıcak kolları nereden açılacaktı? O kadar genç ve ateşli bir âşık arıyordu ki, onun sonsuz bir istekle vücuduna dolanacak kolları arasında kemikleri çatırdasın, onun doymak bilmeyen yakıcı dudaklarının öpüşleri ile her tarafı çürüsün. Gençliğin ilk kuvvet ve iştahlarıyla yanmış bir aşk canavarı onu emerek, kemirerek, yiyerek o zamana kadar olan sevda yoksulluğunu tazmin etsin. Bütün varlığında bu derece şiddetli bir sevilme ihtiyacı vardı.

Temiz, rezil birkaç harfendazlık51 daha dinledikten sonra pencerenin önünden çekildi. Kayıktan işittiği sözlerin tesiriyle kocasına boynuz takmak kararı bugün her zamandan çok kalbinde şiddetlendi. Ne yapacak olsa kendini mazur görüyordu. Damarlarını yakan kadınlık ateşinin amansız tazyiki ile aşağı indi, yukarı çıktı. Sonunda bahçeye bakan balkonun kapısını açtı.

Haziran güneşi bahçenin tarhlarını, taflanlarını, çamlarını, kumlu sarı yollarını, çeşitli çiçeklerini yaldızlayarak koyu mavi gökten her tarafa ferahlık saçıyordu. Tabiatın bu gülümsemesi Ferhunde Hanım’a dokundu. Kâinatın bu neşeli ahengine uymaya onun gönlündeki boşluk engeldi.

Balkonun küpeştesine dayandı. Kendine eş arayan bir kumru mahzunluğu ile düşünmeye başladı. Ağaçlığın sağ tarafında gençlerin top oyunları için bir boşluk bırakılmıştı. Muzaffer, Şemsi, Atıfet, Mahmure bu gürültülü oyunun velvelesiyle saatlerden beri bahçeyi doldurduktan sonra şimdi yorularak birer tarafa çekilmiş dinleniyorlardı. Sadakor52 yeldirmesiyle seyirci olarak bulunan Cazibe Hanım Muzaffer ile mahruti yeşil bir çadır gibi eteklerini açmış tablo letafetinde bir çamın gölgesine konulmuş bir kanepede oturuyorlar, Atıfet’le Mahmure biraz ötede iki sandalyeye kurulmuşlar, aralarında duran iri lastik top üzerine iddialıca bir konuşmaya dalmışlar, Şemsi gölgeliklerden uzak yeşil bir bank üzerine, arkaüstü upuzun yatmış tekmil vücuduyla güneşin hararetini emiyordu.

Delikanlı spor kıyafetiyle iki kolunu yukarı doğru çapraz kaldırarak ellerini başına yastık yapmış, vücudunda bir keten pantolondan başka bir şey yoktu. Fanilanın yenleri sıyrılmış, bileklerden dirseklere kadar damarlıca kolları açık kalmış, hâle göre boyun gerilmiş. Fanilanın üst düğmeleri çözülmüş, göğüs başlangıcında hafif siyah kıldan bir küme; dizlerden yukarı kısa pantolon çekilerek uylukların bir kısmını meydanda bırakmış, çorabın biri bağından kurtulmuş ince fakat sık tüylerle kaplı dolgunca, adaleli baldır yarıya kadar açılmış. Hançer gibi kaşlara doğru beyaz alın üzerine koyu lepiska saçlar dökülmüş, gözler cennetteki bir sevda uykusuna dalmış gibi bir rahatlıkla kapalı, güneşin ışıkları kirpiklerin tahrillerini daha artırmış, ter bıyıklara mübalağalı parıltılar vermiş, yakut gibi ince dudaklardaki uyku güzelliği doyulmaz sevda zevkleri vadediyor.

Gergin yatan bu körpe erkek vücudunun yüz, boyun, omuz, göğüs, karın, kalçalar ve bacaklarında görülen erkek gençliğinin öyle belirli nişanları ve güzellikleri vardı ki, Ferhunde Hanım, bu hemen baştan çıkmaya hazır azgın kadın bu levha ile karşı karşıya gelince elektrik bataryasına uğramış gibi tepeden tırnağa kadar dayanılmaz bir şehvet isteğiyle sarsıldı. Çocuğun en gizli uzuvlarını araştırır ateşli bir bakışla gözlerini bu serpilmiş vücuda dikti. Göğüs geçire geçire bakmaya doyamıyordu. Bu arzu, ani olduğu kadar dehşetle parladı. Hemen o anda bahçeye çıkarak bank üzerinde Şemsi’nin koynuna yatıvermek deliliğine kadar vardı.

Bu kadın, kaç zamandır biriken hırs ve nefis hevesleriyle bir sevda bombasına dönmüş, patlamak için bir kıvılcım bekliyordu. İşte bu kıvılcımı Şemsi’den aldı. Birden kudurdu. Evet, aşkının ideali işte bu vücut idi. Şimdiye kadar göğsünde tüneyen ihtiyar boyalı papağan yerine artık bu bülbülü öttürecekti. Böyle bir aşk tanrısı yanı başında dururken acaba ne için onu uzaklarda bulmaya uğraşarak boş yere yorulmuş, vakit kaybetmiş, bunun zevkinden tatmakta geç kalmıştı?

Baktıkça daldı, daldıkça baktı. Beyninde volkanlar püskürten bu genç vücudun bütün hayat verici serin sularını son katresine kadar içmeye yeminler etti. Kocasına öyle güzel, zarif ve hemen billurdan denecek bir çift boynuz takacaktı ki zavallı boyalı papağan bunların ağırlıklarını hiç duymayacaktı.

Bu ilk parlayıştaki göz karartısı ile işin olmasında aşılmayacak o kadar engeller, zorluklar göremedi. Kendi güzelliğine, çekiciliğine, tesir kuvvetine o kadar inanıyordu. Bu tecrübesiz genci bir hamlede ebedî olarak kucaklayıvereceğinden şüphe etmiyordu.

Birdenbire kulağına bir ses geldi. Gözlerini bu büyüleyici levhadan ayırarak bahçenin köşe bucağını gözden geçirdi. Karşıdan, Atıfet kolunu kaldırmış parmağıyla Ferhunde Hanım’ı göstererek bağırıyordu:

“Bak, bak annen nerede?”

Ferhunde Hanım büyük bir infial ile yavaşça söylendi:

“Dilin tutulsun musibet bücür, kör olası gözlerin koca bahçede benden başka bir şey görmedi mi?”

Atıfet’in bu bağırışında Ferhunde Hanım’ı gücendiren iki şey vardı. Birincisi korkunç olan “anne” sözü idi. Şemsi ile Muzaffer yaşıt olduğuna göre kendisi için oğlunun anası olmak felaketi inkâr olunamaz bir gerçek olunca âşık tutmaya karar verdiği gence karşı da o makamda olması tabii oluyordu. Bu söz yalının içinde her gün ve her ağızda böyle kampana gibi çalkalandıkça türlü tedbirler ile gizlemeye uğraştığı yaşlılığını hatırlatmaya uğursuz bir vesile olacaktı. İkinci sebep de Atıfet’in Şemsi’ye nişanlı bulunmasıydı ki, bunda da birçok felaketler gizliydi. Kendisi Muzaffer’in annesi olduğu gibi Atıfet’in halası bulunması da inkâr edilemez bir gerçekti. Atıfet’in annesi ölerek kızının analığı yerini ailede en yaşlı kadın bulunması itibarıyla Ferhunde Hanım’a bırakmış bulunuyordu. Onun için cılız kızın evlendiği zaman Ferhunde Hanım damada karşı kaynanalıkla vazifeli olacaktı. Bu muhterem mevkilerden damadın sevgilisi hafifliğine atlayarak böyle meşru olmayan ve akılalmaz surette nefsinin heveslerini yatıştırmakta haz ve bahtiyarlık aramayı hangi vicdan kabul edebilirdi?

Ferhunde Hanım’ın gözlerini öyle kalın bir sevda perdesi bürümüştü ki bu çok büyük engelleri, bu korkunç mahzurları biraz aklına getirdiyse de emelinin temelini sarsmamak için işi derinleştirmek tarafına yanaşmadı.

Şimdi onun zihnini yalnız bir nokta kurcalıyordu. Atıfet ne kadar cılız, bücür, cüce, gudubet olursa olsun Şemsi ile evlenmeye namzetliğinden dolayı onu oğlandan kıskanıyordu. Bu ceylan gibi delikanlı, Hasan Ferruh Efendi’nin bu aptalca kararına boyun eğerek bu gönül sıkıntısı yengeç kızın kocalığı felaketini kabul edecek miydi? İşte buna bir türlü ihtimal vermeyerek Ferhunde Hanım’ın gönlü ferahlıyordu.

Atıfet’in bağırmasının arkasından Mahmure’nin tınlayan sesi duyuldu. Annesine karşı çırpınarak:

“Ablacığım buraya geliniz. Bakınız bahçe ne güzel…”

Bu seslenişi duyunca Atıfet’in kansız kısık dudakları alaylı alaylı bükülerek sordu:

“Abla mı? Annelere abla demek de moda mı oldu?”

Mahmure cevap vermedi. Fakat cılız kız çehresinde garipliği gittikçe artan alaylı hâliyle tekrar sordu:

“Mahmure söylesene… Annen mi küçüldü? Sen mi büyüdün? Bu iniş çıkıştan benim hiç haberim yok.”

Mahmure, karşısındakinin kulağına eğilerek yavaşça:

“Sus… Sus… Annem öyle tembih etti.”

Bu susma ihtarına karşı bücür kız bir kahkaha salıvererek:

“Annen ‘abıhayat’ içmiş… Hiç ihtiyarlamaz ki, ebedî olarak genç kalmaya yemin eden bu kadın, görürsün, birkaç sene geçsin seni kendine ‘kızım’ dedirtmeye zorlayacaktır.”

Bu geçkin kadının giderek daha gençleşir gibi tazeliğini korumasından dolayı Atıfet’in yüreğinde ona karşı gizli bir hıncı vardı. Ailece sokağa çıktıkları vakit bütün dikkat ve meftuniyet gözleri çarşaf ve peçe altında daha süslü duran bu boylu boslu hala hanıma çevrilir, Atıfet’in kadın varlığı fark olunmaz, olsa da alay edilmek için olurdu.

Ferhunde Hanım balkondan bu kahkahanın manasını hemen fark etti. İntikam almak için aşağı inmek istedi.

Mahmure, Atıfet’in bu alayını kapatmak için annesine:

“Biz Şemsi Bey’le Muzaffer ve Atıfet’e karşı üç gol fazla ile galebe çaldık. Şemsi ağabeyim yoruldu, bakınız orada yatıyor.”

Bu “ağabey” tabiri de Ferhunde Hanım’ın yüzüne ağır bir buruşma getirdi. İçeri girdi, ayna önünde pudrasını tazeledi. Saçlarını düzeltti. Bir küçük şişe menekşe esansının hemen dörtte birini avucuna boşaltarak göğsünü, boynunu, bedenini kokuya boğdu. Beyaz ipek bornozuna büründü. Bahçeye çıktı.

Ferhunde Hanım tufaların arkasından daha gözükmeden Atıfet, “Mahmure müjde, annen… Ay yanıldım, ablan geliyor.” dedi.

“Hani ya? Meydanda yok.”

“Kendinden evvel kokusu geldi de teşriflerini ondan anladım.”

“Ne kokusu?”

“Aman alık… Ablan bir şişe lavanta ile yıkanmadıktan sonra hiç kapı dışarı adım atar mı?”

“Aman Atıfet sen de… Annem ne yapsa gözünde büyük bir kabahat oluyor. Lavanta sürünmesi ayıp mı? Yoksa büyük bir günah mıdır?”

“Babanın burnu pek o kadar koku almaz da… Ben ablanın bu iptilasını lüzumsuz görüyorum.”

Ferhunde Hanım, Atıfet’i öfkesinden çatlatacak nazenin bir yürüyüşle gözüktü. Şemsi’nin yattığı banka doğru yürüyordu. Zeki Atıfet, halasını bahçeye çeken sebebin Şemsi olduğunu hissetti. Çünkü onu kendi gözünden kıskanırdı. Nişanlısını, bu kadının hırslı bakışlarından korumak ister gibi o da gözlerini banka dikti. Ferhunde Hanım, kızın gözlerinden ızdırabını anladı. Fakat hiç aldırmadı. Uyuyan delikanlıya fütursuzca yaklaştı. O görünüş, kadının helecanını bütün bütün artırdı. Kızgınlık zamanlarında erkeğinin kokusunu alan yırtıcı bir dişiye döndü. Bütün kuvvetiyle çarpıntısını gizlemeye uğraştığı hâlde yapamayıp aşırı isteği sesinde dalgalanarak:

“Bunu böyle neye bıraktınız? Zavallıyı güneş çarpacak.”

Halasına eziyet etmek için fırsat kaçırmak istemeyen Atıfet, telaştan büsbütün peltekleşen küçük ağzıyla hemen cevap verdi:

“Gençleri tedbirsizlikten korumak için içimizde sizin kadar analık vazifesini iyi yapacak yaşlı bulunmadığından… Görünüşte ne kadar şuh bir abla olsanız yine kalbinizde bir analık mayası, şefkati vardır.”

“Abla” sözünün bu hor kullanılışına karşı Ferhunde Hanım şüphelenerek gözlerini hışımla kızına dikti. Mahmure mosmor kızardı. Serpilmiş, önünde yatan delikanlıyı okşaya okşaya uyandırabilmek için bu cüce kızın kıskanç gözlerinden kurtulmak lazımdı. Bu alıngan, sakat, sinirli mahluku oradan kaçırmak maksadıyla Ferhunde Hanım biçareyi ta kalbinden yaralamaya atılarak dedi ki:

“Doğurmak, ana olmak kadınlığın en büyük bir şerefidir. Yazık senin gibi bücürlere ki bu şereften mahrum olmaya mahkûmdur. Çünkü doğuramazlar. Baban seni kocaya vermezden evvel çocuğun geçeceği yolu mengene ile açtırtmalı. Evlenme, senin için ölüm demektir. Bu kuruntu ile kendini hiç üzme.”

Atıfet, tir tir titreyerek hemen cevaba atıldı. Sinirliliğinden anlaşılmaz bir iki kelime kekeleyebildi.

Ferhunde Hanım, gür sesiyle, bu sakat kızın bozuk bir flavtanın tiz perdelerine benzeyen cılız sesini boğarak:

“Haspaya bak, hâlini bilmeden top oyunu için kırmızı kadife kostüm yaptırtmış. Bu kıyafetle neye dönmüşsün? Bir kere aynanın önünde endamına baktın mı? Ne erkeğe benziyorsun ne kadına… İki cinsin arasında tuhaf bir mahluk olmuşsun. Bu kostümünle at cambazhanesine palyaçoluğa git. Beş on kişiyi güldürerek kadınlığına ancak bu suretle bir şeref temin etmiş olursun.”

Ferhunde Hanım yaşından söz edilince nasıl ifrit olursa Atıfet de kostümü ve cüceliğiyle alay edildiği vakit kendini kaybedecek bir sinir buhranına düşerdi. Zavallıya sinir nöbetleri geldi. Ölü gibi bir benizle iki hizmetçinin kolları arasında odasına çıkarıldı.

Mahmure, meselenin aslını pek anlamayarak annesinin öyle zavallı bir mahluka karşı bu zalimce coşup taşmasına şaşırıp kaldı. Annesi niçin o kadar köpürüyor, kızların yanında söylenmesi hiç de münasip olmayan sözleri ağzından kaçırıyordu?

Şemsi, yanı başında kendi için sözle yapılan kadın düellosundan habersiz hâlâ uyuyordu. Ne olursa olsun Ferhunde Hanım karşısındakini yenerek onun kıskanç bakışlarından kurtulmuştu.

Mahmure’nin şaşkın gözlerine karşı ufak bir mazeret açıklamasında bulunmak için dedi ki:

“Menhus bücür, kendi hâlini bilsin de sonra ötekinin berikinin yaşıyla, bilmem nesiyle eğlenmeye kalksın. Öfke ile ben de kendimi tutamadım. Pek fena müteessir oldu. Haydi git bak sakın gebermesin.”

Kızını da oradan bu suretle uzaklaştırdı. Sonra uzakta çam gölgesinde oturan Cazibe ile Muzaffer’e baktı. İkisi baş başa muamma ile dolu bir tavır içinde o kadar dalgın görüşüyorlar idi ki bahçede kavga değil muharebe olsa duymayacağa benziyorlardı. Cazibe ile oğlunun bu derin konuşmaları pek iyi bir manaya değilse de onların dünyayı göremeyecek kadar böyle birbirleriyle meşgul olmaları kendisinin Şemsi ile olacak âşıktaşlığına meydan vermiş olacaktı. Ferhunde Hanım kendi kendisine şöyle düşündü:

Gençliğin en kaynar çağındaki Cazibe, benim yaşlı, sakat ağabeyime hayatını tamamıyla bağlayamaz, duygularını yatıştırmak için mutlaka bir günah işleyecektir.

Sonra önünde yatan delikanlıya baktı, içi titredi. Ve yine düşüncesinde devam etti:

Canı cana ölçmeli. Bu genç karı elbette bir halt edecektir. Bunu dışarıdan bir erkekle yapmaktansa benim oğlumla yapması “ehvenişer” sayılır. Rezalet, aile arasında gizli kalır. Birbiri ile evlenmeleri kabil olamayacağından benim için kaynana ve kadın nine olmak tehlikesi de gecikmiş olur. Muzaffer de pek ateşli bir oğlan, imkânı yok tek durmayacak. Onun da dışarıda ne oldukları belirsiz birtakım murdar karılarla bir sevda pazarı açarak başımızı türlü belalara sokmasındansa bu suretle zapt edilmesi, idare olunması hayırlıdır.

Bu ne dehşetli bir düşünce idi. Ferhunde Hanım, Şemsi için tasarladığı sevda planındaki atılganlığını engelleyecek neler varsa onları kaldırmak için, maddi manevi ne kadar sakat ve sonu kötüye varacak olursa olsun her işi mübah görüyordu.

Bu düşünce sonunda oğlu ile kardeşinin karısının bu sevda konuşmalarına göz yumarak Şemsi’ye yanaştı. Onun güneşten ısınmış tüylü ve adaleli genç baldırını iştahtan titreyen elleriyle hafif hafif okşayarak en ruh okşayıcı sedasıyla:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Meşbu: dolmuş, dolu durumda olan, dolu, doymuş. (e.n.)

2

Pülverizatör: Püskürteç. (e.n.)

3

Etüv: Yiyecekleri, nesneleri yüksek ısıyla sterilize ve dezenfekte etmekte kullanılan kapalı araç. (e.n.)

4

Âsân eylemek: Kolaylaştırmak. (e.n.)

5

Adem: Yokluk. (e.n.)

6

Kordiyal: Çarpıntı ve kalp rahatsızlıklarında kullanılan rahatlatıcı ilaç. (e.n.)

7

Saniye mütemayizi: Devlet dairesinde yazışmaları düzelten mümeyyiz unvanlı memurun ikinci derecede olanı. (e.n.)

8

Amedi-i divan-ı hümayun: Sadrazamın, Babıali makamında, kurumun dış yazı işlerini yöneten daire. (e.n.)

9

Ateşgede: Ateşe tapanların ibadet ettikleri mabet. (e.n.)

10

Ziya-i Azim: Büyük kayıp. (e.n.)

11

Vüzera-yı fihâm: Saygın vezirlerden. (e.n.)

12

Lebbeyk-zen-i icabetle: Tanrı’nın emrine uyarak. (e.n.)

13

Kari: Okuyucu, okur. (e.n.)

14

Münkereyn: Kabirde ölüleri sorgulayan Münker ve Nekir adlı melekler. (e.n.)

15

Mevt: Ölüm. (e.n.)

16

Bad-ı saba: Baharda esen hafif ve hoş rüzgâr. (e.n.)

17

Demanti: Yalanlama yazısı. (e.n.)

18

Abo: Suistimal. (y.n.)

19

Maparol donör: Namusum hakkı için. (e.n.)

20

Medison teretan: Tabip-i mütedavi; hastaya bakan hekim. (y.n.)

21

Gâh ü na-gâh: Vakitli vakitsiz. (e.n.)

22

Rahm-i maderde, ana karnında. (e.n.)

23

Hararet-i gariziye demek istiyor; yani “normal vücut ısısı”. (e.n.)

24

Veçhişebeh: Benzetme yapmak. Teşbih. (e.n.)

25

Ma nahnü fih: Bahsini ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz şey. (e.n.)

26

Eşek arısı dilini yaksa / Doğru dürüst bir şey söyleyemezsin. (e.n.)

На страницу:
6 из 7