bannerbanner
Cehennemlik
Cehennemlik

Полная версия

Cehennemlik

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

Yalnız “Biz frengik lafı tek ederik!” düsturuna uymayarak lakırtıyı çok söyler, zarafet göstermek için cinası, kinayeyi çok sever, bunların hiçbirini ağzına yakıştıramaz. Hasılı şaklabanlığı şarlatanlığından çoktu.

Hekimlikten çok kendine mahsus bir çeşit meddahlıkla Hasan Ferruh Efendi’yi oyalardı.

Odadan içeri girdi. Gebers’in muayenesinden yorgun düşmüş olan hastasını bir köşede yine melankoliler içinde buldu. Ardı arası gelmez bir söz bolluğu ile ağzını açarak:

“Vay efendim, yuvasında buz tutmuş bir kumru gibi onun orasında oturmuş da suspus ne düşünoorsunuz?”

Hasta, hiçbir söz etmeden, eliyle kederinin sebebi olan kalbini işaret etti.

Âlimyan: “Ha evet… O mahut alet bende de vardır. Babamda da var idi. Büyük dedemde de… Bütün canlı ve sağ mahlukatta ondan birer tane vardır. Korkulacak bir şey değildir efendim… Cenab-ı Hâllak onu yaratmış ise de işletmesini de bizden iyi bilir. Onun nasıl işler olduğunu merak edip de hiçbir vakit dinlememelidir. Çünkü kalp pek şakacı bir alettir. Gâh ü na-gâh21 durmuş gibi yaparak kendini dinleyen ile sanki mehtap eder. Efendim affedersiniz, size düpedüz bir laf edeyim? Çok kurcalanan saat şaşkına döner, doğru gitmez. Onu ile (onunla) asla oynamamalıdır. Çünkü biz vücudumuzun makinisti değiliz. Onu yaratan Allah öylece bir tertibe koymuştur ki, ayarına dokunmaya gelmez. Biraz geri kalır, ileri gider, altık (artık) o, onun işidir, bildiği gibi işletir. Menşur (meşhur) cenkçi Napoleon’un yüreği natura nizamından pek eksik işler idi. Büyük adamlarda bazan da öyle olur, ağırlaşır. Vücudun aletleri doğru işler ise buna ‘normal’, aykırı işler ise buna da ‘anormal’ derler. Bunları bilmek için sebepler içinde sebepler vardır ki hiç kimse bu kadar malumatı kafasının içine koyamaz, bızıklanır kalır. Vücudumuzda ne embubeler (borular), ne kanallar, ne supaplar, ne pistonlar, ne meydanlar, ne caddeler, ne çıkmaz sokaklar, ne kimyahaneler, ne süprüntülükler, ne molozluklar, ne deryalar, ne tarlalar, ne bostanlar vardır. Sanki burası mikropların oturdukları milyon milyon köylü bir memaliktir (memlekettir). Onda da kanlı cenkler, muharebeler olur. Çünkü hayat kavgası dışımızda olduğu gibi içimizde de vuku bulmaktadır. ‘Sen çekil ben oturayım.’ İşte kayde-i umumiye budur. Bırakınız ki onlar filozofi okumazlar, fakat damarlarımızda ‘sivilize’ olarak her işlerinde bize, yani insanlara taklit yaparlar. Bunların makinistleri, şoförleri, körükçüleri, tanzifat memurları (çöpçüleri) gene hep kendileridir. Lahm-i maderde22 bu işi nasıl nizamına konulmuş ise nihayete dek öyle kendi kendine işler. İçimizde ne fiiller olduğunu biliriz acap? Hazım nasıl olur? Nefes alıp verdiğimiz zaman ciğer körüğü nasıl işleor, ne aloor, ne veroor? Hava ile kan arasında ne mübadelat yapoor? Zamirimiz bunlardan hiçbir şey duymaz. Bu işler her vakit kendi başına olur. Eğer her saniyedeki bu karışık harekâtların işletilmesini Rabb’imiz bize havale ede idi çok tembel adamlar bu işi etmeye üşenerek çabucak mefat (vefat) olurlardı. Biz yalnız yiyecek ararız. Sobaya bir kerek (kere) kömürü atınca harareti aziziye23 peyda olur. Kazan ısınır, tekmil makineler bıngır bıngır işlemeye başlar. Bazı cahil insanlar bunu fayrap ederler, musluğun suyunu açarlar. Az vakıttan vücud-i azizlerini harap ü türap ederek sıfırı tüketirler. Sonra ‘Aman doktor!’ deyi ensemize düşerler, yalvar yakar olurlar. Sen ki hayat hazinesinin musluğunu Horhor Çeşmesi gibi akara bırakmış isen buna doktor ne iş edebilir?”

Âlimyan, daha bir tarafa ilişmeden ayaküstünde bu kadar lakırtının belini büktü. Sonra iri vücudunun en çok istirahat edebileceği geniş bir koltuk seçerek yerleşti. Hastanın ağız açmasına meydan vermeden yine ağız kalabalığı içinde başladı:

“Vücut körüğü nasıl işler? Durunuz size bunun bir ‘deskripson’unu vereyim. Kalp bir nev emme tulumbadır. Başka bir tabiratla kalp beyaz ciğer (akciğer) kanatlarının ağuşuna sığınmış trigona böreği eşkâlinde mahut alettir. Beyaz ciğerler ile ‘cointeresse’ yani ortak işler. Şu ara doktorların tabirlerinces (tabirlerine göre) ciğerler, kalbin ikiz biraderi can beraberleridir ki, hayat alevine daima püf ederek onu sönmek kazasından kurtarırlar. ‘Pumon’lar yani beyaz ciğerler bir tasfiye laboratuvarıdırlar. ‘Dünya bir cifedir.’ demezler? He, işte bu pek filozofik bir laftır. Dünyada her neyi ki kendi keyfine bırakır isen cipcife olur. Dışarıda olduğu gibi içerimizde de ‘natür’ün azanları vardır. Havanın kontağı ile siyah, yani pis zehirli kanımız, pisliklerinden ayırt olarak oksijenlenir. Kırmızıya döner, arterlere gider. İşsiz etıbbanın biri bunu hesaba komuş, evet belli ki herifin işi yokmuş, çünkü bizim kesretli vizitelerimizden öyle bazik hesabatlarla kafa yormaya vaktimiz yoktur, orta hesapla bir dakkada altı nefes çekeriz ve beher nefeste aşağı yukarı ciğerlerimiz yarım litre hava yutar. Bu, her gün on bin litre hava eder. Belediyelerin fikirlerine gelip de sair meşrubat gibi buna da rüsumat koyarlarsa litresine bir para koysalar âlem-i kâinat bu borcu ödeyemeyerek herkes havasızlıktan boğulur. Dünya ‘sena’sı (sahnesi) yeni teatrolar (tiyatrolar) gibi bomboş kalır. Ahali sefaletten kurtulur vesselam. Bu işin üzerine de kıyak bir reji (inhisar) yaparlar. Ama Mevla’nın havası boldur. Bunu depolara tıkayamazlar. Eğer bu yapılabilseydi, ortaya ne anonim şirketler, ne sendikalar çıkar, ne hava bankaları açılır, ne monopoller görülürdü. Bu iş Frenklerin pek de akıllarına gelmedi değil, ‘komprime’ olunmuş oksijeni çelik kaplara koyarak ticaret pazarına çıkardılar. Bu işin sonu neye varacağı malum değildir. Biz yine kanatlarının ortasında kalbi yavru gibi tutan ciğer körüğüne gelelim: Fizik kaydesincek (kaidesine göre) her nerede ki hela vardır orası mela olur; yani içimiz hava doludur, demek isterim. Zannedersiniz ki hava, derunumuza yalnız kuru fasulye ile kapuska ile girer? Hava alıp verdiğimiz malum büyük deliklerimizden başka derimizin üstünde hesapsız küçük delikler vardır, bunlara Fransızca ‘por’ derler. Türkçede de bunlara bir nam koymuşlar ‘mesahat’tır ne derler? Bir türlü fikrimde kalmaz. Mikroskop ile bakılınca derimizin üstü kaneva bezine benzer yahut sünger gibidir. Ter, işte bunlardan çıkar. Kir ile, pislik ile, daha başka sebepler ile bu delikler tıkanır ise türlü türlü emraz husule gelir. Bu delikciklerin her biri mikroplar için Perapalas gibi sanki seksen odalı birer oteldirler. Binler, binlercesi odlarda bilâücret iskân olurlar. Bu mikroplar İngilizler, Amerikalılar gibi ‘ekspluatasyon’ meraklısıdırlar. Fırsat bulunca vücudun başka taraflarına geçerek hayatın bütün madenlerini kendi hesaplarına işletirler. Hava ciğerlere burundan, ağızdan, boğazdan, hançerecikten, tranştan, bronşlardan girer. Nefes alan etlerin toparlanmasıyla ‘torasik’ kafesi büyür, ciğer genişlenir, hava bronşlardan ‘alveol’lere geçer. Bunlar lastikli ‘vezikül’ler yani pek küçük küçük kerata şeylerdir. Dokumaları kalbur gibidir. İşte buna ‘enspirasyon’ yani ‘nefes almak’ derler. Her alınan şeyin bir de vermesi vardır. Nefes alıcı etler gevşediklerinde ‘torasik’ (göğüs) kafesi küçülür, ciğerler büzülerek ‘vezikül’leri boşaltıp havayı dışarı defederler, buna da ‘ekspirasyon’ yani ‘nefes vermek’ denir. Burası on bin litre havayı her gün aktar dönder eden bir hayat fabrikasıdır. Dışarıdan malın yeni ve temizini içeri alır, kullanılmış kötüsünü dışarı bırakır. Hava oyunu yalnız borsalarda olur sanırsın? En ustalıklısı insanın içinde olur. İşte bu suretle ciğer körükleriyle kalp tulumbası arasında hava değişmesi, ithalat ve ihracat muamelesi olur gider. Ciğer körüğünün tasfiyesiyle temizlenip oksijenlenmiş hava bir yandan kalp sol dayresinden içeri girer, arterler vasıtasiyle vücudun bütün kan damarlarına taksim olunur. Öte yandan vücut harikıyle ziyade miktarda asit karbonlanmış zehirli pis kan kalbin sağ daryesinden dışarı çıkar. Körük tulumbayı, tulumba körüğü işletir. Bu bir nevi bostan dolabıdır ki iki taraftan biri istop edince ne borulardan hava gider ne oluklardan su akar. Siz nasıl istiyorsunuz ki nefes alıp vermekte olduğunuz hâlde kalbiniz durmuş bulunsun, bu iddianız hekimlik teorilerine külliyen uygunsuz bir hâldir ki ben doktor olalı böyle ‘eksepsiyonel’ fefkalade bir ‘ka’ya (hâle) tesadüf olmamışımdır. Kalbi duran adam durmuş olduğunu hiç duyabilir? Durmuş bir saatin akrebi, yelkovanı rakamları ‘marke’ edebilir altık (artık)… Böyle fen dayresinden dışarı aygırı laf etmeyiniz efendim.”

Bozuk düzen bu ağız kalabalığı karşısında baygınlığı artan hasta:

“ ‘Fen dairesi’ dediğiniz nedir? Onu bir demir çember ile iyice sınırlayabiliyor musunuz? Bu daire Göksu testisi gibi içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye neler sızdırıyor da haberiniz yok. Bugün meydanda sizin inkâr ettiğiniz ne büyük hakikatler var. Mümkün değil bunlara uygun birer guguk uyduramıyorsunuz. Ben kendi kalbime mi inanayım sana mı? İç hastalıkları dediğiniz ilim henüz pek karanlık bir çocukluk hâlinde. Bazı bazı en büyük doktorlar, en küçük hastalıklardan bile bir şey anlamıyorlar. Sizin Zambako’nuzun, filanınızın hastalığın ilk zamanında veremi tifo, tifoyu verem diye belirttikleri birçok benzerleriyle meydandadır.”

Doktor Âlimyan, küçük dilini yutarcasına iri bir nefesle yerinden kalkıp oturduktan sonra:

“Affedersiniz efendim, ben o buyurduğunuz gugukçu doktorlardan değilim. Gugukla mugukla benim hiçbir işim yoktur. Ben bir hastayı muayene eder, diyagnostiğini korum, yani çocuğun namını belli ederim. Bize tıp bir yol göstertmiştir. Biz ondan gideriz ve asla fenden şaşmayız. Hastaların, hele sinir hastalarının her dediklerine bakıp inanırsanız tıp fenni çorbaya döner. Onlar her istediklerini söyleyebilirler, biz de bildiğimizi yaparız.”

“Kapalı kutu… İçeride ne afet var, kesin olarak bunu nasıl anlarsınız?”

“Hekimliğin ustalığı işte o kapalıyı anlamaktır. Bizim parmaklarımızın ucunda kulaklarımız, kulaklarımızın içinde gözlerimiz vardır. Bir şeyin üstünü görünce dibini keşfederiz. Bırakınız ki şimdiki fen karşısında altık insan vücudu pek de kapalı kutu değildir. Sizi şimdicik röntgen ışığına tutar isem içinizdeki hayat teatrosu karagöz perdesi gibi gözümüzün önünde cilvelenir. Doktor gözü keskin olur. Biz bir hastanın sıfatını görünces içini ağnarız. Biz parmaklarımız ile bir vücuda tık tık vurduğumuzda ‘Hastalık, sağlık nerede iseniz kendinizi beyan ediniz!’ deyi sival (diye sual) ederiz. Onlar da her nereye gizlenmiş iseler, mesela ‘Biz ciğerlerdeyiz, kalpteyiz yahut bağırsaklardayız.’ deyi derhâl bize cevap ederler. Kulağımızı koyup dinlediğimizde hastalıkla sağlığın dövüşmelerini, sövüşmelerini bütün laflarını duyar, ağnarız. Bunlar ne Türkçe konuşur ne Ermenice ne Frenkçe… Dilleri büsbütün başkadır. İnceli kalınlı, pısır pısır, fosur fosur ederler. İşte hep bu pısırtılar birer manayadır. Bu sedalardan bazılarını hasta kendi de duyar. Bağırsaklarınızda yel muharebesi olduğu zamanda gorultuyu işitmezsiniz? Onda (orada) âdeta ‘revolüsyon’ (ihtilal) olur. Bu sıkıntılar bazan top gibi bir seda ile bazan suspus bir mahçuplukla o uzun tünelin azat kapısından dışarı az çok bir sesle fırlar, hasta rahatlanır.”

Hasan Ferruh Efendi, doktorun şairce olmayan bu tasvirleri karşısında iğrenerek yüzünü buruşturur.

Doktor Âlimyan bu söyledikleri ile bir terbiyesizlik etmemiş olduğunu anlatmak için çabuk çabuk: “Efendim, ben edepten dışarı bir laf etmedim. Tıp lisanında iğrençlik, ayıplık yoktur. Biz, bir insanın karnına giren şeylerin ne şekillerde oradan dışarı çıkmakta olduklarını uzun uzadıya etüt ederiz. Kitap bunları katılıklarıyla, sululuklarıyla, rahiyeleri (rayihaları, kokuları) ile yazar. Edep kadrosundan dışarı zannolunan şeyleri tıp etüde koymaz ise sonra, birçok hastalıkları dipten dipe kaliteleriyle biz nasıl ağnarız? İnsanların en büyük zorları, söylemesi en ziyade ayıp olan aletlerindedir. Pariz’de profesör tıp dersi verirken kara tahta üzerinde tekmil bu aletlerin resimlerini çizer idi. Ve öyle de mükemmel çizer idi ki bir kıl eksikliğini bırakmaz idi. Ve haşa profesörleri ayıp görmek hiçbirimizin fikrine gelmemiştir. Fennin nazarında insanın ağzı ne ise dibi de odur. Yel bırakmak bahsine gelince Fransız romancısı menşur Zola ‘La Terre’ yani ‘Torpak’ isimli nazik hikâyesinde bunun birkaç ‘paj’ (sayfa) ‘deskripsiyonunu’ (tarifini) yapmıştır. Fransız literatürüne giren bir şeyin bizde lafı edilmesi neden ayıp olsun? Bu, bir sahte edep utangaçlığıdır. He evet, lafın uç ipini kaçırıyordum: Lafım oraya gelecek idi ki hastalık, sağlık nerede olduklarını bize beyan ederler. İşte onu için biz vücudun bazı yerlerini dikkatle dinleriz. Bunlar bize neler derler bilirsiniz? Hastalık ‘Mekân tuttuğum bu yerlerden beni çabuk kovamazsınız. Ben fena işler edeceğim!’ deyi homur homur homurdanır. Sağlık ise ‘Aman efendim doktor, beni bu marazın pençelerinden kurtar. Kuduz köpek gibi her dakke ensemden gelerek üzerime saldırıyor. Bunuyle (bununla) dalaşmaktan artık dermanım kesiliyor. Hastaya söyle beni zayıflattıracak işler etmesin. Pehrizine dikkat olsun. ‘Abo’ yapmasın. ‘İjiyen’in zıddına gitmesin. Zira iki hastalık zorlu, ben mecalsiz kaloorum.’ deye bangır bangır ağlayarak yalvar yakar olur. Ah efendim, türlü nev hastalar vardır. Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, bunların hiçbiri de laf ağnamaz. Her birinin kendine maksus birer defosu yani kusuru olur. Kimi çok yer kimi az yer kimi ilaç almaz kimi beş doktorun ilaçlarını birden yutmak ister kimi sade vücudunu dinler, kimi vücudunda ne kadar maraz alametleri olsa asla aldırış etmez. Her şeyin çoğu da azı da fenadır efendim. Ne akıntıdan gitmeli ne durgunlukta kalmalı. Frenkçede bir darbımesela (darbımesel) vardır. ‘İki uç birbirine dokunur.’ derler ki her şeyin pek azı, pek çoğu da bir hesaptır demektir.”

“Gel doktor, beni dinle bakalım. Hastalığın vücudumdaki taarruz ve müdafaalarını işit. Hangisinin üstün geleceğini söyle. Dediğin gibi kalbimin iki dairesi arasındaki kan akıntısının neden dolayı ara sıra değişmeyi durdurduğunu anlat. Sağlık askerlerimin hastalık askerleriyle iyice savaşabilmesi için benden nasıl imdat istediklerini bildir.”

“Ah efendim, bu ne uzun bir iştir. Sizi hırslandırmaktan korkmamış olsam çok laflar edeceğim.”

“Söyle.”

“Evvela, oturduğunuz bu odanın tanperatüründen (derecesinden) başlayacağım. Şimdi burada yirmi iki santigrat derecesinde hararet vardır. Bu kadar sıcaklık insana iyilikten ziyade fenalık eder. Vücudunuz limonlukta büyüyen nazik bir ağaca döner. Bir taraftan biraz soğuk duyar ise hemen hastalanır. Vücudunuza, limonluktan çıkınca hastalanan bir ‘plant’ (bitki) terbiyesiyle değil, soğuklara, karlara, boralara karşı koyar bir meşe odunu tertibiyle bakmalısınız. Bu odanın pencereleri kâğıtlar, astarlarla sıvanarak tıkanmış; kapıları keçeler, pamuklu perdelerle kapanmıştır. Hava nereden cereyan olacak? Bu odada yuttuğunuz hava içinize girip çıkmış olan daima o zehirli havadır. Sağ adam bunun burasında hastalanır. Buraya dağdan koskoca bir ayı getirsen üç günde sıska bir maymuna döner.”

“Ah nezaketine kurban olduğum doktoru…”

“Efendim, tıp işinde nezaket olmaz. Dinleyiniz; ondan maada sırtınızda kürk, kürkün altında hırka, onun altında kalın entari, onun altında çifte yün fanila… Daha altında zıbınlar, bıbınlar, daha isimlerini bilemediğim birtakım şeyler. Bunların ortasında vücudunuz hesapsız katlara bürünmüş Kumbağı sovanının cücüğüne benziyor. Galiba büyüklüğünüzde çocukluğunuzu hatırlayarak kendinizi bir nev kundağa koymuşsunuz. Affederseniz. Marazın askerlerine karşı kendi ellerinizi, ayaklarınızı bağlamışsınız. Vücut serbestlik ister, hareket ister. Kullanılmayan demir paslanır bilirsiniz. Üç şeye dikkat lazımdır, derimizin fonksiyonlarını kolaylaştırmalı, ciğer körüğümüzü işletmeli, hazma yardım etmeli. Büsbütün hareketsiz durmamalı. Hiç olmazsa her gün hafif hafif oda egzersizi yapmalısınız. Vücudunuzda ne kadar sinir, damar, et varsa onları günde sekiz on defa olsun yerlerinden oynatmalı.”

“Nasıl oynatayım? Köçek gibi titreyip göbek mi atayım?”

“He, evet efendim, kımıldamaz durmadansa göbek atmak menfatlı bir egzersizdir. Bunuyla (bununla) tembel bağırsaklar harekete gelerek içlerindeki şeylerin yürütülmesine sebep olurlar.”

Âlimyan’ın maksadı, hastaya ufak tefek vücut ve zihin uğraşmaları bularak onu hiç kımıldamadan durmak ve kendisini dinlemek tehlikesinden kurtarmaktı. Onun için dedi ki:

“Danimarkalı Müller’in oda içinde yapılmak üzere tertip etmiş olduğu 18 egzersizi vardır. Bunlar ‘ijiyen’ kaydesince vücudu hareket ettirmek için pek ustalıkla tertip olunmuşlardır. Bunların icrası her yaşta adamlar için fefkalade faydalıdır. Her gün bu işi etmeye üşenmeyen yaşlı zevatlar kalp, romatizma, ankiloz gibi şeylerden kurtulurlar. Vücudun körüğü, tulumbası, pistonu, makarası, pevranesi saat gibi tıkırında işler, beden de fikir de gençliğin elastikini (elastikiyetini) alır. Arzu buyurulursa bugün birinci numaradan başlayalım.”

Hasan Ferruh Efendi, kendinde melankoli doğuran tembelliğin harekete dönmesinden bilinmez tehlikeler sezer gibi acayip bir durgunlukla:

“Bunlar da nota ıskalaları gibi numara numara mı yükseliyor?”

“He, babanızın canına rahmet olsun, işte güzel dediniz, mızıka egzersizleri gibi bunlar da numara iledir. Birinci numarayı vücuda sindirdikten sonram ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü pratik edersiniz ve sonra hepsi tamam olunca şifayı bulursunuz.”

“Şifayı bulur muyum?”

“Evet efendim.”

“Şifayı bulmanın bizde iki manası vardır.”

“Ben şifa lafının mefhumunu bir bilirim; marazdan kurtulmak.”

“İnsan cavlağı çekince de marazdan kurtulur.”

“ ‘Cavlağı çekmek!’ Bu ne laftır efendi hazretleri? Cavlak… İşte bunu hiç duymamışım. Çincedir? Türkçedir? Argodur, nedir? Lütfen bana beyan edersiniz?”

“Bu, doktorların ‘sıyga-i intihaiyelerini’ hastalarının çoğuna çektirdikleri bir kelimedir. Möysö Gebers Cenapları bunun son tasrifini Hasan Muhsin Paşa’ya okuttu.”

“Bu tabir, mefat olmak demektir?”

Hasan Ferruh Efendi, Âlimyan’ın söyleyişini taklit ederek:

“He evet dostum, bilmoorsun?”

“Siziyle laf etmek ince süzgeçten çakıl taşı akıtmaya benzer.”

“Doktor, zarafet kumkumasısınız. Fakat sözünüzdeki veçhişebehi24 anlayamadım.”

“Lafımda ne maymun vardır ne şebek.”

“Bu ne olmayacak anlayış. Benim sözümde de ne kirpi vardır ne köstebek. İkimizin de dilini eşek arısı soksun.”

“Ekselans bu ne bedduadır ki edoorsun?”

“Bet değil bu pek hayır duadır.”

“Dilini eşek arısı sokarsa insan geberir.”

“Gebermez, zarafetlenir. Gelelim mâ nahnü fihimize…”25

“Orası neresidir?”

“Efendim?”

“Manahnu keyfimiz?”

“Dağlasa zenbur lisanınŞiveye girmez beyanın.” 26

“Bugün karşı-be-karşı şuaralık yapacağız.”

Efendi gülerek:

“He evet ahbar… Bir beyit de sen söyle bakalım.”

“Sanki diyemem sanırsın? Şuaralık da zor bir iştir? Hem ben düşünmeden alimproviste (doğaçlama) söylerim. İşte:

İğnesi girerse eşşoğlu arınınOrası şişer biçare karının.”

“Tuu… Allah layığını versin.”

“Ben son makam natüralist şuaradanım. Nasıl şuaralığımı beğendin?”

“Bu bizimkisi şuaralık değil maskaralık… Siz hecagusunuz27 demek?”

“He evet, Haçik’in oğluyum.”

“Pederiniz de böyle vadi-i şiirde gevher-nisar bir ter-zeban-ı bi emsal28 miydi?”

“Hayır mehrum (merhum) tercüman değil idi, Şaşkınzade Hanı’nda odabaşı idi.”

“El veledi sırr-ı ebihi.”29

“Belediye sığırı yediyse onun şimdi bu laf arasında ne mefhumu vardır sanki?”

“Sığırdan, deveden bahseden yok, azizim doktor. Siz sui intikal seyyiesiyle mecra-yı kelamı daima kendi acibe-i idrakinizin sevk ettiği garabet vadilerine düşürüyorsunuz.”

“Ekselans, bu dedikleriniz de laftır sanki? Bu kıdar (kadar) hır gür arasında ‘sığır’ ile ‘deve’den başkasını ağnayabildiysem Çingene’den de esmer olayım.”

“Yazık değil mi ki o vech-i ebreşKararıp da ola bî-âr Kıpti-veş.” 30

“Al sapından vur duvara… Bugün doğru laf etmeyip de böyle tuhafiyeli (kafiyeli) konuşacağız?”

“Böyle sanih oldu da ben de dedimAffet artık işte bir herze yedim.”

“Herze yiyiniz, zerde yiyiniz, ona bir lafım yok. Fakat bu zavallı Türkçe sizin gibi yüksek bir ‘edukasyon’ (eğitim) almış ağır beyefendilerin, paşaların ağızlarında kuş dili gibi anlaşılmaz bir çalım aloor. Biz Ermeniler Türkçeyi sizlerden daha nazik ve anlaşılır bir letafetle konuşuruz. Geçen günü bir Türk evine viziteye çağrıldım. Hasta ‘disepsi’den vay aman bağırıyor. ‘Diletasyon’ son derecede… Biçarenin midesi imaret kazanı kıdar büyümüş. Kendisine tembihatta bulunmak için ‘Efendim salçalı taamlar, sulusepken şeyler yemeyiniz. Yağda oturmuş yumurtayı asla ağzınıza koymayınız.’ dediysem hasta zat bir gülmedir tutturdu. Sıfatıma bakıp kıvranarak gülüyordu. Açıkta bir tarafım kalmış olmasın deyi üzerimi yokladım. O hâlâ ki güloordu. O günden beri çok düşündüm lafımın ‘ridikül’ tarafı neresindedir acap, hâlâ bulamadım.”

“Bu lakırtıda bir çürüklük varsa o da yağ içinde calis-i makam-ı nebahat olan beyza-ı vakurda olmalı.”

“Ekselans, rica ederim Türkçe konuşalım.”

“Başka lisan konuşmuyorum, zannederim.”

“Mümeyyiz efendi ahıra girmiş ne yapmış? Ben bundan ne ağnarım?”

“Ahırdan, ağıldan bahsetmedim. Söz başka vadiye kaçarak uzadı. Gelelim ma nahnü fihimize.”

“Orası neresi ise işte altık oraya gelelim.”

“Müller Cenapları’nın idmannamesinde birinci numaralı talimatın tatbikatına başlayacaktık.”

“Evet öyle idecek idik.”

Doktor Âlimyan cebinden Fransızca bir kitap çıkarır, birinci idman temrinini açar. Birkaç defa gözlerini kırpıp sivri sakalının ucunu okşadıktan sonra kaba bir söyleyişle başlar:

“Exercice No: 1

Extensión générale du corps et des membres et cambrure de la poitrine. Circumduction du tronc sur le bassin vers la gauche et vers la droite.”

Bu Fransızca ibareyi, oda içine pek fazla gelen gür ve sert bir hatip sesiyle okuduktan sonra acayip bir heybet alarak:

“Efendi hazretleri bu egzersiz ‘primo’dan bir mefhum ağnayabildiniz?”

“Hiçbir kelime.”

“O hâlde elinize kâğıt kalem alınız. Bunun Türkçeye tradüksiyonunu edeyim. Her ne ki der isem kaydediniz.”

Âlimyan, birinci Fransızca kelimeyi tercümeye başlar:

Extension, çekme… Hayır… Çekiştirme… Hayır… Uzanma… Hayır hayır… Uzatma… Hayır ya ne demeli? Vay babasına! Bu Türkçede de hiçbir uygun laf yoktur ki extension’a karşılık edip koyayım?”

Doktor, taranmış saç ve sakalının düzgünlüğünü tamamıyla bozacak bir sinirlilikle eğrilen parmaklarını oralarda dolaştırarak:

“Ah, işte nihayet buldum: ‘Germe’ yahut ‘gerinme’… Générale umumi… Corps, vücut… Membres… Of… Bu kelimenin Fransızcada çok manaları vardır. Bunlardan hangisini yaraştırıp da buraya koymalı?”

Âlimyan her kelimeye hususi bir mana tatbikine uzun uzadıya uğraştıktan sonra nihayet hülasasını heybetli bir muvaffakiyet tavrıyla efendiye şöylece anlatır:

“Vücut ve azalarının ve göğüs kamburluğunun gerinme-i umumiyesi… Vücut kütüğünün beden havuzu üzerine sağdan ve soldan dayirevi deveran olması.”

Efendi gülerek:

“Patlıcan tavası, midye dolması.”

“Beni ile mehtap edoorsunuz?”

“Hayır tercümenin letafetine biraz de ben çeşni katmış olmak için âcizane bunları ilave ettim.”

“Bu ciddi tıp bahsine hiç midye dolması girer?”

“Ahbar hiç vücudun kütüğü havuzu üzerinde dayirevi döner?”

“Dönmese Müller bunu yazar idi hiç?”

“Zannetmem ki Müller böyle ‘enamın’ eydi-i istifadesine çıkaracağı bir kitabı savabı böyle tabirat-i sakime ve cümle-i sakime ile yazmış bulunsun.”

“Efendi, Müller bu kitaba anasını babasını koymamıştır. Bunlar teknik laflardır. Doktor olanlar ağnarlar.”

“Doktorcuğum, ‘gerinme-i umumiye’ olur mu? Kaide dışında olan böyle çok büyük hata çekilir yüklerden midir?”

“Topuğumdan tepemecek hırsa gark oluyorum. ‘Düyun-i umumiye’ olur da ‘gerinme-i umumiye’ niçin olmaz?”

“Olamaz.”

“Zira ki ‘düyun-i umumiye’yi en evvel yazan bir Türk’tür. Başka bir milletten biri olaydı buna da olmaz diye bağıracak idiniz. Şimdi şu yaptığım tercümeyi Fransızca beş on laf öğrenmiş bir kâtip efendi edeydi Arapçadan, Farsçadan birçok süslü ‘mo’lar bularak kor idi ve siz de görüncek beğenerek haryan olur idiniz. Fakat orijinale uygun bir şey midir? Bunu asla hatırınıza, fikrinize getirmezsiniz. Bunda bir ayıplık varsa ‘köke’ sözler ile yağnışlıkları örtmektir. Ben ‘motamot tradüksiyon’ yaptım. Müller her ne ki dediyse ondan bir nokta dışarı çıkmadım.”

“Vücudun kütüğü neresi? Havuzu, şelalesi neresi?”

“Bunu size ağnatmak uzun derttir. Anatomi dersi vereceğim?”

“Ben de sana ‘gerinme-i umumiye’ hatasının neden olduğunu anlatmak için elifba-yı Osmaniden başlayacağım?”

“Pekâlâ efendim, ne siz doktor olacaksınız ne de ben kâtip. Müller kitabında her ne ki demiş ise ben ağnamışım. Şimdicik vücudunuzda bu hareketlerin tatbiklerini edeceğiz.”

“Fakat bu tatbikatınız da tercümeniz kadar zarafetten uzak olmasın.”

На страницу:
3 из 7