bannerbanner
Cehennemlik
Cehennemlik

Полная версия

Cehennemlik

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 7

Hasan Ferruh Efendi buhranlı zamanlarında, yanında bulunmayan ayrı fikirde birine karşı, her vakit böyle atar tutar, hoşnut olmadığı şu cihanı tenkidinin sövmeleriyle kökünden sarsmak ister, her şeye fena demekle biraz iyileşerek hemen hemen boğulmaktan, ölmekten kurtulurdu. Ölüm baygınlıkları içinde güçsüz kuvvetsiz kaldığı hâlde bu kadar sözü nereden bulup söylerdi? O hâlsiz vücudun çenesindeki bu hezeyan kuvveti, o uyuşuk beyindeki bu şiddetli parlama ne idi? Durmadan zayıflıktan yanıp yakılmasına karşı dilindeki bu çalışmayı görenler hastalığına inanmıyorlardı. Böyle kendi kendine söylenmek, ona en tesirli ilaçlardan çok deva yerine geçerdi.

Gazeteyi gene eline aldı. Rahmetlinin hâl tercümesini baştan aşağı okudu.

Hasan Muhsin Paşa’yı pek yakından tanırdı. Hükûmet mücadelesinde o, kendinin en yaman bir hasmı idi. Ferruh Efendi’nin çevirmek istediği fırıldakları birtakım entrikalar ile ters döndürmeyi becererek onu düşkünlük çukuruna yuvarladıktan sonra vezirliği kendi kapmıştı.

Evet ayağına karpuz kabuğu koyan o idi. Okumasının sonunda, şöyle bir muhakeme ve icmale başladı:

“Hâl tercümesi yarı yarıya yanlış. Resmî sicile geçen bu çeşit hâl tercümeleri çok defa sahipleri tarafından yazılır. İdarece olan kötü işler birtakım ustalıklı tabirler ve değiştirmeler ile örtülür. Bütün kusurlar, kandırıcı faziletler şekline sokulur. Hasan Muhsin Paşa’yı sicil müdürü ile gazete muharriri ne bilir? Onun kim olduğunu anlamak isterlerse benden sorsunlar. Çekememezlik meydanında karşı karşıya senelerce at oynattık. Beni kündeye getirdi. Kendi vezirlik merdivenine tırmandı. Neyse artık dünyadan elini ayağını çekmiş, süngüsü depreşmesin, Allah taksiratını affetsin.”

Sonra hazin bir gülümseme ile rahmetlinin birinci rütbeden Osmani, Mecidi, altın liyakat ve sair nişanlarını tekrar gözden geçirerek:

“Bu maden parçalarının göğsümüzde parladığını görmek, göstermek için ne kadar uğraştık! Bunlar protokolde sahiplerini yüksek mevkiye geçirirler. Fakat ahiret için öyle mi? Kabirde bunların şehadetlerine Münkereyn14 inanır mı? Asıl nişan, insanın vicdanında silinmez hakiki övünme izi bırakabilecek olan hayırlı işlerdir. Bu da kimsenin göğsünün dışında gözlere parlamaz, gizli olur. ‘İşte bakınız ben ne kadar büyük adamım. İnsanca büyüklüğüm göğsümde parlayıp duruyor.’ diyenlerle büyüklüklerini hiçbir gurur nişanıyla kendi cinsinden olanların gözlerine sokmak aldatıcılığında bulunmayanlardan hangileri daha yüksektir? Üstünlük ve meziyet ölçülerini açık açık göğsünde taşıyanlar, onu tanıtmak için gözleri zorlayanlar, o faziletlerinden kendileri de şüphe edenlerdir. Bu nişanlardan bazıları benim çekmecemde de duruyor. Onların benim yüksek insanlığım hakkındaki şahitliklerine niçin bugün kimse inanmıyor? Neden düşkünüm? Ben bunları taşımaya layık değilsem, adi bir adam isem bu iftihar alametlerini bana vaktiyle niçin verdiler? Demek ki bunların verilişlerinde sahici liyakati ölçmeye yarayacak sağlam bir takdir usulü yok. Lüzum görüldüğü zaman iyiye de veriliyor kötüye de… Mayası kötü olanın eline bu aldatıcı şehadetnameyi vermek günahtır, bu nişanlar ehil olan ve ehil olmayan göğüslerde parladıktan sonra ölünce de iyiliklerin sayılması sırasında böyle hâl tercümeleri varakasına geçiyor. Son aldatıcı hizmetleri de bu.”

III

DOKTOR GEBERS

Her şeye karşı sürekli küskünlüklerde bir rahatlık zevki arayan bu ölmez hasta nihayet yoruldu. Oturduğu sedirin yastığına başını dayadı. Bir zaman için hiçbir şey görmemek için gözlerini yumdu.

Yalının arkasındaki sokaktan, seyri, kararı belirsiz, karışık makamlardan, kaba bir seda ile mezar başı duasını andırır gür bir ilahi başladı.

Güftesi, dünya gafletine dalan fânilere ölümü, mezarı, ahireti hatırlatan uyandırıcı nasihatlerle dolu, en yürek karartan, hüzünlü sözlerden düzenlenmiş idi.

Dilenci haykırıyordu:

“Fâni dünya hoştur amma akıbet mevt15 olmasa!”

Hasta birdenbire yerinden irkilerek:

“İlahi herif, kör ol… Of ne boş beddua… Biliyorum zaten körsün… Kahrol… Sesin kısılsın. Âlemi, hayattan nefret ettirmek için bu bet sesinle sokakları böyle neden inim inim inletiyorsun? On para dünyalık kazanmak gayretiyle değil mi? Bir şey görmemek için gözlerimi yumdum. Şimdi kulaklarımı da mı tıkayayım? Bu ne uğursuz gün! Sanki etrafımda beş duyumla daimî temasta ahiret panoramaları açılıyor. Pencereden bakma… Gazete okuma… İki dakikacık istirahat etme… Ne yapayım, çıldırayım mı?”

Efendinin oturduğu yer mabeyin odası idi. Biri hareme, öteki selamlığa iki kapısı vardı. Selamlık tarafına olan zile bastı. İçeriye göğsü ilikli setreli, fesi kalıplı temiz, eli ayağı düzgün, orta yaşlı, Tatar yüzlü bir uşak girdi.

Efendi, infialini hazmedip her vakitki nazik konuşmasını bulmaya uğraşarak:

“Ağacığım… Şakir… Bu herifleri kapının önünde bağırtmayınız diye sizden bin defa istirham etmedim mi?”

Şakir Ağa ellerini ovuşturarak:

“Vallahi, efendi hazretleri sabahtan beri üç tane geldi, bağırtmadan para verdim savdım. Aşağıda bendenizden başka kimse yok. Haremden kalfalar dolabı vurdular. Oraya gittim. Bu dördüncü peyda oldu. Koşup savıncaya kadar birkaç defa bağırdı.”

“Bağıramaz olsun.”

“Biz para verdikçe bunların sayısı her gün artıyor. Birbirine haber mi veriyorlar, ne yapıyorlar, ilahi bilmeyenleri bile kapının önünde zakir kesiliyorlar.”

“Bari okudukları dinlenir şey olsa… Usulsüz, o ne bet avaz… O ne yanlış sözler… O ne uhrevi güfteler… İnsanın sinirleri çelikten olsa yine bunları işitmeye dayanamaz.”

“Efendimiz, geçen günü bizim kâhya kadın Binnaz Hanım bile pencerenin önünde bunların ilahilerine ağladı.”

“Emin ol, Şakir, o duygusuz karıyı ağlatan şey beni öldürür. Binnaz yalnız ağladı mı? Onun çenesi durmaz. Kim bilir neler de söylemiştir?”

Şakir Ağa edepli edepli önüne baktı. Efendi sualini tekrar ile:

“Allah’ını seversen Şakir söyle. Ne dedi?”

Şakir ağa sıkılarak:

“ ‘Efendi hazretleri bu ilahicileri kapının önünde söyletmez ki insan biraz gafletten uyanıp da ahiretini hatırlayabilsin!’ dedi.”

“Hay kalın kafalı mahluk… Etrafımızda, ölümü, ahireti hatırlatmayan acaba ne var? İçinde oturduğumuz, üstünde yatıp kalktığımız, giyip çıkardığımız, bütün yiyip içtiğimiz şeyler hep hayat yıkıntıları değil mi? Ölüm nasıl unutulur? Ölümü, ahireti hatırlatmak için bu karının mutlaka makamla kulağına mı bağırmalı?”

“Efendim kadın kısmı lafını bilmez ki…”

“Hele bu karı hiç bilmez. İsmi de Binnaz. Kaç kırat naz ve nezaket vardır o karıda? Bilmem nenin adını ‘bad-ı saba’16 koymuşlar? Bilmem ki neden konaklarımızda içeriye bir kâhya kadın, dışarıya bir kethüda efendi koruz? Para ile başımıza bela alır, ailemiz arasına dedikodu, dırdır sokarız. Ne kâhya efendilerin ağır edaları çekilir ne de kâhya kadınların çeneleri… Ne dersin âdet bu… Dümensiz gemi olamadığı gibi kâhyasız da konak dönmüyor. Bizim Şemsi nerede?”

“Deminden gördüm koruda geziyordu.”

“Bu havada?”

“Efendim genç çocuk… Havayı, rüzgârı, karı, yağmuru bilmiyor ki…”

“Tek başına koruda yapraksız ağaçların arasında ne yapar? Hiç dikkat ettin mi?”

“Evvelden çiftesiyle kuş vururdu.”

“Hay, hayat katili zalim…”

“Şimdilerde avladığı yok. Kâh dalgın dalgın geziniyor kâh kütüklerin üzerine oturarak cebinden kalem kâğıt çıkarıyor, saatlerle yazı yazıyor.”

Efendi sözü kesti. Daldı. Uşak çıktı.

Hasta kendi kendine:

“Oğlan ne yazıyor acaba?”

Biraz durduktan sonra:

“Bunun acabası yok. O yaşta muhabbetnameden başka ne yazılır? Fakat kime? Hangi aşüfteye?” Heva-yi aşk eser serde mısrasını mırıldandı.

Rahat köşesinde, bin kuruntu, vesvese vesilesi arayarak kendine türlü rahatsızlıklar icat eden bu zavallı adam, uşakla birkaç lakırtı ederek bir parça avunmuştu. Yalnız kalınca gene kendini dinlemeye başladı. Gözleri saatte, eli nabzında kaç vurduğunu saniyelerin geçmesiyle ölçmeye başladı. Birdenbire beti benzi kül kesildi. Nabzını bulamıyordu. Şiddetli bir korku içinde minder üstüne devrildi, “Ay nabızlarım durmuş… Durmuş… Ölüyorum!” dedi.

Böyle bir vehme evvelce de birkaç defa tutulmuştu. Doktorlar ona kaç kereler “Sağ adamın nabzı mümkün değil durmaz. Ne kadar hafiflese gene işler.” diye kuvvetli teminat vermişlerdi. Şimdi onları kötüleyerek “Ah yalancı habisler… Beni aldatmışlar. İşte nabızlarım durdu, ama hâlâ yaşıyorum.” diyordu.

Ölüm korkusu ile müthiş bir helecana tutuldu. Parmaklarının altında nabız belirdi. Lakin şimdi de sık, vuruş sayısı istenilenden çok ziyade idi. Telaşlı bir yakarışla sedirin üstünde secdeye kapanarak “Aman Allah’ım, ne evvelki kadar yavaş ne de bu kadar şiddetli… İkisi ortası… İkisi ortası… Merhamet… Merhamet…” diye yalvardı.

Zavallı bu çarpıntıda iken Şakir Ağa içeri girdi:

“Efendim doktor geldi. Salonda bekliyor. Ne emriniz olur?”

“Hangisi?”

“Gebers…”

“Hay benden evveli o gebersin! Kendine verecek bir ad bulamamış da bu menhus adı takınmış.”

“Emriniz?”

“Emredecek hâlim var mı Şakir? İşte görüyorsun. Söyle gelsin. Hasan Muhsin Paşa’yı nasıl kurtarmış ise beni de öyle kurtarsın.”

Uşak çekildi. Fakat efendi, doktor için “Gelsin!” emrini vermiş olduğuna şimdi ansızın pişman oldu. Çünkü zihninde Gebers’in Hasan Muhsin Paşa’nın ölümünden bir şey getirip kendine bulaştıracağı kuruntusu peyda olmuştu. Emrini geri almak için zile uzanmaya uğraştığı sırada doktor elinde silindir şapkası ve güler bir yüzle odaya girdi. Hafif bir baş eğmesiyle “Bonjur ekselans.” dedi

Hasta birkaç kelime Fransızca anlardı. Zayıf bir seda ile “Bonjur değil. Bu pek fena bir gün.” cevabını verdi. Ve kendine yaklaşmaması için eliyle işaret etti.

Mösyö Gebers, Hasan Muhsin Paşa’nın ölümü haberinin o günkü gazetelerde çıktığını biliyordu. Odanın bir köşesinde yatan gazeteyi görünce efendinin ürküntüsünü bir anda anlayarak uzakça bir kanepeye çekildi. Sordu:

“Efendi hazretleri yine ne var? Ne oldunuz?”

Ferruh Efendi doktoru kendine acındırmak için kendini kaplamış olan zaafından daha zayıf görünmeye uğraşarak gözlerini yumdu. Konuşamayacağını anlatmak istedi. Doktor onun, olduğundan çok hasta görünmek hususundaki hilekârlığını bildiği için sustu. Birkaç lakırtıdan sonra açılacağını çok defa tecrübe etmişti. Hastanın bu densizlik ve nazlanmalarına katlanmayı bir hekimlik vazifesi bilirdi.

Hasan Muhsin Paşa’nın hastalık hâllerini anlamak merakı efendinin beyninde öyle kaynıyordu ki nihayet dayanamadı sordu:

“Hasan Muhsin Paşa’yı gönderdiniz değil mi?”

“Biz göndermedik.”

“Allah çağırdı.”

“Hayır. O kendi gitti.”

“Acayip!..”

“Cenabıhak, vücutlarına bakanları, hijyen kanunları ile yaşayanları, hiçbir zaman vaktinden evvel çağırmaz.”

“Paşa merhum sağlık kaidelerine riayet etmez miydi?”

“Her akşam işret, türlü mezeler, sonra gayet zengin bir sofra… File, biftek, tavuk, balık, börek, dolma, pilav, şarap, şampanya… Sonra üç nikâhlı karı, sekiz metres, kim bilir ne kadar odalık… Sonra yerinden kımıldamak, arabasız adım atmak yok… Sonra, daima daha büyük, daha büyük olmak ambisyonu, pardon, hırsı… Hep bunlar insanı değil bir fili bile öldürecek sebeplerdir.”

“Doktor, hastalık nasıl başladı? İlkin ne gibi belirtiler, ağrılar göründü?”

“Hiç merak etmeyiniz efendim. O hastalık sizde hiç yoktur ve olamaz.”

“Neden olamaz? Ben her türlü hastalık tehlikesinde bulunan bir insan değil miyim?”

“Çünkü siz öyle yaşamıyorsunuz. İşret etmez, çok yemezsiniz. Bir karınız vardır. Onunla da beraber yatmazsınız.”

“Gazete, hastalık karaciğerden başladı diyor.”

“No no… No… Hiçbir vakit böyle değil. Gazeteler hiçbir şeyi iyi haber almayı bilmezler. Her vakit yalan yazarlar. Bilmez misiniz, bu jurnalistler kaç meşhur adamı hasta olmadan öldürdüler ve sonra o, sağ ölüler ‘demanti’17 gönderdiler ki biz ölmedik. Evet, böyle olduğunu gazeteciler de itiraf ettiler ve sıkılmadılar.”

“Bu Hasan Muhsin Paşa neşe ve sıhhatinden ölmedi ya? Elbette bir marazdan gitti, neye saklıyorsun doktor? Benim hastalığım da onunkinin aynı olduğu için değil mi?”

Bu zeki hastayı kandırmak gayet müşkül, nazik bir mesele idi. Doktor onu ilaçla değil kanaat vermekle iyileştirmeye uğraşırdı.

Şimdi Gebers bir hastalık adı söylese ve bunun vücudun hangi kısmı üzerinde ne suretle tehlikeli bir tesir göstereceğini anlatsa kendi gittikten sonra Hasan Ferruh Efendi’nin Türkçe tıp kitaplarını karıştırarak, bu hastalığın belirtilerini, nasıl ilerlediğini, tehlikesini arayarak, bütün o hastalık alametlerini kendi vücudunda hissetmek vehmine kapılarak örtü döşek yatacağını biliyordu. Suya sabuna dokunmaz, avutucu ve yatıştırıcı sözler arayarak dedi ki:

“Hasan Muhsin Paşa hiçbir hastalıktan ölmedi. O, ‘abo’sunun18 kurbanı oldu. Âdeta bol yiyecekle tıkandı. Rakı, şampanya ile boğuldu. Karıların kolları arasında vücudunun bütün sermayesini bitirdi. Söndü vesselam… Efendim… Onunla sizin aranızda hiçbir benzerlik yok, maparol donör…19 Sizde korkulu bir hastalık olsa söylemez miyim? Hekimin vazifesi, hastasına tehlikeyi anlatarak onu ona göre davranmaya çağırmaktır. Biz de doktoruz efendim, yapacağımızı hastalarımızdan öğrenecek değiliz. Kendinizi dinlemeyiniz. O melankolik efkârları zihninizden çıkarınız. Rahat edersiniz, yüz sene yaşarsınız.”

“Beni bugün muayene etmeyecek misiniz?”

“Edeceğim. Niçin geldim? Vazifemiz nedir?”

“Fakat…”

“Ha… ‘Fakat’ı da anladım. Gazeteler beni her ne kadar ‘medisen tretan’20 diye yazmışlar ise de sizi temin ederim ekselans hastanın nabzını bile elime almadım. Öteki hekim arkadaşlarımla beraber başka bir odada yalnız konsültasyonda bulundum. Ben bir hastadan öbür hastaya ölüm getiren doktorlardan değilim. Hem ölümü buraya getirinceye kadar üzerimde taşımaktan korkmaz mıyım? Ben de bir can değil miyim? Senin canın sana ne kadar tatlı ise benimki de kendim için o kadar kıymetlidir. Hem ben her gün dezenfekte olurum. Buna Türkçe nasıl diyorlar? Gayetle zor bir tabirdir.”

“Muzâd-ı taaffün…”

“Evet. İşte her gün tepeden tırnağa ‘mezad-ı taaffün’ olurum.”

“Mezat değil, murad vezninde muzad.”

“Ben Türkçeyi öyle veznesiyle kantarıyla bilemem. Yirmi senedir burada tabiplik ederim, fakat Türkçenizi doğru dürüst öğrenemedim. Avrupalı kafası her şeyi çabuk kavrıyor, fakat Türkçede daima tembel kalır, kekeler, çünkü pek zor bir lisandır. Şimdik muayene müsaade eder misiniz? Teminatım kâfi görüldü mü?”

Hasta muayeneye hazırlandı. O, sudan muayeneye pek kızardı. İster idi ki hekim bu hususta olanca dikkatini ve ustalığını kullansın. Gebers hastanın bu merakını da bildiğinden gayet ince bir işe hazırlandığı güvenini vermek için hususi bir ehemmiyetle paltosunu çıkardı. Kollarını sıvadı. Gözlüğünü taktı. Hastayı kürkünden, iç hırkasından soyarak boylu boyuna sedirin üzerine yatırdı. Onu tavada kızaran balık gibi kâh arka kâh yüz üstü çevirerek göğsünü, karnını, yüzünü ve boşluklarını, bütün vücudunun deliğini deşiğini dikkatle ayrı ayrı dinledi. Tekmil oynak yerlerini, adalelerini, sinirlerini, damarlarını yokladı. Hafif hafif mıncıkladı. Ağzını, dilini, gözlerinin içini, daha örtülü yerlerinden hiçbirini ihmal etmedi.

Bu pek fen dairesinde bir muayene değil, efendiyi memnun etmek için doktorun icat eylediği aşırı bir çeşit komedi idi. O iskeletin kaç paralık canı olduğunu Gebers senelerden beri zaten biliyor, kulaklarının altında o yorgun zayıf kalbin duruvermesinden korkuyordu. Hakikati anlamak için onun bu uzun muayeneye hiç ihtiyacı yoktu. Fakat ellerinin o cılız bedene her dokunuşunda ondaki bünye sağlamlığına şaşıyormuş gibi yalancı bir seda ile şöyle bağırıyordu:

“Ne sağlam natura! Zayıf vücutların semizlerden çok yaşadıklarını tıp söyler. Bu bünye binde bir kişide bulunmaz. Kendinizi bu kadar üzüntüye verdiğiniz hâlde yine vücudunuz kronometre gibi sağlam işliyor. Beden bir defa fazla etlerden kurtulup böyle sinirleşirse artık ölüm nedir bilmez. Kargalar niçin iki yüz sene yaşarlar? Kuru, sade sinirdirler de onun için. Bu hâl sağ iken mumyalaşmak demektir. Hiç mumya ölür mü? Ben bu vücudu seksen sene için sigortaya alırım ve hiç düşünmeden imzamı korum.”

Ferruh Efendi bu sözlerdeki mübalağayı anlamakla beraber yine teselli bularak dinliyordu. Fakat doktor niçin kendinden yüz senelik ömrü esirgeyip de “seksen” diye buna kısa bir vade tayin ettiğine biraz canı sıkılıyordu.

Her gün ona başka bir tedavi usulü göstermeli, başka ilaçlar, teselliler vermeliydi. Doktor her zaman ilaçların renklerini değiştirerek gayet sudan şeyler yazardı. Hastayı o yorucu muayenesiyle hırpaladıktan sonra bir köşeye çekildi. Cebinden cüzdanını çıkardı. Kaşlarını çattı. Derin bir dikkat ve düşünme tavrı alarak reçetelerini tertibe başladı.

Hasta dikkatsizlikten gücendiği gibi çok dikkatten de şüpheye düşerdi. Nihayet dayanamadı, sordu:

“Doktor niçin o kadar derin düşünerek yazıyorsun? Hastalığım pek korkulu da onun için değil mi?”

Doktor işitmezlikten gelerek cevap vermedi. Hasta tekrar:

“Bak işte cevap vermiyorsun. Biliyorum bende kalp var.”

Doktor gözlüğünün altından, infialini zorla örtebilir sabırsız bir nazarla bakarak:

“Kalp herkeste vardır efendim.”

“Benimki herkesinki gibi değil. Deminden durdu, yine işledi.”

“Bu yel değirmeni değildir ki durup durup işlesin.”

“Benimki şimdiki hekimlik nazariyelerini altüst edecek bir yaratılışta. Dinlenip dinlenip işliyor.”

“Olamaz.”

“Olamayacağına beni temin et.”

“Bir Rabb’imin büyüklüğüne ant içerim ki kalpler yarım saat dinlenip tekrar işlemezler.”

“Of… Of… Bu yetmez, başka suretle temin et.”

“Ne yapayım?”

“Reçetenin kulağına ‘Kalpte katiyen bir şey yoktur.’ ibaresini yaz, altına imza et.”

“Biliyor musunuz efendi hazretleri, böyle giderse sizin korktuğunuz kalp hastalığı bende olacak. Peki, öyle yaparım.”

Doktor reçeteyi bitirdikten sonra bir köşesine Fransızca “Rien au coeur.” (Kalpte bir şey yoktur.) ibaresini yazarak altını imzaladı.

Efendi bu reçetedeki ilaçları hep kullansa veya hiç kullanmasa bir zarar yoktu. O kadar tesirsiz ve zararsız şeylerdi. Fakat bunların yutulma ve içilmeleri için ince zamanlar, saatler tayin ve dikkatler, ihtimamlar tavsiye etti.

Doktor Gebers Avusturyalı idi. Vatanlarında tedavideki kabiliyetleri geçersiz kalmak tehlikesinde bulunan bu doktorların memleketimizde birer Hipokrat kesilmeleri tecrübesine ümit bağlayarak buraya gelmiş, umduğundan çok talihi açılmış, doktorluk ufkumuzda bir usta yıldız parlaklığı almıştı. Vizite parasını iki katına çıkardığı hâlde yine müşteri hücumuna dayanamıyordu. Onun fikri girmeyen konsültasyonlar hükümsüz sayılıyordu. En ümitsiz kalmış hastalar için “Bir kere de Doktor Gebers’e gösterseniz!” tavsiyesi şehrimizde ağızdan ağıza dolaşan bir “darbımesel” kuvvetini bulmuştu.

Ölümlerine birkaç saat kalmış zengin, fukara can çekişenler sanki hep ölmeden önce Gebers’e üç dört lira ayak teri vermeye borçlu idiler. Bu para her ölecek için cenaze masrafından önce ödenmesi gereken bir borç hükmünde idi. Bir hasta, Doktor Gebers’in muayenesinden sonra ölürse artık iyileşmek ve kurtulmak ihtimali kalmamış olduğu hakkında bütün kalplere rahatlık gelir, “İçimizde dert kalmasın, bir de o görsün.” denirdi.

Doktor şehrimizde yirmi beş yıla yakın bir zaman geçirdiği hayat boyunca hâlâ Türkçeyi gördüğümüz derecede söyleyebiliyor ve durmadan onun zorluğundan şikâyet ediyordu.

Reçetelerini bitirdi. Hastanın ardı arası kesilmeyen suallerinden kurtulmak için saatine baktı. Daha görecek çok hastaları bulunduğunu, vaktin geçmiş olduğunu özür olarak söyledikten sonra hemen paltosunu giydi. Kaçar gibi bir acele ile odadan çıktı.

Merdivenden inerken Hasan Ferruh Efendi’nin başka bir hususi doktoru olan Âlimyan’a rastladı. Bu merdivenlerden her vakit böyle bostan kuyusu kovaları gibi hekimlerden biri inerken öteki çıkması sık sık olan şeylerdendi

Gebers, gelen Ermeni doktorun elini sıkarak Fransızca dedi ki:

“Aziz meslektaşım, deliyi sizin tedavinize bırakarak kaçıyorum. Onunla güzel bir çeyrek saat geçireceksiniz. Bugün her zamankinden çok teselli almaz bir hâlde…”

Âlimyan aynı dilden cevap verdi:

“Bir deliyi iyileştirmek için yarı deli olmak iktiza eder.”

“Bu iyileştirme sırasında bir gün biz de bütün bütün çıldırmaktan kurtulamayacağız.”

IV

DOKTOR ÂLİMYAN

Doktorlar birer reverans ile ayrıldılar. Biri indi, öteki çıktı.

Âlimyan meşhur Doktor Kalıpçıyan’ın daha onun derecesine erememiş bir taslağı idi. Hekimliğe ilk başladığı zamanlar vizitelerinden aldığı ücretlerin hemen yarısından çoğunu gazete ilanları ile şöhret kazanmaya sarf ederdi. Bu reklamların “Her hasta olan mutlaka kendini Doktor Âlimyan’a göstermelidir.” ve “Ömründe bir kerek (kere) nabzım Doktor Âlimyan’a veren marazlı adam asla gebermez.” ve “Doktor Âlimyan tıp ilmini Pariz’de (Paris’te) Sen Nehri suyu ile beraber içmiş bitirmiştir.” çeşidinden başlıklarını hep kendi tertip ederdi.

İlanları şöyle konuşmalar yolunda yazardı:

“Vah zavallı mecalsiz mahluk böyle miskin, dermansız nereye gidoorsun?”

“Ecelden kaçmak için Doktor Âlimyan’a.”

“Hastanız nasıl oldu madam?”

“Onu ölümün zalim, kızıl pençeleri kavramış iken Doktor Âlimyan kurtardı.”

“Doktor Âlimyan’a viziteyi veren, hastalığı onda (orada) bırakır çıkar.”

“Feriköy Mezarlığı’na bugünlerde hiç cenaze gelmoor. Nedendir acap?”

“Doktor Âlimyan onda (orada) oturoor da onu (onun) için!”

Gazete okuyanlar her gün bir parçasını okuya okuya Âlimyan’ın hâl tercümesini tamamıyla öğrenmişler, Avrupa tıp fakültelerinden aldığı çeşitli tasdikname suretlerini okuya okuya ezberlemişler, onun daima kendinden menkul hekimlik muvaffakiyetlerine rast gelmekten artık yorulmuşlardı.

Fakat gayretli doktor gazetelerdeki bu şatafatlı ilanların âleme duyurmasıyla da işi tam saymamış, bir elinde koca bir yılan, ötekinde bir kafatası, kendisinin gerçek büyüklükteki resmini bastırdığı iki metre boyunda boyalı yaftalar tertip ederek Beyoğlu’nda, İstanbul’da yapıştırmadığı duvar, köşebaşı, tahta perde, kapalı dükkân kepengi bırakmadı. Şehir halkı Âlimyan’ı bir de bu suretle suratından da tanımak zorunda kaldı.

Hangi sokaktan geçseniz, ne tarafa baksanız, bir elinde yılandan asası, ötekinde ölü kafasıyla onu görmemenin imkânı yoktu. Ne kadar yürüseniz doktorun gür, çatık kaşları altındaki zoraki bir korkunçluk ile size bakan iri gözlerinin tehditlerinden kaçılamazdı.

Sokakta, annelerinin yanında giden bazı çocuklar, atılacak gibi kıvrım kıvrım duran yılanın korkunç manzarasından ürküp ağlayarak “Anneciğim… Anneciğim… Yılan geliyor!” çığlığı ile kaçıştıkça kadınlar birbirine:

“A hanım, yavrucuğumun hakkı yok mu? Yılan canlı gibi duruyor. Ne de koca meret… Hay kör olası, gözlerine bak gözlerine… İnsana nasıl bakıyor. Benim bile ödüm koptu gitti.”

Bazı ümmi kocakarılar:

“Bu yılanlı adam kim? Şerbetli mi acaba? Bu yılan onu niçin sokmuyor? Ahir zaman, ahir zaman… Kıyamet alametleri!”

“Ben kardeşimin oğlunda çerçeveli bir resim gördümdü. Hacı Bektaş Veli başında tacıyla bir duvarın üstünde oturuyor. Karaca Ahmet Sultan Hazretleri de bir aslana binmiş, eline yılanı asa etmiş hışımla geliyor. Sonra Hacı Bektaş Veli duvara ‘Yürü ya mübarek!’ deyince duvar gürül gürül yürüyor. Kurbağayı kâh derede kâh karada vakvaklatan Tanrı’m… Nelere kadir değilsin.”

“Hanım nine bu herif hokkabaz galiba. Bu yılanı oynatıyor da para kazanıyor. Kadınlara da oynuyor mu acaba? Seyri kaç para? Bizimki izin vermez ki gideyim.”

İstanbul’a yeni gelmiş cahil bir Arnavut: “Piiii mori vay anasını… Bu herif yılandan korkmaz mı? Piştovum olaydı gebertirdim alimallah…”

Esnaftan iki Ermeni:

“Bizim Âlimyan Rupen’i gördün? Evvelden Samatya Kilisesi’nde zangoçluk eder idi. Sonra eczacı çırağı oldu. Şimdi de koskoca menşur (meşhur) bir doktor.”

“Sus ol ahbar, altık (artık ) onun şanı ‘Rupen’ değildir, Frenklenmek için ‘Rober’e çevirdi. Mösyö Lö Doktor Âlimyan Rober… Şaka değil… Evvelden iki çeyrek vizite alır idi, müşteri bulamazdı. Şimdi iki mecidiyeye çıkardıysa daryesinde (dairesinde) hastalarını oturtacak yer bulamıyor… Âlem-i dünya böyledir. Ne kadar çalım eder isen insanın o kadar peşinden gelirler.”

“O elindeki koca yılan ne içindir sanki? Bu yılan sizi ısırır ise ben iyi ederim demektir?”

“Boş laf etme zo… Eczanelerden içeri girdiğinde, elinde birbirine dolanmış çifte yılan tutan, saç sakala karışmış ihtiyar bir herif tasviri görmezsin?”

“He…”

“İşte o moruk doktorların ağababasıdır. En evvel hekimliğe icat koyan odur.”

“Vay babasına be… Ben bu ihtiyarı eczacının kayınpederi zanneder idim.”

Bu resimler sokaklarda herkesin anlayış derecesine göre böyle türlü tefsirlere uğruyor, anlayana anlamayana da bin söz söyletiyor, Âlimyan halkın cahilleri üzerine de bu suretle tesir ediyordu.

Doktor Âlimyan, memleket hekimlerinin iyileştirmekten âciz kalmış oldukları büyüklerden birinin inatçı bir baş ağrısını umulmadık bir talih ile kesmeyi becermişti. Ondan sonra şöhret merdiveninin ilk ve zor adımını atladı. Mesleğinin bahtiyarları arasına karıştı. Vücutça, sırık hamallarını imrendirecek iri yarı bir çapta idi. Fakat sakalını sivriltti, tek gözlük taktı. Jilesini, bonjurunu modaya uydurdu.

На страницу:
2 из 7