
Полная версия
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür
1960’larda geleneksel müziğin canlanışı ve yeni folk hareketi Carter Ailesi’nin attığı temel üzerinde inşa edilmişti. Çeşitli sanatçılar Carter Ailesi’nin klasiklerini yeniden seslendirdiler. Pek çok müzik eleştirmeni Carter Ailesi ile Woody Guthrie (1912–1967) ve Bob Dylan (1941–) arasında doğrudan bir bağ kurmaktadır.
Ek Bilgiler1- Maybelle Carter, Carter scratch denilen bir penalı gitar çalma stili geliştirmişti. Bu tarz günümüzde bluegrass müzikte kullanılmaktadır.
2- “Wildwood Flower” Ulusal Halk Radyosu tarafından 20. yüzyılın en önemli 100 Amerikan müzik eserinden biri olarak değerlendirilmiştir.
3- Reese Witherspoon (1976–) 2005 yapımı “Walk The Line” filminde June Carter’ı canlandırmış ve en iyi kadın oyuncu dalında Oscar kazanmıştır.
Frank Capra
Sicilya’da doğan Frank Capra (1897–1991), ailesi ile birlikte 1903 yılında ABD’ye göç etti. Capra, kendi döneminde çevrilen yurtsever Amerikan filmlerinin önde gelen yönetmenlerinden biri oldu. Noel’de TV seyreden hemen hemen her Amerikalı, Capra’nın meşhur It’s a Wonderful Life (1946) filmi ile karşılaşırdı.

Ürettiği yaklaşık yirmi iki yapımın ardından Capra’nın kariyeri, hasılat rekorları kıran It Happened One Night (1934) filmi ile yükselişe geçti. Clark Gable (1901–1960) ve Claudette Colbert (1903–1996) tarafından başrolleri paylaşılan film, romantik bir komediydi. Columbia Pictures’a büyük bir stüdyo olma imkanı veren film muazzam bir ekonomik başarı elde etti. Övgü dolu yorumlar alarak adından söz ettirdi. Oscar Ödülleri’nde film beş ana dalda ödül aldı (en iyi aktör, aktris, yönetmen, senaryo ve görüntü). Böylesi bir başarıya One Flew Over the Cuckoo’s Nest’e (1975) kadar rastlanmayacaktı.
It Happened One Night’tan sonra Capra, sinizm ve yozlaşmaya karşı mücadele eden küçük kasaba kahramanlarının öykülerini anlatmaya yoğunlaştı. Mr. Deeds Goes to Town (1936), Lost Horizon (1937) ve You Can’t Take It With You (1938; En iyi film dalında Oscar aldı) gibi filmleri büyük başarılar elde etti. Mr. Smith Goes to Washington (1939) bir Amerikan klasiği oldu. Jimmy Stewart tarafından canlandırılan, Washington’da yozlaşmaya karşı mücadele veren genç bir senatör olan Jefferson Smith karakteri, Capra’nın klasik halk kahramanıydı.
ABD hükümeti Capra’dan askerleri II. Dünya Savaşı’nın temel yapısı hakkında bilgilendirecek olan Why We Fight’ı yönetmekle görevlendirdi. Bu yedi bölümlük bir belgesel serisiydi. Propaganda başyapıtlarından olan film 1942 ve 1945 yılları arasında ABD’de ve denizaşırı ülkelerde gösterime sunuldu.
Capra’nın en çok sevilen filmi olacak olan It’s a Wonderful Life, 1946 yılında gişede hayal kırıklığı yarattı. Neyse ki umut ve insandaki inanca ilişkin ilham verici mesajı nedeniyle bir Noel klasiği halini aldı. It’s a Wonderful Life Capra’nın büyük filmlerinden biriydi. Son filmi Pocketful of Miracles’ı 1961 yılında çekti. 1991 yılında doksan dört yaşındayken kalp krizinden öldü.
Ek Bilgiler1- Capra altı kez en iyi yönetmen dalında Oscar’a aday gösterildi. Üç kez bu ödülü kazandı (“It Happened One Night”, “Mr. Deeds Goes to Town” ve “You Can’t Take It With You”).
2- Capra 1936 ve 1939 yıllarında Oscar Ödülleri’nde sunuculuk yaptı.
3- 1982 yılında Amerikan Film Enstitüsü’nün Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü aldı.
İçki Yasağı
ABD’nin eyalet yönetimleri 1919 yılında ABD Anayasası’nın 18. ek maddesindeki değişikliği onaylayarak alkollü içkilerin üretimini, satışını ve taşınmasını yasaklarken; yoksullukla mücadele etmeyi, aile içi şiddete son vermeyi ve alkole bağlı sosyal problemlerden kurtulmayı amaçlamışlardı. Ne var ki yasak, alkol tüketimini durduramadı. Haliyle alkole bağlı sosyal problemler de devam etti. Yasak, çözmeye çalıştığı sosyal problemlerin daha da büyümesine neden olmuştu. Giderek kamuoyu desteğini yitiren yasak, on dört yıl sonra geniş bir halk desteğiyle uygulamadan kaldırıldı.
İçki yasağının peşindeki reformcular, 19. yüzyıldan beri bu uygulamanın hayata geçmesi için baskı yapıyorlardı. Kölelik karşıtları ve Susan B. Anthony (1820–1906) gibi pek çok feminist, yasağın arkasında duruyordu. Onlara göre yasak, kadınları sarhoş kocaların şerrinden koruyacak ve gecekondu semtlerindeki koşulların düzelmesine yardımcı olacaktı.
Beklenenin aksine yasak, 1920 ve 1930’larda büyük bir suç dalgasının ortaya çıkmasına neden oldu. İçki kaçakçılığı patlama yapmıştı. Al Capone (1899–1947) gibi gangsterler Kanada gibi ülkelerden içki getirmek ve bunu yasadışı içki satılan barlara dağıtmak için güçlü bir şebeke kurdular. Neredeyse her Amerikan şehrinde “speakeasy” adıyla anılan bu tip barlar açılmıştı. Al Capone’un silahlı adamlarının yedi rakibini öldürdüğü 1929 Sevgililer Günü Katliamı gibi olaylar Amerikalıları şok etti.
Buna ek olarak pek çok Amerikalı illegal yollardan kendi içkilerini üretmenin peşindeydi. Bu içkilerin üretimi son derece riskliydi. Kimileri ise kokain, marihuana ve afyon gibi maddeleri kullanmaya başladılar.
Zamanla yasa büyük ölçüde görmezden gelinmeye başlandı. Öyle ki söylendiğine göre Başkan Warren G. Harding (1865–1923) bile Beyaz Saray’daki poker partilerinde içki servisi yaptırıyordu. 1920’lerde yasanın kaldırılması için dile getirilen taleplerde büyük bir artış oldu. Kongre 18. ek maddedeki değişikliği 1933 yılında kaldırdı. Öte yandan kimi eyaletlerin, yasağı sürdürmelerine göz yumuluyordu. Bu imkandan pek az eyalet yöneticisi yararlanmak isteyecekti.
Ek Bilgiler1- Tahminlere göre yasak döneminde üretilen içkilerin sertliği, yasağın öncesi ve sonrasına göre %150 daha fazladır.
2- 18. ek maddedeki değişiklik, Amerikalıların haklarına kısıtlama getiren yegane anayasa değişikliğidir. Aynı zamanda 1933 yılında 21. ek maddeyle ortadan kaldırılmasıyla, kaldırılan yegane anayasal düzenleme olmuştur.
3- F. Scott Fitzgerald’ın “The Great Gatsby” romanındaki Jay Gatsby karakteri geçimini yasadışı alkol ticaretinden sağlamaktadır.
Jesse Owens
1936 yılındaki Berlin Olimpiyat Oyunları, Alman diktatör Adolf Hitler için aryan ırkın üstünlüğünü dünyaya ispat etmenin bir vesilesiydi. Tam da bu nedenle eski bir kölenin torunu ve bir maraba çocuğu olan Afro-Amerikalı Jesse Owens’ın (1913–1980) atletizm dalında dört altın madalya kazanarak müsabakaların yıldızı haline gelmesi onun fazlasıyla canını sıkmıştı. Hitler’i yerin dibine sokan Owens, II. Dünya Savaşı öncesindeki küresel gerilim döneminde uluslararası bir kahraman haline gelmişti.

Owens ilk kez Ohio Üniversitesi’nde ikinci sınıf öğrencisiyken dikkatleri üzerine çekti. 1935 yılında Big Ten Şampiyonası’nda yarışıyordu. 45 dakika içerisinde dört yarışa katılmış ve hepsini kazanmıştı. Üç dünya rekoru kırmış, dördüncüye ise ramak kalmıştı.
Bir yıl sonraki olimpiyatlarda Owens, ulusal bir yıldızdan uluslararası politik bir sembole dönüşecekti. 100 metre ve 200 metre koşularda, yüksek atlamada ve 4x100 metre bayrak yarışlarında büyük başarı elde etmişti.
Owens başlangıçta bayrak yarışı takımında değildi. O ve bir başka Afro-Amerikalı yarışçı olan Ralph Metcalfe (1910–1978), Marty Glickman (1917–2001) ve Sam Stoller (1915–1983) isimli iki Yahudi atletin yerine sahaya çıktılar. Söylendiğine göre Nazi memurlar, ABD’lilerden rejimi kızdırmamak için Yahudi atletleri takımdan çıkarmalarını istemişlerdi. Öte yandan Hitler kendi adına siyah atletlerle el sıkışmayı reddetmişti.
Olimpiyatlardan sonra Owens profesyonel bir atlet olmak için okulu bıraktı. Siyahi olimpiyat kahramanı için herhangi bir destekten yararlanma şansı olmadı. Öyle ki, ekmeğini taştan çıkarmak durumundaydı. Ailesine destek olmak adına, köpeklerden atlara kadar her türden rakibe karşı yarışarak hayatını kazanmak zorunda kaldı. 1950’lere gelindiğinde ise kendi halkla ilişkiler firmasını kurmuş ve başarılı bir eğitmen olmuştu. Altmış altı yaşında akciğer kanserinden öldü.
Ek Bilgiler1- Asıl adı James Cleveland Owens’tı. Alabama’da doğmuş ve dokuz yaşındayken Cleveland’a göç etmişti. Okuldaki ilk gününde öğretmeni adını sorduğunda, “J.C” dedi. Öğretmen yanıtın “Jesse” olduğunu sanmış ve böylece adı Jesse olarak kalmıştı.
2- Owens tek olimpiyatta dört altın madalya birden kazanan ilk Amerikalıydı.
3- 1976 yılında Başkan Gerald Ford (1913–2006) Owens’a, Amerika’nın en büyük sivil onur madalyası olan Özgürlük Nişanı’nı taktı.
4- Owens, 1936 Olimpiyatları’ndaki ilk iki girişiminde yüksek atlama finaline katılmayı başaramadı. Üçüncü ve son denemesinden önce Hitler’in aryan ırkının tipik bir simgesi olan uzun boylu ve sarışın Luz Long (1913–1943) Owens’a sıçramasını basma tahtasının birkaç santim gerisinden yapmasını önermişti. Owens, Alman’ın önerisini dinledi ve finallere katılacak dereceyi kolaylıkla elde etti. Devamında ise Owens altın, Luz gümüş madalya kazandı. Maçtan sonra birbirlerine sarıldılar. Luz II. Dünya Savaşı sırasında öldü. Owens, Luz’un ailesi ile irtibatını hiç kesmedi.
Betty Boop
Bir animasyon karakteri olarak kısa ömürlü olmasına rağmen cilveli ve balık etli Betty Boop, animasyonun çocuk eğlencesinden öteye geçebileceğini ispat etmişti. Seksi bir vodvil şarkıcısının animasyonu olan Betty Boop, 1930–1939 yılları arasında Paramount Pictures tarafından yetişkinler için çekilen bir dizi animasyonda boy gösterdi.

Betty Boop 1920’lerin şarkıcısı Helen Kane’den (1910–1966) esinlenilerek yaratılmıştı. Boop’un, Kane’le pek çok ortak özelliği vardı. Kısa saçları, tiz sesi ve kick-line dansları (Ayrıca meşhur bir nidası vardı: Boop-Oop-A-Doop!).
Kane’i model alan film yapımcısı Max Fleischer (1883–1972), kısa animasyonlar için başlarda Kane’e kısmen benzeyen bir Betty Boop karakteri yaratmıştı. Betty, 1930’larda ilk kez ortaya çıktığında bir Fransız kanişiydi. 2 Ocak 1932 tarihinden itibaren Any Rags filmiyle birlikte, bilinen insan tiplemesiyle resmedilmişti. Bir yıl kadar önce ses sanatçısı Mae Questel (1908–1998) Betty’i seslendirmeye başlamıştı. 1939 yılında yapılan son Boop çizgi filmi olan Yip Yip Yippy’e kadar bu görevi sürdürecekti.
1930’ların büyük animasyon projeleri genellikle Fleischer Studios ve Walt Disney tarafından yapılıyordu. İki stüdyo arasında önemli farklar vardı. Disney’in genellikle çocuklara hitap eden yaklaşımına karşılık Fleischer animasyonlarında yetişkinlere uygun içeriklere de yer verilebiliyordu. Betty Boop sıkça açık giysiler giyiyordu. Şarkıları ve dansı, belirgin bir erotizmi barındırıyordu.
Stüdyo, sonunda Boop’u yumuşatmak zorunda kaldı. Zira 1934 yılında Sinema Üreticiler ve Dağıtıcıları Derneği, Hays Code adı ile bilinen bir dizi sektör kuralını uygulamaya koymuştu. Bunların arasında animasyonlarda dahi olsa kadınlar için uyulması gereken bir dizi kıyafet kuralı bulunuyordu. Yasanın çıkmasının ardından Betty Boop daha uzun bir elbise ve yüksek yaka giymeye başlamıştı.
Ek Bilgiler1- 1934 tarihli “Betty Boop’s Rise to Fame”de elbiselerini değiştirirken Betty’nin göğüsleri kısa bir süre için görülebiliyordu.
2- Günümüzdeki film sınıflandırma sistemi 1968 yılında Hays Code’a alternatif olarak geliştirilmiştir.
3- 1934 yılında Kane, Paramount Pictures ve Fleischer Stüdyoları’na karşı başarısız dava girişimlerinde bulunmuştur. Betty Boop’un popülerliğinde kendi payı olduğunu iddia ederek tazminat talep etmiştir.
Charles de Gaulle
Fransa 20. yüzyılda büyük sorunlarla karşılaştığı bir sırada, ülkenin düzenini sağlamak ve bağımsızlığını korumak için birçok kez tek bir adama yöneldi. General Charles de Gaulle (1890–1970). Eleştirmenlerine göre o baskıcı bir otokrat, kendisi ve ülkesi için büyük hırslara sahip olan bir adamdı. Öte yandan bu hırslar, Fransa’nın II. Dünya Savaşı’nda yaşadığı acıların telafisi noktasında önemli bir rol oynadı. 1950’lerin sonuna doğru iç savaşın eşiğine gelen ülkesini kurtarmayı başarmıştı.
1940 yılında Fransa’nın Almanya’ya teslim olmasını kabul etmedi ve Londra’ya gitti. Sürgünde, Özgür Fransa adında bir Fransız hükümeti kurdu. Fransız askerlerini ve vatandaşlarını direnişe katılmaya ve Almanya’ya karşı mücadele etmeye davet etti.
1944 yılında Paris’in özgürleşmesi ile birlikte, Charles de Gaulle ülkesine bir kahraman gibi döndü. Yeni kurulan geçici hükümetin başkanı oldu. Ne var ki Charles de Gaulle’e göre Dördüncü Cumhuriyet’i kuran yeni anayasa, başkana gerekli yetkileri vermiyordu. Bu nedenle 1946 yılında görevden ayrıldı.
De Gaulle sonraki on yıl içerisinde de Fransız politikasının önemli bir figürü olmaya devam etti. 1958 yılına kadar ön plana çıkmamıştı. O yıl Kuzey Afrika’daki Fransız sömürgesi Cezayir’de bir isyan patlak verdi. Fransa’daki politik çalkantılar hükümetin düşmesine neden oldu.
Endişeli Fransız liderler Charles de Gaulle’un yardımını istediler. Altı aylığına Fransa’yı yönetmesi için kendisine mutlak bir otorite verildi. Gaulle bu otoriteyi kulandı. İsyan bastırıldı (Sonunda 1962 yılında Cezayir’in bağımsızlığı kabul edildi). Fransa daha bağımsız hareket eden güçlü bir ülke haline geliyordu.
De Gaulle, başkana daha fazla otorite veren yeni bir anayasanın yazımı sürecine liderlik etti. Nükleer silahların geliştirilmesine onay verdi. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından ayrılmasını sağladı.
De Gaulle 1968 yılına kadar başarılı bir biçimde yola devam etmişti. O sene öğrenci protestoları başladı. Sokak gösterileri ve grevlere rağmen otoritesinden hiçbir şey yitirmemişti. Sonraki yıl kendi otoritesi ile ilgili küçük bir yasal düzenlemeyi referanduma götürdü. Öneri reddedilince istifa etti. On dokuz ay sonra hayata veda etti.
Ek Bilgiler1- I. Dünya Savaşı’nda Fransız ordusunda görev yaptıktan sonra Charles de Gaulle, Fransız ordusunu ve askeri sistemini eleştiren bir dizi makale ve kitap yayınladı. Onun önerilerine Fransa’da dudak bükülmüştü. 1940’ta onun önerilerine benzer taktikleri kullanan Naziler, Fransa’yı işgal ettiler.
2- De Gaulle ilk çocuğuna, askeri alanda akıl hocası olan Marshal Philippe Pétain’in (1856–1951) adını verdi. Pétain daha sonra Vichy hükümeti safında yer alarak Nazilerle işbirliği yaptı ve Charles de Gaulle’ün baş düşmanı oldu.
3- “Time” dergisi 1958 yılında Fransa’yı kaostan kurtardığı için Charles de Gaulle’ü yılın adamı seçti.
James Joyce
James Joyce (1882–1941), Batı edebiyatının çehresini neredeyse başka hiçbir modern dönem yazarının yapmadığı bir biçimde değiştirmiştir. Onun romanları ve öyküleri kendi çağına göre son derece yenilikçi olmuş ve bugün dahi yazarlar üzerinde etkisi olan edebi yenilikler getirmiştir. Çocukluğunu Dublin’de geçiren Joyce Avrupa’da baştan başa dolaştı. Bu süreçte sürekli yazılar yazmıştı. İrlanda’ya dönerken yazılarını yayınlatabileceği umudunu taşıyordu. İlk büyük eseri olan Dubliners 1914 yılında ortaya çıktı. Eseri halen 20. yüzyılın en önemli kısa öykü derlemelerinden biri olarak görülmektedir. Kitaptaki son öykü olan “The Dead”de, kendisiyle özdeşleşen bir yazım tekniği kullanılmaktadır: epifani. Bu teknikte karakter, kendisiyle ve dünyayla ilgili olarak yaşamını değiştiren bir farkındalık anı yaşar.

Dubliners adlı çalışmayı A Portrait of the Artist as a Young Man (1916) izler. Büyük ölçüde otobiyografik nitelik taşıyan bu çalışma, yazarın bir Katolik olarak yetiştirilmesini, eğitimini ve sanata yönelişini ele alır. Kitap çok beğeni toplasa da hiç şüphesiz asıl önemli eseri bir sonrakidir: Ulysses (1922). Homeros’un Odysseia’sının günümüz Dublin’inde geçen bir yeniden anlatımı olan eser, sıklıkla İngilizce yazılmış en iyi roman olarak değerlendirilmektedir. Kitapta Joyce dil, biçem ve anlatımla ilgili radikal denemeler yapar. Özellikle kullandığı bilinç akışı yöntemi son derece yenilikçidir. Herhangi bir düzenleme ya da yorum olmaksızın karakterlerin iç dünyalarını yansıtmaya çalışır. Joyce’un denemeleri son romanında zirveye çıkar: Finnegans Wake (1939). Son derece zor olduğundan yalnızca uzmanlar tarafından okunabilen bir metindir.
Joyce’un çalışmaları film ya da oyunlara kolayca adapte edilemese de Batı’nın kültürel imgelemi içinde tartışılmaz bir yer edinmiştir. Eserleri, sadece edebi yenilikçiliği ile değil, Katolikliğe, cinselliğe, sanata ve İrlanda politikasına ilişkin ortaya koydukları yaklaşımlar ile de önemlidir.
Ek Bilgiler1- Joyce yaşamı boyunca glokom, katarakt ve diğer göz problemlerinden çok çekmiştir. Dönem dönem bu hastalıklar nedeniyle görme yeteneği neredeyse tamamen kaybolmuştur.
2- Her yıl 16 Haziran’da dünya genelinde Joyce hayranları, 1904 yılında Ulysses’te anlatılan tüm olayların geçtiği o tek günün onuruna Bloomsday’i kutlarlar.
3- Joyce, Marcel Proust (1871–1922), Virginia Woolf (1882–1941) ve William Faulkner (1897–1962) gibi isimlerle birlikte edebiyat alanında modernizmin temel figürlerinden biri olarak görülmektedir.
Fats Waller
Piyanist Thomas Wright “Fats” Waller (1904–1943), 20. yüzyılın etkili Amerikan sanatçılarından ve caz müziğin yenilikçilerinden biriydi. Gösterişli ve komik tarzı ile Waller, Amerikan müzik repertuvarına, aralarında “Ain’t Misbehavin” (1929) ve “Honeysuckle Rose” (1934) gibi şarkıların da olduğu çok sayıda eser kazandırmıştır. Johann Sebastian Bach (1685–1750) eserlerini temel alan bir klasik müzik eğitimi almış olsa da Waller, son derece zor bir caz tarzı olan “stride” icracısı olarak ünlenmiştir.

Stride piyanonun ustaları arasında Waller’ın yanı sıra Willie “Aslan” Smith (1897–1973) ve New York City’de büyürken Waller’ın kendisinden piyano dersleri aldığı James P. Johnson (1894–1955) da bulunmaktadır. Stride çalan piyanistler parçanın hem ritmine hem de melodisine katkıda bulunurlar. Genellikle kontrbas ya da bateri gibi bir başka enstrüman yardımıyla tutturulan ritim, bu müzik tarzında piyanistin sol eliyle sağlanır. Stride zor bir tarzdır çünkü piyanisttin sol elinin diğerinden bağımsız bir biçimde ritim tutması hiç de kolay değildir. Piyanist piyanonun sol tarafı ile ritim tutarken ortadaki tonlardan harmoniye katkıda bulunmalıdır (Sol elin aşağı yukarı hareketleri bu tarza stride adının verilmesine neden olmuştur). Tüm bunlar olurken piyanist sağ eli ile hızlı ve ayrıntılı melodiler çalmalıdır.
Stride ustası olabilmek olağanüstü bir yetenek ve uzun yıllar çalışmayı gerektirir. Bu noktada Waller doğal bir avantaja sahiptir. Piyanist George Shearing (1919–2011), Waller ile el sıkışmayı bir grup muzu avuçlamaya benzetmektedir. Bu benzetme hiç de abartılı sayılmaz. Waller’ın elleri o kadar büyüktür ki, on iki piyano tuşunu birden kaplayabilmektedir. 1920’lerin ve 1930’ların ortamında son derece popüler bir sanatçı olmuş ve kayıtları hit listelerinde yer almıştır. Caz, ülke çapında popülerleşirken onun da popülerliği artmıştır. Fakat 1943 yılında zatürreden ölmüştür. Sonraki dönem caz müzisyenleri üzerine büyük bir etkisi olmuş ve 1993 yılında yaşam boyu başarılarından ötürü kendisine ölümünden yıllar sonra Grammy Ödülü verilmiştir.
Ek Bilgiler1- Waller kariyerine New York City’deki “kira partileri”nde çalarak başlamıştır. Canlı müziğin olduğu bu partilerde, ev sahipleri misafirlerinden katılım ücreti alarak kira paralarını toplamaktadırlar.
2- Performanslarına ait ses kayıtlarını satmadan önce Waller, Okeh için piyano rolları yazmıştır.
3- 1926 yılında ününün zirvesindeyken Chicago’daki bir bara arkasına dayalı bir silahla sokulmuştur. Kaçırıldığını sansa da aslında “Yaralı Yüz” Al Capone’nin (1899–1947) doğum günü dolayısıyla bir konser vermesi için bara götürülmüştür.
James Cagney
Jimmy Cagney (1899–1986), 1930’ların yeni yeni popülerleşen bir sinema akımının önde gelen yıldızlarındandı: gangster filmleri. New York Times’taki ölüm ilanında söylendiği üzere, ukala ve hırçın bir yıldızdı. Efsanevi bir şovmendi. Will Rogers onun için, “Ne zaman çalışırken ona rastlasam aklıma patlayan maytaplar gelir” demiştir.
Cagney, Broadway ve vodvilde dansçı ve şarkıcı olarak kariyerine başladı. Ne büyük bir dansçı ne de müthiş bir şarkıcıydı. Öte yandan sahnedeki enerjik performansları çok geçmeden beyazperdeye de taşınmasını sağlayacaktı.
Cagney, Sinners’ Holiday (1930) filmi sahnelendikten bir yıl sonra kendisini bir yıldız haline getirecek olan The Public Enemy (1931) isimli filmde başrol oynadı. İlk gangster filmlerinden olan yapım, şiddeti ve kadın düşmanlığını oldukça gerçekçi bir biçimde betimliyordu. Filmin çok bilinen bir sahnesinde Cagney’in canlandırdığı Tom Povers karakteri, yarım bir greyfurtu kadın başrol oyuncusu Mae Clarke’ın yüzüne bastırmaktadır.
1930’ların geri kalanında da Cagney, Hollywood’un önde gelen gangsteri olarak sahip olduğu ünü devam ettirdi. Başrolünü Humprey Bogart ile paylaştığı Angels with Dirty Faces (1938) filmindeki rolü için En İyi Oyuncu Oscar’ını kazandı. Bir yıl sonra The Roaring Twenties (1939) isimli filmde yine Bogart ile birlikte oynadı. Bu film Cagney’in 1930’lardaki son gangster filmiydi.
Yankee Doodle Dandy (1942) isimli filmde, ünlü şarkıcı, şarkı yazarı ve dansçı George M. Cohan ile birlikte oynayarak müzik ve dans köklerine geri dönmüştü. Yurtseverlik temalı bir müzikal olan film o yılın en büyük gişe başarısını elde etti ve Cagney’e En İyi Oyuncu Oscar’ını kazandırdı.
Raoul Walsh’un Freudyen temalı White Heat (1949) filmiyle yeniden gangster filmlerine dönüş yaptı. Psikopat bir haydudu canlandırdığı filmde kullandığı Made it, Ma! Top of the world! repliği çok meşhur olmuştu. 1955 yılında Cagney iki önemli filmde rol aldı: Love Me or Leave Me, ona üçüncü ve sonuncu Oscar adaylığını kazandıracaktı. Diğer filmi ise Henry Fonda ve Jack Lemmon ile oynadığı Mister Roberts’tır.
Cagney 1961 yılında emekliye ayrıldı. Doktorunun daha aktif olması yönündeki önerileri üzerine yirmi yıl sonra Milos Forman’ın Ragtime (1981) filminde küçük bir rol aldı. Bu Cagney’in son filmi olacaktı. Seksen altı yaşında kalp krizinden öldü. Cenaze töreninde Hollywood’dan eski bir arkadaşı olan Ronald Reegan konuşma yaptı.
Ek Bilgiler1- Michael Curtiz 1942 tarihli çok kârlı “Yankee Doodle Dandy”nin yanı sıra, 1942 yılının çok sevilen filmi “Casablanca”yı da çekmiştir.
2- Genellikle ünlendiği düşük bütçeli filmlerdeki rollerinin yanı sıra Cagney, Shakespeare’in “A Midsummer Night’s Dream” (1935) uyarlamasında da rol aldı. Film iki Oscar Ödülü kazanmıştı.
3- 1984 yılında Cagney, Amerika’nın en yüksek sivil madalyası olan Özgürlük Nişanı’nı aldı.
Flapperlar
1920’lerde bir grup kadın, saçlarını “bob” denilen egzotik bir saç stilinde düzenlemeye, sigara içmeye, caz dinlemeye ve genç kadınlara dönük yaygın beklentilere meydan okumaya başladılar. Fahişeler için kullanılan İngilizce argo bir terimden türediği düşünülen “flapperlar” adı, I. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Avrupa ve ABD’de de geleneksel cinsiyet normlarına karşı güçlü bir karşı çıkışı temsil ediyordu.

Ünlü flapperlar arasında Joan Crawford (1905–1977) ve yazar F. Scott Fitzgerald’ın (1896–1940) eşi Zelda Fitzgerald (1900–1948) da bulunuyordu.
Flapperların erkeksi saçları ve giyimlerine ek olarak cinselliğe yaklaşımları da oldukça liberaldi. Kimi flapperların çok sayıda erkek arkadaşı vardı. Bu o günün koşullarında skandal sayılan bir davranıştı.
Flapperlar, Amerikan Anayasası’nın kadınlara oy hakkı tanıyan 19. maddesinin kabulünün yarattığı zeminde ortaya çıkmış ve cinsel rollerin yeniden tartışılması noktasında önemli bir etki yaratmışlardı.
Flapperların belki de en başarılı portreleri Fitzgerald’ın roman ve öykülerinde bulunmaktadır. Başyapıtı olan The Great Gatsby’de (1925) bir flapper karakter bulunmaktadır: bağımsız, içkici ve profesyonel golfçü Jordan Baker. “Bernice Bobs Her Hair” isimli öyküsü ise büyük kuzeni Merjarie’den nasıl gerçek bir flapper olabileceğini öğrenen genç bir kızın hikayesini anlatmaktadır.