
Полная версия
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür
Dans Maratonları
10 Haziran 1928 tarihinde New York City’deki Madison Square Garden’da on yılın en ünlü dans maratonu başladı. 5 bin dolarlık ödül için yarışan 132 çift arenada sahne aldılar. Bu Amerikan tarihinde yaşanmış çılgınlıkların doruk noktasıydı.

Dans maratonu çılgınlığı Alma Cummings adındaki Amerikalı bir kadın tarafından başlatılmıştı. Cummings 1923 yılında hiç durmadan yirmi yedi saat boyunca dans etmişti. Rekoru daha sonra New York City dans salonunda altmış dokuz saat boyunca dans eden Vera Shephard tarafından kırılacaktı (Shephard bir gazeteciye “Beni rahatsız eden tek şey sürekli bir adamın kollarında olmaktı” demiştir). Shephard’ın rekoru ise çok geçmeden Clevelandlı bir başka kadın tarafından kırılacaktı.
Benzeri maratonlar ülkenin her yerindeki şehirlerde düzenlendi. Organizatörler en başarılı çiftler için para ödülleri vaat etmeye başladılar. Madison Square Garden’daki maraton ise benzerleri arasında en üst düzeyde olanıydı.
Dans maratonunun yarışmacılar üzerinde ağır bir fiziksel etkisi oluyordu. Bahçedeki iki gün için New York Times, “Yarışmacılar, güçlerini yitirmeye başladıklarında kurulmaya ihtiyaç duyan mekanik oyuncaklara benzemişlerdi” diye yazmıştır. Katılımcılar dans tekniklerine göre değerlendirilmemişlerdir. Yegane ölçü dayanma gücüydü (buna rağmen New York maratonunda yarışmacılara periyodik olarak on beş dakika mola izni verilmişti).
1928 Madison Square Garden Maratonu yirmi günün ardından son buldu. Zira şehrin sağlık delegesi, kalan sekiz yarışmacının sağlıklarından endişe etmeye başlamıştı.
1935 yılında romancı Horace McCoy (1897–1955) Büyük Buhran dans maratonu etrafında gelişen bir cinayet komplosunu anlatan They Shoot Horses, Don’t They? isimli bir roman yazmıştı. Yönetmen Sydney Pollack (1934–2008), başrolünde Jane Fonda’nın (1937–) oynadığı 1969 tarihli bir filmle romanın uyarlamasını yaptı. Film bir dalda Oscar kazanmış ve sekiz dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Pollack’ın filmi dönemin yoksul ama hırslı amatör dansçılarının geçinmek için nasıl sabaha kadar dans ettiklerini ortaya koymaktaydı.
Ek Bilgiler1- Amerikan Dans Öğretmenleri Topluluğu, 1923 yılında dans maratonlarına karşı imza kampanyası başlatmışlardı. Onlara göre maratonlar sağlık için zararlı, eğlence olarak yararsız ve dans sanatı açısından tam bir rezaletti.
2- Efsaneye göre Montana Butte’deki Rensaw Hall’da yapılan ilk dans maratonu da on beş saatin ardından bir sağlık delegesi tarafından durdurulmuştu.
3- Meksiko City 1933 yılında dans maratonlarını yasaklamıştı. Onlara göre maratonların kimseye faydası yoktu.
Salvador Dali
Büyük gözleri, yukarı kıvrılmış komik bıyıkları, baston koleksiyonu ve alışılmadık değerlendirmeleri ile ressam Salvador Dali (1904–1989) parçası olduğu sanat akımının cisimleşmiş hali gibiydi: sürrealizm. Dali ününü eksantrik dâhi kişiliği ve yenilikçi eserlerine olduğu kadar şovmenliği ve reklam düşkünlüğüne de borçluydu.

Fantastik görsel imgeleri ve bilinçaltını kullanımı ile sürrealizm, 1920’lerde Avrupa sanatının önemli bir akımı olarak ortaya çıkmıştı. Dali’nin ilk büyük uluslararası atılımı 1928 yılında gerçekleşti. Üç resmi, Pittsburg’daki Uluslararası Carnegie Sergisi’nde sergilendi. Bir yıl sonra Paris’teki tek kişilik ilk gösterisini yaptı.
Bu dönemde “paranoyak-eleştirel yöntem”i geliştirdi. Bu yöntemde, kendi psikotik-halüsinasyonlarından sanat yapıtları meydana getirmek için yararlanıyordu. Akımın tarihindeki en ünlü eser olan The Persistence of Memory (1931) adlı tablosu ile yerini sağlamlaştırdıktan sonra sürrealizmin en ünlü ismi konumuna geldi. Çalışma Dali’nin en karakteristik imajlarından bazılarını içeriyordu. Bunların arasında; zamanın bükülmesini temsil eden eriyen saat, çürümeyi temsil eden karıncalar ve Katalonya’nın kır manzarası vardı.
On yılın kalan bölümünde sürrealist eserleri sergilerde gösterilmeye devam etse de, politik düşünceleri nedeniyle 1934 yılında akımdan dışlandı (Diğer sürrealistlerin büyük bölümü marksistti.).
1940’lardan başlayarak dini, bilimsel ve tarihi temalara yoğunlaşmaya başladı. Kariyeri boyunca son derece verimliydi. Bu durum 1980 yılında Paris’te açtığı 168 resim, 219 çizim, 38 obje ve 2000’den fazla belgeden oluşan retrospektif sergide de bütün çıplaklığı ile açığa çıkmıştı.
Dali’nin şovmenliği, çok ürün vermesi ve kibirli olması sıkça eleştirilmesine neden oldu. Onun gözünde ise eleştirmenler yalnızca kendisini kıskanan sanatçılardan ibaretti. 1958 yılında gazeteci Mike Wallace (1918–2012) hangi sanatçıya hayran olduğunu sorduğunda şöyle yanıtlamıştı: “Önce Dali, Dali’den sonra Picasso.” Hayranlık duyduğu sanatçılar listesi bundan ibaretti.
Dali seksen dört yaşında kalp yetmezliğinden öldü.
Ek Bilgiler1- Dali çeşitli alanlarda ürünler verdi. Yağlı boya, sulu boya, çizim, grafik, heykel, film, fotoğraf ve kuyumculuk bunlardan bazılarıdır.
2- Film alanındaki katkılarının da altı çizilmelidir. İspanyol yönetmen Luis Buñuel (1900–1983) ile birlikte önemli iki sürrealist film yaptı: “Un chien andalou” (1929) ve “L’âge d’or” (1930). Dali aynı zamanda Alfred Hitchcock (1899–1980) tarafından çekilen “Spellbound” (1945) filmindeki düşsel sahnelerin hazırlanmasına yardımcı oldu. Walt Disney (1901–1966) ile birlikte, yayınlanması 2003 yılında gerçekleşen “Destino” animasyonunun yapımına katkılarda bulundu (Dali 1945 ve 1946 yıllarında Destino üzerinde çalışmıştı.).
3- Sansasyon yaratan yorumlar yapmak Dali’nin kişiliğinin bir parçasıydı. Bir keresinde Fransız usta Paul Cézanne (1839–1906) için “Gördüğüm en beceriksiz ressam” demişti.
Carl Sandburg
Amerikan tarihindeki en iyi şairlerden olan Carl Sandburg (1878–1967), en çok Orta Batı’nın ünlü endüstri şehrinin verimliliğini, gücünü ve sahip olduğu özgün karakteri yücelttiği “Chicago” (1914) şiiriyle ve on yıllar sonra yazdığı uzun Abraham Lincoln biyografisi ile anımsanmaktadır. Sandburg’un anlaşılır ve canlı şiirleri onu yaşadığı sırada oldukça popüler biri haline getirmişti. Çalışmaları günümüzde de oldukça geniş bir okur kitlesine hitap etmektedir.

Batı İlinois’teki küçük bir şehir olan Galesburg’da yaşayan yoksul bir İsveçli çiftin çocuğuydu. Küçük yaşta okuldan ayrıldı. Onlu ve yirmili yaşlarında kötü işlerde çalışmak zorunda kalmıştı. Bu dönemde yerel kültürü ve Orta Batı geleneklerini yakından tanıma fırsatı buldu. Yerel politik kampanyalardan berber dükkanlarına ve çiftliklere kadar bölgeye aşinaydı. 1913’te Chicago’ya yerleşti ve gazetecilik yapmaya başladı. Bir yandan da şiirler yazıyordu.
İlk şiir derlemesi olan Chicago Poems (1916) çok popüler oldu ve ünlü “Chicago” şiiri onu ünlü biri yaptı. Bu çalışma Sandburg’un şiire yaklaşımının çok güzel bir örneğidir: Şiiri vurgulu ve açıklayıcı ifadelere dayanır. Basit ve çağrışım gücü yüksek imgelere yer verir. Efsanevi Chicago betimlemesinde olduğu gibi: “Fırtınalı, dinç, kavgacı / Büyük omuzların şehri.” Şiirlerini, genellikle kafiyesiz serbest nazımla yazmıştır. Dili geleneksel şiirden çok daha özgür ve anlaşılır bir biçimde kullanmaktadır. Şehriyle gurur duymasına rağmen suç, fuhuş ve yoksulluk gibi sorunların farkındadır. Şehrin dayanıklılığı ve zorlukları yenme gücüne ise hayranlık beslemektedir.
Sandburg sıklıkla 19. yüzyılın büyük popülist şairi Walt Whitman (1819–1892) ile karşılaştırılmaktadır. Gerçekten de Sandburg, Whitman’ın başyapıtı Leaves of Grass (1855) adlı çalışmasında serbest şiiri kullanma biçimine büyük bir hayranlık beslemektedir. Whitman’ın Amerikan toplumuna özgü basit, günlük ve özgün meseleleri yüceltişi ilgisini çeker. Whitman gibi Sandburg da Amerikan halk sanatı ve demokratik sisteminden büyülenmiştir. Şiirlerinin dışında Amerikan tarihi ve müziği ile ilgili düzinelerce kitap yazmıştır.
Ek Bilgiler1- Aynı zamanda sahneye çıkmaya da hevesliydi. Okuma günlerinde halk şarkıları ve öyküleri kullanarak dinleyenlerini eğlendirmekten hoşlanırdı.
2- Walt Whitman gibi Sandburg de Abraham Lincoln hayranıydı. Onun biyografisini yazmak için uzun yıllar harcamış ve 1940 yılında bu çalışmasıyla tarih dalında Pulitzer Ödülü kazanmıştı.
3- Amerikalı çocukların ulaşabileceği peri masallarının çoğu Avrupa kaynaklıydı. Sandburg kendi peri masallarını yazma kararı vermişti. Bunlar belirgin bir biçimde Amerikan karakteri taşıyan peri masalları olacaktı.
Bessie Smith
Columbia Records, Bessie Smith’i (y. 1894–1937) “Blues Müziğin Kraliçesi” ilan ettiğinde müzik basını aynı fikirde olmadığını açık bir biçimde ortaya koymuştu. Kraliçe unvanı onun için yeterli değildi. Ünlü şarkıcıya verilmesi gereken unvan “Blues’un İmparatoriçesi” olmalıydı.

Bessie Smith, 1920’lerin ve 1930’ların en popüler blues sanatçısıydı. Kayıt stüdyosuna girmeden önce de bir performans sanatçısı olarak önemli bir başarı kazanmıştı. 1912 yılında Smith “Blues’un Anası” lakaplı Gertrude Rainey (1886–1939) ile bir revüde birlikte şarkı söylemiş, yaşlı yıldızı kendisine hayran bırakmıştı. Rainey, Tennessee’li sanatçıya başarılı bir sahne performansı için kimi tüyolar verecek ve çok geçmeden boynuz kulağı geçecekti.
Smith, 1920’de Atlantic City’de kendi şovuna başladı. 1923 yılında New York’a gitti ve vodvil turnesinde muazzam bir ilgi gördü. Aynı yıl Columbia ile bir sözleşme imzaladı ve ilk albümünü çıkardı.
Smith Columbia’nın “race record” serisinin ilk şarkıcısıydı. Şirket Afro-Amerikan blues müziğinin popülerliğinden faydalanmayı umuyordu. Smith’in ilk eserleri olan Gulf Coast Blues (1923) ve Down Hearted Blues (1923) çok popüler oldu ve iyi sattı. Diğer hit eserleri ise Baby Won’t You Please Come Home (1923) ve Nobody Knows When You’re Down and Out (1929) idi.
Büyük Buhran’ın Amerika’nın eğlence bütçesini kısması ve sesli filmlerin yaygınlaşması ile birlikte Smith’in yıldızı sönmeye başladı. Sesli filmlerin çekilmesi vodvil performanslarının cazibesini yitirmesine yol açtı. Her şeye rağmen Smith formunun zirvesindeydi ve hâlâ gençti. Kimileri 1930’larda yeniden popüler olacağını umuyordu. Ne var ki böyle bir şansı olmadı. 26 Eylül 1937 tarihinde Mississippi’de geçirdiği bir trafik kazasında “Blues’un İmparatoriçesi” hayata gözlerini yumdu.
Ek Bilgiler1- 1975 yılında folk-rock grubu “The Band”, ismini Bessie Smith’den alan bir parça yaptı.
2- Smith’in doğum tarihi kimi zaman Temmuz 1892, kimi zamansa 15 Nisan 1894 şeklinde gösterildi. Hangisinin doğru olduğu kesin olarak bilinemese de Smith doğum günü olarak 15 Nisan’ı tercih ederdi.
3- Smith 1929 yılında “St. Louis Blues” filminde başrol oynadı. Sanatçıya ait yegâne kamera görüntüsü bu filmde yer almaktadır.
Greta Garbo
İsveç doğumlu Greta Garbo (1905–1990), 1930’ların en büyük gişe yıldızıydı. Sessiz filmlerden sesli filmlere başarılı bir biçimde geçiş yapan az sayıdaki sanatçıdan biriydi. Otuz altı yaşında emekli olduğundan kariyeri nispeten kısa sürmüştü. Buna karşılık ekran ışığı ve sinema perdesi dışındaki gizemli yaşantısı nesiller boyunca sinemaseverleri büyülemeye devam etti.

Stockholm’de doğan Garbo’nun asıl adı Greta Lovisa Gustafsson’du. Efsanevi Hollywood yapımcısı Louis B. Mayer tarafından keşfedilmeden önce çeşitli Alman ve İsveç filmlerinde rol almıştı. İlk sözleşmesini MGM ile yaptı ve 1926 yılında ilk üç filmini çekti: The Torrent, The Temptress ve Flesh and the Devil.
İsveç kökenli, yorgun bir Amerikan fahişesini canlandırırken sinema tarihine geçen ilk sözlerini söylemişti: “Bir viski ver bana, bir de zencefilli gazoz. Hadi bakalım cimrilik yapma.” Aksanıyla ilgili endişeler yersiz çıkmıştı. Gırtlaktan konuşması sadece gizemli ve şuh havasının daha da artmasına yarıyordu. 1930’lar boyunca, Büyük Buhran yaşanıyor olmasına rağmen her film için 500 bin dolardan fazla aldığı söyleniyordu.
Olağanüstü güzelliği ile Garbo, hızla ünlü bir sessiz film yıldızı haline geldi. Ona “İsveç Sfenksi” deniliyordu. İskandinav aksanı, MGM’in 1930 yılına kadar onu sesli filmlerde oynatmasına mani olmuştu. Bu tarihte Eugene O’Neill’in Anna Christie oyunundan yapılan bir uyarlamada rol aldı. Rolüyle fazlasıyla adından söz ettirmişti. Öyle ki, MGM filmi tanıtırken “Garbo Konuşuyor” sloganı ile bir reklam kampanyası başlatmıştı.
Bütün ünlü film replikleri içerisinde belki de en ünlü olanı, en iyi film dalında Oscar alan Grand Hotel (1932) filmindeki sözleridir. Filmde Rus bir balerini canlandıran Garbo, “Yalnız olmak istiyorum” der. Bu cümle Garbo’nun ömrünün geri kalan kısmında, özellikle 1941 yılında emekliye ayrılıp sessiz bir hayat sürmeye başladıktan sonra yankılanmaya devam edecektir.
MGM’in “Garbo Gülüyor” sloganı ile piyasaya sürdüğü klasik romantik komedi Ninotchka (1939) Garbo’nun son önemli performansıdır. Tam dört kez en iyi oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilmişse de ödülü kazanamamıştır. İki yıl sonra, son filmi olan Two-Faced Woman’ın (1941) ardından emekliye ayrılır.
Sonraki elli yıl boyunca hiçbir röportaj vermemiş, kamuoyundan uzak durmuştur. Buna rağmen seksen dört yaşında ölene dek efsanesi büyümeye devam etmiştir.
Ek Bilgiler1- Garbo “Flesh and Devil”in başrol oyuncularından John Gilbert’le 1926 yılında nişanlanmıştır. Ancak son anda evlenmekten vazgeçer. Hiçbir zaman evlenmeyen Garbo’nun biseksüel olduğu düşünülmektedir.
2- MGM tarafından çekilen son sessiz film olan “The Kiss”de (1929) başrol oynamıştır.
3- 1954 yılında Guinness Rekorlar Kitabı’nda Garbo “Yaşamış en güzel kadın” olarak geçmektedir.
4- 1955 yılında Oscar Onur Ödülü almıştır.
Köktencilik
Köktencilik terimi, 1910’larda modern bilimi reddeden ve İncil’in kelimesi kelimesine Tanrı’nın sözleri olduğunu savunan Hıristiyanları tanımlamak için kullanılmıştır. Neredeyse bir yüzyıl sonra köktencilik halen Amerikan dini düşüncesinin önemli bir ögesi olmaya devam etmektedir. ABD’de ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan ve kendilerini evanjelik Hıristiyanlar olarak adlandıran milyonlarca insan bu düşünceyi benimsemektedirler.
19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarındaki bilimsel gelişmeler köklü Hıristiyan inançlarına meydan okuyordu. Charles Darwin (1809–1882) tarafından yapılan biyolojik araştırmalar hayvanların diğer canlı türlerinden evrimleştiğini ortaya koymuştu. Bu İncil’deki yaratılış hikayesi ile çelişen bir durumdu. Albert Einstein (1879–1955) gibi bilim insanlarının çalışmaları evrenin kutsal kitaplarda anlatıldığından çok daha karmaşık ve kompleks bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyordu.
Bu bilimsel keşiflere bir yanıt olarak kimi Hıristiyan bilginler 20. yy başlarında inançlarını yenilemeye başladılar. Emekli bir Harvard başkanı olan Charles W. Eliot (1834–1926) 1909 yılında “Dinin Geleceği” adıyla bir konuşma yaptı. Konuşmasında dinin zaman içerisinde otoriteye dayanmaktan uzaklaşacağı fikrini işledi. Gelecekte “ölü atalara, öğretmenlere ya da yasa koyuculara” tapılmayacaktı. Gelecekte dinlerde kişisel kurtuluş takıntısı olmayacak, iç karartıcı hava bütünüyle ortadan kalkacaktı.
Eliot’un konuşması ve yüzyılın başlarında dini inançlarla ilgili yaygınlaşan şüphecilik, muhafazakar Hıristiyanlar arasında bir tepkinin gelişmesine neden oldu. Bir yıl sonra Princeton Teoloji Semineri’nin üyeleri Hıristiyanlığın özüne ilişkin olduğuna inandıkları temel prensiplerini açıkladılar. Bunların arasında İncil’in yanılmazlığı ve çarmıha gerildikten sonra İsa’nın yeniden hayata dönüşü de bulunuyordu.
Köktencilik özellikle Babtistler ve Metodistler arasında taraftar buldu. Köktencilik, 1920’lerin başlarında okullarda evrim teorisinin okutulmasına karşı bir kampanya yürüttü. Hıristiyan gruplar, eğitimcileri evrim yerine yaratılışı öğretmeye zorladılar. Günümüzde köktenciliğin çeşitli Hıristiyan gruplarında destekçileri bulunmaktadır.
Ek Bilgiler1- Köktenciliğin önde gelen destekçilerinden biri de başkan adayı William Jennings Bryan’dı (1860–1925). “Maymun Davası” sırasında İncil’e inançlarını ortaya koyunca gazeteci H. L. Mencken (1880–1956) tarafından alay konusu yapılmıştı.
2- Köktenci terimi, bazı Müslümanları tanımlamak için ilk olarak 1980’lerdeki Lübnan rehine krizi sırasında kullanılmıştır.
3- 2007 yılında yapılan bir anket Amerikalıların %39’unun Tanrı’nın insanları bugünkü formunda yarattığını düşündüğünü ortaya koymaktadır.
Lou Gehrig
Kendi döneminde Lou Gehrig (1903–1941), “Demir At” namıyla bilinirdi. Beyzbolu kendisinden önce ve sonra pek az kişinin oynadığı gibi oynayan çelik bir makineydi. Art arda 2130 oyunda oynayarak rekor kırmıştır. Aynı zamanda sessiz ve alçakgönüllü bir adamdı. Ne var ki “New York Yankees”ten takım arkadaşı Babe Ruth’un (1895–1948) gölgesinde kalmıştı.
Gehrig, kariyerini ve yaşamını erkenden sonlandıran nadir görülen hastalığı ile anılan simge bir isim haline gelmiştir. Beyzbolu bıraktıktan iki ay sonra Yankees Stadyumu’nda kalabalıklara yaptığı dokunaklı veda konuşması bugün dahi hatırlanmaktadır.
Gehrig, Manhattan’da doğmuş ve Columbia Üniversitesi’ne gitmiştir. Yankees 1923 yılında onunla sözleşme imzalamıştır. 1925 yılından itibaren düzenli olarak birinci kalede bulunmuştur. Yedek vurucu olarak yer aldığı bir oyunun ardından, Gehrig birinci kalede savaş gazisi Wally Pipp’in (1893–1965) yerine geçmiştir. Sonraki on üç yıl boyunca yerini koruyacaktır. Art arda 2130 oyunda yer alma rekoru ancak 1995 yılında “Baltimore Orioles”teki Cal Ripken Jr. (1960–) tarafından kırılabilecektir.
Gehrig çok geçmeden beyzbol tarihinin en iyi vurucularından biri haline gelmiştir. 1927 yılında 47 kez topu oyun alanının dışına göndermiş ve 0,373’lük bir vuruş ortalamasıyla 175 sayı yapmıştır. Aynı yıl 60 kez topu oyun alanının dışına gönderen Ruth dışında hiçbir oyuncu bir sezonda böyle bir sonuca ulaşamamıştır.
1931 yılında Gehrig 184 RBI (vurucunun fırlattığı topa karşılık koşucunun skor kazanıp kazanmadığını gösteren bir beyzbol istatistiği) ile halen korunan bir lig rekoruna sahiptir. 1934 yılında Amerikan Ligi’nin üçlü tacını kazanmıştır (0,363 vuruş ortalaması, 49 kez topu oyun alanının dışına gönderme, 165 RBI).
1938 yılında, 1925’ten beri ilk kez Gehrig’in vuruş ortalaması 0,300’ün altına düşmüştür. O sezon tüm müsabakaların başlangıç kadrosunda yer almıştır. Fakat 1939 yılında yalnızca sekiz maça çıkabilmiştir. İlk kez kendi isteğiyle oyun dışında kalmaktadır. Böylece kesintisiz oyunculuğu ve kariyeri 2 Mayıs 1939 tarihinde son bulur.
Bir ay sonra Gehrig’e beyin hücrelerinin yavaşça bozulduğu nörolojik bir hastalık olan “amyotrofik lateral skleroz” teşhisi konuldu. Günümüzde bu hastalık genellikle “Lou Gehrig Hastalığı” olarak anımsanmaktadır.
4 Temmuz 1939 tarihinde Yankees, Gehrig için bir kutlama toplantısı düzenledi. Toplantı sırasında eski yıldız yaklaşık 62 bin hayranına şöyle seslendi: “Bugün kendimi dünyanın en şanslı insanı sayıyorum.” İki yıldan kısa bir süre içerisinde, henüz otuz yedi yaşında ALS hastalığı nedeniyle hayatını kaybetti.
Ek Bilgiler1- Gehrig’in forma numarası 4’tü. Bu profesyonel spor tarihinde özel olarak bir sporcuyla birlikte emekli edilen ilk forma numarasıdır.
2- Gehrig, Dünya Serisi oyunlarında 0,361 vuruş ortalaması ile Yankees’in altı Dünya Serisi ve yedi şampiyonluk kazanmasına yardımcı olmuştu.
3- Gehrig birinci lig “Kariyer Büyük Slam”i rekorunu (23) halen muhafaza etmektedir. Kariyerini 0,340 vuruş ortalaması, 493 kez topu oyun alanın dışına gönderme ve 1995 RBI skorları ile tamamlamıştır.
Al Jolson
Al Jolson (1886–1950), kendi döneminde vodvillerin ve Broadway’in en popüler eğlence sanatçıları arasında yer almaktaydı. Aynı zamanda yenilikçi prodüksiyon The Jazz Singer’daki (1927) rolüyle anımsanmaktadır. Jolson, önde gelen sahne sanatçılarının genellikle siyah maskeyle sahneye çıktıkları dönemin temsilcilerindendir.

Jolson ve ailesi, o henüz bir çocukken Litvanya’dan Washington DC’ye göç etmişlerdir. Jolson erken yaşlarından itibaren sokak ve sahne sanatçılığı yapmıştır. 1898 Amerikan-İspanyol Savaşı sırasında Amerikan askerlerini eğlendirmiştir. 1911 yılında Broadway’de ve ülke çapındaki turlarda çeşitli gösteriler yapmıştır.
Jolson, çağdaşlarının sert ve soğuk tutumlarına karşılık, sahnede son derece canlı ve karizmatikti. Kimi zaman seyircileri eğlendirmek için belirlenmiş programın dışına çıkarak solo konserler verdiği bile olurdu. 1910 ve 1920’lerde ses sanatçısı olarak da parlak bir kariyeri vardı. Plakları 10 milyondan fazla satan ilk şarkıcı olmuştu.
Jolson The Jazz Singer’da kısmen kendini oynuyordu. Film bir sinagog kantorunun seküler bir eğlence sanatçısı olmak isteyen oğlunun hikayesini anlatıyordu. Şarkı ve konuşmaların görüntülerle senkronize edildiği ilk uzun metrajlı film olan The Jazz Singer, büyük bir gişe başarısı elde etti. Filmi, kısa süre içerisinde Jolson’un daha da büyük bir başka başarısı izleyecekti: The Singing Fool (1928).
Jolson hem sahnede hem de beyazperdede, döneminin en başarılı siyah maske performanslarını sergiliyordu. Siyah maske kullanımı dönemin eğlence sektöründe son derece yaygın olsa da, bu tartışmalı uygulama Jolson’un imajını ve popülerliğini ölümünden beri gölgelemiştir.
1940’larda Jolson neredeyse emekli olmuştu. Arada sırada turlar düzenliyor ve Broadway şovlarına çıkıyordu. 1946 yılında kendi hayatını anlatan The Jolson Story ile birlikte kariyeri yeniden canlandı. Eski plakları yeniden basılmaya başlamıştı.
Kalp yetmezliğine rağmen II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan askerleri için gösteriler düzenledi. 1950 yılında aynı şeyi yapmak için Kore’ye gitti. Sonraki ay, altmış dört yaşında kalp krizi geçirerek hayata veda etti.
Ek Bilgiler1- Kimi canlı gösterilerde seyircilerin arasına giren bir rampa kullanıyordu. Böylece onların arasında dolaşıp, izleyicilerle sohbet edebiliyordu.
2- O dönemde plak satışlarına dair bilgiler mevcut olmamasına rağmen, “Billboard” dergisi Jolson’un yirmi üç adet hit plağı olduğunu tahmin etmektedir.
3- Jolson, Jazz Singer’daki çoğu diyaloğu doğaçlama geliştirmiştir. Öte yandan filmin açılış cümlesi olan, “Henüz hiçbir şey duymadınız” onun sahne performanslarının temel bir unsuruydu.
J. Edgar Hoover
J. Edgar Hoover (1895–1972), Federal Araştırma Bürosu’nun (FBI) ilk müdürüdür. Yaklaşık elli yıl boyunca kurumun yönetiminde rol oynamıştır. Onun yönetimi altında FBI; kaçakçılarla, casuslarla ve mafyayla mücadele etmiştir. Öte yandan Hoover, FBI ajanlarının insan haklarına saygı duymadıkları gerekçesiyle eleştirilere konu olmuştur.

Hoover Washington DC’de doğmuştu. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra Adalet Departmanı’na girdi. 1924 yılında yirmi dokuz yaşında bir bürokrat olarak, departmanın küçük araştırma bürosunun kontrolünü eline aldı.
Onun yönetimi altında, 1920’lerde büro hızla genişledi. Esas olarak içki kaçakçıları ve banka soyguncularına yoğunlaşmışlardı. Federal ajanlar, ünlü banka soyguncusu John Dillinger’ı yakalamış (1903–1934) ve Chicago’daki Biograph Tiyatrosu’nun dışında kurşun yağmuruna tutarak öldürmüşlerdi. Hoover büronun başarılarını sahiplenmek konusunda son derece hızlıydı. Büyük Buhran’ın suçla dolu yıllarında yasanın ve düzenin yüzü haline gelmişti.
1935 yılında büro, Federal Araştırma Bürosu (FBI) adını aldı. Franklin D. Roosevelt (1882–1945) Hoover’ı müdür yaptı. Ölene kadar bu görevde kalacak ve sekiz ABD başkanı için çalışacaktı.
Soğuk Savaş döneminde Hoover ABD’deki komünist ajanları bulmakla uğraştı. Ajanlarını yurttaşlık hakları gruplarına sızdırdığı ve illegal araçlarla liderleri Martin Luther King Jr’ı (1929–1968) dinlettiği için çok eleştirildi. Hoover onların komünist olabileceklerinden korkuyordu. COINTELPRO adı verilen bu program 1970’lerde ortaya çıkarıldı ve kongre tarafından kınandı.