bannerbanner
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Полная версия

Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
9 из 10

Oppenheimer New Meksiko, Los Alamos’ta nitelikli bilim insanlarından bir ekip oluşturdu ve bir araştırma merkezi kurdu. Başarılı olmuşlardı. 16 Temmuz 1945 tarihinde Oppenheimer ve ekibi ilk atomik patlamaya tanıklık ettiler (Trinity Deneyi olarak bilinmektedir). Patlama 18 bin tonluk TNT patlamasına eş değer bir etki yaratmıştı. Oppenheimer o an için, “Dünyanın eskisi gibi devam etmeyeceğinin bilincindeydik” demiştir.

Bir ay içerisinde Amerikan uçakları iki atom bombasını Japon şehirleri Hiroşima ve Nagazaki’ye attılar. 140 binden fazla insan öldü. Bir hafta içinde Japonya, müttefiklere teslim oldu. II. Dünya Savaşı bitmişti.

Savaştan sonra Oppenheimer 1947’den 1952’ye kadar ABD Atom Enerjisi Danışma Komitesi’nin başına getirildi. Hidrojen bombasının geliştirilmesine ve Sovyetler karşısında nükleer silahlanma yarışına girilmesine karşı çıkmak adına pozisyonunu kullanmaya çalıştı.

1953 yılında komünist sempatizanı olmakla suçlandı. Görülen bir duruşmanın ardından 1954 yılında görevinden alındı.

İleri Çalışmalar Enstitüsü’nün müdürlüğünü yaptığı Princeton Üniversitesi’ne geri döndü. 1963 yılında Başkan John F. Kennedy (1917–1963) teorik fiziğe katkıları ve bilimsel liderliği nedeniyle ona Fermi Ödülü’nü verdi. Bu aynı zamanda resmi bir özürdü.

Oppenheimer 1967 yılında gırtlak kanserinden öldü.

Ek Bilgiler

1- 1947 yılında Oppenheimer, Hiroşima ve Nagazaki’de ölen insanlar için bilim insanlarının sahip olduğu duygu karmaşasını ortaya koydu: “Hiçbir basitleştirme, mizah ya da şişirme bu duyguyu gölgeleyemez. Fizikçiler günahlarını biliyorlar. Bunu unutmak hiçbir biçimde mümkün değil.”

2- Sekiz dil biliyordu. Gençken Hollanda’da altı hafta kalarak teknik seminer verebilecek düzeyde Felemenkçe öğrenmişti.

3- Oppenheimer zengin bir Manhattan ailesinden geliyordu. Babası tekstil ithalatçısıydı. Annesi ise bir sanatçıydı. Aile koleksiyonunda üç adet Van Gogh eseri bulunuyordu.

Gertrude Stein

Amerikan entelektüeli Gertrude Stein (1874–1946), aydın yaşamı ve avangard yazıları ile kültürel fenomen haline gelen özgün bir kişilikti. Yer yer yorucu olabilen deneysel çalışmaları inkar edilemez bir biçimde ilgi çekiciydi. İngiliz dilinin sınırlarını zorlamıştı.



Kaliforniya, Oakland’da büyüyen Stein, Radcliffe’te okudu. 1903 yılında Paris’e gitti. Orada kendisini sanat ve edebiyat alanında geliştirdi. Daha sonra ömür boyu partneri olacak olan Amerikalı Alice B. Toklas (1877–1967) ile tanıştı. Zamanla edebi topluluklara ev sahipliği yaparak önemli bir ün elde etti. İki dünya savaşı arasında Paris’teki evi entelektüel bir toplantı mekanı gibi işliyordu. Ernest Hemingway (1899–1961), Pablo Picasso (1881–1973), Henri Matisse (1869–1954) ve benzeri isimler de burada yerlerini almışlardı.

Kübist sanatın erken temsilcilerinden olan Stein bu akımın prensiplerini yazılarına uygulamaya çalıştı. Kübist ressamların aynı nesneyi farklı açılardan aynı anda yansıtmaları gibi, Stein de aynı sözcükleri takıntılı bir biçimde yineleyerek sözcüklerin farklı anlamlarını yansıtmaya çalıştı. Sözgelimi erken çalışmalarından biri olan Three Lives’ın (1909), “The Good Anna” adlı bir bölümünde good sözcüğü, bu son derece basit sözcüğün incelikleri etrafında bir çember oluşturacak şekilde tam yüz kez yineleniyordu. Stein yazılarını yaşanan anı yakalamak adına genellikle şimdiki zaman kipi kullanarak yazıyordu.

Oldukça büyük bir egosu vardı. Kendisini çekinmeden dâhi olarak adlandırıyordu. Yüzyılın en yaratıcı edebi aklı olduğunu düşünüyordu. Çabalarını beyhude bulduğu diğer yazarlarla ise bolca dalga geçiyordu. Görünüşte partneri ile ilgili olan The Autobiography of Alice B. Toklas (1933) isimli eseri bile aslında kendisi hakkındaydı. Kariyeri boyunca ilginç, alıntılanabilir, durmaksızın kendisinin reklamını yapan bir yazar olarak kaldı. Toklas, tüm bu süre boyunca asistanlığını ve menajerliğini yapmıştı. Günlük işlerini o hallediyor, böylece Stein sadece yazılarıyla ilgilenebiliyordu.

Ek Bilgiler

1- Muhtemelen Stein’in en çok anımsanan görüntüsü bir fotoğraf değil, Picasso’nun 1906 tarihinde yapmış olduğu bir maskeyi andıran portresidir. Eser, New York City’deki Metropolitan Sanat Müzesi’nde sergilenmektedir.

2- Stein bir keresinde Hemingway’e, onu ve çağdaşı yazarları kayıp bir nesil olarak gördüğünü söyler. “Kayıp Nesil” terimi o günden sonra gruptaki yazarları tanımlamak için kullanılmıştır.

Porgy ve Bess

George (1898–1937) ve Ira (1896–1983) Gershwin kardeşler bir düzineden fazla Broadway müzikali yazmış, “Fascinating Rhythm” (1924) ve “Someone to Watch over Me” (1926) gibi Amerikan klasiklerine hayat vermişlerdir. Öte yandan belki de en ünlü eserleri, tartışmalı Porgy and Bess operasıdır (1935). “Summertime” gibi unutulmaz şarkıları ile Amerikan tiyatrosunda bir dönüm noktası sayılan operada bütün oyuncuların siyah olması da dönemine göre son derece cüretkar bir hareket olarak değerlendirilmiştir.



Porgy and Bess yazar DuBose Heyward (1885–1940) tarafından kaleme alınan 1925 tarihli Porgy romanını temel alır. Hikaye Güney Carolina, Charleston’daki Catfish Row isimli bir siyah mahallesinde geçmektedir. Hikaye, Porgy isimli bir dilenci ve aşık olduğu Bess hakkındadır. Diğer önemli karakterler Bess’in dominant erkek arkadaşı Crown ve kokain satıcısı Sportin’ Life’dır.

Müzikleri yazan George Gershwin, Porgy ve Bess için bir “folk opera” ifadesini kullanır. Ortaya Amerikan folk, caz ve blues gibi müzik türlerinden esinlenen bir eser çıkmıştır. Öte yandan kardeşi Ira’nın yazdığı lirik şiirlerde Afro-Amerikan diyalektleri kullanılır. Bu durum operanın negatif önyargıları güçlendirdiğini düşünen siyahların tepkisini çeker (Heyward ve Gershwin kardeşler beyazdır).

Opera ilk gösterimden itibaren tartışmalara yol açar. Gershwinler 1930’larda oldukça cesaret gerektiren bir biçimde projeyi tamamen siyah bir ekiple hayata geçirmek için uğraşırlar. Ne var ki beyazlar tarafından fazla beğenilmeyen çalışma kimi siyahlarca ırkçı bulunur. Ancak operanın “Summertime”, “I Got Plenty O’ Nuttin’” ve “It Ain’t Necessarily So” gibi şarkıları klasikleşir. Sonunda kimi Afrikalılar da bazı ırksal önyargılar taşıdıklarını düşünmelerine rağmen operayı benimserler. Günümüzde eser 20. yüzyılın en iyi Amerikan operalarından biri olarak kabul edilmektedir.

Ek Bilgiler

1- George Gershwin yenilikçi bir besteci, piyanist ve şefti. “Rhapsody in Blue” (1924) ve “An American in Paris” (1928) gibi eserleri bestelemişti.

2- George Gershwin otuz sekiz yaşında beyin tümörü nedeniyle öldü.

3- Kongre Kütüphanesi popüler şarkı ödülünü George ve Ira Gershwin adına vermektedir.

Clark Gable

Beyazperdede Clark Gable (1901–1960), sert ve erkeksi imajı ile tanınırdı. Sinema perdesi dışındaysa içkiye düşkün bir playboydu. Hollywood’un önde gelen yıldızları ile ilişkileri vardı. Bu özelliği dönemin en önemli yapımlarında yer alması ile birleşince, onu 30’ların ve 40’ların ünlü erkek yıldızlarından biri haline getirdi ve Hollywood’un Kralı unvanını almasını sağladı.



Gable’ın kariyeri on iki filmde rol aldığı 1931 yılında başladı. Bir yıl sonra Red Dust’ta Jean Harlow’la birlikte oynadı. Bu filmle birlikte süper starlık yolundaki ilerleyişi hız kazandı.

1934 yılında Frank Capra’nın It Happened One Night filmindeki oyunculuğu ile en iyi erkek oyuncu dalında Oscar Ödülü kazandı. Romantik bir komedi olan filmdeki oyunculuğu ile Gable, sert görünüşlü ama romantik ve duygusal karakterleri canlandırma noktasındaki yeteneğini de kanıtlamış oluyordu.

Bir başka Oscar’ını ise asi lider Fletcher Christian’ı canlandırdığı Mutiny on the Bounty (1935) filmindeki rolü ile aldı. Halihazırda Hollywood’un Kralı gibi gözükse de hayatının rolünü henüz oynamış değildi.

Rhett Buttler rolünü canlandırdığı mükemmel bir Amerikan destanı olan Gone with the Wind (Rüzgar Gibi Geçti) (1939) Gable’a ustalığını kanıtlama fırsatı vermiş oluyordu. Film gişe rekorları kırdı ve on dalda Oscar alarak bir rekor elde etmiş oldu. Gable’ın hayatının kalan kısmında ön planda bir insan olacağı artık kesinlikle ortaya çıkmıştı. Filmde Gable, Amerikan Film Enstitüsü’nün 2005 yılında sinema tarihinin en unutulmaz repliği seçtiği şu sözleri söylüyordu: “Açıkçası sevgilim, umurumda değil.”

1942 yılında Gable’ın film yıldızı olan eşi Carole Lombard bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Bundan kısa bir süre sonra Gable Amerikan Hava Kuvvetleri’ne gönüllü olarak katıldı. II. Dünya Savaşı sırasında muharebe görevlerinde yer aldı. Savaştan sonraki hiçbir filmi önceki başarılarının yanına yaklaşamadı.

John Huston’un yönettiği ve Arthur Miller’ın yazdığı son filmi The Misfits (1961) aynı zamanda Marilyn Monroe’nun rol aldığı son filmdi. Gable filmin tamamlandığını göremedi. Elli dokuz yaşında kalp krizi geçirerek hayata veda etti.

Ek Bilgiler

1- “Gone with the Wind” on dalda Oscar alsa da, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Robert Donat’ın olmuştur.

2- “It Happened One Night”ın bir sahnesinde Gable gömleğini göğsünü açık bırakacak şekilde sıyırır. Bu filmden sonra ülkedeki erkekler Gable gibi görünmek için gömleklerinin altına giydikleri atletleri çıkarmışlardır.

3- Gable en iyi film dalında Oscar kazanan üç filmde rol almıştır: “It Happened One Night”, “Mutiny on the Bounty” ve “Gone with the Wind”

Faşizm

28 Ekim 1925 tarihinde İtalyan faşist diktatör Mussolini kendi ideolojisini şu sözlerle ifade ediyordu: “Tutto nello Stato, niente al di fuori dello Stato, nulla contro lo Stato.” (Her şey devletin içinde, devletin dışında hiçbir şey yok, devlete karşı hiçbir şey yok).

Totaliter bir yönetim sistemi olarak faşizm, devletin toplumun tüm unsurları üzerindeki hakimiyetini esas alır. I. Dünya Savaşı’nın ardından gelen ekonomik karmaşa ve sosyal çalkantı döneminde bir dizi Avrupa ülkesinde ortaya çıkmıştır. Mussolini (1883–1945) ve Alman diktatör Adolf Hitler (1889–1945) gibi faşist liderler düzen, ulusal gururun yeniden sağlanması ve demir yumrukla korunan bir yasa vaat ederek geniş kitlelerin desteğini kazanmışlardır.

Mussolini ve Hitler’in yanında İspanyol diktatör Francisco Franco (1892–1975) ve Portekiz lideri António de Oliveira Salazar (1889–1970) da faşist hareketin unsurları olarak değerlendirilmektedir.

İlk faşist devlet olan İtalya’da Mussolini ve Kara Gömlekliler olarak adlandırılan taraftarları 1922 yılında gücü ellerine geçirdiler. Grevleri yasakladılar ve gazeteler için sansür kurumu oluşturdular. Çok geçmeden seçimler iptal edildi.

Pek çok ülkede faşizm komünizmden korkan kitlelerin desteğiyle büyüdü. Gerçekten de Mussolini, Hitler ve Franko gücü ellerine geçirebilmek için komünizm korkusundan yararlanmışlardı. Naziler 1933 yılında Berlin’deki Reichstag binasını yakıp suçu komünistlerin üzerine attılar. Böylece komünizm korkusunu arttırıp bundan istifade edeceklerdi.

Gücü eline geçiren faşistler özel sektörü sınırlandırıp “korporatif devlet” dedikleri yapılanmayı oluşturdular. Tüm güç devletin elinde toplanıyordu. Faşizmin Hitler versiyonu ırksal olarak homojen bir Almanya yaratma idealine odaklanmıştı. Bu ideoloji Holokost’a neden olacaktı.

II. Dünya Savaşı sırasında Mihver Devletleri’nin yenilgiye uğraması Almanya ve İtalya’da faşizmin sonunu getirmiş oldu. Buna karşılık İspanya’da faşizm Franko 1975 yılında ölene dek devam etti.

Ek Bilgiler

1- Mussolini faşizm sözcüğünü İtalyanca “fascio” ve Latince “fasces” sözcüklerinden türetmişti. Antik Roma’da fasces (üzerinde balta bulunan çubuk demeti) otorite sembolü ve birliğin gücünün işaretiydi.

2- 28 Nisan 1945 tarihinde bir İtalyan köyünde Mussolini Alman askeri kılığına girmiş olarak bulundu. Faşist Parti’nin sekreteri, dört kabine bakanı ve metresi ile birlikte idam edildi.

3- İspanya’nın faşistleri Falanjistler olarak biliniyordu. Bu terim, phalanx adındaki eski bir Roma askeri birliğinden geliyordu.

Ted Williams

Ted Williams (1918–2002), elini attığı her alanda en iyisiydi. Yeteneklerini savaş meydanında ispatlamış en iyi savaş pilotlarındandı. Sinekle balık avlamak konusunda tam bir şampiyondu. Beyzbol severlere göre ise gelmiş geçmiş en büyük vurucuydu.



İki savaş dönemindeki askeri görevleri nedeniyle üç tam sezonu ve iki sezonun da önemli bir bölümünü kaçırmış olmasına rağmen 0,344 vuruş ortalaması (o günden beri hiç kimse tarafından yakalanmamıştır) ve 521 kez topu oyun alanının dışına çıkarma gibi rekorlara imza atmıştır. On yedi kez all-star seçilmiş, altı kez Amerikan Ligi vuruş şampiyonu, iki kez üçlü kupa sahibi (1942 ve 1947), iki kez Amerikan Ligi’nin en değerli oyuncusu (1946,1949) ve 1941 yılında 0,406 ortalamasıyla vurunca bir sezonda 0,400’ü aşan son oyuncu olmuştur.

Bir sol kanat oyuncusu olan Williams sıradışı görme gücünü takıntılı teorik çalışması ile birleştiriyordu. Pek çoklarınca son derece açıklayıcı bir kitap olarak görülen The Science of Hitting isimli bir eser bile yazmıştı.

1939 yılında “Red Sox” takımı ile ilk karşılaşmasına çıktı ve 1960 yılına dek bu takımda oynamaya devam etti. Fenway Park’taki son maçındaki atışıyla toplamda 521 kez topu oyun alanının dışına göndermiş oldu. 1966 yılında Beyzbol Onur Listesi’ne alındı. Üç yıl sonra bir medya panelinde beyzbolun ilk yüzyılının en iyi vurucusu olarak seçildi.

Vuruş başarılarına rağmen bir saha oyuncusu (savunma yapan takımda) olarak vasattı. Yalnızca bir Dünya Serisi’nde yer aldı (“Red Sox” 1946 yılındaki bu maçta St. Louis Cardinal karşısında yenilgiye uğramıştı). Öfkeli birisiydi. Boston’daki hayranları ile garip bir aşk-nefret ilişkisi vardı. Spor yazarları ile olan ilişkisi ise tamamen nefret üzerine kurulmuştu.

Beyzbolu bıraktıktan sonra ömrünün kalan kısmını balık tutarak, hayranlarına imza vererek ve vuruş hakkında konuşarak geçirdi. Kalp problemleri ve geçirdiği felçler nedeniyle seksen üç yaşında öldü.

Ek Bilgiler

1- Williams, Kore’de otuz dokuz görevde yer aldı. Geleceğin astronotu ve senatörü John Glenn (1921–) ile uçuşlarında görev arkadaşlığı yaptı.

2- 1941 sezonunun son gününde Williams, 0,39955 vuruş ortalamasına sahipti. Genellikle bu skor 0,400’e yuvarlanıyordu. Red Sox menajeri Joe Cronin, Williams’a 0,400 skorunu korumak için maç dışı kalma izni verdi. O ise bunu reddederek 8 atışın 6’sını tutturdu ve vuruş ortalamasını 0,405702 (0,406)’ya yükseltti.

3- 2002 yılında ölümünün ardından cesedi donduruldu. Başı gövdesinden ayrıldı ve her bir parça sıvı nitrojenle dolu ayrı ayrı konteynırlara yerleştirildi. O, oğlu John Henry ve kızı Claudia bu prosedürü uygulama konusunda hemfikirlerdi. Zira gelecekte bir gün bedeninin bir araya getirilebileceğine inanıyorlardı.

Monopoly

Amerikan kapitalizminin simgesi olarak görüldüğünden Rusya ve Çin’de yasaklanan (Küba ve Kuzey Kore’de hâlâ yasaktır) Monopoly, gelirleri arttırmak amacıyla oynanan bir şans ve strateji oyunudur. 1935 yılında üretilmesinden beri farklı türlerde milyonlarca kopyası geliştirilmiştir.



Oyunun patenti Pensilvanya’daki işsiz bir satıcı olan Charles Darrow’a (1889–1967) aitti. Darrow oyununu New Jersey, Atlantic City’deki sokakları ve meydanları örnek alarak hazırlamıştı. Oyundaki en değerli yer olan Boardwalk şehrin ünlü sahil boyuna denk geliyordu.

Büyük Buhran sırasında oyun, oyuncak imalatçısı Parker kardeşler için güzel bir sürpriz olmuştu. Piyasaya sürüldüğü yılın en çok satan oyunu oldu.

Yıllar boyunca Parker kardeşler oyunu pazarlarken Darrow’un yaşam öyküsünü bir yükseliş hikayesi olarak kullandı. Ne var ki 1970’lerin başında bir ekonomi profesörü, oyunun 1904 tarihli yaygın bir Amerikan oyunu olan “Landlord’s Game”in bir türevi olduğunu ortaya atınca Parker kardeşlerin hikayeleri sihrini kaybetti.

Darrow, oyunun gerçek mucidi olsun olmasın Monopoly oyununun monopolü olmayı başarmış ve ilk milyoner oyun tasarımcısı olmuştu. 1935 yılından itibaren oyunu, otuz yedi dilde 250 milyon kopya sattı. Oyunda kullanılan popüler deyişler İngiliz diline yerleşti. Monopoly’nin farklı şehirler (Las Vegas Monopoly), spor takımları (Denver Broncos Monopoly), filmler (Lord of the Rings Monopoly) ve özel ilgiler (Kedi Severlerin Monopoly’si) temelinde geliştirilmiş farklı uyarlamaları ortaya çıktı.

Ek Bilgiler

1- Oyuncular, Monopoly’i Hasbro Toys’un internet sitesinden indirebilirler.

2- Oyuncular, Illinois Bulvarı, “Go” ve B&O Demir Yolu’nda diğer yerlerden çok daha fazla durmaktadırlar.

3- Araba yarışı, oyunun en popüler bölümüdür.

4- İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Amerikan savaş esirlerine gidecek para ve yazışmalar Monopoly setleri kullanılarak kaçak getiriliyordu.

5- Parker kardeşler başlarda Darrow’un oyununu beğenmemişlerdi. Oyunda elli iki temel kusur bulduklarını söylüyorlardı. Ne var ki Darrow 5 bin adet Monopoly setini Philadephia’daki bir mağazaya satmayı başardıktan sonra, Parker kardeşler fikirlerini değiştirdiler.

Clement Attlee

İngiltere başbakanı olarak, Winston Churchill’in (1874–1965) yerine gelecek olan kişi, II. Dünya Savaşı sırasında İngiltereye öncülük etmiş Clement Attlee’dan (1883–1967) başkası olamazdı. Bu alçakgönüllü orta sınıf avukat, sessiz tabiata sahip, kendi deyimiyle sıradan bir insan olarak tanınmaktadır.

Attlee, 1945–1951 yılları arasındaki başbakanlığı döneminde ise ülkenin ekonomisinde radikal dönüşümler meydana getirmiştir. Ülkeyi II. Dünya Savaşı’nın tahribatından kurtarmak için bir refah devletinin temellerini atmıştır. Onun liderliği altında Ulusal Sağlık Merkezi kurulmuş, bazı endüstriler – kömür madenciliği ve çelik üretimi- ulusallaştırılmış ve ulusal sigorta programı oluşturulmuştur.

Attlee’nin hükümeti İngiliz ekonomisinin beşte birini özel sektörden kamu sektörüne aktarmıştır. Bu durum, savaş sonrasındaki Avrupa’da, devletin ekonomiyle ilgili rolünde köklü bir değişme olduğunu gösterir. Bu tarzdaki pragmatik bir sosyalizm anlayışı 1970’lerin sonuna kadar Avrupa ve İngiltere’de hakim olmuştur. Daha sonra Margaret Thatcher (1925–2013) gibi muhafazakarlar ekonomiyi canlandırmak için kimi sektörlerde özelleştirme uygulamaları yapmışlardır.

Gösterişsiz karakteri nedeniyle Attlee kariyeri boyunca küçümsenmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında orduda görev yapmış ve 1922 yılında parlamentoya girmiştir. 1935 yılında parlamentodaki İşçi Partisi’nin lideri olmuştur.

II. Dünya Savaşı sırasında Churchill’in savaş koalisyonunda çeşitli görevlerde bulunmuştur. Başbakan yardımcılığı ve dominyonlardan sorumlu devlet sekreterliği yapmıştır. Bu da, Churchill savaşla ilgilenirken onun iç meselelere odaklanmasına izin vermiştir.

Savaştan sonra İşçi Partisi’nin güçlenmesi Attlee’nin Churchill yerine geçmesini sağlamıştır. Refah devletini geliştirmesine ek olarak Attlee imparatorluğun büyük parçalarının ayrılması sürecini yönetmiştir: Hindistan, bugün Myanmar adıyla bilinen Burma, bugün Sri Lanka adıyla bilinen Seylan, onun döneminde bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.

1951 yılında Muhafazakar Parti’nin İşçi Partisi’ni yenilgiye uğratması üzerine Churchill başbakan olmuştur. Attlee, 1955 yılında emekli olana kadar dört yıl boyunca muhalefet liderliği yapmıştır.

Seksen dört yaşında ölmüştür.

Ek Bilgiler

1- Hindistan’ın bağımsızlığına karşı olan Churchill’den farklı olarak Attlee, Hindistan’ın İngiltere’den ayrılışını öneren tasarıyı Avam Kamarası’na bizzat getirmiştir.

2- 1955 yılında parlamentodan çekilmesinden sonra kendisine bir kontluk verilmiş ve Garter Şövalyesi ilan edilmiştir. Bu İngiliz aristokrasisindeki en yüksek mevkidir.

3- Attlee amatör bir şair ve kriket meraklısıdır.

E. E. Cummings

İngiliz şair E. E. Cummings, günümüzde daha ziyade büyük harflerden hiç hoşlanmaması ile anımsansa da İngiliz dili ve şiirine noktalama ve büyük harflerle ilgili garipliklerinin ötesinde katkılarda bulunmuştur. Yaklaşık kırk yıla uzanan kariyeri süresince Cummings, pozitif, coşkulu ve deneysel olmasına rağmen gündelik okuyucuya da hitap eden bir düzineden fazla kitap yayınlamıştır.



Boston’un yerlisi olan Cummings’in, birkaç şiirinin kampüs yayınlarında basıldığı Harvard’dan iki dalda derecesi vardı. Mezun olduktan kısa bir süre sonra gönüllü olarak ambülans şoförlüğü yapmak üzere orduya katıldı ve Fransa’ya gönderildi. Savaştan sonra yeniden Fransa’ya giden Cummings, Paris’teki on yılın en iyi kısmını yazarak ve sanat çalışmaları yaparak geçirdi. Bu erken dönemlerde, dil üzerine avangard deneyleri olan Gertrude Stein’i (1874–1946) inceledi. Bu dil deneyleri Cummings’in eserlerinin de ayırt edici özelliği olacaktı.

Cummings ilk olarak I. Dünya Savaşı’nın ortamında genellikle görmezden gelinen The Enormous Room (Büyük Koğuş) (1922) isimli romanıyla adından söz ettirmeyi başardı. Bunu tipografi, diksiyon, kelime düzeni alanında deneylere giriştiği çeşitli şiir derlemeleri takip etti. Bu şiirler İngilizcenin noktalama ve sentaks sınırlarını zorluyorlardı. Her ne kadar basit bir dil kullansa da Cummings, sözcükleri aralarındaki ilginç ve tahmin edilemeyen ilişkileri ortaya koyacak şekilde sıralamayı tercih ediyordu. Örneğin, “şirin bir kasabada yaşayan herhangi biri” dizesiyle başlayan şiiri onun bu tarzını çok iyi örneklemektedir:

şirin bir kasabada yaşayan herhangi biri(sallanıp duran çanlar aşağı yukarı)ilkbahar yaz sonbahar kışolmazlarına dövünür, olmuşuna oynar…

Cummings, “pity this busy monster, manunkind” ve “my father moved through dooms of love” gibi ünlü çalışmalarında benzer bir tarz kullanmış ve kariyeri boyunca bu yazım stilini pek az değiştirmiştir.

Ek Bilgiler

1- Cummings’in ismindeki tüm harfleri resmen küçük harf olarak düzenlettiği gibi bir yanlış anlama bulunmaktadır. E. E. Cummings adını genellikle büyük harfleri kullanarak yazmış ve ismiyle ilgili herhangi bir yasal değişiklik yapmamıştır.

2- New England’lı öncülü Emily Dickinson (1830–1886) gibi o da şiirlerine nadiren başlık atmıştır. Bu nedenle uzmanlar ve antoloji yazarları genellikle şiirlerini ilk dizeleri ile sınıflandırmaktadır.

3- Harvard’daki yıllarında Cummings, “Manhattan Transfer” (1925) ve “U.S.A. Trilogy” (1930–1936) kitaplarının yazarı, romancı John Dos Passos (1896–1970) ile yakın arkadaştı.

Cole Porter

Cole Porter (1891–1964), gösterişli East Coast Koleji’nde Yale için hazırlanırken, okul müdürü ona müzikal kariyerinin yönünü belirleyen son derece kıymetli bir ders vermişti. Müdür öğrencisini şöyle uyarmıştı: “Müzik ve kelimeler birbirleriyle sanki tek bir bütünmüşler gibi ayrılmazcasına bütünleşmelidirler.”

Müzikal yolculuklarına Brooklyn gecekondularından başlayıp Broadway’in parlak ışıklarına doğru ilerleyen Gershwin kardeşlerden farklı olarak Porter zengin bir aileden geliyor ve paraya ihtiyaç duymuyordu. Gizli bir eşcinsel olan Porter zengin bir dulla evlendi. Paris’te zengin bir hayat yaşadıktan sonra Broadway’e geldi ve bir daha da buradan ayrılmadı.

Ustaca sözleri ve popüler kültüre yaptığı kurnaz göndermelerle tanınan Porter, bestelerinde halk kültürü ve yüksek kültürü birleştirmiştir. En ünlü şarkılarından biri de “You’re the Top”tır (1934):

Sen Straus’un bir senfonisinden kopup gelen bir melodiSen bir Bendel bonesiBir Shakespeare sonesiVe sen Mickey Mouse’sun

Özel hayatında Porter, gece yaşamına ve zevkine düşkün bir insandı. Her zaman aşk ve şehvet peşinde koşardı. 1934 tarihli Anything Goes müzikalinde Porter yaşadıklarından kaynaklanan pişmanlığını mizahi bir dille şöyle ifade ediyordu:

Kimi kokainden yer tekmeyiŞüphem yok ki bençekseydim bir nefes kokaindenBela olacaktı benim de başıma

Porter kariyeri boyunca sekiz yüzden fazla eser verdi. Bunların arasında Amerikan klasikleri haline gelen “Night and Day” (1932), “I’ve Got You Under My Skin” (1936), Anything Goes (1934) ve Kiss Me Kate (1948) filmleri için yazdıkları da vardı.

На страницу:
9 из 10