bannerbanner
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Полная версия

Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 10

Taraftarlarına göre anarşizm, devlet baskısına ve kapitalizmin zararlarına bir son vermek istiyordu. Anarşistler özel mülkiyete son verilmesi ve fabrikaların kontrolünün işçilere geçmesi gerektiğini savunuyorlardı. Anarşizmin komünizmle pek çok ortak noktası olmasına rağmen, Proudhon gibi teorisyenler hangi ad altında olursa olsun her türlü devlet fikrine karşı çıkıyorlardı.

Pratik alanda anarşistler küresel bir şiddet dalgası başlattılar. Otoriteyi temsil eden figürlere saldırarak devleti alaşağı edeceklerine inanıyorlardı: 1881 yılında Rusya’da Çar 2. Alexander (1818–1881) bir anarşist bombacı tarafından öldürüldü. İtalya kralı olan I. Umberto (1844–1900), bir anarşist tarafından vuruldu. Başkan William McKinley’e (1843–1901) suikast düzenleyen Leon Czolgosz (1873–1901) bir anarşistti. Anarşistler aynı zamanda otuz sekiz görgü tanığının ölümüne neden olan 1920 Wall Street Saldırısı’ndan da sorumlu tutuldular. Ne var ki olay hiçbir zaman tam anlamıyla çözülemedi.

Anarşistler doğaları gereği ulusal bir lidere sahip değillerdi. Öte yandan en bilinen Amerikan anarşisti Emma Goldman’dı (1869–1940). Gizlilikleri onlardan duyulan korkunun artmasına neden oldu. Anarşizm korkusu I. Dünya Savaşı sonrasında komünizm düşmanlığını tetikledi. Goldman ve pekçok anarşist ya da komünist olduğu düşünülen pek çok kişi, ülkeden sürgüne gönderildiler.

Birleşik Devletler’de 1920’lerden sonra şiddet eylemlerini sonlandıran anarşist hareketin dünya çapında hâlâ birçok destekçisi bulunmaktadır.

Ek Bilgiler

1- Goldman, 1892 yılında bir grevi bastıran çelik baronu sanayici Henry Clay Frick’e (1849–1919) suikast girişiminde bulunmakla suçlanmıştı.

2- Joseph Conrad (1857–1924) tarafından yazılan 1907 tarihli klasik roman “Secret Agent”, İngiltere’deki Greenwich Gözlemevi’ni havaya uçurmayı amaçlayan anarşist bir komployu anlatmaktadır.

3- 1871 yılında isyancılar Paris’in kontrolünü iki ay boyunca ele geçirdi. Paris Komünü olarak anılan yarı-anarşist bir yapılanma kurdular. Fransız güçleri yeniden kontrolü ele geçirince komün liderlerinin büyük bölümü idam edildi.

Ty Cobb

Ty Cobb (1886–1961), beyzbol tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı oyuncularındandı. Saha dışında ise oldukça sert bir adamdı.



Agresif bir oyun stili olan Cobb, kimilerince tüm zamanların en mükemmel oyuncusu olarak görülmektedir. Halen gelmiş geçmiş en iyi kariyer vuruş ortalamasına sahiptir (0,367) ve erişilemeyen 12 vuruş ortalaması şampiyonluğu bulunmaktadır. Cobb aynı zamanda kendi zamanında kimsenin zorlayamadığı stolen-base rekorlarına sahiptir. 1936 yılında Beyzbol Onur Listesi açılışında Babe Ruth’tan (1895–1948) daha fazla oy almıştır.

Ne var ki hayranları ve diğer sporcular tarafından çok sevilen Babe’den farklı olarak Cobb herkes tarafından hakir görülmüştür. Sahada güçlükle kontrol edebildiği bir öfkeyle oynardı. Kramponlarının dikenleri, karşısına çıkan herkesi hedef alıyordu. Saha dışında da aynı ölçüde korkunç biriydi. Bir keresinde kendisine laf atan bir taraftara saldırmak için tribünlere kadar gitmişti.

Cobb, on sekiz yaşında başına gelen bir olayın etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığını söylüyordu. Annesinin başka birisiyle ilişkisi olduğunu düşünen Cobb’un babası aniden eve gelmiş ve yatak odalarının açıldığı balkona tırmanmıştı. Dışarıda bir yabancının olduğunu düşünen Cobb’un annesi ateş etmiş ve babasını öldürmüştü. Annesi daha sonra kasıtsız olarak ölüme sebebiyet vermekle suçlanacaktı.

Cobb, yirmi dört sezon toplamında 4191 vuruş, 2245 koşu/sayı ve 892 stolen-base sahibiydi. On yıllar boyunca bu rekorlar aşılamayacaktı. 1909 yılında “Detroit Tigers” için üç farklı istatistikte önemli başarı kazandı. 0,377 vuruş ortalaması, 9 tur vuruşu ve 107 runs batted ile ligin başını çekiyordu. 1911 yılında Amerikan Ligi En Başarılı Oyuncu Ödülü’nün ilki ona verildi. Bu ödüle, vuruş ortalaması (0,420), koşu/sayı (147), runs battled (127) gibi çeşitli kategorilerdeki lig liderliği ile layık görüldü.

Borsada milyonlar kazanmıştı. Coca Cola şirketinde yatırımları vardı. Zengin bir adam olarak öldü. Cenazesine beyzbol camiasından sadece dört kişi katıldı.

Ek Bilgiler

1- Georgia Narrows’ta doğan Cobb’un lakabı, “Georgia Fıstığı”ydı.

2- “Detroit Tigers” (1905–1926) ve “Philadelphia A’s” (1927–1928) için oynamıştı. 1921’den 1926’ya kadar Tigers için oyuncu-menajer olarak görev yaptı.

3- Cobb’un önemli başarılarından biri de yirmi üç yıl art arda, yılda en az 0,320 vuruş yapmasıdır.

4- Cobb “Detroit Tigers”la (1907, 1908 ve 1909) üç Dünya Serisi’nde yer aldı ama hiçbirini kazanamadı. Gerçekten de bu büyük atıcı, Dünya Serisi kariyerinde yalnızca 0,262 vuruş yapabilmiştir.

Bayrak Direği Oturuşu

1924 yılında kazazede lakaplı gözüpek Alvin Kelly (1893–1952), Kaliforniya, Hollywood’daki bir bayrak direğinde tam on üç saat, on üç dakika oturmuştur. Kelly’nin başarısı bir dünya rekoruydu. Zaten böyle bir şeyi deneyen ilk kişi de kendisiydi. Son derece ilginç bir modanın başlamasına neden oldu.


Alvin Kelly


Kelly’nin başarısı ile ilgili haberler ülkede yayıldıkça başkaları da onun rekorunu kırmayı denedi. Denemeler, on iki ile yirmi bir gün arasında değişiyordu. Kalabalıklar “Direk Kralı” olmaya hak kazanacak yeni kişiyi görmek için toplanıyor, gazeteler hevesli bir biçimde sonuçları yayınlıyordu.

1928 yılında Kelly, Kentucky, Louiseville’e geldi. Courier-Journal ve Times “Cesur Kelly Bayrak Direğinde, Yüz Saati Deniyor” başlıklarıyla çıkmıştı.

Bayrak direği oturuşu ilhamını Simeon Stylites (y. 390–459) isimli Suriyeli bir Hıristiyan azizden alıyordu. Stylites, günlük yaşamın baskısından kurtulabilmek için otuz yedi yıl boyunca merdivenli bir platformun tepesinde yaşamıştı. Öldüğü sırada da platformun tepesine tünemiş durumdaydı. Onun yaşamı antik dünyada başkalarına da ilham vermişti. Onlara “stylite’ler” deniliyordu.

1930 yılında rekoru başkaları tarafından kırılan Kelly, New Jersey’deki Atlantic City’de bir direkte kırk dokuz gün oturarak yeni bir rekor kırmak istedi. Ancak bu yıllarda Amerikalılar için endişelenecek daha önemli meseleler vardı: 1929 yılında borsa çakılmış ve direğe oturmak popülaritesini kaybetmişti.

Ek Bilgiler

1- Güncel rekor Polonyalı Daniel Baraniuk’a (1975–) aittir. 2002 yılında bir direğin tepesinde 196 gün geçirmiştir.

2- Dünya Direğe Oturma Şampiyonası’nın güncel kurallarında yarışmacılara iki saatte bir mola izni verilmektedir.

3- İspanyol yönetmen Luis Buñuel (1900–1983), 1965 tarihli “Simón del desierto” filmini Simeon Stylites’in öyküsüne dayandırarak yapmıştır.

Howard Hughes

Howard Hughes (1905–1976), 20. yüzyılın en gizemli ve anlaşılmaz insanlarındandı. Nüfuzlu bir sanayici, yenilikçi bir film yapımcısı ve yönetmen, rekorlara sahip bir havacı, hırslı bir uçak imalatçısı, Las Vegas’ın otel ve kumarhane endüstrisinde bir devdi. Öte yandan berbat bir iş adamıydı. Filmleri, havacılık işletmeleri, otelleri ve kumarhaneleri 10 milyonlarca dolar kaybetmesine neden olmuştu.

Hughes en çok ağzı sıkılığı ve özellikle hayatının sonlarına doğru kendini fazlasıyla kaptırdığı hastalık korkusu ile tanınmıştı. Bu dönemde tecrit olmuş bir biçimde otel odalarında yaşamış, madde bağımlılığının kölesi haline gelmiş ve obsesif kompulsif bozukluk (takıntı hastalığı) problemiyle karşı karşıya kalmıştı. Donald L. Barlett (1936–) ve James B. Steele (1943–) gibi biyografi yazarlarının söylediği şekliyle, Hughes ömrünün son yıllarında umutsuz bir psikotikti.

Hayatının daha erken dönemlerinde ise Hughes kamuoyuna mal olmuş, gösterişli bir insandı.

Babası kayaların arasında petrol kuyusu açmaya yarayan ilk döner matkabı icat etmişti. Bu buluş Hughes Donanım Şirketi’ne muazzam bir servet kazandırdı. 1924 yılında şirket Hughes’a kaldı. Şirketin inanılmaz kârlılığı Hughes’a iki büyük tutkusunu hayata geçirme özgürlüğünü veriyordu: film çekmek ve uçmak.

Hughes, Hollywood’da birkaç başarılı film çekti. Katharine Hepburn (1907–2003) ve Ava Gardner (1922–1990) gibi isimlerin de aralarında bulunduğu dönemin en ünlü kadın yıldızlarıyla gönül ilişkileri oldu.

En büyük başarısızlıklarından biri de “çam kazı” lakabı takılan H-4 Herkül deniz uçaklarının imalatına girişmesi oldu. ABD hükümeti, kanat açıklığı 97 metre olan bu sekiz motorlu dev deniz uçaklarından üçünün 18 milyon dolar karşılığında imal edilmesi için Hughes’la sözleşme imzaladı. Uçaklar II. Dünya Savaşı sırasında kullanılacaktı. Kendi cebinden milyonlarca dolar harcamasına rağmen Hughes sadece bir uçak yapabilmişti. O da 1947 yılındaki denemesinde sadece 1,6 km uçabilecekti.

Hughes son yıllarını otellerde ve ülkelerde dolaşarak geçirdi. Sona yaklaştığı sırada, sekreteri, danışmanı, hemşireleri ve dışarı ile ilişkisini kuran temsilcisi dışında hiç kimseyle diyalogu yoktu. Yetmiş yaşında böbrek yetmezliğinden öldü.

Ek Bilgiler

1- “Hell’s Angels” (1930), “Scarface” (1932) ve tartışmalı yapım “The Outlaw” (1943) Hughes’un başarılı filmleri arasında yer almaktadır. Hughes’un hem yapımcılığını hem de yönetmenliğini üstlendiği “Hell’s Angels”, dört milyon dolarlık bütçesiyle o döneme kadar yapılmış en yüksek bütçeli filmdi. Film sekiz milyon dolar kazanmış ve Jean Harlow’u (1911–1937) ünlü bir yıldız haline getirmiştir.

2- Hughes hayatı boyunca çeşitli kazalar atlattı. 1946 yılında geçirdiği bir kaza sonucunda kafatasında çatlak oluştu. Göğüs kafesi ve sol akciğeri zedelendi. Dokuz kaburgası kırıldı.

3- Ömrünün son yıllarında kendisini otellere kapatan Hughes sadece ruhsal problemini ve içinde bulunduğu genel durumu halktan gizlemiş olmuyordu. Aynı zamanda resmi bir ikametgah olmaksızın yaşadığı için devlete gelir vergisi ödemekten de kurtulmuş oluyordu.

D. H. Lawrence

İngiliz romancı D. H. Lawrence (1885–1930), kariyeri boyunca tartışmalara konu olan kitaplar yazdı. Ölümünden onlarca yıl sonra bile tartışmalar kitaplarındaki açık sözlü cinselliğe odaklanıyordu. Lawrence’ın kitapları yaşadığı dönemde çok fazla tepki çekmiş olmasına rağmen hiçbir biçimde pornografik değildi. Bireylerin bilinçdışı ve ilkel arzuları, toplumsal kurallar ve kısıtlamalarla karşı karşıya kaldığında yaşananları zamanının ötesinde derin bir anlayışla ele alıyordu.



Lawrence, son derece ilginç bir şekilde karşılaşan bir anne babanın oğluydu. Biri okuma yazma bilmeyen bir madenci diğeri ise öğretmendi. İngiltere’nin Nottinghamshire bölgesinde doğmuştu. Lawrence, bir çocukluk arkadaşının cesaretlendirmesiyle makaleler ve kısa öyküler yazmaya başladı. Yirmili yaşlarında ilk romanını tamamlamıştı. Romanı, döneminin önemli editörlerinin ilgisini çekti. Evlendi. Avrupa’da seyahat etmeye ve tam zamanlı yazarlık yapmaya başladı.

Büyük ölçüde otobiyografik bir eser olan Sons and Lovers (1913), Lawrence’ın kendi ailesine benzer bir ailede yaşanan ödipal nitelikteki romantik ve cinsel dramları ele almaktadır. Editörü, Lawrence’ın kitabındaki seksle ilgili bölümlerin tonunu biraz yumuşatmıştır. Böylece roman sansürden kurtulmuş ve bir başyapıt olarak takdir toplamıştır. Fakat sonraki ve en cüretkar romanı olan The Rainbow (1915) müstehcen olduğu gerekçesiyle sık sık sansüre tabi tutulmuştur. Bu olay Lawrence’ın kitapları ile ilgili yaşanacak olan benzeri türden tartışmaların başlangıcını oluşturmaktadır.

Bir başka beğenilen romanı Women in Love’ın (1920) ardından Lawrence sürekli seyahat etmeye başladı. Kısa öyküler, şiirler, gezi yazıları ve mektuplar yazıyordu. Gezileri sırasında içgüdü, ritüel, rüya, güç ve irade gibi insanlığa özgü temel nitelikler ve bunların toplumsal güçlerle kaçınılmaz çarpışmaları onu daha fazla büyülemişti. Son ve nispeten az bilinen romanı Lady Chatterley’s Lover (1928) bu etkilenmeyi yansıtmaktadır. Roman tutkusuz evliliği nedeniyle kendi sınıfının dışından insanlarla cinsel ilişkiler yaşayan bir kadını anlatmaktaydı. Kitap tepkiyle karşılanmış, pornografik olarak nitelenmiş ve Lawrence’ın ölümünden itibaren otuz yıl boyunca, 1959 yılına kadar ABD’de yayınlanmamıştır.

Ek Bilgiler

1- I. Dünya Savaşı sırasında Lawrence’ın izlediği pasifist tutum İngiliz hükümetinin ondan şüphelenmesine neden oldu. Bu yüzden söz konusu dönemde kimi çalışmaları hasır altı edildi.

2- Lawrence büyük ölçüde Sigmund Freud’dan etkilenmişti. Özellikle Freud’un bilinçdışı ve bastırılmış arzular hakkındaki çalışmaları Lawrence’ın ilgisini çekiyordu.

3- Lawrence çocukluğu ve yetişkinliğinde çeşitli hastalıklardan mustaripti. Önce tekrarlayan pnömoni, sonra verem. 1930 yılında hayatını kaybetmesine de verem neden olacaktı.

Irving Berlin

Büyük Amerikan şarkı yazarı Irving Berlin’in (1888–1989) asıl adı Israel Isidore Baline’dir. Berlin, Rusya’nın Mogilev kasabasındaki bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Beş yaşındayken, Baline ailesi ABD’ye gittiler. O sıralarda ülkede Yahudilere karşı geliştirilen katliamdan kurtulmayı amaçlıyorlardı. Aile New York City’ye yerleştikten kısa bir süre sonra Berlin’in babası öldü. Genç Berlin, ailesini geçindirmek için çalışmak zorundaydı. İlk işlerinden biri şarkı söyleyerek garsonluk yapmaktı. Hayatının kalan kısmında da müzikle bağını hep koruyacaktı.



Berlin’in ilk şarkıları ona yalnızca vasat bir ün kazandırmıştı. Asıl ününe 1911 yılında Alexander’s Ragtime Band yayınlanınca kavuştu. Müzik listelerine, zirveden girmiş, şaşırtıcı bir başarı yakalamıştı. Şarkı, Berlin’in kariyerini başlatmış ve onu Tin Pan Alley bestecileri ve söz yazarlarının arasına sokmuştu (Berlin hem söz yazan hem de beste yapan az sayıdaki Tin Pan Alley sanatçısından biriydi.). Berlin daha sonra hit şarkılardan aynı ölçüde popüler müzikallere geçiş yaptı. Annie Get Your Gun (1946) ve Stop! Look! Listen! (1915) gibi Broadway klasikleri hazırladı.

Yeni medya gelişirken Berlin hep ön plandaydı. Sesli filmlerde çalışan ilk şarkı yazarları arasında yer alıyordu. İlk uzun metrajlı sesli film olan The Jazz Singer’da (1927) Al Jolson (1886–1950), 1926 tarihli bir Berlin hiti olan Blue Skies isimli şarkıyı seslendiriyordu.

Berlin en büyük başarısını 1942 tarihli Holiday Inn filmiyle yakaladı. Bing Crosby (1903–1977) filmde White Christmas şarkısını seslendiriyordu. Berlin’in 1920 yılında bir gazeteciye söylediği gibi: “Bir şarkı yazarı yaptığı şeyin bir iş olduğunun farkına varmalıdır. Başarılı olmak için çalışmalı, çalışmalı ve çalışmalıdır.” Berlin çalışmanın karşılığını almıştı: İlk çalışması Marie from Sunny Italy kendisine sadece otuz yedi sent kazandırırken, White Christmas tüm zamanların en çok satan şarkısı olmuştu.

Ek Bilgiler

1- 11 Eylül 2011’deki terörist saldırının ardından kongre üyeleri, ABD Kongre Binası’nın basamaklarına oturarak Berlin’in yurtsever klasiği olan “God Bless America” (1938) isimli şarkıyı söylediler.

2- Berlin, bir Noel şarkısı yazan ilk Yahudi şarkı yazarı değildi. Johnny Marks (1909–1985), “Rudolph the Red-Nosed Reindeer” (1939), Jay Livingston (1915–2001) ile Ray Evans (1915–2007) “Silver Bells” (1951) isimli Noel şarkılarını yazmışlardı.

3- 1944 yılında Berlin, Winston Churchill (1874–1965) ile öğle yemeği yedi. Churchill onun politik filozof Isaiah Berlin (1909–1997) olduğunu sanmıştı. İngiliz başbakan son dönemlerde hangi konularla ilgilendiğini sordu. Berlin şöyle yanıtladı: “Bilmiyorum. Ama sanırım yeni eserimin ismi ‘A White Christmas’ olabilir.”

The Jazz Singer (1927)

“Bir dakika, bir dakika, daha hiçbir şey duymadın!”

—Al Jolson, Jack Robin rolünde

Bu sözlerle aktör Al Jolson (1886–1950), bir Hollywood filmine ilk kez sekronik bir konuşma eklemiş, sesli filmler döneminin henüz başlangıcında sessiz sinemanın sonunu işaret etmiş oluyordu.

Senkron sesler daha önce kısa filmlerde kullanılmış, senkron olmayan sesler ise film müziği olarak değerlendirilmişti. Ne var ki daha önce hiçbir aktörün görüntüsü ile konuşması bir sinema filminde senkronize edilmemişti.

Alan Crosland (1894–1936) tarafından yönetilen bu film, 6 Ekim 1927 tarihinde Los Angeles’ta gösterildi. Film büyük bir ilgi uyandırmıştı. Çığır açan Vitaphone ses sistemini geliştiren Warner Bros, bu filmle, o tarihe dek elde edebildiği en büyük gişe hasılatını yaptı.

Filmin başarısı film sanayisinde bir devrime yol açtı. Hollywood kullandığı eski teknikleri değiştirmeye zorlanıyordu. Artık yukarıdan sarkan mikrofonların bulunduğu sessiz stüdyoların yapılması gerekiyordu. Kameranın, kamera operatörünün, sinematografın ve yönetmenin içinde olacağı ses geçirmez kutular hazırlanacaktı. Sinema salonlarında, ses yükseltici ve hoparlörler bulunmalıydı.

İki yıl içinde Hollywood’da üretilen filmlerin büyük bölümü, sesli filmler haline gelmişti.

The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) tamamen sesli bir film değildir. İki sahnede diyalog bulunmaktadır. Altısında Jolson’un şarkı söylediği, on müzikli sahne vardır. Asıl şarkılarını siyah maske ile söylemiş ve bu da filmi oldukça tartışmalı bir hale getirmiştir.

Öykü, şov dünyasına girmek isteyen ve babası sinagogda koro şefi olan bir genç hakkındadır. Genç delikanlı, sinagogdan uzaklaşarak caz şarkıları söylemeye başlar (Jolson’un kendisi de bir kantorun oğludur. Kantorlar, Yahudi inancına özgü dini ritüellerde müzikal faaliyetleri yönetirler. Jakie Rabinowitz olan ismini Jack Robin yapan filmin ana karakteri gibi Litvanya doğumlu olan Jolson’un da asıl ismi Asa Yoelson’dur.).

Film, nesiller arasındaki çatışmalar, dini hoşgörü ve kültürel asimilasyon gibi konuları işler. Film, Samson Raphaelson’un 1921 tarihli “The Day of Atonement” isimli öyküsünü temel alır. Eser 1925 yılında Raphaelson tarafından bir Broadway oyununa uyarlanmıştır.

Ek Bilgiler

1- Jolson başrolde oynaması düşünülen üçüncü isimdir. Broadway’de Jakie Rabinowitz’i canlandıran George Jessel ve Eddie Cantor rolü kabul etmemişlerdir.

2- Tamamı sesli çekilen ilk uzun metrajlı film 1928 tarihli “Lights of New York”dur.

3- “The Jazz Singer” 1952 ve 1980 tarihlerinde yeniden çekilmiştir.

4- 1929 yılında Warner Bros. prodüksiyon şefi Darryl F. Zanuck, “The Jazz Singer”la sektörde devrim yaratan sesli bir film çektikleri için stüdyo adına, Oscar Onur Ödülü almıştır.

Henry Ford ve T Modeli

20. yüzyılın başlarında sanayici Henry Ford, uyguladığı yeni üretim teknikleriyle otomobilin popülerleşmesine yardımcı oldu. Bu teknikler, orta sınıf Amerikalıların sahip olabileceği pahalı olmayan arabaların üretimini mümkün kılıyordu. Bu alanda uygulamaya konulan iki önemli yenilik, otomatik montaj hattı ve günlük beş dolarlık ücret, başta otomobil sanayi olmak üzere tüm Amerikan üretim sanayinde bir devrim yaratmıştır. Bu gelişmeler sonucunda otomobil, kısa süre içerisinde Amerika’nın temel ulaşım aracı haline gelecektir.



Ford, T modelini 1 Ekim 1908 tarihinde üretti. Piyasadaki ilk araba olmamasına rağmen açık ara en güvenilir ve en ucuz modeldi. Ayrıca fiyatı giderek ucuzluyordu. Başlangıçta 850 dolar olan fiyatı 260 dolara kadar düşecekti.

Ford son derece verimli bir otomatik montaj hattı kullanarak fiyatları ucuz tutmayı başarıyordu. T Modeli’nin temel parçalarından başlayarak tüm bileşenleri, her biri özel bir görevi yerine getiren işçilerin önüne geliyordu. Bu sistem kullanılarak T Modeli’ni doksan üç dakika içerisinde üretmek mümkündü.

Ne var ki o günün şartlarına göre 260 dolar yüksek bir bedeldi (1908 yılında Amerika’da yıllık ortalama gelir yalnızca 326 dolardı). Ford arabalarına olan talebi arttırabilmek için işçilerin ücretini günlük beş dolara çıkardı. Zira işçilerinin aynı zamanda potansiyel müşteriler olduğunun farkındaydı.

Sonraki yirmi yıl içerisinde Ford, 15 milyondan fazla T Model araba sattı. 1927 yılında T Modeli’nin üretimi durduruldu. Bununla beraber diğer üreticiler Ford’un yenilikçi üretim tekniklerini kopyaladılar. Günümüzde onun kurduğu Ford Motor Şirketi, dünyanın en büyük araba üreticilerinden biri durumundadır.

Ek Bilgiler

1- Ford antisemitist olduğu yönündeki iddiaları reddetse de, sahibi olduğu “Dearborn Independent” gazetesi “The Protocols of the Elders of Zion” isimli antisemitik bir kitap yayınladı. 1938 yılında Nazi Almanya’sı tarafından yabancılara verilen en büyük ödül olan “Alman Kartalı Büyük Haçı” Ford’a verilmişti.

2- Ford ailesinin üyeleri Ford Motor Şirketi’ni işletmeye devam etmektedirler. Mevcut Yönetim Kurulu Başkanı William Clay Ford Jr. (1957–), Henry Ford’un büyük torunudur.

3- Henry Ford sanayici olmadan önce araba yarışçısıydı. 1996 yılında Amerika Motor Sporları Onur Listesi’ne alındı.

Babe Ruth

6 Mayıs 1915 tarihinde, Babe lakaplı George Herman Ruth, birinci ligde ilk kez topu oyun alanının dışına yollamayı başarmıştı. O anda bunun Amerika spor hayatında büyük bir değişikliğe neden olacak devrimci bir eylem olduğunun pek az kişi farkındaydı.

Ruth (1895–1948), topu oyun alanının dışına ilk kez yolladığı sırada, “Boston Red Sox”ın seçkin solak atıcılarındandı. Çok geçmeden uluslararası bir kahraman olacak ve “New York Yankees”in usta atıcısı olarak beyzbol tarihine geçecekti.

Ruth’tan önce topun oyun alanının dışına çıkması son derece nadir görülen bir durumdu. Oyuncular topa hafifçe dokunarak iç sahaya düşürmeye, tek atışlarla ya da stolen-baselerle sayı yapmaya odaklanırlardı (20. yüzyılın başlarında çok az sayı yapıldığından, bu yıllara beyzbolun ölü top dönemi denilirdi.). Ruth, 1919 yılında Red Sox’da oynarken tam 29 kez topu oyun alanının dışına gönderince, 1884 yılındaki Ned Williamson’a (1857–1894) ait 27 atışlık rekoru kırmış oldu. Bu hareketiyle hem bir kahraman haline gelmiş hem de beyzbolu modern çağa taşımış oluyordu.

O sezondan sonra Red Sox’ın para sıkıntısı çeken sahibi Harry Fraazee yıldız oyuncusunu New York Yankees’e 125 bin dolar karşılığında sattı. Transferin iki Amerikan takımı için de uzun dönemli sonuçları olacaktı. Ruth daha önce Dünya Serisi’nde hiçbir ciddi başarı elde edememiş olan Yankees’e efsanevi bir güç kazandırdı. Öte yandan Red Sox, seksen altı yıl boyunca bir daha şampiyon olamayacaktı.

Ruth, 1920 yılında Yankees’le oynadığı ilk sezonunda tam 54 kez topu oyun alanının dışına yolladı (Ondan sonra gelen ikinci en iyi skor George Sisler’e ait topu 19 kez saha dışına yollama rekoruydu). Sonraki yıl rekorunu 59’a çıkardı. 171 sayıyla birlikte 0,378 vuruş ortalaması yaptı. 1927 yılındaki en ünlü sezonunda Yankees’e Murderer’s Row lakabını kazandırdı ve tam 60 kez topu oyun alanının dışına gönderdi.

Ruth kariyerini tamamladığında tam 714 kez topu oyun alanının dışında göndermişti. Ayrıca çok sayıda başka vuruş rekoru bulunuyordu. Yankees’in yedi kez şampiyonluk forsu ve dört Dünya Serisi şampiyonluğu kazanmasına yardımcı oldu (1923, 1927, 1928 ve 1932).

Ruth sadece olağanüstü bir oyuncu değildi. Aynı zamanda efsanevi bir kişiliğe sahipti. Sosisli sandviç, bira ve kadınlara karşı doymak bilmez bir iştahı vardı. Araba kazaları, ilişkileri, hastalıkları, Hollywood’da aldığı küçük roller ile manşetlere çıkarak atletlerin ülke çapında ünlüler haline geldikleri bir dönemi başlatmıştır.

Ek Bilgiler

1- Ruth, lakabını 1914 yılında, on dokuz yaşında ilk profosyonel kontratını imzaladığı ikinci lig takımı “Baltimore Orioles”te oynarken almıştır. O yılın bahar antrenmanı sırasında takım arkadaşları ona, takımın sahibi Jack Dunn’un bebeği anlamında “babe” demişler ve bu lakap üzerine yapışmıştır.

2- 1920 yılında Ruth’un ilk sezonunda, Yankees seyirci sayısını ikiye katlamış ve tribünlerine 1 milyondan fazla kişiyi çekebilen ilk takım olmuştur. Üç yıl sonra “Ruth’un İnşa Ettiği Ev” diye de anılan Yankees Stadyumu açılmıştır.

3- Ruth, spor üzerine yazılan yazıların epey okunduğu bir dönemde oynamış ve onunla ilgili çok sayıda ilginç yakıştırma yapılmıştır. Bunların en bilinenleri “Bambino” ve “Sultan of Swat”dır.

На страницу:
4 из 10