bannerbanner
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür
Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Полная версия

Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 10
Ek Bilgiler

1- 2000 yılında “Time” dergisi Einstein’ı “Yüzyılın Adamı” ilan etmiştir.

2- Einstein inanmış bir Siyonist’ti. II. Dünya Savaşı sonrası kendisine İsrail Başkanlığı teklif edilmiş ama Einstein bu öneriyi reddetmiştir.

3- Einstein çocukken bir “Einstein” olarak görülmüyordu. Üç yaşına kadar konuşmayı öğrenemedi. Eğitim hayatı boyunca ilgisiz bir öğrenciydi. 1900 yılında mezun olduktan sonra, öğrenim gördüğü alanda, fizik ve matematik öğretmeni olarak iş bulamadı.

Anna Karenina

Leo Tolstoy’un Anna Karenina (1877) adlı romanının yazılmasının üzerinden yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen güncelliği ve tazeliği ile okurlarını şaşırtmaya devam etmektedir. Bu kitap, Tolstoy’a ait (1828–1910) bir diğer başyapıt olan Savaş ve Barış ile birlikte, herhangi bir dilde yazılmış en iyi romanlar arasında kabul edilmektedir.


Lev Tolstoy


Romandaki ana karakter, St. Petersburg yüksek sosyetesine mensup olan, güzel, eğitimli ve çekici bir kadındır. Görünüşte mükemmel bir hayat yaşamaktadır. Kocası görevine bağlı bir hükümet görevlisidir. Kendisi ise zeki ve yakışıklı oğlunun üzerine titreyen bir annedir. Yakın arkadaşları ve ailesiyle birlikte olmaktan çok mutludur. Anna’nın aile hayatı son derece güzel olsa da, cesur bir asker olan Vronksy’nin ortaya çıkması ile her şey değişmeye başlayacaktır. Anna bu adama karşı, sıkıcı ve tutkusuz kocasına karşı hiçbir zaman hissetmediği duygular hissedecektir. Anna ve Vronksy’nin ilişkileri çok geçmeden başkaları tarafından da duyulacaktır. Bu durum, Anna’nın aile hayatını ve sahip olduğu ünü kaybetmesine neden olur. Vronksy ile ilişkileri bozulunca, Anna allak bullak olur. Çok geçmeden, mahvolmuş olan aile hayatına geri dönme noktasına gelecektir.

Anna Karenina edebiyat tarihinin en trajik karakterleri arasında görülmektedir. Aynı zamanda en gerçekçilerinden biridir. O kadar canlı bir figür durmaktadır ki karşımızda, neredeyse sayfadan dışarı fırlayacaktır. Anna Karenina düşüncesizliği yüzünden ayıplanabilir ama aynı zamanda asaleti, zarafeti ve hayatını yalanlarla sürdürme noktasındaki isteksizliği hayranlık uyandırıcıdır. Nesiller boyunca bir feminist ikon, romantik bir kahraman ve trajik bir kurban olarak görülmüştür.

Kitap Anna’ya yoğunlaşmış olmasına rağmen, gerçekte bir bütün olarak Rus toplumunu ele almaktadır. Kitap Rus devletini, köylüleri, Rusya’nın modernleşmesini ve Batı’yla olan ilişkilerini anlatmaktadır. Tüm bu temalar kitabın daha az bilinen bir karakteri olan zengin toprak sahibi Levin üzerinden anlatılmaktadır. Pek çoklarına göre romandaki Levin karakteri Tolstoy’un kendisini temsil etmektedir.

Ek Bilgiler

1- Anna Karenina, gerçekçilik akımının en önemli romanlarından biri olarak görülmektedir. Bu akım, Batı edebiyatını 1800’lerin ortasından sonuna dek etkisi altına almıştır.

2- Oprah Winfrey (1954–) TV kitap kulübü için “Anna Karenina”yı seçince, kitap Mayıs 2004 tarihinde ABD’de çok satan kitaplar listesine girmiştir.

3- Yayınlanmasından itibaren “Anna Karenina” 20 farklı uyarlamaya ilham vermiştir. Bunlar arasında çeşitli filmler, TV dizileri, radyo oyunları, tiyatro uyarlamaları, baleler, operalar ve hatta bir Broadway müzikali dahi bulunmaktadır.

Scott Joplin

Scott Joplin (y. 1867–1917), kesik tempolu caz müziğinin (ragtime) en bilinen bestecisidir. Bu sıradışı ve özgün Amerikan müzik tarzı 20. yy başlarında gelişmiştir. Caz müziğinin gelişiminde de son derece önemli etkileri olmuştur.



Teksas’ta doğan Joplin, küçük yaşlardan itibaren müziğe olan yeteneğini ortaya koymuştur. Missouri, Sedalia’daki George R. Smith Koleji’nde müzik teorisi, armoni ve bestecilik eğitimi almıştır. Kariyeri boyunca Joplin, klasik müzik alanındaki bilgisini kesik tempolu caz bestelerine yansıtmıştır. Rakiplerinden çok daha karmaşık besteler ortaya koyabilmiştir.

Joplin’in ilk popüler eseri, 1899 yılında satışını yaptığı Maple Leaf Rag’di. Daha sonra aralarında en ünlü eseri The Entertainer’ın (1902) da bulunduğu bir dizi popüler çalışma yaptı. İki kesik tempolu caz operası hazırlayarak en büyük arzularından birini gerçekleştirmiş oldu: A Guest of Honor (1903, günümüzde kaybolmuştur) ve Treemonisha (1911).

Kesik tempolu caz müziği, genel dinleyici kitlesinin önüne çıkarılmadan önce Afro-Amerikalı grupların arasında dans müziği olarak kullanılmaktaydı. Joplin, bu türün ilk bestecisi ve icracısı değildi. Ancak, genellikle benzerlerinin en başarılısı olarak görülmektedir (Yayıncısı, Scott Joplin’in, bu türü popüler bir form olmaktan çıkararak “Bach ile Beethoven arasında bir noktaya yerleştirdiğini” ileri sürmüştür.) Kesik tempolu caz, senkopa dayanan marş formunun düzenlenmesiyle ya da beklenmedik vuruşların vurgulanmasıyla oluşturulmaktadır. Alışılmadık ritmi nedeniyle, başlarda “ragged time” (hizasız zamanlı) olarak anılan bu tür, zamanla “ragtime” şeklinde kısaltılmıştır.

Joplin’in ölümünün ardından, cazın yaygınlaşmasıyla birlikte kesik tempolu caz giderek popülerliğini kaybetmiştir. 1970’lerde kısa bir canlanma dönemi görülmüştür. Her halükârda Joplin’in eserleri, en tanınmış Amerikan klasikleri arasında yerini almıştır.

Ek Bilgiler

1- Joplin’in “The Entertainer” adlı eserinin bir versiyonu, “The Sting” (1973) filminde kullanılmış ve 1974 yılının Billboard listelerinde üçüncü sıraya kadar yükselebilmiştir.

2- 1971 yılında piyanist Joshua Rifkin (1944–), Joplin’in piyano eserleri derlemesi ile “En İyi Klasik Performans” dalında Grammy Ödülü almıştır.

3- 2006 yılında bir koleksiyoncu, Joplin’in daha önce kaybolmuş addedilen 1916 tarihli piyano eseri “Pleasant Moments”ın bir kopyasına sahip olduğunu ileri sürmüştür.

D. W. Griffith ve The Birth of a Nation (1915)

D. W. Griffith, 1915 öncesinde de sinema tarihinde önemli bir yere sahipti. Bununla birlikte, günümüzde Griffith denildiğinde en çok bu tarihte piyasaya sürülen tartışmalı bir film olan The Birth of a Nation anımsanmaktadır. Pek çoklarınca bir başyapıt olarak görülen The Birth of a Nation ilk Amerikan destanıdır. Filminde, kariyeri boyunca mükemmelleştirdiği yeni bir anlatım tarzını ve modern teknikleri kullanmıştır. Ne var ki filmin içeriği açık bir biçimde ırkçıdır ve yaklaşık bir yüzyıl önce ilk kez sergilendiği andan itibaren son derece ciddi tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Griffith (1875–1948), Kentucky’de büyüdü. Bir konfederasyon albayının oğluydu. 1908 yılında aktörlükten yönetmenliğe geçiş yaptı. On iki ya da on beş dakikalık kısa metrajlı filmler yapıyordu. Son derece üretken bir kişiydi. Sadece 1909 yılında 140’tan fazla film çekmişti.

Bu dönemde aşağıdaki yeniliklerin geliştirilmesine katkıda bulunduğu ileri sürülmektedir:

–Crosscutting: Merak uyandırmak için farklı yerlerdeki olayların birlikte gösterilmesi.

–Bir hikayeyi anlatmak ya da duygusal titreşimler oluşturmak için geniş, orta ya da ayrıntı çekimlerin gerekli şekilde kullanılması

–Yüz ifadeleri ve performansın belli bir biçimde yönlendirilmesi için aktörlerle prova yapılması

Griffith bu tekniklerden herhangi birini keşfetmemiş olmasına rağmen, bu ve benzeri teknikleri bir araya getirerek bir sinema dili ya da “film grameri” oluşturan ilk yönetmen olmuştur. Onun katkıları sayesinde 20. yy başındaki ilkel filmler bir sanat formu haline gelebilmiştir.

The Birth of a Nation’da kullanılan içerik yönetmenin bu katkılarının önüne geçmektedir. The Clansman (aynı zamanda filmin orijinal adıdır) romanına dayanan film, Amerikan İç Savaşı ve yeniden yapılanma dönemine odaklanmaktadır. Filmde Ku Klux Klan yüceltilerek ele alınmaktadır. Filmin gösteriminin ardından çeşitli şehirlerde toplumsal hareketler ortaya çıkmış ve pek çok sinema salonu filmi göstermeyi reddetmiştir. “National Association for the Advancement of Colored People” (NAACP) filmin derhal yasaklanmasını talep etmiştir. Tüm bunlara rağmen The Birth of a Nation mutlak bir ticari başarı elde etti. Film, tüm zamanların en kârlı sinema projesi haline gelmişti. Yirmi yıldan fazla bir süre boyunca da bu unvanını koruyacaktı.

Irkçılık suçlamalarına bir yanıt olarak Griffith, 1916 yılında Intolerance adlı filmini çekti. Film insanlık tarihi boyunca yaşanmış hoşgörüsüzlük örneklerini ele alıyordu. Ticari açıdan başarısız olmuş ve Griffith bu tarihten itibaren bütün enerjisini borçlarını ödemek için harcamıştır. Son filmini 1931 yılında çekmiştir.

Ek Bilgiler

1- “The Birth of a Nation”ın ticari başarısı, 1937 yılında çekilen “Snow White and the Seven Dwarfs” filmi tarafından gölgede bırakıldı. Çekilmesi 110 bin dolara mal olan film, 18 milyon dolarlık bir gişe başarısı elde etmişti.

2- “The Birth of a Nation”da yer alan siyahi karakterler, siyah maskeli beyaz oyuncular tarafından canlandırılmışlardı.

3- “The Birth of a Nation” gösteriminden sonraki on yıl için Ku Klux Klan’ın üye sayısının artışından sorumlu kabul edilmiştir.

Luddistler

Teknoloji karşıtı bir hareket olan Luddizm, yaşamlarını tehdit eden yeni fabrika teknikleri karşısında öfkeye kapılmış 19. yüzyılın tekstil işçilerinin oluşturduğu bir gruptan adını almaktadır. Asıl Luddist ayaklanması hızla bastırılmış olmasına karşılık, yeni bilimsel gelişmeler karşısında duyulan korku ve güvensizlik daha uzun bir süre politikayı etkilemeye devam etmiştir. Genetiği değiştirilmiş gıdalardan bilgisayarlara kadar bir dizi mesele ile ilgili tartışmada hâlâ onların etkilerini görmek mümkündür.

Asıl Luddistler adlarını Ned Ludd’dan almaktaydılar. Ludd’un gerçekte yaşayıp yaşamadığı belirsizdir. Efsaneye göre Ludd 1770’lerin sonunda bir eve girer. İçeride bulunan yeni keşfedilmiş mekanik örgü makinelerini parçalamaya başlar. Zira bu aletler pek çok tekstil işçisinin işlerini kaybetmesine yol açmıştır. Bu olay gerçekten yaşanmış olmasa dahi, “Ludd burada bulunmuş olmalı…” sözü, ne vakit son teknoloji makineler hasara uğramış halde bulunsa, İngiliz fabrikalarında söylenen ortak bir söz haline gelmişti.

1812 yılında Ned’i “Kral Ludd” ilan eden bir grup tekstil işçisi, İngiltere’nin her yerindeki stoklama alanlarına ve dokuma tezgahlarına saldırılar düzenlemeye başladılar. İlk organize Luddist isyanı 1811 yılında yaşanmıştı. İsyan ancak 2500 kişilik bir kuvvet eliyle bastırılabildi. Kısa süre sonra makine kırmak büyük bir suç olarak kabul edildi (1813 yılında York’ta yapılan bir yargılamanın ardından 17 kişi bu kanunu ihlal ettikleri gerekçesiyle idam edildiler).

Asıl Luddist İsyanı unutulmuş olsa da Luddist terimi, teknolojiye acımasız saldırılar düzenleyen muhalifleri tanımlayan bir terim olarak politik dile yerleşmiştir.

Ek Bilgiler

1- Harvard mezunu terörist Ted Kaczynski (1942–), namı diğer “Unabomber”, başlattığı bombalı saldırılarda bilim insanlarını hedef almıştı. Kimi zaman çağdaş bir Luddist olarak değerlendirilmektedir.

2- Luddistlerin ünlü bir destekçisi İngiliz şair Lord Byron’du (1788–1824). Ölümünden sonra yayınlanan “Song for the Luddites” adlı eserinde şu sözler yer alıyordu: “..biz / Dövüşerek öleceğiz ya da özgür yaşayacağız / Kral Ludd dışındaki tüm kralları devireceğiz.”

3- Ludistler, Yorkshire’lı bir demirci olan ve çeşitli silahlar imal eden Enoch Thompson onuruna “Enoch’un Çekiçleri” olarak adlandırdıkları balyozlar taşırlardı.

Cy Young

Zaman içerisinde Cy Young adı, mükemmel beyzbol atışları için kullanılan genel bir ifade halini almıştır. Ohio’daki bir çiftlikte Denton True Young (1867–1955) adıyla doğmuş olan ve sağ elini kullanan bu büyük atıcı, yirmi iki yıl boyunca birinci ligin en büyük atıcılarından biri olmuştur. Hiçbir zaman aşılamamış kişisel kariyer rekorları bulunmaktadır: 511 zafer, 316 yenilgi, 7356 vuruş, 815 oyun açılışı, 749 oyun tamamlama.



Young’un kariyeri 1890’dan 1911’e kadar sürmüştür. Bu süreçte beyzbol halen gelişim dönemindedir. Atıcılar muazzam sayıda atış yapmakta ve nadiren oyundan çıkmaktadırlar. 1892 yılında 25 yaşındayken, Young hayranlık uyandıran 453 atış yapmıştır (Günümüz oyunlarında, lig liderleri her sezonda genel olarak 250 civarında atış yapmaktadırlar).

Young beş takım için oynamış, bir sezonda en az beş kez 30 maç ve on beş kez 20 maç kazanmıştır. 1901 yılında Ulusal Lig’in rakibi olarak hızla yükselen Amerika Ligi’nin açılış sezonunda, yeni kurulan “Boston Americans”la Young kariyerinin en parlak dönemini geçirmiştir. 33 zafer, 1,62 ERA (rakibe kazandırdığı sayı ortalaması) ve 158 strikeout ile yeni ligin başını çekmiştir.

İki yıl sonra, “Pittsburg Pirate” karşısında iki maç kazanarak ileride “Red Sox” adını alacak olan Boston Americans’ı ilk kez Dünya Serisi’ne sokmuştur. 1904 yılında “Philadelphia Athletics” karşısında Amerikan Ligi tarihinin ilk mükemmel oyununu çıkartarak efsanesini daha da büyütmüştür.

1911 sezonundan sonra Young beyzbolu bırakır. 1937 yılında resmen Beyzbol Onur Listesi’ne dahil edilir. Her yıl hem Amerikan Ligi’nin hem de Ulusal Lig’in en başarılı atıcıları “Cy Young Ödülü” alırlar. Ödüller “Amerikan Beyzbol Yazarları”nın oylarına göre dağıtılmaktadır.

Ek Bilgiler

1- Young’un takma adı Cy, “Cyclone”un kısaltılmışıydı. Söylendiğine göre Young, henüz ikinci ligdeyken tahta bir çite atış yaparak ısınmaktadır. Bir görgü tanığı her atıştan sonra çitin kasırga vurmuş gibi sallandığını söylemiştir.

2- Yalnızca Walter Johnson adındaki atıcı kariyeri boyunca elde ettiği 100 zaferiyle Young’un başarısına yaklaşabilmiştir (1907’den 1927 yılına kadar Washington Senators’da oynayan Johnson 417 zafere sahiptir.).

3- 20. yüzyılın başlarında “Boston Americans” çok çeşitli isimler kullanmıştır. Bunların arasında “Somersets” ve “Pilgrims” de bulunmaktadır. En sonunda 1907 yılında “Red Sox” adında karar kılmışlardır.

4- Young, 19 ve 20. yüzyılda “No Hitter” yapabilen yegane birinci lig oyuncusudur (1897 yılında Cincinnati Reds karşısında ve 1904 yılında kendi mükemmel oyunundaki performansı ile.).

5- Young, “Cleveland Spiders” (1890–1898), “St. Louis Perfectos/Cardinals” (1899–1900), “Boston Americans/Somersets/Pilgrims/Red Sox” (1901–1908), “Cleveland Naps/Indians” (1909–1911) ve “Boston Braves” (1911) takımları için oynamıştır.

Mahjong

Çin kaynaklı bir oyun olan Mahjong, 1907’lerde İngilizler tarafından Batı’ya taşınmış ve 1920’lerde ABD’de popüler hale gelmiştir. En popüler olduğu dönemde Mahjong, Çin’de 1,5 milyon dolarlık bir endüstriydi. İnek kemikleri ABD’den Şanghay’a ihraç ediliyor ve burada işlenerek oyun için gerekli parçalara dönüştürüldükten sonra geri gönderiliyordu. 1923 yılında 10 ile 15 milyon arasında Amerikalının düzenli olarak bu oyunu oynadıkları tahmin ediliyordu.



Mahjong dört oyuncuyla birlikte oynanmaktadır. 1920’lerde pek çok Amerikalı, Çin tarzı kıyafetler giyilen ve Mahjong oynanan geceler düzenleyerek oyunu sosyal bir olaya dönüştürdüler. Oyun seti 144 işlenmiş kemik puldan oluşuyordu: Bambu takım içerisinde 36, yuvarlak takım içerisinde 36, karakter takımı içerisinde 36 pul, 16 rüzgar pulu, 12 ejder pulu ve 8 bonus pulu. Oyunun amacı farklı takımlardan oluşan pulların kazanan bir birleşimini oluşturmaktı.

Mahjong ABD’de popüler bir oyun olarak varlığını korumuştur. Driving Miss Daisy (1989) ve Cocoon (1985) gibi filmlerde işlendiği üzere, özellikle orta yaşlı ve yaşlı kadınlar arasında çok yaygındır. Mahjong kimi zamanlar Yahudi kadınlarına özgü bir oyun gibi görülmüştür. Oyunun Yahudi toplulukları arasında yaygın bir biçimde biliniyor oluşu muhtemelen 1920’lerde Çinli ve Yahudi göçmenlerin büyük konutlarda birbirlerine yakın yaşamış olmaları ile ilişkilidir.

Ek Bilgiler

1- Hong Kong’da doktorlar tarafından yeni yapılan bir çalışma mahjong oyununun, izleyicilerin bile aşırı yoğunlaşmasını sağlayarak hastalık nöbetlerini tetikleyebildiğini ortaya koymuştur. Bu duruma araştırmacılar “mahjong epilepsisi” adını vermektedirler.

2- Oyunla ilgili yazılmış çeşitli popüler şarkılar bulunmaktadır. Bunlardan birisi de Eddie Cantor’un (1892–1964) “Since Ma Is Playing Mah Jong” (1923) isimli şarkısıdır.

3- Mahjong’un Milton Bradley Şirketi’ni iflasın eşiğinden kurtardığı söylenmektedir. Zira şirkete ait fabrikalar oyun seti taleplerini karşılayabilmek için günde yirmi dört saat kadar çalışmak zorunda kalmışlardır.

Pablo Picasso

Ressam Pablo Picasso (1881–1973) öldükten bir gün sonra New York Times’ta şu ifadeler yayınlanmıştır: “Yüzyılımızın ilk üç çeyreği boyunca Pablo Picasso görsel sanatların en orijinal, en renkli ve en güçlü karakteri olarak kalmıştır.”



Otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen bu değerlendirme geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. İspanya doğumlu sanatçı, genellikle resimleri ile tanınmaktadır. Bununla beraber çizim, taşbaskı, gravür, heykel, seramik, mozaik ve duvar işleme gibi çok çeşitli alanlarda da eserler vermiştir.

Çağının diğer dev sanatçılarından farklı olarak Picasso, kendisini herhangi bir akımın ya da sanat çevresinin parçası olarak sınırlamamıştır. Daha ziyade son derece yenilikçi bir insan olarak kendi tarzını yarattığı söylenebilir. Onun en büyük başarılarından biri de güzellik ve çirkinlik arasındaki sınırı belirsizleştirmesi (kimi hallerde yok etmesi) olmuştur.

1907’lerde Georges Braque (1882–1963) ile birlikte kübist tarzın kurucusu olmuştur. Kübizm nesneleri farklı açılardan yansıtarak Rönesans geleneğini bozmuştur. Bu teknik, geleneksel yöntemle yapılabileceğinden çok daha fazla şey anlatmaktadır.

Picasso’nun ilk önemli eseri, kübizmde bir dönüm noktası sayılan Les Demoiselles d’Avignon (1907) isimli çalışmasıdır. Güzellik, anatomi ve perspektifte geleneksel fikirler bu çalışma ile yapısöküme uğratılmaktadır.

Sonraki eserlerinde, başyapıtı Guernica (1937) üstünde en azından kısmen etkisi bulunan sürrealizm de dahil olmak üzere birçok farklı tarzdan ilham almıştır. 3,4 metre yüksekliğinde ve 7,77 metre genişliğinde bir tuval üzerine yağlı boya çalışılmış olan Guernica, bir dizi soyut figür üzerinden insanların acılarını yansıtmaktadır. Resim, İspanyol İç Savaşı sırasında Nazi uçaklarının bir İspanyol kasabasını bombalamasına Picasso’nun tepkisidir.

Picasso seksenli yaşlarına kadar önemini ve üretkenliğini korumuştur. 6 binden fazla resim yaptığı söylenmektedir. Bunların önemli bir bölümü ölümüne kadar kişisel koleksiyonunda saklanmıştır. Sadece 1969 yılında, seksen sekiz yaşındayken 165 resim ve kırk beş çizim yapmıştır.

Öldüğü sırada doksan bir yaşındaydı.

Ek Bilgiler

1- Aynı zamanda Picasso, kariyeri boyunca sürekli olarak değişen metresleriyle, eşleriyle ve ilham perileriyle de tanınmaktadır. İki kez evlenmiştir. Üç ayrı kadından dört çocuğu olmuştur.

2- Kendisini bir İspanyol olarak tanımlamasına ve en etkili resmini İspanyol İç Savaşı’na bir tepki olarak yapmasına rağmen, 1904 yılından itibaren hayatının önemli bir bölümünü Fransa’da geçirmiştir. II. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işgali sırasında dahi Fransa’da kalmaya devam etmiştir.

3- Picasso küçük bir çocukken babasıyla birlikte boğa güreşlerine katılmıştır. Boğa güreşleri, onun resimlerinde tekrar eden önemli bir tema olarak ortaya çıkmaktadır.

William Butler Yeats

Şair William Butler Yeats (1865–1939) İrlanda’nın kültür yaşamında son derece önemli bir yere sahiptir, İrlandalı diğer edebiyatçılar James Joyce (1882–1941) ve Oscar Wilde (1854–1900) dahi onunla kıyaslandığında daha sınırlı bir etkiye sahiplerdir. 1800’lerdeki Kelt Uyanışı’nda son derece önemli bir rolü olan Yeats sadece bir edebiyatçı değildi. Önemli bir politik şahsiyet ve inanmış bir İrlanda milliyetçisiydi. Eserlerinde İrlanda’nın en erken köklerine, mitlerine ve halk hikayelerine dönüşü savundu. Zira bu fikri, bugün dahi İrlanda siyasetini etkileyen Protestan-Katolik çekişmesinden bir kaçış olarak görüyordu.



Dublin’de doğan Yeats, sanatçı bir ailede büyüdü. Hem babası hem de erkek kardeşi ressamdı. Yeats resimle ilgilenmesine rağmen esas ilgisini şiire yöneltti. Otuzlarına geldiğinde çok sayıda eser kaleme almıştı. William Blake (1757–1827) şiirinden ve İrlanda Edebi Uyanışı’ndan etkilendi. İrlanda’nın kültürel ilham kaynakları ile mistisizmi sentezleyen bir dünya görüşü geliştirdi.

Yeats’in ele aldığı konular çok çeşitliydi. Kimi zaman The Lake Isle of Innisfree (1892) eserinde olduğu gibi doğayı, kimi zamansa When You Are Old (1892) örneğinde olduğu gibi zamanı ve faniliği ya da No Second Troy (1910) eserinde olduğu gibi karşılıksız aşkı işledi. İrlanda’nın politik meseleleri üzerine de eserler yazdı. Bunlardan en dikkat çekeni Easter 1916 adlı eserinde, İrlandalı milliyetçilerin ülkenin bağımsızlığı için silaha sarıldığı ama İngilizler tarafından idam edildikleri 1916 Paskalya Ayaklanması’nı işledi. Genel olarak geleneksel şiir formlarını kullanmasına rağmen özellikle kariyerinin sonlarına doğru şiirine çağdaş bir duyarlılık getirdi.

Yeats yaşlandıkça şiiri de zenginleşti. En önemli eserlerini altmışlarında ve yetmişlerinde verdi. Muhtemelen en bilinen şiiri olan vahiy tarzındaki The Second Coming (1921)adlı eserindeki sersemletici kıyamet günü imajı, kendine özgü döngüsel tarih anlayışını ortaya koymak için kullanılmaktaydı. Bir başka geç dönem başyapıtı olan Sailing to Byzantium (1928), Yeats’in yaşlanmaya ve sanata duyduğu hayranlığı görkemli bir şiirde kaynaştırıyordu.

Ek Bilgiler

1- Yeats, hayatının büyük bir bölümünde bir İrlanda milliyetçisi ve aktris olan Maud Gonne’a (1865–1953) âşıktı. Gonne tarafından ısrarla reddedilmesine rağmen, başka bir kadınla evlendikten sonra bile onun hasretini çekmeye devam etti.

2- Yeats, 1923 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Bundan sonra da verimli bir şekilde çalışmaya devam etti. En iyi eserini ödülünü aldıktan sonra yazdı.

3- Yeats, İrlanda, County Sligo’daki Drumcliff’e gömüldü. Mezar taşına kendi kaleminden çıkan bir kitabe yazılmıştı: “Şöyle bir bak / Yaşama ve ölüme / Haydi yolcu, şimdi geri dön geldiğin yere!”

Arnold Schönberg

En iyi eserlerini gençlik dönemlerinde veren kimi sanatçıların aksine, Avusturyalı besteci Arnold Schönberg (1874–1951), en tanınmış eserlerini kariyerinin geç dönemlerinde ortaya koymuştur. Düzinelerce orkestra eseri ile Schönberg, geleneksel armonileri reddederek uyumsuz düzenlemeleri kullanan devrimci bir klasik müzik tarzı olan “atonalite”nin popülerleşmesine yardımcı oldu. 20. yy müzisyenleri üzerinde son derece önemli bir etki yaptı.



Viyana’da doğan Schönberg, müzik alanında kendi kendisini yetiştirmişti. 1890’larda yaptığı ilk besteleri, geleneksel biçimdeydi. Buna karşılık I. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda son derece radikal bir müzik biçimi geliştirmeye başladı. Amacını “geçmiş estetik anlayışlarının her türlü kısıtlamasının ötesine geçmek” olarak açıklıyordu.

Schönberg’in getirdiği en önemli yenilik, atonaliteyi kullanış biçimiydi. Geleneksel klasik müzikte uyumsuz bir ton ya da nota; yerine oturmamış, havada kalmış bir ses demekti. Onu dengelemek için uyumlu bir sesin kullanılması gerekliydi. Schönberg uyumlu ve uyumsuz sesler arasındaki ayrımı görmezden geldi. Buna “uyumsuzluğun özgürleşmesi” adını veriyordu. Schönberg’in değerlendirmesi halen atonalite için yapılmış en iyi tanımdır. Atonaliteyi kullanması eserlerine tedirgin edici, akıldan çıkması güç bir hava veriyordu.

Bir Yahudi olan Schönberg, 1920’lerde müzik eğitimi vermek için Almanya’ya gitmiştir. 1933 yılında Naziler iktidara gelince ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştır. ABD’ye giden Schönberg, Kaliforniya Üniversitesi’nde dersler vermiş ve ölene kadar beste yapmayı sürdürmüştür.

На страницу:
2 из 10