Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ
“Hülya, iyi misin?” dedi tepemizde dikilen kadın. “Bir bak. Korkutma beni ne olur…”
Ben dönüp baktım Hülya Çakır yerine sonradan gelen kadına. Artık bakmanın zamanı gelmişti.
Sokakta görsem, “Başınız sağ olsun Hülya Hanım,” diyeceğim kadar benzemiyordu Hülya Çakır’a ama andırıyordu onu. Aynı kuaföre yan yana oturmuşlar da aynı dergi fotoğrafına işaret etmişler gibi saçında iki tutam sarı vardı bu kadının da. Benzerlik orada bitiyordu ama. Buruna dokunulmuştu belki. Kemeri yok olmuş, ucu biraz daha yukarı kalkmıştı. Küçük gözlere kim müdahale edebilirdi ama yıllar sanki biraz korku, biraz güvensizlik, biraz tedbir getirmişti. Kaşlar inceltilmişti.
Benzerlik kıyafette tümüyle ortadan kalkıyordu. Reklamcı arkadaşımın müşteri temsilcisi kızlarda gördüğüm beyaz, minik işlemeli bluz, dar, lacivert bir eteğin altındaki siyah çoraplarla tamamlanmıştı. Eteğin boyu reklamcı kızlarla yarışacak kadar kısaydı. Ayağında kıyafetine uymayan tüylü ev terlikleri vardı.
Ben bakınca, Hülya Çakır’a benzeyen kadın da bana baktı.
Bir şey söylemedi ama. Durumu derinden kavramaya çalışıyor gibi biraz daha kıstı gözlerini.
Hülya Çakır bir kez daha inledi.
“Yardım edin,” dedim kadına, Hülya Çakır’ı koltuklarından tutup oturur duruma getirmeye çalışarak.
Otorite numarası da çalıştı. Mini eteğinin izin verdiğince eğildi kadın. Sonra dizlerinin üzerine çöktü. Hülya Çakır’ı hafifçe çekerek oturttuk. Sırtını kapının yanındaki duvara yasladım. Başının altına koyduğum anorağı kenara çektim.
Atkuyruklu kız elinde kocaman bir su bardağıyla yanımıza eğildi.
Bir elimle başının arkasını tutarak bardağı ağzına götürdüm Hülya Çakır’ın. Kadının dudaklarının arasından çok az bir miktar su geçti boğazına. Birazı kenardan aşağı kaydı. Burnu muamele görmüş kadın duvardan destek alarak ayağa kalktı. Eteğini çekiştirdi.
“Ne oldu?” dedi atkuyruklu kıza. “Ne oldu da bayıldı annen?”
Dikkatim Hülya Çakır’da olduğu için kızın cevap yerine ne işaret ettiğini görmedim.
Hülya Çakır gözlerini açtı. Eliyle yanağını sildi.
“Nazan…” dedi. “Nazan…”
“Buradayım anne,” dedi kız. “Buradayım. Ne oldu sana?”
“İyiyim,” dedi Hülya Çakır. “İyiyim kızım.”
Sonra beni algıladı. Gözlerinin içinden yarı şeffaf bir bulut geçti sanki. Yine de bir şey söylemeden önce, tepemizden bakan kadına çevirdi gözlerini. Duvara doğru daha iyi yaslanmak için kalçasını hareket ettirdi yerde.
“İçeri gidebilirsin artık bence,” dedi öteki kadın. “Oturma burada.”
Atkuyruklu kız bu öneriye benim ne diyeceğimi merak eder gibi yüzüme baktı. Ben Hülya Çakır’a.
“İyi misiniz?” dedim. “Bir yudum daha su?”
Başıyla önerimi reddetti. Sonra kafasını kaldırıp ayaktaki kadına doğru konuştu.
“Bir sigara getir bana,” dedi. “Bir-iki nefes çekeyim, kendime gelirim.”
Nedense cebimdeki paketi çıkarmamam gerektiğini hissettim. Öteki kadın ne anlama geldiğini anlayamadığım bir hıhlamayla geri döndü. Koridordan içeriye doğru yürüdü. Hülya Çakır kızına döndü bu sefer.
“Bir kül tablası getir Nazan,” dedi. “Bu akıl edemez şimdi. Bir de içerden başörtümü.”
Nazan Çakır da kadını izledi. Ağzından hıhlama çıkmadı ama onun.
Hülya Çakır bana baktı. Gözleri hiç de biraz önce bayılmış birinin gözleri gibi değildi.
“Baktınız mı gerçekten?” dedi.
Gözlerinde bakmamış olmamı çok dileyen bir şey vardı. Doğruyu söyledim.
“Hayır,” dedim “Beni içeri almanıza yarar diye öyle söylemiştim.”
“Allah’a şükür,” dedi Hülya Çakır oturduğu yerden antrenin tavanından sarkan püsküllü abajura bakarak. “İnsan içine çıkamazdım bir daha, gerçekten içine baksaydınız,” dedi. “Ölürdüm.”
Bir başka ölümü hatırlamış gibi yeniden sislendi gözleri.
Bunu söylemek için çok tuhaf bir durumdaydık ama mecbur hissettim kendimi.
“Başınız sağ olsun,” dedim. Arkasından ne diyeceğimi bilimedim.
“Sağ olun,” dedi Hülya Çakır. Puslu gözlerinin daha da puslanmasını engellemek istercesine elinin tersini gözlerinin üstünden geçirdi. Sonra biraz daha toparlanmış gibi doğrudan gözlerimin içine baktı.
“Gerçekten…” dedi. Cümlenin gerisini havada bıraktı.
“Gerçekten,” dedim. “Özür dilerim. Böyle olacağını bilemedim.”
“Önemli değil,” dedi. Başka bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı. Koridordaki hareketlenmeyi hissedince sustu ve o tarafa doğru baktı. Henüz tanışamadığım kadın bir elinde uzun Marlboro paketi, öteki elinde peri bacası şekli verilmiş bir merminin içine oturtulmuş masa üstü çakmağı ve kesme cam kül tablasıyla bize doğru geliyordu. Atkuyruklu kız arkasıydaydı. Elinde koyu renkli bir örtü vardı. Desenlerini çıkaramadım.
Mini etekli kadın sesini çıkarmadan bana doğru uzattı elindekilerini. Başımı hafifçe sallayarak teşekkür ettim alırken. Geriye çekildi. Kül tablasını yere bıraktım. Paketten bir sigara alıp Hülya Çakır’ın dudağına yerleştirdim. Çakmak ancak ikinci seferde yandı cılız bir alevle. Sigarasını yaktım kadının.
Biraz geriye çekilip ilk nefesinin keyfini çıkarmasına izin verdim. Hülya Çakır fırsatı kızının elinden aldığı örtüyü başına dolamakla değerlendirdi. Alelacele, köylü kadınlar gibi bağlamıştı.
Mini etekli kadın konuşma fırsatını kaçırmadı.
“Ne oldu Hülya?” dedi. “Tansiyonun mu düştü? Yoksa…”
“Yok yok, iyiyim,” dedi Hülya Çakır, sigarasının dumanını kesik kesik savurarak. “Ne olduysa, bir anda…”
Yerimden doğruldum. Sol ayağım biraz uyuştuğu için zor oldu ama başardım. İki ayağım üzerinde dengelendim sonra.
“Biraz daha iyiyseniz, içeri geçsek de konuşsak,” dedim. Hülya Çakır’a elimi uzattım kalkmasına yardım için.
Hülya Çakır sigarasını yere bıraktığım kül tablasında söndürdü. Elime uzandı sonra. Avucunun soğuk olduğunu algıladım. Demek el sıkmayan cinsinden değildi. Önce başının dönüp dönmeyeceğini test eder gibi yarım bir kalkış hareketi yaptı, sonra güvenle kalktı ayağa. Elini hemen çekti elimden. Başörtüsünün uçlarını sıkıladı.
“Anne yavaş!” dedi Nazan Çakır.
Hülya Çakır iki ayağının üstünde dengeledi kendisini. “İyiyim, iyiyim,” dedi.
Adının Asuman olduğunu öğrendiğim kadın yolu açmak için yana çekildi. Hülya Çakır bastığı yere bakarak koridorda ilerledi. Kızıyla ben arkasından yürüdük. Kül tablası, sigara, çakmak kızının elindeydi. Asuman ikimize de yol verdi.
Salon benim eski evin salonunun olduğu yerdeydi. Evin geride kalanının da aynı plana sahip olduğunu anlamak için deha olmak gerekmiyordu. Aynı plan, ters yön. Pencerelerin arkadaki küçük vadiye baktığını, Beşiktaş Kulübü’nün belediyeden devraldığı kapalı spor salonunun çatısını uzaktan görünce anladım.
Salon, benimkinin aksine, ağzına kadar doluydu.
Kütüphanemin olduğu yerde kocaman bir büfe vardı. Oymalı tahtadan köşeleri olan, içi de ağzına kadar ıvır zıvır dolu bir büfe. Büfenin önünde, kenarında sandalyelerle kocaman bir yemek masası. Masanın üstündeki örtünün işlemelerinden, fakir iki kıza iki gelinlik çıkarabilirdiniz. Masanın hemen dibinde kırmızı kadife döşenmiş oturma takımı başlıyordu. Oturma takımının tekli koltukları, ikili kanepesi, üçlü kanepesi pencereye kadar ulaşıyordu. Benim televizyonumu koyduğum iki pencerenin arasında ince uzun bir kütüphane vardı. Kütüphanede herhalde eve geldiğinden beri hiç açılmamış Meydan Larousse ciltlerinin işgal ettiği yerin dışında kalan her yer irili ufaklı fotoğraflarla doluydu. Çerçeveli, çerçevesiz. Oturma takımının ortada bıraktığı boş alanda bej renkli, uzun tüylü bir halı yerleştirilmişti. Televizyon, seyretme mesafesine bakıldığında gözü rahatsız edecek kadar büyük ekranlı bir plazmaydı. Kapalıydı beklendiği gibi. Benim evin kimselerin kalmadığı misafir odasına denk düşen odayı gündelik oturma odası olarak düzenlemişler demek ki, diye düşündüm kendi kendime. O odada daha küçük bir televizyon vardır. Telefon kütüphanenin altındaki çıkıntıdaydı.
Hülya Çakır salonun girişinde durdu. Ev sahibi olduğunu hatırladı sanki.
“Buyurun,” dedi bana. Sonra elini alnına götürdü. Yine de bekledi önce benim oturmamı.
Kendime, kendi evimdeki koltuğumun konumuna yakın duran tekli koltuğu uygun bulup oturdum. Hülya Çakır üçlü kanepeye, çaprazıma oturdu. Asuman arada bir boşluk bırakıp yanına. Eteğini kontrol ederek bacak bacak üstüne attı. Nazan Çakır ayakta kaldı. Ellerini önünde birleştirmişti. Elindekileri masanın üstüne bırakmıştı.
Böyle bir durumda evin içi girip çıkanla dolu olmalıydı, diye geçirdim aklımdan. Yemekler gelmeliydi, telefon susmamalıydı, insanlar birbirlerine cenazenin hangi camiden kalkacağını fısıldamalıydı. Yok, böyle olmamalıydı.
Niye böyle olduğunu tahmin etmek mümkündü ama. Doğru tahmin etmek. Belki.
Kapıyı çaldığımdan beri ev sahibime ilk kez doğru dürüst bakabiliyordum şimdi. Üstünde neredeyse siyaha varan koyulukta lacivert bir elbise vardı. Sekreter kızın saçları kadar koyu. Belindeki fiyonk yapılmış şeridin dışında hiçbir eklenti yoktu giysisinde. Ayak bileklerine kadar inen bol etekleri, saatini bile gizleyen uzun kolları vardı.
Sanki “kim önce konuşacak” der gibi kıpırdandı yerinde ev sahibem. Asuman Hanım ona baktı.
“Kimin kim olduğunu anlamışsınızdır ama tanıştırayım. Asuman. Kardeşim…” dedi ev sahibem eliyle yanındakini göstererek. Memnun oldum anlamında başımı salladım kadına doğru. Aynı cevabı aldım. “Kızım…” dedi sonra kafasını ayakta duran atkuyruklu kıza doğru çevirerek. Kıza da başımı eğdim.
Atkuyruklu kızın yüzünde hiçbir değişiklik olmadı, eve gelen orta yaşlı bir adama takdim edilince. Üzerinde bir blucinle yazısız, mavi bir tişört vardı. Yüzünde Kemal Çakır’ı andıran herhangi bir iz görmedim. Annesinin yirmi yıl önceki haline benziyordu daha çok. Göğüsleri biraz daha gelişmişti.
Ev sahibim ona döndü.
Bakalım ne isteyecek, diye geçirdim içimden.
“Nazan, birer kahve yap bize,” dedi. “Remzi Bey’e sor bakalım nasıl içer?”
“Orta lütfen,” dedim kız bir şey sormadan. Kız geri döndü. Odadan çıktı. Evlerimizin planına göre çıkınca sola dönüp mutfağa gireceğine, sağa döndü, koridordan yürüdü.
“Onun için de çok zor…” dedi ev sahibem.
Başımı anlayışla salladım. Genç kuşağın ergenlikten kaynaklanan ebeveyn çatışmasının sonuçlarını irdelemenin sırası değil, diye düşündüm. Kardeşinden de bir şey isteyecek mi diye bekledim.
İstemedi.
Geriye bir şey isteyeceği bir tek ben kaldım galiba, dedim içimden.
“Remzi Bey, sizden Asuman adına, kendim adına özür dilerim,” dedi. “Telefonda öyle konuşmamalıydı sizinle. Ama nedeni vardı. Kapıda ben de yanlış davrandım.”
Hiç önemli değil anlamında başımı salladım. Bazen az konuşmak işe yarardı. Karşınızdaki istim üzerinde olduğu zamanlar özellikle. Kardeşi başı hafifçe yana doğru eğilmiş dinliyordu.
“Beni koruduğunu düşünüyordu,” diye devam etti. “Haberi aldığımdan beri aklım başımda değildi benim de. Benim korkum ona da yansıdı. Tanıdığım bir avukat falan da yok.”
Avukata neden ihtiyaç duyduğunu da sormamayı yeğledim. Haberi kimden aldığını da.
“Böyle durumlarda iş biraz karışık oluyor,” dedi ev sahibem. “Acınızı bile doğru dürüst yaşayamıyorsunuz. Karşı taraf da sizi suçluyor haliyle…”
Karşı tarafı da az çok tahmin ediyordum. Neden suçladıklarını değil elbette. Onu da öğrenecektim nasıl olsa. Sessizliğimi korudum.
“Aslında sizi kapıda görünce sevinmem gerekirdi,” dedi ev sahibem. “Bana ancak siz yardım edebilirsiniz. Bunu hemen anlamalıydım.”
Sonra, nasıl yardım edeceğimi anlatmaya nereden başlayacağını bilemiyormuş gibi iki yanına baktı. Kardeşi tedirgince yerinde kıpırdadı.
Sırası, dedim içimden. Artık hafif bir ittirmenin zamanı gelmişti. Sadece yardımsever bir komşu olmadığımı bildiklerine göre.
“Teknik olarak hâlâ müşterim sayılırsınız,” dedim. Sonra kapının girişinde olanları hatırlayarak ekledim. “Belki yalnız konuşmamızda fayda vardır.”
Kendisini büyük bir zorluktan kurtarmışım gibi aydınlandı yüzü. Kardeşine baktı.
Kardeşi yerinden kıpırdamadı.
“Emin misin?” dedi benim yüzüme bakmadan.
“Lütfen,” dedi ev sahibem.
“Çağırdığında böyle değildi ama…” dedi kardeşi.
“Senden yapmanı isteyeceğim şeyler de var,” dedi ev sahibem. “Sonra ama.”
Asuman Hanım bu kez hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı. Kafasını iki yana salladı onaylamadığını göstermek ister gibi. Sonra döndü. Salonun kapısına yöneldi. Tam kapıda durdu. Elinde tepsiyle içeri girmeye niyetlenen atkuyruklu kıza yol verdi. Ona da bir şey söylemedi. Salondan çıktı. Kız bize doğru ilerlerken evin içinde açılıp kapanan bir kapının sesini duydum.
“Teyzem nereye gidiyor anne?” dedi atkuyruklu kız kahveleri önümüzde eğilerek tutarken.
Bana en yakın olan kahveyi aldım. Oturduğum derin koltukta, ağırlık merkezim arkadayken dikkatli olmam gerekiyordu. Kahveyi dökmeden kontrolüme almayı başardım ama.
“Remzi Bey’le biraz konuşmamız gerekiyor,” dedi ev sahibim. “Sen de odana lütfen.”
“Teşekkür ederim,” dedim kıza.
“Sen iyi misin?” dedi kız annesine.
“İyiyim iyiyim,” dedi kadın. “Bir şeyim yok. Biraz konuşacağız.”
Atkuyruklu kız tepsi elinde odadan çıktı. Hangi yöne gittiğine bakmadım artık.
Kahvemden bir yudum aldım. Üstüne sigara eklemek için bir sehpaya ihtiyacım vardı, sesimi çıkarmadım. Kahve de bir şeye benzemiyordu. İçeriden sertçe kapanan bir oda kapısı sesi geldi. Ardından evin dış kapısı açıldı, kapandı.
Ev sahibem de bir yudum aldı kahvesinden. Yemek masasının üstündeki sigara, çakmak ve küllüğe baktı. Ama yerinden kımıldamadı. Yüzüme baktı. Anlatacaklarının yerine gidip gitmeyeceğini anlamak ister gibi bakıyordu.
“Tuhaf bir cenaze evi olduğunu fark etmişsinizdir,” dedi sonra. “Cenazenin nereden kaldırılacağını bile bilmiyorum halbuki.”
Başımı salladım.
“Nedenini tahmin ediyorsunuzdur.”
Başımı bir kere daha salladım.
“O kadından boşanamıyordu bir türlü,” dedi elindeki kahveyi kanepenin üstüne bırakarak. Öne doğru biraz eğilerek dinledim. Biraz geriden alması normaldi.
“Böyle yaşamak çok zordu zaten,” diye devam etti. “Kocaman bir kızın var. Beraber yaşadığın adama baba diyemiyor. Senin başka çaren yok. Adam tek dayanağın. Böyle olmaz desen, gelecek ay evin kirasını nasıl vereceksin? Kız bir üniversiteye girerse başını kurtarır diyorsun. Giremiyor. Çalışayım desen ne halt edeceksin? Ne bilirsin ki ne çalışacaksın? Zaten ortalık kıyamet…”
Bana değil kendine anlatıyordu sanki. Belki sayısız kere anlattığı gibi. Küçük bir aradan sonra derin bir nefes alıp devam etti.
“Bazı şeyleri kabullenince, işler iyiye gidiyor sanıyorsun. Gitmiyor oysa. Gitmiyor.”
Yere, tüylü halıya bakıyordu şimdi. Bıraksam, ikinci sınıf bir “hayatım roman” sinopsisi anlatacağını sezdim. Başka bir şeye ihtiyacım olduğunu düşündüm.
“Nasıl haber aldınız?” dedim.
Yüzüme baktı. Gülmek ister gibiydi. Gülemedi. Dudağı hafif büküldü yalnızca.
“Karısı telefon etti,” dedi. “Dostça bir telefon olduğunu düşünmeyin. Ağzına geleni söyledi. Belki de haklı kadın. Ben olsam ne yapardım bilemiyorum. Ama korkuttu da beni. Asuman’ı çağırdım hemen. Ne işe yarayacaksa… Bir daha ararlarsa o konuşsun diye düşünmüştüm. Kızın bir de iş görüşmesi vardı. Yoldan çevirdim.”
Başını iki yana doğru salladı.
“Ne dedi?” dedim. “Karısı dediğiniz hanım?”
“Kemal’i benim öldürdüğümü…” dedi ev sahibem. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı benim yargımı merak ediyormuş gibi. “Haberi veren polislere de öyle söylemiş.”
“Polisler?” dedim.
“Henüz gelen olmadı,” dedi omzunu silkerek.
“Neden öldürmüşsünüz?” dedim.
“Kendisine döneceğini anlamışım… Artık benim gibi bir orospuya para yedirmeyeceğini anlamışım… Çok affedersiniz, başım örtük, kıçım açıkmış. İşte öyle şeyler. Ağız dolusu hakaret. Ağız dolusu…”
Bıraksam ağlardı belki. Bırakmadım.
“Bana kalırsa sizi endişelendiren başka bir şey,” dedim.
Kafasını kaldırdı yeniden. Gözlerinde ağlamakla ilgisiz şeyler gördüm.
“Haklısınız,” dedi. “O zarfı geri istiyorum. Bana onu getirir misiniz?”
Bölüm 7.5
Müşterilerimin işine gelen şeylerin benim de işime gelmesi enderdir, ne yalan söyleyeyim. Eksik gerçeklerin, yalanların, saptırmaların ve kıvırtmaların arasında kendisine bir yol bulmaya çalışır her iki taraf da. Doğası böyledir bu mesleğin.
O yüzden, bu da nereden çıktı, diye düşünmedim. İki kişinin istediği şey, bir kişinin istediği şeyden daha kolay gerçekleşir, diye düşündüm.
“Getirebilirim,” dedim. “Belki.”
“Getirebilirseniz hiçbir müşterinizin… eee… olmadığı kadar minnettar kalırım size,” dedi ev sahibem.
“Bazı şeylere bağlı,” dedim minnettarlığın beni zerre kadar ilgilendirmediğini belli eden bir ses tonuyla.
“Nelere mesela?” dedi. Herhangi bir şeyi yanlış anlamaya eğilimi yokmuş gibi söylemişti bunu.
İçimden bir ses, mümkün olduğu kadar acele etmem gerektiğini söylüyordu. Aldatılan acılı kadın, polise kendiliğinden müşterimden bahsetmese bile, “Eşinizin birisiyle ilişkisi var mıydı?” sorusunun standart ilk üç soru arasında olacağını biliyordum. Suçlamasını ciddiye alsalar da almasalar da kapı ya da telefon her an çalabilirdi. Gelmelerini daha ne kadar erteleyebilirdi İstanbul trafiği. Sorulara cevap verenler arasında olmayı istemiyordum. Hem de hiç. Saatime baktım.
“Zarfın içinde ne olduğunu bilmem gerek,” dedim. Mesleğim, tetiği bulanın onu tutan eli de bulacağını epeydir öğretmişti bana.
Ev sahibem gözlerimin içine kararlılıkla baktı. Ondan istediğimi yapmayacağı belliydi bu bakışlarda. Ama yine de dikkatle izlememi emreden bir şey vardı gözbebeklerinde.
Hafifçe gülümsedi. Çok hafif.
“Bunu size söyleyemem,” dedi. “Daha önce de belirttiğim gibi. Ama hoşunuza gidecek bir anlaşma önerebilirim.”
“Dinliyorum,” dedim.
“Zarfı ele geçirdiğinizde, içine bakmadan geri getirirseniz, sabahkinden biraz daha kalın bir başka zarf veririm size,” dedi.
Gülümseme sırası bendeydi. Öyle yaptım.
Sıkı motivasyon, dedim içimden.
Teknik olarak çok kârlı bir teklifti, ama bunun kişisel güvenliğime yönelik tehdidi bir hayli artırdığının da farkındaydım. Zarfın içine bakıp bakmama meselesini biraz daha kurcalamaya karar verdim.
“Yine de bakabilirim,” dedim.
“Baktığınızı hemen anlarım,” dedi Hülya Hanım. “Antrenmanlıyım, bu kez bayılmam. Ama kendi zarfınızı kaybedersiniz.”
Hafifçe gülümsedi.
Bu kadını hafife alma Remzi Ünal, dedim içimden.
“Tamam, anlaştık,” dedim. “Hâlâ koyduğum yerde olduğundan emin miyiz?”
“Herhalde,” dedi.
“Buraya gelmeden önce galerinin önünden geçtim,” dedim. “Kapı duvardı, içeride de kimse yoktu.”
“Selma’yı götürmüşler midir?” dedi gözlerini korkulacak bir ihtimal aklına gelmiş gibi açarak.
Başımı salladım. Herhalde, dedim kendi kendime.
“Zarfı koyduğunuzu görmedi değil mi?”
Başımı yine salladım.
“Neyse,” dedi ev sahibem sanki içi rahatlamış gibi. “Zaten sizi bir kez daha görmesi uygun olmazdı. İçeri girmeniz dert değil. Bendeki anahtarı verebilirim.”
Saatime bir kez daha baktım. Polislerin cinayet soruşturmalarındaki hızlarını tam olarak bilemiyordum ama içimden bir ses acele etmemi öğütlüyordu.
“Verin o zaman,” dedim.
“Bir dakika,” dedi ev sahibem. Ayağa kalktı. Bir şey söyleyecekmiş gibi duraksadı, sonra vazgeçti. Salondan çıktı.
Kahvemden bir yudum daha alma ihtimalini değerlendirdim. Berbat tadının üstüne soğuması da eklenmiştir, dedim kendi kendime. Vazgeçtim.
Hangimizin o zarfın içindekilere daha çok ihtiyacı var, diye düşündüm. Ne fark eder, dedim sonra.
Ev sahibem içeri girdi tekrar. Elinde Mercedes amblemine bağlı bir anahtar vardı.
Yerine oturmadan uzattı anahtarı. Ayağa kalkarken aldım.
“Bu arka kapının anahtarı,” dedi. “Binanın arkasına dolanırsanız görürsünüz. Son çıkan alarmı çalıştırdı mı bilmem ama tuvalete giden kapının arkasında kumandası var. Eğer kırmızı ışık yanıyorsa dört kere ikiye basmanız gerekir. Kırk beş saniye içinde. Yoksa çalar.”
“Karakola mı bağlı alarm?” dedim.
“Hayır. Bir şirket var. Onun merkezinde. Güya sinyal gelirse bir adam yolluyorlarmış. Eskidendi karakol.”
Artık sormam gerekiyordu. Zamanım az olsun, olmasın.
“Neden gidip kendiniz almıyorsunuz zarfı?” dedim. “Bu kadar önemliyse…”
Ev sahibem bir adım geriye attı konuşurken. Eliyle sitenin arkasındaki vadiye, kapalı spor salonuna, iyice gerilerdeki bankaların göğe yükselen yapılarına açılan pencerelerini işaret etti.
“Pencerelerimin pırıl pırıl olması da önemlidir benim için,” dedi. “Ama her hafta temizliğe gelen kadına sildiriyorum onları. Aşağı düşmesi benim düşmemden çok daha küçük bir ihtimal.”
Hak ettin bunu Remzi Ünal, dedim içimden. Cevap vermedim. Kadını hafife almama kararım için tebrik ettim kendimi. Kapıya doğru ilerledim. Mercedes amblemli anahtarı cebime koydum yürürken.
“Şimdiye kadar da hiç düşmedi,” dedi arkamdan ev sahibem. Sesinde hafif bir gülümseme tonu vardı ama dönüp neye benzediğini denetlemedim artık.
Merdivenleri çok fazla düşünmeden indim. Düşünmeye kalksam, mesleğim ve mesleğimi icra edişim üzerine deminki şahane yorumdan fazlasının geleceğini biliyordum. Düşmenin sonunun nereye kadar varacağını kendi kendime bir kez daha söylemenin ne yararı vardı? Yıldız Turanlı yeteri kadar belirtmişti bunu, sözlü ve sözsüz olarak. Artık belirtmek zorunda kalmama kararı almıştı, o başka.
Gidip şu lanet zarfı yerinden alayım, sahibine vereyim ve kim kimi öldürmüş diye düşünmekten sonsuza kadar kurtulayım, dedim içimden.
Apartmanların ortasındaki otoparka erişince yeniden eski evime çıkmamın gereksiz olduğunu düşündüm. Otomobilime doğru yürüdüm. Başımı yeni belalara sokmamdan memnun olmuş gibi parlıyordu camları, iyice eğik gelen akşam güneşinin altında.
İçeri girdim. Kabindeki fırının etkisini azaltmak için şoför ve yolcu kapılarının pencerelerini indirdim. Motoru çalıştırdım. Hareket etmeden önce bir sigara yaktım ama.
İyi bir kahve konusunda yanlış karar aldığımı düşündüm.
Çoğu zaman yanlış karar aldığımı düşündüm. İnsanoğlu değişmem zannediyor ama değişiyor, dedim kendi kendime. Bu derin gerçeğin farkına varmanın, ben dahil kimsenin işine yaramayacağını fark ettim sonra.
Motoru çalıştırdım.
O anda araç telefonum çaldı. Sigaramı pencereden atacak kadar beklettim karşı taraftakini.
Sekreteri değil kendisiydi reklamcı arkadaşımın.
“Hey!” dedi.
“Sana da hey!” dedim.
“Bir gelişme var mı?” dedi.
“Galeriye bir kere daha gitmem gerekiyor,” dedim.
Bir an durakladı konuşmadan önce.
“Kafadan hakama alacağımı söylesen seninle gelmem,” dedi aceleyle sonra.
“Söylemiyorum zaten,” dedim. “Sende ne var ne yok? Bir daha geldiler mi, telefon falan?”
“Hayır. Ben de sende haber vardır diyordum. Aramızdaki dedektif sensin.”
Derin bir soluk verdim.
“Bunca zamandır ben de öyle sanıyordum,” dedim. “Aslında dördüncü katın camlarını silen temizlikçi kadınmışım. Dışarıdan silen yani.”
Anlamasını beklemiyordum. Anlamadı da.
“Ne saçmalıyorsun?” dedi.
“Boş ver,” dedim.
“Bak, bir yardımım dokunacaksa gelirim,” dedi. “Şaka yaptım demin.”
“Anladım,” dedim. “Gerek yok.”
“Tamam,” dedi reklamcı arkadaşım. “Bir gelişme olursa haber ver. Çaktırmıyorum ama korkuyorum bayağı.”
“Tamam,” dedim telefonu kapatmadan önce. Ben de korkuyorum, dedim kendi kendime.
Pencereden attığımın yerine bir yenisini yaksam mı, diye düşündüm önce. Sonra vazgeçtim. Otomobilimi birinci vitese takmak için ayağımı debriyaja, elimi vites koluna götürdüm. Takamadım ama.
Kapı açıldı. İçeri önce bir çift mini etekli bacak girdi, sonra Asuman yolcu koltuğuna oturdu, kapıyı kapattı. Elindeki çantayı kucağına yerleştirdi. Siyah, hanım hanımcık bir çanta. Ayağımı debriyajdan çektim. Yüzüne baktım.
“Sizinle mutlaka görüşmem lazımdı,” dedi. “Hem de hemen. Neyse ki çok bekletmediniz.”
“Buyurun,” dedim hiç şaşırmamışçasına. “Sizin için ne yapabilirim?”
“Sürebilir misiniz?” dedi boştaki elini cama doğru kaldırıp. “Görüp mörüp şey etmesinler…”
Sesimi çıkarmadan otomobilimi hareket ettirdim. Apartmanların arasındaki boşlukta kocaman bir U dönüşü yaptım. Ana caddeye ulaşan yokuşu tırmanıp sola döndüm. Asuman yanımda birlikte alışverişe çıkmışız gibi oturuyordu. Çantası kucağında.
Açıldığından beri bir kez geldiğim kocaman marketi kucaklayan Mustafa Kemal Kültür Merkezi’ne kadar konuşmadan geldik. Kavşaktaki kırmızıda durdum. Başımı çevirip yüzüne baktım.
“Dinliyorum,” dedim.
“Öncelikle sizden özür dilemem gerek,” dedi Asuman sanki cümleyi önceden hazırlamış gibi hızlı hızlı.
“Boş verin,” dedim. “Önemli değil.”
“Yok, size öyle söylememem gerekiyordu. Hem kimseyle öyle konuşmamam gerek. Eğer iş hayatında ilerleyeceksem. Değil mi?”
“Evet,” dedim. “Öyle derler.”
“Hem zaten doğru çıkmadı mı? Demin bağırdım size telefonda, içerde kötü davrandım, şimdi yardımınıza ihtiyacım var.”