bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Reklamcı arkadaşımın Japon 4x4’ünün açtığım kapısından inmeden önce epeydir ertelediğim kararımı bildirdim.

“Unutmadan,” dedim. “Gazetedeki ilanlarımı da kestir.”

İncecik bir kumaştan yapılmış ceketini düzeltti reklamcı arkadaşım ayakları yere basınca. Kravatına dokundu. Otomobili kilitleyen, alarmını ve immobilizerini devreye sokan düğmeye basarken ağzının içinden konuştu.

“Emrin olur.” Sonra ekledi. “Bir müşteri daha kaybettim ayaküstü. Allah sonumuzu hayır eyleye. Bilgisayarı unutma.”

Reklamcı arkadaşım önde, ben elimde laptop çantasıyla bir adım gerisinde, galerinin ön cephesini boydan boya kaplayan camın ortasındaki kapıya doğru ilerledik. Güneş vurduğu için içeride neler olduğu görünmüyordu. Galerinin alınlığında görgüsüz bir büyüklükte, neredeyse gotik harflerle yazılmış olan ‘Çakır Otomotiv’ yazısına burun kıvırmıştır reklamcı arkadaşım muhakkak, önümde olduğu için görmedim. Çakır Otomotiv’in iki yanındaki iki galerinin de benzer büyüklüklerde tabelaları vardı. Önlerindeki alanlarda benzer otomobiller.

Reklamcı arkadaşım birden durdu. Ben de durdum.

Giriş kapısına en yakın biçimde park etmiş olan Freelander’daydı bütün ilgisi şimdi. Benim asla fark edemeyeceğim kimi ayrıntılarına bakıyor gibiydi. Hafifçe öne doğru eğilmiş, gözlerini kısmıştı. Elindeki anahtarlığı evirip çeviriyordu bakarken. İki elim önümde, laptop çantasını tutarak uslu uslu bekledim.

Camın ortasındaki kapıdan bir adam çıktı. Adamın alnında Kemal Çakır yazıyordu sanki. Alnında değil, göbeğinde. Az gelişmiş bir sumo güreşçisi gibi bir vücut bize doğru ilerledi. Yüzünde gergin bir ifade vardı. Verdiği çek karşılıksız çıkmıştı sanki. Tıpkı vücudu gibi toparlaktı yüzü de. İki taraftan aşağıya doğru sarkma eğilimindeki bıyıkları bu toparlaklığa enikonu katkıda bulunuyordu. Bir eli terzisine epey zorluk çıkarttığı belli olan takım elbisesinin pantolonunun cebindeydi. Kravat takmamıştı. Ayaklarında yeni boyanmış ayakkabılar vardı.

Bana bakmıyordu bile. Avını gözleyen leopar gibi kıstığı gözleriyle reklamcı arkadaşıma bakıyordu. Sanki tanıyor gibiydi. Hangi aracı, hangi modeli tercih edeceğini daha o söylemeden biliyor gibi.

Reklamcı arkadaşım da ona bakmadı. Racon gereği herhalde. Kapısını açtı Freelander’ın. Kafasını içeri uzattı.

Kemal Çakır oyuna girme zamanının henüz gelmediğini biliyormuş gibi, iki adım ötede sessizce durdu. Sanki Freelander’ı açık artırmada reklamcı arkadaşımın elinden almaya kararlı ikinci bir müşteriydi, öyle bakıyordu arabaya.

Reklamcı arkadaşım kafasını çekti Freelander’ın içinden. Kemal Çakır’a döndü. Onun gözlerinde de bir avcı kıvraklığı vardı.

“Bunun konsolunda epey değişiklik yapmışlar bu yıl…” dedi.

“Evet,” dedi Kemal Çakır. Koca gövdesine uymayan bir nezaket tonu vardı sesinde. Muhtemelen uzun yıllar otomobil satmak sonucu öğrenilmişti.

“Turbo dizeli daha kıvrakmış diye duymuştum,” dedi reklamcı arkadaşım.

“Doğrudur,” dedi Kemal Çakır.

İki pası da değerlendirmemişti.

Reklamcı arkadaşım oralı olmadı. Freelander’ın öteki tarafında mutlaka görmesi gereken bir ayrıntı varmış gibi hızlı ve kararlı adımlarla hareketlendi. Kemal Çakır da peşinden. Onun kadar hızlı adımlarla değil ama. İşin sonunda kendisinde biteceğinden emin bir esnaf ağırlığıyla.

Reklamcı arkadaşım peşinden gelen adamla ilgilenmedi. Aklına dünyanın en önemli şeyi gelmiş gibi birden durdu, yüzüme bile bakmadan bana seslendi.

“Sen şu senaryoyu gönder istersen iki dakikada Okan,” dedi kesin bir otorite sergileyen ses tonuyla. “Eczacıbaşı’ndan cevap gelmişse de haberim olsun.”

Kemal Çakır bana baktı, ben kararsızca etrafıma. İyi rol kesiyor, dedim içimden.

Reklamcı arkadaşım her şeyi kendisinin düşünmesinden bıkmış bir patron sesiyle Kemal Çakır’a döndü.

“ADSL bağlantınız var mı?” dedi. “Arkadaşım bir-iki dakika girsin internete.”

Kemal Çakır küçük bir yenilgi duygusuyla sarsılmış gibi alçak bir sesle yanıt verdi.

“Maalesef.”

Arkasından bir öneri gelir miydi bilmiyordum. Hemen devreye girdim.

“Bir telefon bağlantısı da işimi görür,” dedim.

Kemal Çakır rahatladı. Başıyla elbette işareti yaptı, önce bana sonra reklamcı arkadaşıma. Eliyle kapıyı gösterdi. Önden girmeme izin verdi. İçeri girdim. Peşimden geldi.

Cepheyi boydan boya kaplayan camın iç tarafında, en az dışarıdaki kadar büyük bir alan vardı. Burada sergilenmesi gereken bütün otomobilleri dışarı çıkarmışlardı anlaşılan, ilkokul üç öğrencisi çocuklar, altışardan çift kale maç yapabilirlerdi boşlukta. Kapının girişinden başlayan kirli sarı yolluk, içeri girenlere nereye yönelmeleri gerektiğini gösteriyordu. Dosdoğru karşıya. Laptop çantası elimde, kafam yukarıda yürüdüm. Duvarlardaki billboard büyüklüğündeki cip fotoğraflarına bakmadım bile. Bakacağım başka şeyler vardı. Onlar da bana bakıyordu. Beklediğimden azını gördüm.

Yolluk, Hülya Çakır’ın söylediği gibi iki masanın ortasında sona eriyordu. Soldaki masa sağ çaprazında duran masadan iki kat daha büyüktü. Yanında birkaç sene ısrarla sulanırsa boyu tavana yetişme ihtimali olan bir bitki vardı. Sağdaki masada cep telefonuyla konuşan bir kız. Bizi görünce konuşmasını kesmedi. Gözleriyle takip etti yalnızca önünden geçerken.

Masalara iyice yaklaştığımızda durdum. Kemal Çakır kıza döndü.

“Arkadaş benim masamda biraz çalışacak,” dedi benim yüzüme bakmadan. “Yardımcı ol gerekirse.”

Kız cep telefonu hâlâ kulağında, kafasını salladı.

Sesimi çıkarmadan büyük masanın arkasına geçtim. Patronun kim olduğunu herkese açıkça ilan eden koltuğa oturdum laptop çantasını masanın üstüne bırakıp.

Kemal Çakır her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirince hiçbir şey söylemeden yolluğun üzerinde geldiğimiz yöne doğru yürüdü. Kapıdan çıkmasını bekledim laptop çantasının fermuarını açmadan önce.

Sonra kıza baktım. Hâlâ konuşuyordu telefonda. Alçak sesle ama. Gözleri hemen tepemden geçip sağ tarafımda yükselen bitkinin en üst dallarında bir noktaya kilitliydi.

Neredeyse lacivert denecek kadar koyu saçları omuzlarına kadar iniyordu. Uçları dikti saçlarının. Kaşlarını örten bir kâkülü vardı, daha kısa ama aynı diklikte. İki kulağından sarkan metal zinciri tartsanız iki yüz elli gram gelirdi herhalde. Aynı metalden küçücük bir parça da sağ kaşının üstüne iliştirilmişti. Dudakları mordu. Gözlerinin altı da. İncecik askılı bluzunun sergilediği omuzları her hafta sonu ya havuzda ya da solaryum makinesinin altında epey zaman geçirdiğini bağırıyordu.

Çantanın fermuarını abartılı bir hızla açtım. Bilgisayarı çıkardım. Hayli gösterişli bir telefon ve deri bir sumen dışında boş olan masanın üzerine yerleştirdim. Çantayı sol tarafımda yere bırakırken, masanın o tarafındaki çekmeceleri gözden geçirdim. Üç çekmece alt alta sıralanmıştı masanın o yanında. En üsttekinde bir anahtar sallanıyordu. Bilgisayarın kapağını açtım.

Gösterişli telefona uzanıp altındaki hat kablosunu çıkardım. Bilgisayarın yanındaki girişe taktım. Sonra açmak için ekranın altındaki bir dizi düğmeden en büyüğüne dokundum.

Sol ayağımı hafifçe sola doğru ilerlettim gövdemin duruşunu değiştirmeden. Kız hâlâ telefonla konuşuyordu.

Windows XP açılmaya karar verdiğini ilan etti reklamcı arkadaşımın bilgisayarının hoparlöründen. Kız oralı bile olmadı.

Ayakkabımın burnunun ucuyla en alttaki çekmecenin tutamağına dokundum. Çıkıntısının altına yerleştirdim ayakkabımın ucunu sonra. Hafifçe çektim dışarı doğru. Çekmece belki bir buçuk santim kadar açıldı.

Tamam, dedim kendi kendime. Kilitli değil. Kilitli olsa ne yapacağımı bilmediğimi düşününce ürperdim hafifçe.

İki dirseğimi masaya dayayıp bilgisayarın kendisine gelmesini bekliyor gibi yaptım. Alt tarafta çalışıyordum oysa. Sol ayağımın ucunu çekmecenin artık ortaya çıkmış olan tabanına dayayıp kendime doğru çektim. Bu kez üç santim kadar açıldı dışarıya doğru çekmece. Ses falan çıkmamıştı, çıksa bile kızın duyma ihtimalinin sıfır olduğuna karar verdim. Bir kez daha hareketlendirdim sol ayağımın burnunu geriye doğru. Aralık biraz daha büyüdü.

Sol ayağımdaki kasılmanın geçmesi için biraz beklemeye karar verdim.

Sol elim kucağımda, sağ işaretparmağımla bilgisayarın imlecini gezdirdim ekranda. Bacağımı oynattım aşağı yukarı. Kasılmanın geçtiğine karar verince sol ayağımla çekmecenin aralığını biraz daha genişlettim. Bu aralık yeterliydi artık.

Gözlerim ekranda, imleci sağa sola gezdirdim. Sonra Spider Solitaire programını çalıştırdım. Gövdemi biraz ileri hareketlendirerek ekranda alt alta dizilen oyun kâğıtlarını inceledim.

Kıza baktım yeniden. Cep telefonunu kapatmıştı. Göz göze gelince gülümsedim. Oralı olmadı. Yerinden kalkıp kendi masasının arkasındaki dört katlı dosya dolabına gitti. En üstteki çekmeceyi açtı gürültüyle. İçine baktı.

Hafifçe geriye doğru kaykılıp sağ bacağımı sol dizimin üstüne yarım bağdaş kurar gibi attım. Sağ işaretparmağımı yeniden yerleştirdim imleci kontrol ettiğim yüzeyin üzerine. Sol elimi dizimin üstünde duran pantolon paçasından içeri kaydırdım hafifçe. Çorabımla ayağımın arasında dikine duran beyaz zarfa dokundum.

Kız dosya dolabını açtığı gürültüyle kapadı. İçinden bir şey almamıştı. Yine göz göze geldik. Beyaz askılı bluzunun altına daracık deri bir pantolon giymişti. Bu kez gülümsemedim. Masasına oturması bekledim. Oturdu. Broşür sandığım bir kâğıt tomarını masasının sol tarafından sağ tarafına aldı. Sonra yeniden eline aldı cep telefonunu. Kulağına götürmeden tuşlarına basmaya başladı.

Çorabımın içindeki zarfı sol elimle aldım. Kolumu dikine aşağı doğru uzattım. Küçük bir göz hareketiyle çekmecenin açıklığını ölçtüm. Yeterliydi. Sonra bir F-16’dan aşağıya bomba bırakır gibi saldım zarfı. Dikine aşağıya doğru gitti. Aralıktan girdi içeriye. Yalnızca hafif bir tık sesi geldi. Ucu kaydı içeriye doğru, geride kalan kısmı çekmeceye takıldı, verevine kaldı zarf. Hızla sol ayağımı hareketlendirdim. Çekmecenin dışından hafifçe vurdum. Zarf çekmecenin içine düştü.

Ses çıkarmadığıma emindim ama yine de kafamı çevirip kıza bakmaya korktum. Telefonun tuşlarına habire basıp duruyordu gözümün ucuyla gördüğüm kadarıyla. Oturduğum masayı toptan alıp götürsem fark etmeyecek gibiydi. Umarım.

Sağ bacağımı dizimin üstünden indirdim. Bilgisayarın ekranına bakmaya devam ederken sol ayağımla çekmeceyi bu kez dışarıdan itekledim. Yerine oturdu.

Outlook Express’i kapadım. Bilgisayara kapanma komutunu verdim sonra. Geriye doğru yaslandım bilgisayar dünyaya küsmeye niyetli olduğunu öndeki küçük hoparlörlerinden ilan ederken. Kız o bildik melodiyi duyunca bana doğru kafasını çevirdi. Bir kez daha gülümsedim. Donuk donuk baktı. Telefonunu masanın üzerine koydu.

Windows XP kapanınca bilgisayarın ekranını indirdim. Telefonun hattını çıkarıp yerine taktım. Yana doğru hafifçe eğilip sol elimle yerde yatan çantayı aldım. Bilgisayarı yerleştirip fermuarını çektim gürültüyle. Ayağa kalktım çantanın sapından tutarak.

Kirli sarı yolluğun üstünde kapıya doğru yürüdüm. Girerken fark ettiğim şeye bir daha baktım. Dışarı çıktığımda reklamcı arkadaşımla Kemal Çakır’ı göremedim. Freelander’ın camındaki pankartın arkasında gölgeler vardı. Araca doğru ilerledim. Kapısı açıldı 4x4’ün. Reklamcı arkadaşım yarı aralık kapıdan bana seslendi. Yüzünde pazarlık yolunda gitmemiş gibi bir ifade vardı.

“Gelmiş mi?”

Başımı olumlu anlamda salladım.

“İyi,” dedi. Sonra Freelander’dan indi. Kemal Çakır da öteki kapıdan. Reklamcı arkadaşım kapıyı itti. Kapı taze otomobillerin güven ve heyecan veren kapanma gürültüsüyle kapandı. Avucunun içiyle kapıya iki kere vurdu sanki, beni ikna etmek ister gibi.

“Hadi Kemalciğim,” dedi adama. “Görüşürüz. Dediğim gibi. Ben seni arayacağım.”

“Ben hep buradayım. Beklerim,” dedi Kemal Çakır. Bana hiç bakmıyordu.

Reklamcı arkadaşım geldiğimiz otomobile doğru yürümeye başladı. Ben de elimde laptop çantası, arkasından. Küçük bir bip sesinden sonra reklamcı arkadaşımın ajansının Japon 4x4’ünün flaşörleri yandı ve söndü. İki kapıdan aynı anda girdik araca.

“Gerçekten değmez onca parayı adamın avucuna saymaya,” dedi, çalıştırmaya koyulurken sanki kıskanmasın diye otomobiliyle konuşuyor gibi.

“Gerçekten vardı içerde kamera,” dedim. “Bir tane gördüm ama vardı.”

“Çaktırmamışsındır,” dedi reklamcı arkadaşım aracını hareketlendirirken. “Bir taneyse analog bir şey olmalı. Belki dışarıya bakan da bir tane vardır. Uzaktaydı değil mi içerdeki?” Bir yandan da Büyükdere Caddesi’nden gelen araçları kolluyordu sol dikiz aynasından.

“Ben kendimi düşünmüyordum,” dedim sorusuna cevap için başımı sallarken.

“Arızalı bir durum olmadıkça kimse bakmaz üstelik,” dedi ikinci vitese takarken. “Hırsızlık mırsızlık.”

Ben elimi gömleğimin cebine attım sigaramı çıkarmak için.

Reklamcı arkadaşım, otobüs durağının on beş metre gerisinde başka bir otobüsün önünde ikinci sıra yapmış duran halk otobüsünü sollamak için gaza bastı. Koltuğuma yapıştım ivmenin etkisiyle.

“Hop hop!” dedim. “Daha yaşamak istiyorum.”

“Senin yerine bu Kemal Çakır abim düşünsün,” dedi. “Allah bilir şimdi gider biri vurur adamı.”

Yüzüne kötü kötü bakmaya çalıştım.

“Ne var?” dedi geyik damarını yakalamış olmanın bir tür coşkusuyla. “Ne var? Senin bir işi ele alıp da birilerinin dünya değiştirmediği vaka var mı?”

“Var bir sürü,” dedim. “Size her işimi anlatmıyorum.”

“Ben onu bunu bilmem,” dedi. “Yarın duyarsam bu herifi şişlemişler mesela, şaşmam hiç.”

“Ağzından yel alsın,” dedim Kemal Çakır’dan çok Yıldız Turanlı’yı düşünerek.

“Gerçi o kilosuna bakarsan, kimsenin vurmasına gerek yok herifi, tahtalı köyü boylaması için,” dedi reklamcı arkadaşım. “Allah adamın karısına kolaylık versin.” Ardından kendi kendine kıkırdadı.

Ya da sevgililerine, dedim içimden. Sonra aniden verdim kararımı.

“Sağa çek,” dedim elimde sigara paketim.

“Ne oldu?” dedi dikiz aynasından bakarken.

“Aklıma bir şey takıldı,” dedim. “Biraz sotaya yatacağım.”

“Ne gördün içerde?”

Sağ sinyalini yaktı.

“Hiçbir şey,” dedim. “Bir tür mesleki deformasyon benimki. Belki son kez.”

“Sen bilirsin,” dedi. Hızını iyice azaltıp beni bırakmak için uygun bir nokta aradı ileride. İnşaatı epeydir süren yeni bir iş merkezi şantiyesinin önünde durdurdu otomobili.

“Çok teşekkür ederim,” dedim kapıyı açmadan önce. “Sıkı uke’ydin.”

“Sen de öylesindir,” dedi.

İndim, kapıyı kapadım ardımdan. Sigara paketini tutan elimle selamladım kaldırımdan uzaklaşırken. Karşıya geçmek için gözlerimle uygun bir nokta aradım. Trafik ışıklarına bağlı yaya geçidi elli metre ilerideydi. O yöne doğru yürüdüm, aynı anda sigaramı yakmaya çalışarak. Başardım da.

Yürürken havanın daha ne kadar ısınacağını merak ettim. Sıcaklık önemli değildi belki, bizi öldüren nemdi. Özellikle akşamları. İnsanı su içmek için salondan mutfağa gitmeye karar verdiğine bile pişman eden nem. Oturduğum koltuktan, giydiğim gömlekten nefret ettiren nem. Gün bittiğinde duş alma imkânımın büyük ihtimalle olmayacağını hatırladım sonra. Gerçekten Allah yardımcısı olsun Kemal Çakır’ın, dedim içimden.

Trafik ışığının altında yeşili beklerken, tek düğmesi ilikli gömleği hani niyetlensen kemiklerinin sayılmasına izin veren kirli saçlı delikanlı, elinde dünyanın en kirli cam silme aletiyle yaklaştı.

“Bir sigara ver abey…” dedi ağzımdaki sigarayı göstererek.

Elimi gömlek cebime atıp paketimi çıkardım. İçinden bir tane alıp uzattım.

“Bir de kulak arkasına abey…” dedi uzattığımı alırken.

Bir tane daha uzattım. Gerçekten kulağının arkasına yerleştirdi. Işık otomobillere kırmızı, yayalara yeşile döndü. Delikanlı duran otomobillere, ben caddenin karşı yakasına saldırdım. Bir daha görüşmeyecektik herhalde.

Karşıya geçince ağır ağır yürüdüm ters yöne doğru. Gözlerim karşı yakadaydı ama. Çakır Otomotiv’in önünde herhangi bir hareketlenme yoktu.

Reklamcı arkadaşım haklı çıkmaz umarım, diye düşündüm yürürken. Bu kez çıkmaz. İnsanların hayatını değiştirmeye benim kadar uzak duran başka bir özel dedektif var mıydı şu dünya üzerinde, diye düşündüm. Ne bileyim ben, dedim sonra. Her insanın bir aile laneti vardır. Kader. Utanası kader. Bak, ben kendi hayatımı nasıl değiştiriyorum, dedim içimden.

Reklamcı arkadaşımın 4x4’ünden neden indiğimi tam olarak bilemiyordum. Biraz kurcalarsam bulabilirdim ama. Kurcalamadım. İnsanın gördüğü bir şey olabilirdi. Duyduğu bir şey. İkisi birleşince manalandırması daha da kolaylaşan bir şey. Bir şey tetiklerdi insanı, o anda bilemezdin.

Simitçinin yanından geçerken sigaramı yere fırlattım. Kınayan bakışlarla baktı bana. Haklı olabilirdi.

Gözlerim karşı kıyıda ilerledim. Çakır Otomotiv’in önünde kimseler yoktu. Camlarda parlamaya devam ediyordu güneş, biraz aşağı inmiş olsa bile; içerisi görülmüyordu.

İnmeden gözüme kestirdiğim kafeden içeri girdim sonra.

Boştu içerisi. Çevredeki gökdelenlerin ahalisinin öğle yemeği zamanı çoktan geçtiği için normaldi bu. Finans yöneticisi genç kadınların, genel müdür yardımcısı genç erkeklerin izi yoktu. Onların beğenilerine seslendiği düşünülerek konmuş masalar vardı sadece. Postmodern altı masa. Garson bile yoktu ortalıkta.

Pencerenin yanındaki üç masadan en köşedekine oturdum. Tabak gibi karşımdaydı Çakır Otomotiv. Cebimden sigaramı çıkartıp masaya koydum. Arkadaki masaya uzanıp terk edilmiş Sabah gazetesiyle yanında duran eki Günaydın’ı çektim önüme. Çok oturacaksam gerekebilirdi. Belki falıma bile bakardım. Belki bakmazdım.

Hava içeride de sıcaktı. Kapıdan girerken gördüğüm buzdolabı büyüklüğündeki ayakta duran klima, müşteriler işlerine dönünce kapatılmıştı belki de. Olsun, dedim içimden.

Oturduğum yerden Çakır Otomotiv’e baktım. Bir şey olmadı. Otomobiller, belediye otobüsleri, bir beton tankeri, sigara, kola, bisküvi dolu dağıtım kamyonları geçti. İnsanlar geçti tek tük. Taksiler geçti. Boş taksiler, dolu taksiler. Bir şey olmadı.

Omuz başımdaki hareketlenmeye döndüm.

İşe başlayalı daha altı ayını doldurmadığına bahse girebileceğim bir delikanlı tepemde duruyordu elinde bir mönü kartıyla. Saçları iyice jölelenmişti.

Bir şey söylemedi ama.

“Bir kahve,” dedim. “Sütsüz olsun.”

Bir şey söylemeden çekildi. Klimayı çalıştırmadığını fark ettim, sessizlikte bir değişiklik olmamasından. Arkamda bir yerlerde kayboldu herhalde. Ben Çakır Otomotiv’e bakmaya devam ettim.

Hiçbir şey olmadı.

Kendi kendime kızmaya başladığımı hissediyordum.

Kahvem geldi. Bir yudum aldım. Berbattı. Musluk suyuyla yapılmış olmalıydı. Yanına sigara yakmaya değer bulmadım. Başka bir yudum almaya da.

Kendi kendime kızmaya başlıyordum.

Elim kendiliğinden Sabah’a gitti. Dünya hallerine canımın sıkılmasını istemediğimi fark ettiğimde Günaydın’a uzandım. İkiye katlanmış birinci sayfanın üst yarısına baktım. Alt yarısını çevirmemi gerektirecek bir şey göremedim.

Çakır Otomotiv’in önünde bir taksi durdu.

Eh, durabilir, dedim kendi kendime. Yine de musluk suyuyla yapılmış kahveden bir yudum aldım. Yüzümü buruşturmadım.

Taksiden dışarı uğrayan genç adam, ayakta cebini karıştırdı, aradığını ön ceplerinde bulamayınca biraz telaşlanır gibi oldu, sonra arka cebinden çıkardıklarını şöyle bir taradı, içinden birini seçti, yolcu tarafının penceresinden şoföre uzattı.

Üstünü beklemeyecek, diye bahse girdim içimden. Kazandım. Taksi indirdiği yolcunun fikrini değiştirmesinden korkuyormuş gibi hızla uzaklaştı.

Bu arada yüzünü görebildim inen yolcunun. Tanıyordum ben bu genç adamı.

Saçları bu hafta sonu acemi birliğine teslim olacakmış gibi kısa kesilmişti. Üzerinde siyah, epeyce bol olduğu için kırışık bir eşofman vardı. Eşofmanın sağından solundan bir şeyler sallanıyordu. Parlak kumaşın üstüne iliştirilmiş küçük metaller güneşte parladı.

Dur bakalım, dedim içimden. Ben bu oğlanı tanıyorum ama nereden?

Delikanlı kaldırımın kenarında etrafına baktı. Çevrede kimsecikleri görmeyince sanki hayal kırıklığına uğradı gibi bir duygu sezinledim vücut dilinden. Eşofmanının belini yukarıya çekti, Çakır Otomotiv’e doğru yürüdü. Hiç duraksamadan içeri girdi.

Gözlerimi boydan boya cam cephenin ortasındaki kapıdan ayırmadan elimi sigara paketime götürdüm. Bir sigara çektim içinden, elimde evirdim çevirdim.

Bölüm 7.3

İki kötü kahve yudumu ve elimde evirip çevirdiğim sigaranın iyice yumuşamasına yetecek kadar bir süre bekledim.

Beklemesen ne yapacaktın, diye sordum kendi kendime. Somut cevabım yoktu. Çaresiz bekledim.

Kapı açıldı sonra. Eşofmanlı delikanlı ve Kemal Çakır dışarı çıktılar.

Sigaramı paketine geri soktum. İyi ki diş macununa benzemiyor, dedim kendi kendime.

Freelander’a doğru konuşarak ilerlediler. Kemal Çakır karşısındakinden daha çok konuşuyordu. Aracın gövdesine iki kere dokundu söylediklerini kanıtlamak istiyor gibi. Eşofmanlı delikanlı dinliyordu. Arada bir eşofmanının belini yukarı çekiyordu.

Reklamcı arkadaşıma bir rakip çıktı, diye düşündüm, içimden geçen hafif bir gülümsemeyle.

Delikanlı yalnızca dinledi son söylenenleri. Kapıyı açıp direksiyona geçmedi. Kemal Çakır’ı zorlayacak sorular sormadı, aramızdaki bu mesafeye rağmen anladığıma göre. Daha çok başını sallıyordu dinlerken.

Sonra galeriye doğru ilerlediler. İçeri girdiler.

Ben etrafıma baktım. Delikanlı yüze kadar saymadan çıkacak dışarı, diye kendi kendime bahse girdim. Parası varsa sonra bir kez daha gelecek. Saymaya başladım. Yoldan geçenlere baktım sayarken. Seksen altıya geldiğimde bahsi kazandım.

Birlikte çıktılar. İkisi de gülmüyordu. El sıkıştılar ama.

Kemal Çakır döndü, galeriye girmeden önce dönüp yeni müşterisine bir kez daha baktı. Eşofmanlı delikanlı elini kaldırır kaldırmaz bir taksi durdu kaldırımın kenarında. Bindi gitti. Kemal Çakır içeri girdi.

Kötü kahvemden arta kalanlarla kalakaldım.


İşte bu kadar, dedim kendi kendime.

Kötü dedektif, içine doğan belli belirsiz bir hisse uyarak daha iki saat önce varlığından bile habersiz olduğu bir otomobil satıcısının dükkânının karşısında sotaya yatar. Berbat bir kahve eşliğinde bekler. Sigara yakamaz. Hiçbir şey olmaz. Parası var mı yok mu belli olmayan bir delikanlı, içine atacağı kızların hayaliyle bir cip bakar. Beğenir ya da beğenmez. Parası yeter ya da yetmez. Çeker gider. Kötü dedektif kalakalır.

Daha ne kadar kalakalır?

Neyi bekler?

İçinde kendisinin bile kurcalamaktan korktuğu birtakım duygularla, bunca senedir iyi kötü icra ettiği mesleğinin son işinde, mesleğinin son işinin böyle elinden kayıp gitmesine içten içe itiraz mı etmektedir? Uyanık geçinen arkadaşının ölümcül kehanetinde doğruluk payı gördüğü için mi beklemektedir? Boşalttığı evinin otoparka bakan iki salon penceresini gidip açtıktan sonra ne yapacaktır? Telefonun yanındaki son koliyi kucaklayıp gittiği yeni evde, pencerenin dışındaki çiçekleri sulamaktan başka ne yapacaktır? Yarın ne yapacaktır?

Bilmem, dedim kendi kendime. Belki bilirim ama bilmem.

Çakır Otomotiv’in karşısındaki umutsuz bekleyişime son vermeye karar verdim ama.

Gideyim, kendi zarfımı bankaya boşaltayım, bomboş evimin pencerelerini açıp işaretimi vereyim, evdeki son koliyi kucaklayayım, otomobilimi çalıştırayım ve Rumelikavağı’na kadar uzanayım, dedim.

Öyle de yaptım. Kafası aşırı jölelenmiş garsona kötü kahvenin karşılığını ödedikten sonra. Bahşiş bırakmadım.

Rumelikavağı’nda denizin kenarında, otomobilimin içinde oturdum. Üst üste iki garson gelmiş ama bir kötü kahveye daha cesaret edememiştim. Garsonlar da bir daha gelmeye cesaret etmemişlerdi, yüzümde ne gördülerse. Sıcaktı, evet, ama iki penceremi birden açmış, yalandan gelen Karadeniz esintisine bırakmıştım kendimi. Denizin karşısında ne kadar oturdum bilmiyorum. Saatime bakmadım. Epey oturdum ama. Epey sigara içerek oturdum. Yumuşamış sigarayı da dipdiri olanları da. Sonra sıkıldım. Kendimden de sigaralardan da. İçimdeki tatsız duyguları tahlil etmeye girişmedim. Kendi başınıza tatsız duyguları tahlil etmenin bir işe yaramayacağını bilecek kadar büyümüştüm. Son zamanlarda iyice büyümüştüm bu konuda. İki kişi karşılıklı yaparsanız belki bir işe yarardı.

Son sigaramı pencereden atıp araç telefonumun ahizesini kaldırdım. Yıldız Turanlı’nın cep telefonunun numarasını çevirmeye başladım. Daha beş rakam tuşlamıştım ki çaldı alet. İçimde daha da tatsız bir duyguyla ahizenin konuşma tuşuna bastım, kulağıma götürdüm.

“Neredesin?” dedi Yıldız Turanlı’nın sesi. Duyduğumda içim aydınlanmadı ama. Neden bilmem.

“Rumelikavağı’ndayım,” dedim.

“Ne işin var orada?”

“Son işimi tamamladım. Düşünüyordum biraz.”

İki saniyelik bir ara geldi karşı taraftan. Tıpkı evde, kapıda dururken bir şey söyleyecekmiş de söyleyemiyormuş gibi. Sonra konuştu.

На страницу:
2 из 5