Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ
Bu cümlenin ardından ağlar diye korktum. Ama ağlamadı. Özellikle yumuşatmaya çalıştığı gözlerle baktı yüzüme.
“Elimden gelen bir şeyse,” dedim.
Çantasını açtı. Hızla hareket ediyordu, sanki fikrimi değiştiririm diye. Elini içine soktu. Bekledim.
Elini çekti çantasından.
“Şunu benim için saklar mısınız?” dedi sonra.
Avcunun içinde 6.35 milimetrelik bir tabanca vardı. Bir CZ 92. MKE’nin bir ara sattıklarından. Bir beze falan sarılı değildi. Apaçık, çıplak, ortada. Bir o kadar da tedirgin edici. Yeni tanıştığınız bir kadının, karşınızda soyunması gibi.
“O ne?” dedim. “Kimin o?”
Bu kadarcık şeyi akıl edemedin mi, der gibi baktı yüzüme. Bu bakışı sık sık alacak şeyler söylemeye başladın bu ara Remzi Ünal, dedim kendi kendime.
“Nazan’ın,” dedi. “Saklayabilir misiniz?”
“Önce onu torpido gözüne koy, hemen,” dedim bütünüyle otorite taşıyan bir sesle. “Gören mören olur.”
Elindekini torpido gözüne koyuşunu seyrettim hafifçe eğilip. Doğrulduğunda başını beladan kurtarmış birinin rahatlığı vardı üstünde.
Ne diyeceğimi, hangi tavırla diyeceğimi tam olarak belirleyemeden, arkamızdaki Coca Cola dağıtıcısı küçük kamyon var gücüyle asıldı kornasına. Baktım, ışık yeşil. Epeyi yeşil. Hareketlendim. Aşağıya, alt geçidin önüne yeni yaptıkları göbeğe kadar konuşmadık. Göbekten sola döndüm, karşıdaki hiçbir yere gitmeyen geniş yola girdim. Her gün burada pinekleyen servis otobüsleri göreve dağılmışlardı. Biraz ilerleyip solda durdum.
“Tamam, tamam,” dedim. “Saklarım. Ama biraz konuşalım. Nereden çıktı bu tabanca?”
“Nazan’ın dedim ya,” dedi.
“Aldığından haberi var mı?” dedim.
Aynı ‘çattık aptala’ bakışıyla bakacak gibi oldu, vazgeçti hemen, ne düşündüyse.
“Yoo…” dedi. “Bir tabancası olduğundan haberim olduğunu bile bilmiyor.”
“Sonra…” dedim arkası gelecek umuduyla.
“Yeni aldı,” dedi. “Nereden bulduysa…”
“Sen ne zaman gördün?” dedim.
“Ablam beni eve çağırdıktan sonra,” dedi anlattıklarını gözünün önüne getirmek ister gibi otomobilimin boş radyo/teyp yuvasına bakarak. “Yatak odasında, yastığının altındaydı. Kızın odasında kolonya var, al gel, dediydi. Ucu gözüküyordu yastığın altından. Baktım. Dışarı çıkarken aldım oradan. Bir serserilik etmesin diye. Sonra siz gelince iyice korktum.”
“Neden bir tabancaya ihtiyaç duydu acaba?” dedim.
“Bilmem,” dedi bildiğini ima eden bir ses tonuyla. “Bu küçük kızların işine akıl sır ermez. Polisler görürse, dedim kendi kendime. Eve, odalara bakarlar falan. Korktum. Siz öyle polis molis konuşunca.”
Sormam gereken soruları ertelemekten bıktığımı hissettim bir an.
“Neden bana veriyorsun?” dedim.
“Niye?” dedi. Yüzüme bakıyordu. Merakı hakiki gibiydi.
“Yani,” dedim, “az ilerdeki bir çöp tenekesine atabilirdin. Ortalık konteyner kaynıyor. Neden bana veriyorsun?”
Bu sorunun cevabını çok önceden biliyormuş gibi hızla konuştu. Heyecanla titriyordu sesi biraz.
“Polisler çevredeki çöp kutularını didik didik ararlarmış diye duymuştum,” dedi. “Hem sonra…”
Başımı salladım devam etsin diye.
“Siz özel dedektif değil misiniz?” dedi doğru cevabı bulmuş bir öğrencinin sevinciyle şakır gibi. “Size verirsem hem polisler görmez hem belki durumu kurtarmanıza yardımcı olur dediydim. Parmak izi falan.”
Elimi torpido gözüne doğru salladım.
“Üstünde en çok senin parmak izin vardır,” dedim.
“Ayy!” dedi ellerini ağzına götürüp. Sonra aynı eliyle alnına vurdu. “Salağım ben, salağım!”
“Yok canım,” dedim. “Dert etme. Bir çaresini buluruz.”
Cevap vermedi bu kez. Torpido kapağının biraz üstünde bir noktaya bakıyordu. Otomobili hareket ettirdim.
“Evin oraya mı bırakayım seni?” dedim.
Saatine baktı.
“Geç kaldım ama bir deneyeyim,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Sonra bana döndü.
“Beni Levent’e bırakır mısınız o zaman?” dedi. “Daha iyi olur. Bir deneyeyim.”
“Elbette,” dedim otomobilimi ikinci vitese takarken. Neyi deneyeceğini merak etmemeye karar verdim. Levent ayrımındaki ışıklarda inene kadar tek kelime konuşmadık.
Esentepe trafiği akşam işten çıkış moduna girmişti enikonu. Bankaların servis araçlarına bu kez teşekkür ettim içimden, yolun bir şeridini kapattıkları için. Çakır Otomotiv’in hizasından mecburen ağır ağır geçtim. Manzara aynıydı. Akşam olduğunda sergilenen otomobilleri birisi içeri alıyor herhalde, dedim kendi kendime. Bugün kim alacak?
Ama durmadım. Hedefimi geride bırakınca trafiğin izin verdiği kadar hızla ilerleyip ışıklardan geri döndüm. Ön cam kirleticisi yerinde değildi. Levent yönüne doğru çok daha yüklüydü trafik. Dura kalka ilerledik hep beraber.
Çakır Otomotiv’in hizasına gelince bir kez daha baktım. Her şey normal gözüküyordu. Bir işgününün esnaf için en bereketli saatleri olmasına karşın, kapalı bir otomobil galerisi. O kadar normal işte. Kapısı bile mühürlü değil.
Arkamdan gelenleri bağırta bağırta en sağa doğru yanaştım. Şişli Belediyesi’nde işi olan otomobil sahiplerini mutlu etmek için gün boyu bekleyen derme çatma otoparka girdim. Torpido gözümde bir 6.35’likle otomobilimin çekilmesi riskini göze alamamıştım. Mesai saati bittiği için boşalmıştı otopark. Sakalları iki günlük bir adamın gösterdiği yere park ettim otomobilimi.
Telaşsız adımlarla yürüyerek caddeye indim. İşten çıkan yakışıklı beylerin, güzel hanımların caddenin karşısına güvenle geçebilmeleri için düzenlenmiş yaya geçidinde epeyce bekledim araçların biri yol versin diye. Veren olmayınca kendimi attım karşıya. İki kornayla sıyırttım.
Geniş kaldırımda aşağıya doğru ilerledim, cebimdeki Mercedes amblemli anahtarlığı yoklayarak. Yürüyen bir insanın becerebileceği kadarıyla derin nefesler alıp hara’mı doldurmayı denedim. Başarabilirseniz, uzun süredir sigara içmeyen birisinin ilk nefeste yaşadığı tatlı, hafif baş dönmesine benzer bir duygu veriyordu insana. Birkaç kere tekrarladım.
Hazır gibiydim bir kez daha yanımda sahibi olmadan bir başkasının mekânına kendi malımmış gibi girmeye. Girmemem gerektiğini bile bile. Ruhen ve bedenen hazır gibiydim. Burada da silinecek birkaç cam vardı nasıl olsa. Arkamda, silerken düşmeyeceğime inanan bir de müşterim. Önüme ve arkama baktım.
Kaldırım boştu. Simitçi bile yoktu. Çakır Otomotiv’in önünde sergilenen biri eksilmiş 4x4’lerin yanından, arkadaki kapının dibine bırakılmış çöp torbasını almaya kararlı biri gibi yürüdüm. Cepheyi tümüyle kaplayan camın yanından, arkaya doğru kıvrılan kırmızı tuğlaların oluşturduğu dar yolun üstünden hızlı hızlı ilerledim. Binanın köşesini dönünce caddeden gelen trafik sesleri belirgin biçimde azaldı. Yandaki binayla aradaki sınırı belirleyen kısa duvar sarmaşıklarla kaplıydı. Sarmaşıkların dibinde, kim bilir ne zamandan kalmış kırık bira şişeleri vardı. Biraz daha ilerledim. Bir köşeyi daha döndüm. Trafik sesleri sanki başka bir şehirden geliyor gibi uzaklaştı birden.
Cebimdeki anahtarları bir kez daha yokladım.
Beni içeriye alacak kapı, binanın tam ortasına denk geliyordu. Bu kapıda da mühür falan yoktu. Sol taraftaki duvarın dibinden yükselen ağaçlar arkadan içeri girişimi gören kimsenin olmayacağını müjdeliyordu. Kapının dibinde gerçekten bir çöp torbası duruyordu. Üzerinde bir kebapçının telefonu vardı kocaman rakamlarla. Torbanın yanında boş bir mukavva koli.
Kendi otomobil galerisine kendi anahtarıyla giren birisi, gören var mı diye sağa sola bakmazdı. Sağa sola bakmadım. Anahtarlıktaki anahtarı kapının kilidine soktum. Tutamağa dokunmamaya özen göstererek çevirdim. İçeri girerken bir, iki, üç diye saymaya başladım içimden. Anahtarı çektim kilitten. Ayağımla ittim kapıyı.
Kapı arkamdan kapanınca caddenin gürültüsü tümüyle yok oldu. İçeriye hızla bir göz atmak için ona kadar izin verdim kendime. Her şey birkaç saat önce gördüğüm gibiydi. En azından ilk bakışta. Tek fark, ortalığın biraz alacakaranlık olmasıydı. Dışarıdan gelen ışığın izin verdiğince. On ikiye geldiğimde tuvalete giden kapının önündeydim. On dörtte arkasında. Parmak izi bırakmadan. Kafamı kaldırdım. Biraz daha azalan ışığa alışsın diye gözlerimi kıstım.
Çakır Otomotiv’e izinsiz girenleri kim bilir neredeki bir güvenlik şirketine müzevirleyecek kutu, kapının hemen arkasında duvara monte edilmiş, bütün heybetiyle duruyordu. Yan tarafındaki telefon tuşlarına benzeyen tuş takımının üzerine yerleştirilmiş olan kırmızı ışık, kırk beş saniyenin sonunda neler olabileceğini merak eder gibi yanıp sönüyordu. Polisler içeri girmemiş, neden acaba, diye düşündüm. Alarmı yeniden kuracak kadar düşünceli olacaklarını sanmıyordum. Kutuya yaklaştım. İki numaralı tuşa dört kere ardı ardına, içeri girmeme yardım eden anahtarın ucuyla bastım. Kırmızı ışık göz kırpmaya devam etti.
Telaşlanmadım. Eh, bu da bir bilgisayar, dedim içimden. Tuş takımının sağ tarafında, diğerlerinden daha büyük ve üstünde Enter yazan tuşa bastım aynı yöntemle. Kırmızı ışık yeşile döndü. Sabit, koyu, güven verici bir yeşile.
Etrafıma baktım. Kirli griye boyanmış kısa bir koridorun üzerinde iki, bitiminde bir kapı vardı. Hemen önünde durduğum kapının Kemal Çakır’ın sekreteri Selma’nın en çok ziyaret ettiği mekâna açıldığı, üstündeki kocaman fosforlu W ve C harflerinden belliydi. Yandaki kapının ardında küçük bir mutfak olduğunu tahmin ettim. Kebapların üstüne içilecek kahvelerin yapıldığı bir mutfak. Üçüncü kapının ardında bir depo vardı muhtemelen. Bakmak içimden gelmedi.
Salona geri döndüm.
Artık kırk beşe kadar saymama gerek yoktu ama bu kez de saatime baktım, kendime bir ziyaret limiti koymak için.
Sonra birkaç saat önce oturduğum masaya yöneldim. Oturmadım ama.
Her şey bıraktığım gibiydi ilk bakışta. Her şeyin ama her şeyin bıraktığım gibi olmasına dua ederek masanın sol alt köşesindeki çekmeceye eğildim. Kapalıydı. Kapalı olur elbette, dedim içimden. Elimdeki anahtarın ucuyla çekmeceyi köşesinden hafifçe kurcaladım. Bir-iki milim açıldı. Anahtarın ucunu boşluğa sokup biraz daha çektim. Bir-iki santim açıldı.
Beyaz zarfın ucu gözükmüyordu.
Aralığı biraz daha derinleştirdim.
Yok.
İyice çektim çekmeceyi.
Hayır. Zarf yoktu.
Hassiktir, dedim içimden. Buraya kadar.
Eğilip çekmecenin artık iyice genişlemiş aralığından baktım. Boştu. Hiçbir şey yoktu. Soyadını bilmediğim Hülya Hanım’ın önce bakarsam hayatımın kararacağını bildirdiği, sonra geri getirmem için fiyatı artırdığı zarf uçmuştu.
Zarfı yerinde bulsaydım içine bakmak bir yana, başka bir açıdan rahatlayacaktım. Kemal Çakır’ın başına gelenle bir ilişkisi olmadığını düşünmeme yol açacaktı çekmecenin içinde masum masum yatması. Ama yatmıyordu.
Soyadını bilmediğim Hülya Hanım’ın canı sıkılacaktı. Benim canım şimdiden sıkılmıştı.
Hassiktir, dedim bir kez daha. Hiç gereği yokken saatime baktım.
Aradığımı bulamamıştım. Bazen öyle olurdu. İnsan aradığını bulamayınca, “çıkar bir yerden” diye kendini kandırırdı. Kendimi kandırmayı istemiyordum. Gerçekse hiç işime gelmiyordu öbür yandan.
Dışarıdaki dünyayla aramda yükseliveren boydan boya camların engellemeyi tam olarak başamadığı bir polis arabası sireni kafamı kaldırmama neden oldu.
Kıpırdamadan bekledim.
Tepesindeki mavi kırmızı ışıkları yakarak bir polis arabası siluetinin geçtiğini görür gibi oldum caddeden. Durmadı, gitti. Soluğumu boşalttım. İçimde tuttuğumu fark etmemiştim.
Kararımı pekiştirdi polis arabası. Sireni daha çok.
Ayağımın ucuyla en alt çekmeceyi ittirdim. Buralara kadar geldim, bakmadan gitmeyeyim, dedim kendi kendime. Üstteki iki çekmeceyi de yine anahtar ucuyla çektim. Hızla baktım. Aradığım zarf ikisinde de yoktu elbette. Alttan ikincide bir dizi otomobil broşürü vardı. Kalın, parlak kâğıtlara basılmış. En üst çekmecede üçe katlanmış sarı kâğıtlar vardı. Bir dolu. Zımbaları açılmış. İçlerini kurcalamadım. Beni çeken parlak, kalın bir kâğıda basılmış başka bir şey oldu. Bir posta kartı.
Ben bunu nereden tanıyorum delikanlısı, posta kartının üstünde, alabileceği en Michael Jackson pozuyla bana bakıyordu. Parlak sarı bir gömlek giymişti. Gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı. Aradan yarısı görünen kolye dünya görüşünüze göre evrensel barış işareti ya da Mercedes’in simgesiydi. Posta kartının alt kısmında, çalışılmış bir elyazısıyla, “Nazan’a ‘ilk dokunuş’un coşkusuyla…” yazıyordu. Bu ibarenin altında çok daha büyük harflerle bir imza atılmıştı. “Serdar!”
Hay Allah, dedim içimden. Kemal Çakır’dan hoşlandığımı hissettim birden. Birlikte yaşadığı kadının kızının herhalde hayran olduğu yeniyetme şarkıcının imzalı fotoğrafını alma fırsatını hemen değerlendirmişti. Şu işe bak ki, eliyle veremeyecekti akşam kıza. Verdirmemişlerdi.
Adam benden iyi takip ediyormuş pop dünyamızı, dedim içimden.
Yaptığım şeyi birkaç yıl önce olsa yapar mıydım bilmiyorum. Yapmazdım muhtemelen. İnsanlar değişiyordu. Aniden karar verdim. Serdar’ın imzalı fotoğrafını merhum Kemal Çakır’ın masasının üst çekmecesinden aldım. Gömleğimin cebine yerleştirdim.
Zarfı götüremiyordum, adamın son jestini yerine ulaştırayım, dedim kendi kendime. Alenen yazdığına göre, ilk dokunuşun bir kız babasını rencide edecek bir anlamı yoktu.
Çekmeceyi yine ayağımın ucuyla kapattım. Çevreme bir göz attım. Kısa ziyaretimle ilgili herhangi bir iz bırakmadığımdan emindim ama yine de içeri girdikten beri yaptığım hareketleri hızla zihnimden geçirdim. Alarmı etkisizleştirmek için girdiğim kapıya doğru ilerledim. Eski haline getirmek için ne yapmam gerektiğini sormadığım için kızdım kendi kendime. O kadar kusur kadı kızında da olur, dedim içimden.
Koridorda çevreme alıcı gözle baktım. Aradığım orada değildi. Tuvaletin kapısını es geçtim. Mutfak olduğunu düşündüğüm yerin kapısını açtım. Haklıydım, mutfaktaydı. İkinci sınıf ama temiz bir mutfak. Orta boy bir buzdolabı, dörtlü bir ocak, uzun kenarı duvara yaslanmış tahta bir masa. İki ucunda iki sandalye. Bulaşıklıkta, yıkanmış bolca kahve kupasının yanında küçük iki viski bardağı.
Derdim mutfağı teftiş etmek değildi. Arasam yarım dolu bir viski şişesi bulurdum çok çok. Markası umurumda değildi. Geriye çekilip kapıyı kapattım. Hemen üçüncü kapıya yöneldim. İçeri girdim.
Hızla gözden geçirdim odanın içini. Duvara dayanmış tek kişilik bir yatak vardı. Dükkânların arka odalarında olagelen uyduruk yataklardan değildi ama. Kırmızı çiçekli bir yorgan ve takımı yastık kılıfıyla döşenmişti. Hülya Hanım’ın eli değmiş, dedim içimden. Yatağın yanında küçük bir komodin vardı. Çekmecesiz. İçi boştu. Duvarlar çıplaktı.
Aradığımı ilk bakışta gördüm ama. Yatağın tam karşısındaki duvarda, aklınıza ne gelirse depolamak için çelik profillerden oluşturulmuş kütüphane benzeri bir dolap sisteminin en alttan ikinci sırasında duruyordu. İlk bakışta benim evdeki video kayıt cihazından hiçbir farkı yoktu. Markası ev eşyası satan mağazalarda rastlayacağınız bir markaydı yalnızca. İleri geri sarmak için yuvarlak, büyükçe bir düğmesi bile vardı.
Saatime baktım.
Cihaza yakından bakınca VHS kasetlerden çok daha küçükleri için yapılmışa benzeyen bir yarık gördüm. Yanında Eject yazan bir düğme vardı.
Kasetin içinde olabilecek görüntülere benim mi polisin mi daha çok ihtiyacı olduğunu düşündüm bir an.
Bencilliğim ağır bastı sonra. Alnımda hafiften beliren ter damlacıklarının eşliğinde Eject düğmesine de bastım anahtarın ucuyla.
Record yazan düğmenin üzerindeki ışık noktacığı söndü önce. Sonra kısa bir hırıltı duyuldu cihazdan.
Küçük yarığın içinde kasetin ucu belirdi. Hızla çektim çıkardım. VHS kasetlerinin neredeyse dörtte biri büyüklüğünde, yarısı inceliğinde bir kasetti. Üzerinde bir şey yazmıyordu. Pantolonumun cebine mükemmel bir biçimde sığdı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Remzi Ünal’ın Son Ceset isimli macerasına bakınız.