bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

“Ben de düşündüm biraz,” dedi normalden alçak bir sesle.

“Hayırdır?” dedim.

“Hallederim sanıyordum,” dedi. “Allah bilir hallederim sanıyordum. Üstesinden gelirim.”

“Hayırdır?” dedim yeniden. “Neyin?”

Bir sessizlik daha geldi karşı taraftan. Bu kez neye benzediğini gözümün önüne getiremedim.

“Aloo…” dedim sesime komik bir eda vermeye çalışarak.

“Yapamayacağım…” dedi Yıldız Turanlı.

Neyi yapamayacağını anladım o an. Ama yine de sordum. Sesim iyiydi ama.

“Neyi yapamayacaksın?” dedim.

“Bizi,” dedi.

Tek kelime.

İşi komikliğe vurup bir kez deneyeyim dedim, kendi kendime.

“Kadın bana göre değildi,” dedim. “Gördün türbanını…”

“Derdimin o olmadığını biliyorsun Remzi Ünal,” dedi. “İşi zorlaştırma.”

“Anladım,” dedim.

Tek kelime.

“Bak Remzi Ünal…” diye başladı. “Duyduklarımı çok iyi anlatamadığımı biliyorum ama…”

İzin vermedim devam etmesine.

“Biliyorum,” dedim. “Biliyorum. Dert etme. Açıklamaya da çalışma.”

“Çok üzgünüm,” dedi.

“Biliyorum,” dedim.

Bir sessizlik daha oldu. Telefonun ahizesi kulağımda, denize baktım. Hafif çalkalanıyordu. Üstündeki küçük bir sandalın içinde olmak istemezdim.

“Kadının işi kolay mıydı, dediğin gibi?” dediğini duydum Yıldız Turanlı’nın sonra.

Kıza yardım edeyim biraz, dedim içimden.

“Bilmem,” dedim. “Biraz karışık. Bakalım ne çıkacak altından. Haklıydın bu kez de.”

“Kolay gelsin,” dedi. “Kendine dikkat et.”

“Ederim,” dedim.

“Adamlar öylesine yığdılar eşyaları,” dedi. “Anahtarı kapıcıya bıraktım. İstersen yarın gelir toparlamana yardım ederim.”

“Sen keyfine bak,” dedim. “Bir şekilde hallederim.”

“Tamam o zaman,” dedi. “Haberleşiriz.”

“Haberleşiriz,” dedim.

“Özür dilerim Remzi Ünal,” dedi Yıldız Turanlı.

Cevap vermedim. Belki de aynı anda kapadık telefonları.

Telefonun ahizesini yerine koyup geriye doğru yaslandım. Pencereden dışarı baktım.


Çok sonra ve kaç sigara içimi bilmiyorum, otomobilimi çalıştırdım. Geri dönüş yoluna vurdum. Otomobilim sanki kendi kendine gidiyordu. Sarıyer’de Hacıosman Bayırı’na sapmasına izin verdim. Bilmem kaçıncı defa çalındığı için yenisini almadığım radyo/teybin yerine eskilerden kulağımda kalmış bir şarkıyı söyledim kendi kendime. İçimden ama: Take it easy baby… Take it as it comes

Oto sanayinin yanından geçerken aklımdan tek tek sıraladım otomobilimin bakılabilecek eksiklerini, sonra vazgeçtim içeri girmekten. Yürüyordu işte. Beni İstanbul’un bir ucundan öteki ucuna götürüyordu. Yolda, tamam biraz öksürüp tıksırıyordu ama götürüyordu işte.

Maslak’taki kocaman otelin yanından geçerken bir şeyler hatırladım.

Ayazağa’ya sapan yolun yanından geçerken de başka bir şeyler.

Dosdoğru ilerledim.

Hepsini unutmaya çalıştım. Bir sürü şeyi unutmaya çalıştım.

Time to live, time to lie,

Time to laugh, time to die.

Take it easy baby. Take it as it comes…

Take it easy baby. Take it as it comes…

Sağa sola sapmadan ilerledim. Trafik sıkıştığında küfrettim, açıldığında yine küfrettim. Küfrede küfrede ilerledim.

Tam Kanyon Alışveriş Merkezi’nin önünde araç telefonum çaldı.

Araç telefonumun numarasını bilenler azdır. Ev telefonumun numarasını bilenlerden daha azdır. Yıldız Turanlı’yla konuşmuştum. Hülya Çakır bu telefonu bilmiyordu.

Bir kez daha çaldı. Ayağımı gazdan çekip kaldırdım ahizeyi. İlerlemeye devam ettim ama.

Reklamcı arkadaşımın sekreterinin artık tanıdığım sesini duydum.

“Remzi Bey?”

Çok sevinmiş gibiydi telefonu açtığıma.

“Buyurun,” dedim.

“Remzi Bey iyi ki buldum sizi,” dedi telaşlı bir sesle. “Götürdüler…”

Kimi götürdüler, diye sormadım.

“Kim götürdü?” dedim.

“Polisler,” dedi meselenin özünü bir çırpıda söylemiş olmanın verdiği sahte bir rahatlıkla.

“Ne?” dedim otomobilimi MetroCity’nin otoparkından çıkanlara yol vermek için iyice yavaşlatarak. “Ne zaman?”

“Yarım saat kadar önce. Bir konuda bilgisine başvurmak istiyorlarmış. Önce avukatını bulmaya çalıştım, talimatı uyarınca. Sonra…”

İkinci sırada aranmanın beni üzmediğini belli etmeye çalıştım sesimle. Yeşille birlikte hareketlendim. Buna rağmen bir ‘acele et’ kornası aldım arkadan.

“Hangi konuda olduğunu biliyor musunuz?”

“Hayır,” dedi kız. “Çok hızlı gelişti olay. Kapıdan çıkarken bu kadarını söyleyebildi bana…”

“Avukat ne dedi?” dedim hafifçe otomobilimi sağa doğru çekerek.

“Bulamadım ki,” dedi kız. “Şehir dışındaymış. Telefonu da kapalı.”

“Hay Allah!” dedim. “Tamam, siz telaşlanmayın. Ne yapabileceğime bir bakayım.”

“Anlaşıldı Remzi Bey,” dedi reklamcı arkadaşımın sekreteri. “Bir gelişme olursa haber verirsiniz değil mi? Bayağı endişelendim yani.”

“Veririm,” dedim kapamadan önce.

Aklıma yapacak başka bir şey gelmediği için yavaşladım. Arkadan bir minibüs fırlamasın diye baktım. Sağa sinyal vererek otobüs durağından hemen sonra kaldırıma yanaşıp durdum. Dörtlü flaşörleri yaktım. Motoru susturdum.

Levent Çarşı’nın tam karşısındaki otobüs durağının biraz ilerisinde, gelene gidene küçük bir problemim olduğunu belli eden dörtlü flaşörlerimle kalakaldım. Yolun karşısına baktım hafif geriye dönüp. Yaya geçidinde, bu tarafa yönelik bekleyen küçük bir ordu birikmişti. Kanyon’a gideceklerdi, MetroCity’ye gideceklerdi. Ivır zıvır yiyeceklerdi. Vitrinlere bakacaklardı. Birbirlerine bakacaklardı.

Ben ne yapabileceğime bir bakacaktım, kıza söylediğime göre.

Pek bir şey yapabileceğimi düşünmüyordum açıkçası. Oldum olası uzak durduğum polislere gidip, “Hayırdır?” diyecek halim yoktu. Desem bile alacağım cevaptan kuşkuluydum. Sorabilecekleri ilave sorulardan daha çok kuşkuluydum. Reklamcı arkadaşımın polisle başının belaya girme potansiyeli taşıyan ve benim ikinci sırada aranmamı isteyeceği meselelerin listesi çok kısaydı.

Bir sigara yaktım.

Ne cevap vereceksin şimdi Yıldız Turanlı’ya, dedim içimden önce otomatik olarak. Cevap vermeme gerek kalmadığını hatırladım sonra. Sigaranın dumanı haftalardır olmadığı kadar lezzetli geldi damağıma. Bu kadar lezzetli olmasından hoşlanmadım. İnsan, otomobil, otobüs, minibüs ve kamyonet denizinin yanımdan akıp gitmesini seyrettim. Damarlarımda varlığını hissettirmeye başlayan adrenalinin durulmasını sağlamayı denedim. Başaramadım elbette.

Yapabileceğim bir tek şey vardı. Birkaç saat önceki senaryoyu bozmadan neler söyleyebileceğimi düşünmeye çalıştım lacivert saçlı sekreter Selma’ya. Pek bir şey bulamadım. Biraz daha düşünsem belki bulurdum.

Sol dikiz aynasından, elinde ceza makbuzları bana doğru ağır adımlarla yürüyen trafik polisini görünce motoru çalıştırdım, flaşörleri kapadım. Gayet efendice sola sinyal verip kazasız belasız araç denizinin içine sokmayı başardım otomobilimi. Ne yapacağımı tam olarak bilmesem de hedefim yakındaydı.

Zincirlikuyu Mezarlığı’ndan çıkan cenaze arabasına yol verdim. Bunun iyiye mi kötüye mi alamet olduğunu boş verdim.

Trafik iyi kötü akıyordu. Esentepe’ye gelince yavaşladım.

Ön tarafa bakan bir kamera olması ihtimal dahilinde olduğuna göre, otomobilimi uzağa bir yere park etsem de nasıl olsa girecektim görüntüye kapıya yaklaşınca. O yüzden Çakır Otomotiv’in önündeki kaldırıma park etmekte bir sakınca görmedim. Görüntüyü nasıl izah edebileceğim üzerinde düşünmeyi sonraya bıraktım. Tam önünde sağ tekerleği kaldırıma çıkarıp durdum.

Yolcu penceresinden eğilip baktım Çakır Otomotiv’e. Araçlar yerlerinde duruyordu. Güneş çok daha inmiş olmasına karşın, cepheyi boydan boya kaplayan camlardan içerisini görmek mümkün değildi.

Otomobilden indim. Kapılarını kilitlemedim. Bir gözüm sergilenen araçlarda, kapıya doğru ilerledim. Camında markası ve yılı yazan 4x4’lerden birinin eksik olduğunu göz ucuyla fark ettim. Kaşla göz arasında iyi ciro yapmış bizim şişman, dedim içimden. Freelander değildi ama giden. O yerinde duruyordu.

Battı balık yan gider, dedim sonra. Elimi kapıya attım, içeri girmeme izin vermedi.

Elimi cama yaslayarak gözlerime siper ettim. İçeriye baktım. Herhangi bir otomobil galerisine gelen herhangi biri de kapıyı kapalı bulunca böyle yapardı herhalde.

İçeride görülecek özel bir şey yoktu. İki masa. Masanın yanından tavana yükselen bitki.

Sekreter kız yoktu.

Hayal kırıklığına uğramış birisi gibi iki yanıma baktım geriye çekilip. Dışarıyı gözetleyen bir kamera olmadığını gördüm bu arada. Çakır Otomotiv’in iki yanındaki iki galeride de ses soluk yoktu. Kapılarını tıklatıp, “Kemal Bey nereye kadar gitti?” diye sorma niyetimi bastırdım.

Buraya kadar gelmişken bakmadan olmaz tavrıyla Freelander’a doğru ilerledim. Penceresinden içeri baktım.

Sonra başımı iki yana sallayarak otomobilime doğru ilerledim. İçine girmeden son bir kez baktım Çakır Otomotiv’e. Kapıyı açıp oturdum sonra. Arka tarafta bir kapısı olma ihtimalinin yüksek, kapının önünde eğilip kilidi kurcalayan birisini görecek başka birilerinin olma ihtimalinin ise düşük olduğu üzerine bahse girip girmemeyi düşündüm direksiyonda ellerimle tempo tutarak.

Hemen vazgeçtim.

Otomobilimi çalıştırdım. Sola sinyal vererek yola çıktım. Sol şeride geçip ilerledim. Vatan gazetesinin önünde iyice sola girip, geriye dönmek için yeşil ışık bekleyen otomobillerin arkasına takıldım. Benden sigara isteyen cam silicisi delikanlı o noktada görev başındaydı. Benim otomobilimin camını daha da kirletmesine fırsat kalmadan yeşil ışıkla hareketlendik.

Eğer polisin reklamcı arkadaşımı alıp götürme gerekçesiyle ilgili bir tahmin yapmam gerekiyorsa ve o tahmin Allah korusun doğruysa, tutabileceğim ipin tek ucu benim eski evdeydi. Galeriyi arkada bırakınca potansiyel problemlerin de bir kısmını arkada bırakmış gibi hızlandığımı hissettim.

Evin önündeki otoparka gelinceye kadar şarkı markı söylemedim. Otopark boş sayılırdı. Otomobilimden inmeden önce karşımdaki üç apartmanın pencerelerini inceledim. Dikkatimi çekecek bir şey görmedim. İnmeye niyetlendim.

Araç telefonum inmeme izin vermedi. Bir kere daha öttü.

Hemen kaldırdım. Böyle hızla kaldırmışlığım azdır.

“Eşekoğlueşek!” diye bağırdı reklamcı arkadaşım.

Rahatlamaya benzer bir duyguya kapıldım.

“Çabuk bırakmışlar,” dedim.

“Eşekoğlueşek!” dedi yeniden. “Senin yüzünden!”

Bu kadarını tahmin ediyordum. Bir şey söylememe izin vermeden kulağıma bağırmaya devam etti.

“Bir gram aklım olsa, senin yanına düşüp, ondan sonra abidik gubidik işlerine bulaşmadan önce biraz düşünürdüm. Arkadaş hatırına çiğ tavuk yenir dedik, bok yedik. Ulan pezevenk, senin neyine Remzi Ünal denen dedektif bozmasıyla…”

“Neredesin?” dedim.

“Nerede olacağım eşşoğlueşşek, taksideyim. Ajansa gidiyorum. Ödleri boklarına karıştı onların da.”

“İyi,” dedim. “Dertleri neymiş?”

Reklamcı arkadaşım gülmeye başladı telefonun öteki ucunda.

“Sinirlerim bozuldu Allah Allah…” dedi. “Herifi eşek cennetine göndermişler, benim adamım hâlâ, ‘Dertleri neymiş?’ diyor… Bundan iyi dert mi olur başıma saldığın?”

Hassiktir, dedim içimden.

“Kimi?”

“Kimi olacak, beni götürdüğün o galericiyi. Bir de dalga geçtik, kalpten gider adam, diye.”

İnsan az çok bildiği bir haberi nasıl içine sindirirse öyle sindirmeye gayret ettim.

“Senle ne ilgisi varmış?” dedim.

“Cebinde benim kartım çıkmış,” dedi reklamcı arkadaşım. “Beyefendinin numarasına biraz gerçeklik kazandıralım diye vermiştim adama.”

“Eeee,” dedim. “Anlat.”

“Ne anlatayım?” dedi reklamcı arkadaşım. “Adamlar gayet ciddi. Efendi de. Benim kart çıkınca üstünden… Neyse ki kimin ne olduğunu biliyorlar.”

“Bir de sana teşhis ettirmediler inşallah,” dedim. “Morgda falan…”

“Yok,” dedi. “Akmerkez’in önündeki bekleme şeridinde olmuş iş. Oradaki güvenlikçiler mi, trafik polisleri mi, çektirmek için yanaşmışlar cipin yanına.”

“Akmerkez’in önünde ha?” dedim. “Gündüz gözüyle…”

“Evet,” dedi reklamcı arkadaşım. “Adam bir araba daha satayım derken canından oldu. Herhalde deneme sürüşü yaptırıyordu.”

Siyah camların arkasından kimse görmemiştir, diye düşündüm. Herifi öldür, ondan sonra kapıyı kapat, gir Akmerkez’e, Starbucks’ta kahveni iç. Gündüz, gece fark etmez.

“Sen ne dedin?” dedim.

“Korkma, senden bahsetmedim,” dedi reklamcı arkadaşım. “İşte… Araba bakmaya gittiydim, Freelander’a baktık, kartımı bıraktım falan…”

“İnandılar mı?” dedim sesimde hafif bir espri kımıltısıyla. İnşallah telefonunu dinlemeye almamışlardır, dedim içimden.

“Doğruyu söyledim,” dedi reklamcı arkadaşım. “Öyle olmadı mı? Biraz eksik, eşşoğlueşşek arkadaşımızın yere batası namını kurtaralım diye, ama doğru. Zaten ortada bir numara olmadığı açıktı. Bıraktılar.”

“Teşekkür ederim,” dedim.

“Sen babana teşekkür et,” dedi. “Şimdi ne olacak?”

“Bilmem,” dedim. “Bulacaklar adamı öldüreni, olacağı o…”

“Bulaşmayacak mısın?”

Bu sorusuna cevap verip kafasını daha çok bulandırmaya hakkım olmadığını düşündüm. Kötüsü gelirse, otomobil galerisinin içindeki kameraların görüntülerine reklamcı arkadaşımın hikâyesinden uzaklaşmadan entegre olabilirdim. Gel gelelim, üzerinde kocaman bir çarpı yoktu çekmeceden içeri ittirdiğim zarfın ama yeterince parmak izim vardı. Onları izah etmeye yeterli senaryoyu ajansının en becerikli reklam yazarları bile yazamazdı.

“Bilmem,” dedim.

“Bence elleşme hiç,” dedi reklamcı arkadaşım.

“Bir daha ararlarsa haber ver,” dedim telefonu kapatmadan önce.

Direksiyonun üzerinden hafif eğilip boşalttığım dairenin salonuna ve yatak odasına denk gelen pencerelerine baktım. Perdesiz pencerelerde, gözlük takmamış körlerin gözlerindeki boşluktan vardı sanki. Tetik dediğin her zaman küçük bir çelik parçası olmaz, dedim içimden. Sinyal yerine geçen açık bir pencere de olur.

Eksik olan mal şimdi emniyetin garajında yatıyordu demek ki. İlk gittiğimizde araçlara alıcı gözle bakmadığıma üzüldüm.

Otomobilimden indim. Kapıyı kilitlerken pencerelerine baktım çevredeki apartmanların. Hızla baktım bakmasına ama anormal bir şey görmedim. Ne bana ne evimin pencerelerine bakan küçük, külyutmaz görünümlü gözler yoktu. Yorgun bir akşamüstü eve dönen herhangi biri gibi ilerledim girişe doğru. Daha bir tam gün bile dolmadan, epeydir oturduğum apartmana yabancılaştığımı hissettim. Sanki biri soracak gibiydi pencereden kafasını uzatıp kime baktığımı. Anahtarlarımı çok önceden çıkardım cebimden.

Posta kutum boştu. Aidat borçlarının yazılı olduğu listede adımın karşısında düzgün bir çizgi vardı. Bakalım kimin adı yazılacak gelecek ay, diye geçirdim içimden. Merdivenleri telaşsız tırmandım.

Eski evimin kapısını açıp girdim içeri.

Kaç kere girmiştim bu evin kapısından tek başıma. Kaç kere girip bir tek çöpün bile yerinden kıpırdanmadığı salonda etrafa bakmıştım. Nem içeriye de sinmişti.

Aklımda bin bir tuhaf düşünce, bin bir kez girdiğim ev bu ev değildi şimdi. Burası İstanbul’un Akatlar semtinde, uzaktan önünde adamlar öldürülen Akmerkez manzaralı herhangi bir boş evdi. O kadar.

Boş evin; bomboş, terk edilmiş, adama dönmesi için epey mesai gerektiren salonunun duvarının dibinde, kimsenin umursamadığı halının üstünde, “mesajım var sana” diye göz kırpan telefona doğru ilerledim. Başkasının evinde izinsiz dolaşan bir insan nasıl ürkek adımlarla yürürse öyle.

Mesajı dinlemem için basmam gereken tuşa bastım.

Önce biraz düşündü makine. Sonra içindeki kız yalnızca bir tek mesajım olduğunu söyledi bana. Saatini söyledi sonra. Bunları biliyordum.

Tanıdığım bir ses, duyduğum sözleri tekrarladı sonra.

“Remzi Bey… Remzi Bey… Hay Allah, bulsaydım çok iyi olacaktı sizi. Yardıma ihtiyacım var. Çok.”

Buldun, dedim içimden. O sırada makinenin ekranında beliren telefon numarasına baktım.

Kendi kendimi “Efendim?” derken duyduğumda mandala bastırıp susturdum makineyi.

Yere oturdum. Sırtımı duvara verdim. Ekranda görünen numarayı tuşladım. Ahizeyi kulağıma götürüp bekledim.

Cenaze evlerinde hemen açılırdı telefon.

Hemen açılmadı. İkinci, üçüncü zili duydum. Yoksa bana da mı telesekreter çıkacak, diye endişelendim.

“Aloo…” dedi bir kadın sesi sonra. Tam iş üstündeyiz, ne rahatsız ediyorsun tonlamasıyla cevap vermişti. Kadındı ama aradığım kadın değil.

“Hülya Hanım’la konuşabilir miyim?” dedim. Kibardı sesim doğrusu.

“Kimsiniz?” dedi kadın.

Adımı vermesem daha iyi olur, diye düşündüm. Zarftan da bahsetmemeliydim bence.

“Hülya Hanım öğleden sonra…” diye başladım. Cümleyi uygun bir palavrayla bitiririm diye umuyordum.

İzin vermedi.

“Hülya Hanım müsait değil…” diye neredeyse bağırdı telefona. “Lütfen rahatsız etmeyin. Onun da eşi dostu olduğunu bilin artık.”

“Kendisi bana…” diye devam etmeyi denedim.

“Laf anlamaz mısınız siz?” dedi kadın, sesini biraz daha yükselterek. “Rahatsız etmeyin diyorum size. Bir daha ararsanız farklı konuşurum.”

Telefon açıldığı gibi kapandı suratıma sonra.

Kendi kendime gülümsedim. Adrenalini yükselen bir tek ben değildim ortalıkta.

Genellikle bir işle ilgili konuşmaya çalıştığımda bana kaba davrananlara sinirlenmem. Kaba davranmak için bir nedenleri olduğunu düşünürüm. Genellikle de vardır. O neden üzerinden çalışırım. Sonuç verir. Birisinin üstünde çalışmak için konuşabilmek gereklidir ama.

Bir kez daha arasam, bir kez daha kapatacaktı yüzüme telefonu, bundan emindim.

İşaretsiz zarfın peşine düşebilmek için birisiyle konuşmam gerekiyordu ancak. Yüz yüze konuşurken telefondakinden daha ikna edici olabildiğime güvenmekten başka çare yoktu. Demir tavında dövülür, dedim içimden. Oturduğum yerden kalktım.

Evden çıktım. Hızlı adımlarla merdivenleri indim. Apartmandan çıkıp C Blok’a yöneldim. Bu apartmanın giriş yolunun benim eski apartmandan daha temiz olduğu dikkatimi çekti. Apartmanın dışında, iki sütun halinde uzanan zil butonlarının karşısındaki isimleri hızla yukarıdan aşağıya gözden geçirdim. Aradığımı ilk bakışta bulamadım.

C Blok’ta oturanların arasında Kemal ya da Hülya Çakır yoktu buradan anlaşıldığına göre. Bir tanesinin dışında bütün butonların yanında kimi kartvizitten kesilmiş, kimi küçük kâğıt parçalarına özenle elle yazılmış bir dolu isim vardı. Bazılarında yalnızca erkek isimleri, bazılarında kadın ve erkek isimleri, bazılarında yalnızca soyadı. Aradığım isimler bunların arasında yoktu. Yalnızca sekiz numaranın butonunun yanı boştu.

Bu beni yıldırmadı elbette. Çok küçükken babamdan öğrendiğim mantık yöntemini çalıştırdım. Olmayana ergi…

Butonların en üstünde duran küçük hoparlöre bakıp on altı numaralı dairenin ziline bastım. Haklıysam, bir kez daha refüze edilmek işime gelmiyordu.

On altı numarada ya apartmanın güvenliğiyle zerre kadar ilgilenmeyen birileri oturuyordu ya da pizzacıyı bekliyorlardı, demir kapının otomatiği ona kadar saymadan açıldı.

İçeri süzülüp kapıyı ardımdan kapadım. Tıpkı benimkine benziyordu C Blok’un girişi. Üzerinde sekiz yazan posta kutusuna bir göz attım. Boştu. Merdiven otomatiğine dokunup yukarı çıkmaya başladım. Acele etmeden. Teker teker.

Sekiz numaralı dairenin kapısının önünde durdum. Sonradan yaptırılmış, epeyce de para harcandığı belli olan ahşap görünümlü çelik bir kapıydı karşımdaki. Üzerindeki metal isimlik de boştu. “Ya Settar!” deyip zile dokundum.

Merdiven otomatiği merdiven boşluğunu aydınlatan lambayı söndürdü. Koridorun ortasına bir hamle yapıp yeniden yaktım ışığı. İçeriden terlik sesi falan gelmiyordu.

Kapının tam ortasındaki gözetleme deliğinin karşısında suratıma zararsız bir ifade yerleştirip dikildim.

İkinci kez basmama gerek kalmadan açıldı kapı. Yarım açıldı ama.

Kapıyı açan kadını tanıyor muydum? Tanımıyordum. Yok, tanıyordum galiba. Evet, evet tanıyordum. Müşterimdi.

Hülya Çakır, yarısını kapının arkasına gizlediği yüzüyle bakıyordu bana. Türbanı kafasında değildi. Alnının üstüne doğru düşüveren iki tutam sarı saç vardı şimdi, her şeyi gizleyen o siyah bez yerine… Eşofmanını değiştirmişti aralıktan gördüğüme göre. Koyu renk, dokusunu olduğum yerden sezemediğim bir giysi vardı üstünde.

Başınız sağ olsun demek doğru gelmedi o anda bana.

“Biraz konuşabilir miyiz Hülya Hanım?” dedim alçak bir sesle.

Kafasını evin içine doğru çevirdi bir an. Sonra yine bana döndü.

“Gidin,” dedi. “Zamanı değil.”

“Konuşursak iyi olurdu,” dedim.

“Gidin Remzi Bey,” dedi. “Uygun değil. Hem zaten konuşacak bir şeyimiz yok. Siz işinizi yaptınız. Başınızı daha fazla belaya sokmayın.”

“Ben de o yüzden konuşsaydık diyorum,” dedim. “Kötü şeylere yol açtı galiba işimi yapmam.”

Bir kez daha yarım dönüp içeriye baktı Hülya Çakır.

“Orası beni ilgilendirir,” dedi sesine bir miktar kesinlik kazandırmaya gayret edip. Gözlerine de. “Gidin dedim.”

Artık dayanamadım. Kaba ya da nazik, sürekli reddedilmeye bir son vermem gerekiyordu.

“Ama zarfın içine baktım ben Hülya Hanım,” dedim.

Bölüm 7.4

Söylediğim şeyin bir etkisi olacağını tahmin ediyordum ama bu kadarını değil.

Dudaklarımdan çıkanı algılar algılamaz Hülya Çakır’ın gözleri büyüdü, kocaman oldu, inanmaz gibi bakarak. Sonra bulanıklaştı gözbebekleri, elini alnına götürmeye çalıştı, götüremedi.

Sanki ağır çekimde gibi yana, kapının içine doğru yığıldı.

Hay Allah, dedim içimden. Başını vurmasa bari.

Başını vurmadı. Son anda kendiliğindenmiş gibi bir hareketle elini düşme yönüne doğru altına getirmeyi başardı, yumuşattı düşüşünü. Başı hareketin hızıyla yana doğru savruldu, omzunun üstünden temas etti yerle. Ses çıkmadı.

Yerimden kıpırdayamamıştım kadın düşerken. Kendi kendime hayıflanmayı kısa kestim. Hemen başına çöktüm gövdemin yarısıyla kapıdan içeri girip. Elimi kafasının altına getirip hafifçe kaldırdım. Görmeme izin vermediği saçlarına dokununca suç işlemiş gibi irkildim bir an. Sonra üstesinden geldim bu duygunun.

Gözleri açıktı ama görmüyor gibiydi. Üstümde kafasının altına koyabilecek ceket gibi bir şey olmadığı için etrafıma baktım. Antredeydik, askılıklarda işime yarayacak bir şey olabilirdi.

“Anne!” diye bir çığlık geldi içeriden. Bir kız çığlığı. “Anne! Ne oldu?”

Antrenin bağlandığı koridordan yalnızca atkuyruğunu algılayabildiğim bir siluet hareketlendi. Çığlığı sürdürerek tepemize geldi.

“Anne! Anne! Anneciğim. Aman Allah’ım! Aman Alah’ım!”

“Sakin olun,” dedim nasıl biriyle konuştuğumu tam olarak anlamadan. “Şu ceketi verin oradan.”

Atkuyruklu siluet sustu. Bir bana baktı galiba, bir annesine. Sonra sesini çıkarmadan biraz ötemizdeki askılıktan sentetik bir kumaştan yapılmış bir yağmurluk verdi elime.

“Bu olmaz,” dedim. “Daha kalın bir şey lütfen… Hadi…”

Atkuyruklu kız biraz daha toparlanmış gibiydi. Bu kez askılığı eliyle taradı. Kafam yukarıda, ne yaptığına bakıyordum. Sonra derinlerden kareli, ele gelen dokusu olan anorak gibi bir şey bulup çıkardı.

“Teşekkür ederim,” dedim. Verdiği giysiyi katlayıp Hülya Çakır’ın başının altına yerleştirdim.

Sonra yüzüne baktım kadının. Biraz daha çalışsam kendine gelecek gibiydi. Hafif hafif tokatladım yanaklarını.

“Hülya Hanım…” diye seslendim. “Hülya Hanım…”

Kıza döndüm.

“Bir bardak su getirir misiniz?”

Atkuyruklu kız ikiletmedi. En azından niyeti oydu. Fazla ileri gidemedi ama koridorda.

Bulunduğum yerden yüzünü göremediğim bir kadının sesi engelledi onu.

“Ne oluyor Nazan?” dedi ses. “Kim bu? Annene ne oldu?”

Bir daha ararsan farklı konuşacak olan kadınla tanış Remzi Ünal, dedim kendi kendime.

“Bayıldı,” dedim soru bana yöneltilmiş gibi, ama kadının yüzüne bakmadan. “Bir bardak su getirse iyi olur.”

Sesimi az önceki telefonda konuşana benzetti mi bilmem. Yüzünü görmedim.

“Sen kimsin yaa?” dedi tepemden. Sonra tanımış gibi gevşedi yüzünün çizgileri.

“Bir saniye lütfen, durumuna bakalım önce,” dedim. “Tanışırız…” Ne yaptığımı biliyormuş gibi Hülya Çakır’ın kolunu birazcık sıyırıp nabzını tuttum. Doğru dürüst alamadım kalp atışlarını ama elimi bileğinde tutmaya devam ettim.

İşe yaradı.

Yana çekildiğini atkuyruklu kızın ayak seslerinden anladım. Bir-iki tokat daha attım Hülya Çakır’ın yüzüne. Başını sağdan sola oynattı. İyi haber, dedim içimden.

“Hülya Hanım! Hülya Hanım!” diye üsteledim.

“Inh…” diye bir ses çıktı Hülya Çakır’ın dudaklarından. Bu daha iyi haber, dedim kendi kendime.

На страницу:
3 из 5