Полная версия
İnsanı Tanıma Sanatı
Üçüncü Kısım
ÇOCUK VE TOPLUM
Toplum zihnimizin gelişiminin yanı sıra hayat biçimlerimiz ve normlarımızı etkileyen belli başlı yükümlülükleri bize dayatır. Toplumun organik bir temeli vardır. Birey ile toplum arasındaki teğet noktası, insanın biseksüel2 olması gerçeğinde bulunabilir. Erkek ile kadının yalıtılmasından ziyade erkek ile karısının ortaklığında birey hayat dürtüsünü tatmin eder, güvenliği elde edip mutluluğunu garanti altına alır. Bir çocuğun yavaş gelişimini gözlemlediğimizde koruyucu bir topluluk olmadan hiçbir insan hayatının evriminin mümkün olamayacağından emin olabiliriz. Hayatın çeşitli yükümlükleri, sadece insanları diğer türlerden ayırmakla kalmayıp onların aralarındaki bağı güçlendiren iş bölümü gerekliliğini de içinde taşır.
Herkes komşusuna yardım etmelidir. Herkes kendisini dostuna bağlı hissetmelidir. Böylece insanın insanla olan hayati derecede önemli ilişkileri ortaya çıkmıştır. Artık bir çocuğu doğumundan itibaren karşılayan bu ilişkilerin bazılarını daha detaylı bir biçimde ele almalıyız.
I. Bebeğin Durumu
Her çocuk toplumun yardımına bağlı olduğundan, kendisini karşılıklı fedakârlık gerektiren, uyum bekleyen ve hayatın şartlarını yerine getiren bir dünyayla yüz yüze bulur. Üstesinden gelinmesi acı veren engeller sayesinde içgüdülerinin doyurulmasına şaşırıp kalmaktadır. Dürtülerini daha eksiksiz bir biçimde tatmin edebilen ve hayata karşı daha hazırlıklı olan diğer insanların varlığını çok erken bir yaşta fark eder. Bazılarına göre, çocuğun ruhu, işlevi normal bir hayatı mümkün kılmak olan bir bütünleşme organı gerektiren çocukluk koşullarında doğmuştur. Ruh ise bunu, içgüdülerin maksimum derecede tatmini ve olası en az uyuşmazlık ile her bir durumu değerlendirerek ve organizmayı bir sonraki duruma yönelterek başarır. Bu biçimde kişinin bir kapıyı açmasını sağlayan boy ve endamını ya da ağır nesneleri taşıma becerisini ya da başkalarının emir verip kendilerine itaat edilmesini talep edenlerin haklarını fazlasıyla değerlendirmeyi öğrenir. Ruhunda büyümeye, diğerlerinin hepsi kadar ve hatta onlardan daha güçlü olmaya dair bir arzu oluşur. Etrafında toplananlara hâkim olmak hayattaki başlıca hedefi olur çünkü yaşça büyük olanlar her ne kadar sanki o aşağılıkmış gibi davransalar da zayıflığından dolayı ona karşı yükümlüdürler. Önünde iki eylem olasılığı bulunmaktadır. Bir yanda, yetişkinlerin kullandığını fark ettiği aktiviteleri ve yöntemleri sürdürmek, diğer yanda ise zayıflığını göstermek. Onların bu zayıflığı, aynı yetişkinler tarafından onlara yardım etmeleri için amansız bir talep olarak hissedilmektedir. Ruhsal eğilimlerin bu şekilde dallanmasını çocuklarda sürekli göreceğiz.
Tiplerin oluşumu erken yaşta başlar. Bazı çocuklar güç edinimi ve itibarla sonuçlanan cesur bir teknik seçimi doğrultusunda gelişirlerken, bazı çocuklarsa kendi zayıflıklarını çok farklı biçimlerde göstermeye çalışırlar. Belli bir gruba ya da bir diğerine uyan bireyleri bulmak için davranış, ifade ve her bir çocuğun duruşunu anımsamak gerekir. Her tipin ancak çevresiyle ilişkisini anladığımız müddetçe bir anlamı vardır. Çevrenin yansımaları genellikle her çocuğun davranışında bulunabilir.
Eğitilebilir olmanın temeli çocuğun zayıflıklarını telafi etme çabasında yatar. Binlerce yetenek, yetersizlik uyaranından doğar. Artık bireysel olarak çocukların durumları sıradışı derecede farklılık gösterir. Bir durumda, çocuğa düşman olan ve tüm dünyanın kendisine karşı düşman ülke olduğu izlenimi veren bir ortamla karşı karşıyayız. Çocuğun düşünce sürecinin henüz tamamlanmamış bakış açıları bu izlenimi açıklamaktadır. Şayet çocuğun eğitimi bu yanlış inancı önlemezse, böyle bir çocuğun ruhu, onun gelecek yıllarda sanki daima tüm dünya gerçekten ona düşman bir ülke imiş gibi davranacağı şekilde gelişebilir. Hayatta daha büyük zorluklarla karşılaşır karşılaşmaz bu düşmanlık izlenimi şiddetlenecektir. Bu durum organ sistemleri sorunlu olan çocukların durumunda sıkça görülür. Böyle çocuklar çevrelerini, görece normal organlarla dünyaya gelen çocuklardan çok farklı bir tutumla karşılar. Organik aşağılığı kendisini hareket güçlüklerinde, tek organ yetersizliklerinde ya da sık sık hastalıklara neden olan tüm organizmanın zayıf direncinde gösterir.
Dünyaya göğüs germedeki zorluklar ille de çocuksu organizmanın eksikliklerinden kaynaklanmak zorunda değildir. Saçma bir çevre tarafından çocuk üzerinde gerçekleştirilen mantıksız talepler (ya da bu taleplerin kendisine sunulduğu talihsiz biçim) çevredeki gerçek zorluklarla kıyaslanabilir. Kendisini çevresine uyumlu kılmayı isteyen bir çocuk birdenbire zorlukların önünde uzandığını görür. Özellikle cesaretini kaybettiği ve çabucak çocuğa aktarılan bir kötümserlikle dolup taşan bir ortamda.
İnsan Doğasını Anlamak
II. Zorlukların Etkisi
Her çocuğa sayısız, farklı açıdan yaklaşan güçlüklerden dolayı çocuğun tepkisinin her zaman yeterli olmaması şaşırtıcı değildir. Çocuğun ruhsal alışkanlıklarının gelişmek için oldukça kısa bir zamanı vardır ve çocuk, uyum tekniği henüz olgunlaşmamışken kendisini gerçekliğin değişmez koşullarına yönlendirme gerekliliği içinde bulur. Ne zaman çevreye karşı verilen herhangi bir sayıdaki yanlış tepkiyi ele alsak kendimizi, doğru bir tepki vermeye ve süregelen bir deneydeymiş gibi hayat boyu ilerlemeye yönelik, ruhun bir parçası üzerindeki ısrarlı gelişimsel girişimlerle uğraşıyor halde buluruz. Çocuğun davranış örüntüsünün dışavurumunda özellikle gördüğümüz şey, bir ergenin olgunlaşma yolunda belirli bir durumda verdiği tepki tipidir. Tepki tutumu bize onun ruhuna dair bir fikir verir. Aynı zamanda, tıpkı toplumunkiler gibi herhangi bir bireyin tepkilerinin de belirli bir örüntüye göre yargılanmadığı gerçeğini idrak etmemiz gerekir.
Ruhunun gelişiminde bir çocuğun karşılaştığı engeller, genellikle çocuğun sosyal hissinde bir bozulma ve engellenmeyle sonuçlanır. Bu engeller fiziksel çevresindeki eksikliklerden doğan diğer engellere bölünebilir. Örneğin ekonomik, sosyal, ırksal ya da aile şartlarındaki anormal ilişkilerinden doğan ve bunun ötesinde, vücut organlarındaki eksikliklerin neden olduğu engeller gibi. Bizim medeniyetimiz sağlığa ve tam gelişmiş organların yeterliliğine dayanan bir kültürdür. Bu nedenle önemli organlarında eksiklik olan bir çocuk, hayatın sorunlarını çözmede dezavantajlıdır. Geç yürümeyi öğrenen ya da her türlü hareket yeteneğinde zorluk çeken çocuklar, konuşmayı geç öğrenenler ve sıradan çocuğa göre beyinsel aktivitesinin gelişimi daha uzun sürdüğü için uzun bir dönem beceriksiz olanlar bu gruba dahildir. Bu gibi çocukların nasıl da sürekli kendilerini bir yerlere çarptıklarını, sakarca ve ağır hareket ettiklerini, sırtlarında daima bedensel ve ruhsal dertler taşıdıklarını hepimiz biliyoruz. Açıkçası bu çocuklara, kendileri için uygun bir şekilde biçimlendirilmemiş bir dünya tarafından pek kibar yaklaşılmaz. Böylesi yetersiz gelişimlerden doğan birçok zorluk vardır. Eğer bu arada, ruhsal ihtiyacın acısı çocukta sonraki yaşamında hissedilen bir umutsuzluk tutumu geliştirmediyse, elbette geride tek bir yara izi bırakmadan otomatik olarak telafi edecek bir olasılık daima mevcuttur. Umutsuzluk tutumu geliştiğindeki gidişat, üzerine ekonomik çaresizlik eklendiğinde daha da karmaşıklaşabilir. İnsan toplumunun değişmez kanunlarının yetersiz bir biçimde donatılmış çocuklar tarafından ancak yetersiz bir biçimde kavranabildiğini anlamak hiç de zor değildir. Etraflarında yeşermekte olan fırsatlara şüphe ve güvensizlikle yaklaşırlar ve kendilerini yalıtıp vazifelerinden kaçınma eğilimi gösterirler. Hayatın düşmanlığına dair tuhaf bir biçimde keskin bir hisleri vardır ve bunu bilinçsizce abartırlar. Hayatın aydınlık tarafından ziyade acı yanı ile daha çok ilgilidirler. Çoğunlukla her ikisini de gözlerinde o kadar büyütürler ki tutumları ömür boyu sürecek bir savaş halini alır. Kendilerine sıradışı bir ilginin gösterilmesini beklerler ve elbette diğer herkesten çok kendilerini düşünürler. Hayatın gerekli yükümlülüklerinin uyarıcıdan çok, zorluk olduğunu düşünürler. Kısa sürede kendileriyle çevreleri arasında, akranlarına karşı düşmanlıklarından dolayı sürekli derinleşen bir uçurum oluşur. Artık her deneyime giderek abartılı bir ihtiyatla yaklaşırlar. Gerçekleştirdikleri her bir münasebetle kendilerini gittikçe hakikat ve gerçeklikten uzaklaştırırlar ve sadece, sürekli olarak kendilerine yeni zorluklar çıkarmayı başarırlar.
Benzer zorluklar ebeveynlerin normal şefkati çocuklarına doğru bir derecede göstermediğinde de ortaya çıkabilir. Bu durum ne zaman gerçekleşse çocuğun gelişiminde ciddi sonuçlar meydana gelir. Çocuğun davranışı o kadar sabitleşir ki ne sevgiyi fark edebilir ne de ondan doğru dürüst yararlanabilir. Çünkü şefkate yönelik içgüdüleri hiç gelişmemiştir. Şefkat hissinin, tam anlamıyla herhangi bir şefkat ifadesinin doğru dürüst gelişmediği bir ailede büyüyen bir çocuğu harekete geçirmek çok güç olacaktır. Hayattaki tüm davranışları bir kaçış hareketi, bütün sevgi ve şefkatten kaçınma olacaktır. Benzer bir etki çocuklara sevgi ve şefkatin yersiz, gülünç ya da yakışıksız olduğunu bu hislere kötü sloganlar yapıştırarak öğreten düşüncesiz ebeveynler, eğitimciler ya da diğer yetişkinler tarafından ortaya çıkarılacaktır. Bir çocuğa şefkatin gülünç olduğunun öğretilmesiyle sıkça karşılaşmaktayız. Bu durum özellikle de kendisiyle dalga geçilen çocuklar arasında görülmektedir. Bu gibi çocuklarda gerçekten de hislerini ya da duygularını göstermekten korkarlar çünkü diğerlerine karşı sevgi gösterme eğilimlerinin gülünç ya da yakışıksız olduğunu düşünürler. Bu his kendilerini esir edecek ya da küçük düşürecekmiş gibi normal şefkatle savaşırlar. Bu yüzden aşk hayatına karşı, çocukluğun erken dönemlerinde sınırlar çekilebilir. Her türden şefkatin lanetlendiği ve bastırıldığı acımasız bir eğitimden sonra çocuk çevresinin oluşturduğu çemberden uzaklaşır ve ruhu için son derecede önemli olan temasları yavaş yavaş kaybeder. Arada sırada çevreden tek bir birey uyum fırsatı sunar. Böyle bir durum gerçekleştiğinde çocuk arkadaşına çok derin bir ilişkiyle bağlanır. Bu durum sadece tek bir kişiye yönlendirilmiş sosyal ilişkilerle yetişen bireyleri açıklar. Böyle kişilerin sosyal eğilimleri tek bir kişiden fazlasını dahil edecek biçimde asla genişletilemez. Annesinin şefkatinin sadece küçük kardeşine yönelmiş olduğunu fark ettiğinde kendini ihmal edilmiş hisseden ve bu yüzden tüm hayatı boyunca çocukluğunun erken döneminde yitirdiği sıcaklık ve duygusal yakınlığı arayıp duran yukarıda bahsettiğimiz erkek çocuk tipik bir örnektir. Bu örnek, bir kişinin hayatta karşılaşabileceği zorlukları gösterir. Böyle bireylerin eğitimlerinin ancak baskı altında sürdüğünü söylemeye gerek yoktur.
Aşırı şefkatin eşlik ettiği eğitimse hiç şefkatin olmadığı eğitim kadar tehlikelidir. Şımartılmış bir çocuk nefret edilen bir çocuk kadar büyük zorluklarla mücadele eder. Bir kez yerleştiği noktada tüm sınırların ötesine geçen bir şefkat tutkusu doğar. Sonuç, nazlı bir çocuğun kendisini bir ya da daha fazla kişiye bağlaması ve onlardan ayrışmayı reddetmesidir. Şefkatin değeri sayısız hatalı deneyimle öylesine artar ki çocuk kendi sevgisinin yetişkinlere belli başlı dolaylı sorumlulukları zorla kabul ettirebileceği sonucunu çıkarır. Bu ise kolayca gerçekleştirilir: Çocuk ebeveynlerine “Sizi sevdiğim için bunu ya da şunu yapmak zorundasınız,” der. Aile çemberi dahilinde sıkça gelişen sosyal dogma tipi budur. Çocuk, diğerleri üzerinde bunun gibi bir eğilimi fark eder fark etmez kendi şefkatini onları kendisine daha bağımlı kılmak adına artırır. Ailede belirli bir kişiye karşı şefkatin alevlendirilmesi daima hatırlanmalıdır. Böyle bir çocuğun geleceği şüphesiz bu tip bir eğitimden zararlı bir şekilde etkilenir. Hayatı diğerlerinin şefkatini adil ya da hilebaz yollarla tutma mücadelesine dönüşür. Bunu başarmak için de mevcut her yöntemi kullanmayı göze alır. Rakibi olabilecek erkek ya da kız kardeşine boyun eğdirmeye çalışabilir ya da onları sürekli gammazlama derdine düşebilir. Bu tarz bir çocuk kardeşlerini bilfiil kötü davranışlarda bulunmaları için kışkırtacak, böylece kardeşine kıyasla dürüstlük ve gurur timsali olduğu için ebeveynlerinin sevgisiyle kendisini taçlandıracaktır. Ebeveynlerine ilgilerini kendi üzerinde tutmak üzere onlara belirli bir sosyal baskı uygular. İlgi odağını elde edene ve herkesten daha çok saygınlık kazanana dek bunu yapmak için her yolu deneyecektir. Sırf ebeveynlerine kendisiyle daha çok ilgilenme görevini yüklemek adına tembel ya da kötü davranabilir. Model bir çocuk olur çünkü diğerlerinin ilgisini bir tür ödül olarak değerlendirir.
Bu mekanizmaları irdeledikten sonra, bir kez ruhsal hareket örüntüsü belirlendiğinde her şeyin hedefe yönelik bir davranış olabileceği sonucuna varabiliriz. Çocuk hedefine varmak üzere kendini kötü bir yönde geliştirebilir ya da aynı hedefi göz önünde bulundurarak model bir çocuğa dönüşebilir. Böyle çocuklar içinde birinin, belirgin bir biçimde yaramazlık sayesinde ilgi odağı arayışı içinde olduğu, diğer yandan, daha zeki olan bir başkasının aynı hedefi erdemli davranarak elde ettiği sıkça görülebilir.
Şımartılmış çocuklarla birlikte becerileri kibarca küçümsenmiş ve önlerindeki her bir zorluk ortadan kaldırılmış olanları da sınıflandırabiliriz. Hiçbir zaman sorumluluklarla yüz yüze gelme fırsatları olmamıştır. Bu gibi çocukların hepsinin gelecek hayatları açısından gerekli hazırlıkları yapmak için çeşitli fırsatları elde etmesi engellenmiştir. Kendilerine eşlik etmek isteyen herkesle temas kurmaya hazır değillerdir ve kesinlikle diğer insanlarla temas kuramazlar. Kendi çocukluklarındaki zorluklar ve hataların sonucu olarak, bu tipteki bireyler insan ilişkileri bakımından önlerine her zaman engel koyarlar. Böyle çocuklar asla zorlukların üstesinden gelme fırsatı elde edemedikleri için hayata karşı tam anlamıyla hazırlıksızdır. Evlerindeki küçük krallığın sıcak ortamından dışarı adım atar atmaz adeta zorunlu olarak bozguna uğrarlar çünkü onları şımartan eğiticilerinin yapmalarını bekledikleri sorumlulukları ve görevlerini üstlenecek birileri artık yoktur. Üstelik alışkın oldukları biçimde kendilerine davranacak birisini bulamazlar.
Bu tür olayların hepsinde ortak bir şey vardır: Hepsi çocuğun daha çok ya da daha az yalıtılmasına meyillidir. Mide-bağırsak yollarında sorun olan çocuklar beslenmeye özgü özel bir tavır takınırlar ve sonuç olarak bu bakımdan normal olan çocuklardan tamamen farklı bir gelişim sürecinden geçerler. Kusurlu organları olan çocukların, sonunda onları yalıtmaya sürükleyen özel bir yaşam tarzları vardır. Kendilerinin çevreyle bağını açıkça anlamayan ve doğrusu bundan sakınmaya çalışan başka çocuklar vardır. Kendilerine bir arkadaş bulamazlar, akranlarının oyunlarından uzak dururlar üstelik ya arkadaşlarına haset ettikleri ya da aynı yaştaki çocukların oyunlarını küçümsediklerinden dolayı kendi özel oyunlarıyla meşgul olarak kendilerini kapatırlar. Çevreden yalıtım, ayrıca, katı bir disiplinle verilen eğitimin baskısı altında büyüyen çocukları da tehdit etmektedir. Hayat onlar için parlak bir ışık gibi görünmez çünkü her yerden kötü izlenimlerle karşılaşmayı beklerler. Ya tüm zorluklara karşı sabırla yaklaşıp acılarını mütevazı bir biçimde çekmek zorunda oldukları izlenimine kapılırlar ya da kendilerini, daima düşmanca gördükleri çevreyle mücadele etmeye hazır kahramanlar gibi hissederler. Bu gibi çocuklar hayatın ve vazifelerinin aşırı biçimde zor olduğunu düşünürler. Böyle bir çocuğun, sırf kişiliğine ilişkin bir mağlubiyet yaşamamak adına çoğunlukla kişisel sınır çizgilerini savunmakla ne kadar çok meşgul olduğunu anlamak hiç de zor değildir. Gözlerinin önüne sürekli olarak, düşmanca bir dış dünya resmi getirmesini bekleyebiliriz. Abartılı bir ihtiyatlılık hali bürünmesinden dolayı, olası bir yenilginin tehlikelerine karşı kendisini maruz bırakmaktansa tüm büyük tehlikeleri savuşturmaya yönelik bir eğilim geliştirir.
Şımartılmış çocukların yetersiz gelişmiş sosyal duygunun işareti olan bir başka karakteristik özelliği, diğer insanlara göre kendilerini daha çok düşünmeleridir. Bu kişilik özelliğinde, karamsar bir dünya görüşüne yönelik büsbütün bir gelişim açıkça gözlemlenebilir. Yanlış davranış örüntüleri için bir çözüm bulmadıkları müddetçe mutlu olmaları imkânsızdır.
III. Sosyal Bir Varlık Olarak İnsan
Şimdiye dek, bireyin kişiliğini ancak bireyi kendi bağlamında gözlemlediğimizde ve onu dünyada doldurduğu özel durumu üzerinden yargıladığımızda nasıl anlayabileceğimizi göstermeye çalıştık. Burada durumdan kastımız onun evrendeki yeri ve çevresiyle hayatın sorunlarına karşı tutumudur. Bu sorunlara mesleki, iletişimle ilgili, arkadaşlarıyla bir araya gelmeye yönelik ve varlığının özünde bulunan zorluklar dahildir. Böylece, her bireyin çocukluğunun en erken dönemlerinden itibaren içine hücum eden izlenimlerin kişinin tüm hayatı boyunca takınacağı tutumları etkilediğini saptayabiliriz. Bir çocuğun doğumundan birkaç ay sonra, hayata karşı nasıl bir duruş sergilediği belirlenebilir. Bu birkaç ayın ardından, iki farklı çocuğun davranışlarını birbiriyle karıştırmak imkânsızdır. Çünkü zaten, onlar gelişim gösterdikçe daha da netleşen, sınırları belirli bir davranış örüntüsü göstermektedir. Bu davranış örüntüsünden sapmalar gerçekleşmez. Çocuğun ruhsal faaliyeti sosyal ilişkileri sayesinde gün geçtikçe içine işler. Doğuştan gelen sosyal hissin ilk kanıtı, sonuçta ebeveynlerinin yakınlığını istemesine neden olan ilk zamanlardaki şefkat arayışında kendini belli eder. Çocuğun aşk hayatı Freud’un belirttiği gibi kendi bedenine değil de daima diğer kişilere yönelmektedir. Bu erotik çabaların yoğunlukları ve dışavurumları bireye göre çeşitlilik göstermektedir. İki yaşından büyük çocuklarda bu farklılıklar konuşmalarından belli olabilir. Bu dönemde her çocuğun ruhunda sıkı sıkıya temeli atılmış olan sosyal his, yalnızca en şiddetli psikopatolojik yozlaşmaların baskısı altında onu terk eder. Bu sosyal his hayatı boyunca onunla kalır, değişir, renklenir, bazı durumlarda kısıtlanır, büyür ve sadece kendi ailesinin üyeleri değil ayrıca kavmi, ulusu ve nihayetinde tüm insanlığa erişene dek genişler. Bu sınırların ötesine uzanıp kendisini hayvanlarda, bitkilerde, cansız nesnelerde ya da sonunda tüm evrende ifade edene dek genişlemesi de mümkündür. İnsanı sosyal bir varlık olarak ele alma gereksinimiz çalışmalarımızın başlıca sonucudur. Bunu bir kez kavradığımızda insanın davranışını anlama uğraşında önemli bir yardımcı elde etmiş oluruz.
Dördüncü Kısım
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYA
I. Evrenimizin Yapısı
Her insanın çevresiyle uyum sağlamak zorunda olmasından kaynaklanan, ruhsal mekanizmasının dış dünyaya dair izlenimler elde etme yetisi vardır. Buna ek olarak, ruhsal mekanizma, dünyanın kesin bir yorumuna ve çocukluğunun erken dönemlerine kadar uzanan ideal bir davranış örüntüsüne göre belirli bir hedefin peşine düşer. Her ne kadar bu kozmik yorumlamayı ve hedefi belirli ve kesin bir terimle ifade edemesek de her daim mevcut olan ve yetersizlik hissiyle daima zıtlık içinde bulunan bir atmosfer olarak betimleyebiliriz. Ruhsal hareketler sadece doğal bir hedefleri olduğunda ortaya çıkarlar. Bildiğimiz kadarıyla, bir hedefin kurgulanması değişim kapasitesini ve kati bir hareket serbestliğini gerektirir. Hareket serbestliğinden kaynaklanan manevi zenginliğin değeri küçümsenemez. Kendini yerden kaldıran çocuk ilk kez tamamen yeni bir dünyaya girer ve bu andan itibaren, bir şekilde, düşmanca bir atmosferi algılar. Hareket etmeye yönelik ilk girişiminde ve özellikle ayaklarının üzerinde dikilip yürümeyi öğrenmesinde, geleceğe dair ümidini ya güçlendirecek ya da tamamen yıkabilecek çeşitli derecelerdeki zorlukları tecrübe eder. Yetişkinlerin önemsiz ya da oldukça sıradan olarak gördükleri bu izlenimler çocuğun ruhunda muazzam bir etkiye sahip olabilir ve yaşadığı dünyaya dair izlenimlerini bütünüyle biçimlendirebilir. Bu suretle, hareket etmede zorluk çeken çocuklar kendilerine içine şiddet ve telaş hareketleri sinmiş bir ideal çizerler. Bu ideali onlara en sevdikleri oyunun ne olduğunu ya da büyüdüklerinde ne yapmak istediklerini sorarak keşfedebiliriz. Bu tipteki çocuklar genellikle soruları otomobil şoförü, lokomotif makinisti ve benzeri olmak istedikleri biçiminde yanıtlar. Böylece, hareket özgürlüklerini engelleyen her bir zorluğun üstesinden gelme arzularını açıkça belli ederler. Hayatlarının tek hedefi, tam anlamıyla bir hareket özgürlüğü sayesinde, sakatlık ve aşağılık hislerinin yok olacağı bir noktaya ulaşmaktır. Böylesi bir sakatlık hissinin, çok yavaş bir gelişim kaydeden ya da hayatında çok fazla hastalıkla karşılaşan çocuğun ruhunda kolayca ortaya çıkabileceği rahatlıkla anlaşılabilir. Benzer biçimde, gözlerinde kusurla doğan çocuklar bütün dünyayı çok daha yoğun görsel kavramlarla tercüme etme eğilimindedirler. İşitsel kusurları olan çocuklar ise kendilerine daha hoş gelen belirli tınılara aşırı ilgi gösterirler. Kısacası “müziğe yetenekli” olurlar.
Bir çocuğun dünyayı fethetme girişiminde kullandığı organlar arasında, duyu organları, içinde yaşadığı dünyaya karşı temel ilişkilerinin belirlenmesinde en önemli olanlardır. Kişi kozmik resmini duyu organları sayesinde çizer. Her şeyden öte, duyu organı, çevreye yönelen gözdür, her bir insanı dikkat vermeye zorlayan baskın biçimde görsel dünyadır ve insanın tecrübelerinde ona asıl veriyi sağlayan da odur. İçinde yaşadığımız dünyanın görsel resmi eşsiz bir öneme sahiptir. Öyle ki sadece geçici uyarıcılara karşı duyarlı olan kulak, burun, dil ve cilt gibi diğer duyu organlarıyla kıyaslandığında görme duyusu değişmez ve kalıcı temellerle ilgilenir. Ancak yine de kulağın baskın organ olduğu bireyler de bulunmaktadır. Burada akustik değerlere daha belirli bir biçimde dayanan bir ruhsal bilgi kaynağı yaratılmaktadır. Bu durumda ruhun baskın biçimde işitsel bir görüntüye sahip olduğu söylenebilir. Motor aktivitenin baskın olduğu bireylerle daha az sıklıkla karşılaşırız. Koklama ya da tat almaya dayalı uyarıcılara yönelik baskınlık ise bir başka tipe işaret etmektedir. Bunlardan ilki, yani kokuya karşı daha hassas olanlar, medeniyetimizde görece daha büyük bir dezavantaja sahiptir. Bunların dışında, kas sisteminin önemli bir rol oynadığı bazı çocuklar da vardır. Bu gruptakiler dünyaya daha büyük bir hareketlilik özelliğiyle gelirler. Bu durum onları çocuklukta sürekli harekete sürükler ve erişkinlikte de daha aktif olurlar. Bu gibi bireyler sadece kasların çalışmasının önemli bir rol oynadığı oyunlarla ilgilenirler. Hareketliliklerini uyku halinde bile sergilerler. Yataklarında durmaksızın kıpırdadıklarını gözlemlediğimizde bu durumu ispatlayabiliriz. Hareketlilikleri çoğu kez bir kusur olarak sayılan bu çocukları “huzursuz” olarak nitelendirmeliyiz. Genel itibariyle ister duyu organları olsun ister hareket sistemleri olsun dünyaya belirli bir organ ya da organ grubunun aşırı gelişimiyle yönelmeyen herhangi bir çocuğun neredeyse var olmadığı sonucuna varabiliriz. Her bir çocuk daha hassas organının dünyadan elde ettiği izlenimlerden, içinde yaşadığı dünyaya dair bir resim oluşturur. Bu yüzden insanı ancak dünyaya hangi duyu organları ya da organ sistemiyle yaklaştığını öğrendiğimizde anlayabiliriz. Çünkü bütün ilişkileri şu gerçekle renklenir: İnsanın eylemleri ve tepkileri, çocukluktaki kozmik resmin görüntüsünün çizildiği ve sonraki gelişimi üzerinde önemli bir rol oynayan organik kusurlarının etkisine dair bildiklerimiz üzerinden değer kazanır.
İçinde Yaşadığımız Dünya
II. Kozmik Resmin Gelişimindeki Unsurlar
Tüm aktivitelerimizi belirleyen ve her zaman var olan hedefimiz; kozmik resme biçim ve anlam vermeye yarayan belli ruhsal yetilerin seçimlerini, yoğunluklarını ve aktivitesini etkiler. Bu durum her birimizin hayatın belirli bir bölümünü ya da belirli bir olayı, yani aslında içinde yaşadığımız dünyayı deneyimlediğimiz gerçeğini açıklar. Her birimiz sadece kendi hedefine uygun olana değer veririz. Herhangi bir insanın davranışını gerçek anlamda anlamak, peşinde koştuğu gizli hedefi açık bir şekilde idrak etmeden mümkün değildir. Bütün hareketlerini bu hedefin etkilediğini anlayana dek, davranışının her boyutunu değerlendiremeyiz.
A. Algı
Dış dünyadan elde edilen bütün izlenimler ve uyarıcılar duyu organları aracılığı ile beyne iletilir. Burada bu izlenim ve uyarıcıların belli başlı izleri tutulur. Bu işaretlerin üzerine hayal gücü dünyası ve hafıza dünyası inşa edilir. Ancak algı, görsel bir imgeyle asla kıyaslanamaz çünkü algılayan kişinin bireysel ve özgün niteliği, ayrılmaz bir biçimde algıyla ilintilidir. Kişi gördüğü her şeyi algılamaz. Aynı resme iki farklı insan benzer biçimde tepki vermez. Şayet gördükleri resimden ne algıladıklarını sorsak ikisi de çok farklı yanıtlar verecektir. Bir çocuk, çevresinde sadece, çeşitli nedenlerle daha önceden belirlenmiş olan davranış örüntüsüne uygun düşen şeyleri algılar. Görsel eğilimi özellikle iyi gelişmiş çocukların algılarının baskın bir biçimde görsel bir karakteri vardır. İnsanlığın büyük bir çoğunluğu muhtemelen görsel zekâya sahiptir. Diğerleriyse kendilerine göre yarattıkları dünya resminin mozaiğini baskın bir biçimde işitsel algılarla doldurur. Bu algıların tam olarak gerçeklikle aynı olması gerekmez. Herkes dış dünyayla bağlarını hayat örüntüsüne uyacak biçimde yeniden şekillendirip düzenleyebilir. Bir insanın bireyselliğiyle emsalsizliği neyi algıladığına ve nasıl algıladığına bağlıdır. Algı basitçe fiziksel bir olgudan ötedir. İç yaşamla ilgili en kapsamlı sonuçları çıkarabileceğimiz ruhsal bir işlevdir.