bannerbanner
İnsanı Tanıma Sanatı
İnsanı Tanıma Sanatı

Полная версия

İnsanı Tanıma Sanatı

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
1 из 5

Alfred Adler

İnsanı Tanıma Sanatı

Alfred Adler, bireysel psikoloji olarak bilinen düşünce ekolünü oluşturmasıyla tanınan Avusturyalı bir doktor ve psikiyatristtir. Ayrıca, kişiliğin oluşumunda önemli bir rol oynadığına inandığı aşağılık duygusu ve aşağılık kompleksi kavramlarıyla da hatırlanır. Adler, başlangıçta Sigmund Freud’la birlikte çalışıyordu ve psikanalizin kurulmasına yardımcı oldu, ayrıca Viyana Psikanaliz Derneği’nin kurucu üyesiydi. Bireysel Psikoloji Topluluğu’nun da kurucusudur. Adler’in teorisi, bireye bir bütün olarak bakmaya odaklanıyordu, bu yüzden yaklaşımına bireysel psikoloji adını verdi. Ayrıca Freud ve Jung’la birlikte “derinlik psikolojisi”nin üç büyük kurucusundan biridir. Kişilik gelişiminde anne babanın etkisi konusuna özellikle odaklanmıştır.

7 Şubat 1870’te, Avusturya’daki Penzing’de doğmuş, Viyana’da büyümüştür. Tıp öğrenimini 1895’te tamamlamıştır. İlk doktorluk yıllarından itibaren hastayı çevresiyle olan ilişkileri içerisinde ele almak gerektiğini vurgulamıştır. 1921 yılından sonra çocuk rehberliği klinikleri kurmaya başlamıştır. Avrupa ve ABD’de dersler vermiştir. 28 Mayıs 1937’de, İskoçya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında hayatını kaybetmiştir.


İnönü Korkmaz, 1974 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da, lisans ve yüksek lisans eğitimini ise İngiliz Dili Eğitimi alanında Edirne’de tamamladı. 2009 yılında Trakya Üniversitesi, Mütercim Tercümanlık bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamadan önce on yıl boyunca özel bir dil kursunda İngilizce öğretmenliği yaptı. 2016 yılında İstanbul Üniversitesi, Çeviribilim bölümünde doktora öğrenimini tamamlamış olup halen Trakya Üniversitesi, Mütercim Tercümanlık bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Teknik Çeviri, Çeviride Bilgi Teknolojileri ve Çeviribilime Giriş gibi lisans düzeyinde dersler vermektedir ve bu alanlarda çeşitli bilimsel makale, kitap bölümü ve sempozyum bildiri metinleri bulunmaktadır. Yayınevimiz tarafından yayımlanan Hint Mitolojisi, Yunan ve Roma Mitolojisi, Babil Mitolojisi, Bir Nefeste Matematik, Para: Deniz Kabuğundan Sanal Paraya kitaplarının çevirmenidir. Ölüm Kavşağı, Modem Zamanlar 2.0, İnsan Cephesi, Yetişkinler, Makine Öğrenmesi gibi çevirileri de bulunmaktadır. Kendisi ayrıca Teknik Metinlerde İşlevsellik: Kullanma Kılavuzlarının Çevirileri adlı kitabın yazarıdır.

Yazarın Önsözü

Bu kitap, kamuya bireysel psikolojinin esasları hakkında genel bilgi sağlama girişiminin bir ürünüdür. Aynı zamanda bu ilkelerin pratik uygulamalarının, bireyin tüm dünya, yakın çevresi ve hatta özel hayatının düzenine dair gündelik ilişkilerinde nasıl yürütüldüğünün ispatı niteliğindedir. Kitap, Adler’in Viyana Halk Enstitüsü’nde (People’s Institute) bir yıl boyunca her yaştan ve meslek grubundan yüzlerce kadın ve erkeğe verdiği derslerin notlarını temel almaktadır. Kitabın amacı bireyin yanlış davranışının nasıl sosyal ve müşterek hayatımızı etkilediğine dikkat çekmek, dahası bireye kendi hatalarını fark etmeyi öğretmek ve son olarak, bireye müşterek hayata nasıl uyum sağlamayı başarabileceğini göstermektir. İş hayatında ya da bilimde yapılan hatalar pahalıya mal olabilir ve çok vahim sonuçlar doğurabilir. Ancak hayatın yürütülmesinde yapılan hatalar genellikle hayatın kendisi için tehlikelidir. Bu kitap da insanın kendi doğasını daha iyi anlamasına yönelik gelişimine ışık tutmaya hizmet etmektedir.

ALFRED ADLER

Giriş

“İnsanın kaderi ruhuna bağlıdır.”

Herodot

İnsan doğasını inceleyen bilime aşırı kibir ve küstahlıkla yaklaşmak mümkün değildir. Aksine, bu işle uğraşanların belirli ölçüde tevazu sahibi oldukları ortadadır. İnsan doğasının sorunu muazzam bir görev ortaya koymasıdır. Çözümüyse hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri kültürümüzün gayesi olmuştur. Yalnızca rasgele uzmanlar geliştirmek amacıyla sürdürülemeyecek bir ilimdir. Asıl amacı, insan doğasının her bir insan tarafından anlaşılması olabilir. Bu ise incelemelerinin belirli bir bilimsel gruba ait olduğunu düşünen akademisyenler için çok hassas bir durumdur.

Yalıtılmış hayatımız yüzünden hiçbirimiz aslında insan doğası hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz. Eski zamanlarda, insanoğlu için günümüzdeki kadar yalıtılmış hayatlar sürdürmek imkânsızdı. Çocukluğumuzun en başından bu yana insanlıkla çok az bağlantıya sahibiz. Aile bizi yalıtır. Bütün yaşam tarzımız yakın çevremizle gerekli olan yakın teması engeller ki bu temas insan doğasını bilme sanatının ve insan doğası ilminin gelişimi için önemlidir. Yakın çevremizle yeterince temasta olmadığımız için onların düşmanı oluruz. Sırf insan doğasını yeterince anlayamadığımız için onlara karşı davranışımız çoğu zaman yanlış anlaşılır ve haklarındaki yargılarımız yanlış çıkar. İnsanların sadece toplumda değil, aile gibi çok küçük bir çevrede bile yabancı gibi davrandıkları için birbirlerinin yanlarından geçtikleri, çok farklı tellerden çaldıkları ve bağlantı kurmada başarısız oldukları sıkça tekrarlanan bir gerçekliktir. Ebeveynlerin çocuklarını anlamadıklarından, çocukların da ebeveynleri tarafından yanlış anlaşıldığından daha sık karşılaşılan bir şikâyet yoktur. Yakın çevremizdekilere karşı tutumumuz onları anlamamıza bağlıdır. Bu nedenle onları dolaylı olarak anlama zorunluluğumuz sosyal ilişkinin temel bir ilkesidir. İnsanlar, insan doğası hakkında yeterli bilgiye sahip olsalardı birlikte daha rahat yaşarlardı. İşte o zaman, rahatsız edici sosyal ilişkiler engellenebilirdi. Bildiğimiz kadarıyla ancak birbirimizi anlamadığımız için yüzeysel ikiyüzlülüklere maruz kaldığımızda talihsizlikler mümkün olmaktadır.

Artık amacımız, böylesine büyük bir alanda, tam bir bilimin temellerini oluşturmak üzere problemin neden tıbbi bir yaklaşımla ele alındığını açıklamaktır. Ayrıca, insan doğasının bu ilminin hangi temel dayanaklarının olması ve hangi problemleri çözmesi gerektiği, bunlardan ne gibi sonuçların beklenebileceği de açıklanmaya çalışılmıştır.

Öncelikle psikiyatri, insan doğası üzerine muazzam bir bilgi birikimi gerektiren bir bilim dalıdır. Psikiyatrist, nevrotik hastasının ruhu hakkında olabildiğince çabuk bir şekilde doğru bir içgörüye ulaşmalıdır. Tıbbın bu belirgin alanında, ancak hastanın ruhunda neler olup bittiğinden tam olarak emin olduğumuzda onun hakkında yargıda bulunabilir, onu tedavi edebilir ve uygun ilaçları verebiliriz. Burada yüzeyselliğe yer yoktur. Yapılacak hatanın cezası çabucak görülür ve rahatsızlığın doğru anlaşılması tedavide başarıyla taçlandırılır. Diğer bir deyişle insan doğasına dair bilgimiz hakkında çok etkin bir sınav ortaya çıkar. Sıradan hayatta, başka bir insan hakkındaki yargıda gerçekleştirilen hatanın ardından dramatik sonuçlar ortaya çıkmak zorunda değildir. Çünkü bu sonuçlar hata yapıldıktan çok sonra, aradaki bağlantının bariz olmadığı bir zamanda ortaya çıkabilir. Çoğu kez, yakın bir arkadaşı bir kez yanlış yorumladıktan sonra talihsizliklerin nasıl onlarca yıl birbirini takip ettiğini görüp şaşırırız. Bu gibi üzücü olaylar bizlere insan doğası hakkında her insanın işe yarar bilgiler edinmesi gerektiğini öğretiyor.

Sinir hastalıklarına dair araştırmalarımız, bu hastalıklarda bulunan ruhsal anormalliklerin, komplekslerin ve hataların aslında normal bireylerin aktivitesinden yapı olarak farklı olmadığını ispatlamaktadır. Aynı unsurlar, aynı temel dayanaklar ve aynı hareketler tetkik edilmektedir. Tek fark sinir hastasında bunların daha belirgin olması ve daha kolay fark edilmesidir. Bu keşfin avantajı, anormal vakalardan öğrenebilmemizi, normal ruhsal hayattaki ilgili mekanizmalar ve karakteristiklerin keşfedilmesi için bakışımızın keskinleşmesini sağlamasıdır. Tek sorun herhangi bir meslek için gereken eğitim, heves ve sabır meselesidir.

Bu konudaki en büyük keşif şu oldu: Ruhsal hayatın yapısının en önemli belirleyici faktörleri çocukluğun ilk günlerinde oluşur. Özünde çok gözü pek bir keşif değildi. Benzer keşifler her dönemin büyük araştırmacıları tarafından yapılmıştır. Bu konudaki yenilik ise belirleyebildiğimiz kadarıyla çocukluk deneyimlerini, izlenimlerini ve tutumlarını ruhsal hayatın sonraki olgularıyla tartışmasız ve sürekli bir örüntüde birleştirebilmemizde yatıyordu. Bu sayede, çocukluğun ilk dönemlerindeki deneyimleri ve tutumları erişkin bireyin hayatında daha ilerideki dönemlere ait deneyimler ve tutumlarla karşılaştırabildik. Bu bağlamda asıl önemli keşif, ruhsal yaşamın tekil dışavurumlarının asla kendi başlarına yeterli varlıklar olarak görülmemesi gerektiğiydi. Bu tekil dışavurumları en iyi biçimde anlamamız için onları bölünmez bir bütünün kısmi boyutları olarak değerlendirmemiz gerektiğini öğrendik. Ayrıca, tekil dışavurumların genel faaliyet akışındaki, genel davranış örüntüsündeki yerlerini belirlediğimizde ve yine ancak bireyin bütün yaşam tarzını keşfedip çocukluk tutumlarının örtülü hedefinin erişkinlikteki tavırlarının amacıyla tamamen aynı olduğunu belirlediğimizde bu dışavurumları en iyi biçimde değerlendirebileceğimizi öğrendik. Kısacası ruhsal hareketler bakış açısından bakıldığında hiçbir değişikliğin yer almaması, şaşırtıcı bir netlikle kanıtlanmıştır. Belli başlı ruhsal olguların dış yapısı, somutlaşması ve kelimelerle ifade edilmesi değişebilir fakat temel ilkeleri, hedefi, dinamikleri ve ruhsal yaşamı nihai amacına götüren diğer her şey değişmeden kalmıştır. Zihni sürekli şüphe ve güvensizlikle dolu olan ve her girişimi onu toplumdan yalıtmaya yönelen kaygılı karakterdeki erişkin bir hasta, hayatının üçüncü ya da dördüncü yılındakiyle aynı karakter özellikleri ve ruhsal hareketleri gösterir. Gerçi çocukluk basitliğinde bu hareketler ve özellikler daha şeffaf biçimde yorumlanır. Bu sebeple araştırmamızın büyük bir kısmında tüm hastaların çocukluğuna yöneltmeyi ilke edindik. Böylece, çocukluğunu bildiğimiz erişkin birinin özelliklerini çoğunlukla onlar bize anlatmadan ortaya çıkarabilme becerisi geliştirdik. Bir yetişkin olarak kendisinde gözlemlediklerimizi, çocuklukta tecrübe ettiklerinin doğrudan yansıması olarak görüyoruz.

Bir hastanın çocukluğuna dair en canlı hatıraları dinleyip bunları nasıl doğru bir biçimde yorumlayabileceğimizi bilirsek kişinin günümüzdeki karakter örüntüsünü büyük bir doğrulukla yeniden kurabiliriz. Bunu gerçekleştirirken bireyin çocuklukta geliştirdiği davranıştan sapma göstermesinin çok zor olduğu gerçeğinden yararlanırız. Çok az sayıda birey, her ne kadar yetişkinliklerinde kendilerini tamamen farklı durumlarda bulsalar da çocuklukta edindikleri davranış örüntülerini değiştirebilmişlerdir. Yetişkinlik hayatındaki tutum değişikliğinin mutlaka bir davranış örüntüsü değişimi anlamına gelmesi gerekmez. Ruhsal hayat kendi temelini değiştirmez. Birey aynı faaliyet sırasını hem çocuklukta hem de erişkinlikte korur ve bu da aynı zamanda, hayattaki amacının da değişmediği sonucuna varmamıza neden olur. Şayet davranış örüntüsünü değiştirmek istiyorsak, dikkatimizi çocukluk deneyimlerine yoğunlaştırmamız için bir başka neden daha vardır. Bir bireyin olgunluktaki sayısız deneyim ve izlenimini değiştirip değiştirmediğimiz çok fazla fark yaratmaz. Asıl gereken, hastamızın temel davranış örüntüsünü keşfetmektir. Bu bir kez anlaşıldığında, hastanın temel karakterinin ve hastalığının doğru yorumunu öğrenebiliriz.

Böylece, çocuğun ruhsal yaşamının incelenmesi bilimimizin dayanak noktası olmuştur. Önemli sayıda araştırma da hayatın ilk yıllarının araştırılmasına tahsis edilmiştir. Bu alanda şimdiye dek hiç değinilmemiş ya da irdelenmemiş o kadar çok veri vardır ki hemen herkes insan doğasının incelenmesinde muazzam ölçüde yararlı olabilecek yeni ve değerli bir keşif yapabilecek durumdadır.

İncelemelerimiz sırf kendi iyiliği için değil tüm insanlığın yararı için var olduğundan, eş zamanlı olarak kötü karakter özelliklerini engellemenin bir yöntemi geliştirilmiştir. Üzerinde önceden hiç düşünmediğimiz halde, araştırmalarımız yıllardır katkıda bulunduğumuz pedagoji (eğitimbilim) alanına sürüklenmiştir. Pedagoji, bu alanda deney yapmak ve insan doğasının incelenmesinde değerli bulduklarını uygulamak isteyenler için tam bir hazinedir. Çünkü insan doğası gibi pedagoji de sırf kitaplardan çıkarılacak bir şey değildir. Aksine, uygulamalı hayat okulundan edinilmesi gerekir.

Kendimizi ruhsal hayatın her belirtisiyle tanımlamalı, ona adamalı ve insanlara hem sevinçlerinde hem kederlerinde eşlik etmeliyiz. Tıpkı iyi bir ressamın, öznesi olan kişinin hissettiği özellikleri portresine resmetmesi gibi. İnsan doğası ilminin, kendi hizmetinde olan birçok alete sahip, diğer sanatlarla yakından ilişkili ve onlar için yararlı bir sanat dalı olarak görülmesi gerekir. Özellikle edebiyat ve şiir sanatında sıradışı bir öneme sahiptir. İlk hedefi insanlar hakkındaki bilgimizi çoğaltmak olmalıdır. Bir başka deyişle, bu ilmin hepimizin kendimiz için daha iyi ve daha olgun bir ruhsal gelişim oluşturabilme olanağını elde edebilmemizi sağlaması gerekir.

En büyük zorluklarımızdan biri insan doğasını anlama noktasında sıradışı derecede duyarlı olan insanlarla sık karşılaşmamızdır. Lisans hazırlık düzeyinde bu alanda birkaç ders alıp kendilerini yüksek lisans seviyesinde saymayan çok az insan vardır. Hatta birilerinin çıkıp insanlık hakkındaki bilgilerini sınamalarına gücenmeyen daha da az kişi vardır. İnsan doğasını gerçekten bilmek isteyenler, sırf kendi empati hisleri aracılığıyla insanların değeri ve kıymetini tecrübe edenlerdir. Yani kendilerinin de ruhsal krizler geçirdikleri gerçeğinin farkında olanlar ya da bu tip krizleri diğerlerinde fark edebilenlerdir.

Bu durumdan, strateji ve bilgimizi kesin bir taktikle uygulamaya geçirebilmek için bir teknik bulma sorunu ve gerekliliği doğar. Hiçbir şey, bireyin yüzüne kendi ruhunun keşfedilmesi sayesinde ortaya çıkarılan katı gerçekleri vurmaktan daha nefret uyandırıcı değildir. Yine hiçbir şey bundan daha eleştirel bakışlarla karşılaşamaz. Bu bakımdan, nefret edilmek istemeyen herkese özellikle bu hususta dikkat etmesi gerektiği tavsiye edilebilir. Kötü şöhret kazanmanın en mükemmel yolu, insan doğası hakkındaki bir bilgi sayesinde elde edilen gerçeklerden dikkatsizce yararlanmak ve bunları suiistimal etmekten geçer. Örneğin, kişinin bir komşusunun karakteriyle ilgili ne kadar çok şey bildiğini ya da bildiğini zannettiğini bir akşam yemeğinde göstermek istemesi gibi. Ayrıca bu bilimin temel gerçeklerinden adeta tamamlanmış ürünler olarak bahsetmek, bilimi bir bütün olarak anlamayan kimselerin bilgi edinmesi açısından tehlikelidir. Bu bilimi anlamayanlar bile böylesi bir prosedürün kullanılmasıyla hakarete uğramış hissedebilir. Daha önce söylediklerimizi yinelemek gerekir: İnsan doğası bilimi bizleri mütevazı olmaya zorlar. Deneylerimizin sonuçlarını gereksizce ve aceleyle ilan etmememiz gerekir. Bu ancak küçük bir çocuğun kendini sergileme kaygısına ve yapabildiği her şeyi hava atarak gösterme çabasına benzer. Bir yetişkine uygun bir davranış gibi görülmesi mümkün değildir.

İnsan ruhunu bilen kişiye önce kendisini test etmesini tavsiye edebiliriz. İnsanlığa hizmet ederken ulaştığı deneylerin sonuçlarını gönülsüz bir kurbanın yüzüne fırlatmaması gerekir. Böyle yaparak ancak gelişmekte olan bir bilime yeni güçlükler eklemiş ve aslında maksadını aşmış olur. O zaman, genç araştırmacıların düşüncesiz heyecanından doğan hataların yükünü sırtlamak zorunda kalacağız. Bu yüzden, bütünün parçaları hakkında herhangi bir sonuca ulaşmadan önce, bütün hakkında eksiksiz bir görüşe varmamız gerektiği hususunda dikkatli ve bilinç sahibi olmak daha iyidir. Üstelik bu gibi sonuçlar ancak birilerine yarar sağlayacağından tam olarak emin olduğumuzda yayınlanmalıdır. İnsan karakteri üzerine doğru bir sonucu kötü bir biçimde ya da uygunsuz bir zamanda öne sürerek büyük bir kötülük yapmak mümkündür.

Değerlendirmelerimizde ilerlemeden önce birçok okurun aklına gelebilecek belirli bir itirazla yüzleşmemiz gerekiyor. Bireyin hayat tarzının değişmeden kaldığına dair yukarıda öne sürdüğümüz iddia birçok kişiye anlaşılmaz gelecektir. Çünkü bireyin hayata karşı tutumunu değiştiren birçok deneyimi vardır. Herhangi bir deneyimin birçok yorumunun olabileceğini unutmamalıyız. Benzer bir deneyimden aynı sonucu çıkarabilecek iki kişinin olmadığını göreceğiz. Bu durum, deneyimlerimizin bizi daha zeki kılmadığı gerçeğini açıklar. Kişinin bazı zorluklardan kaçınmayı öğrendiği ve diğerlerine karşı felsefi bir tutum geliştirdiği doğrudur fakat bunun sonucunda kişinin eyleme geçtiği örüntü değişmez. İleriki değerlendirmelerimiz sürecinde, insanoğlunun deneyimlerini daima aynı amaç için kullandığını göreceğiz. Detaylı inceleme, bireyin tüm deneyimlerinin onun yaşam tarzına, onun hayat örüntüsünün mozaiğine uyması gerektiğini ortaya çıkaracaktır. Kendi deneyimlerimizi biçimlendirdiğimiz neredeyse herkesçe bilinen bir gerçektir. Herkes neyi ve nasıl tecrübe edeceğini belirler. Gündelik hayatımızda insanların tecrübelerinden arzuladıkları sonuçları çıkardıklarına tanıklık etmekteyiz. Ayrıca sürekli olarak belirli bir hatayı yapan insanlar da vardır. Şayet böyle bir kişiyi yaptığı hata konusunda ikna etmeyi başarabilirseniz tepkileri de çeşitlilik gösterecektir. Gerçekten artık hatasından kaçınmanın vakti geldiği sonucuna varabilir. Bu oldukça nadir bir sonuçtur. Daha muhtemel olanı ise onun bu hatayı artık bu alışkanlıktan kendisini kurtaramayacağı kadar uzun zamandır yaptığına karşı çıkacak olmasıdır. Ya da hatası için ebeveynlerini ya da eğitimini suçlayacaktır. Hiç kimsenin şimdiye dek kendisiyle ilgilenmediğinden, aşırı sevildiğinden ya da kendisine acımasızca davranıldığından şikâyet edebilir ve hatasına bunları mazeret olarak gösterebilir. Mazereti ne olursa olsun bu kişi aslında bir tek şeyi açığa vurur ve bu da daha fazla sorumluluktan mazur görülmeyi dilemesidir. Böylece bariz biçimde haklı bir nedeni olur ve kendisine dair tüm eleştirilerden kaçınır. Kendisi asla suçlu olan değildir. Arzuladığı şeyi asla elde edememesinin tek nedeni daima başkalarının hatasıdır. Bu gibi bireylerin gözden kaçırdığı şey ise hatalarının önünü almak için kendilerinin çok az çaba sarf etmesidir. Hatalı tutumlarını sürdürmeye karşı kaygı duymaktan çok uzaktırlar. Hataları için aldıkları kötü eğitimi oldukça hararetli bir şekilde suçlarlar. Göstermeyi diledikleri müddetçe bu onlar için etkin bir mazerettir. Bir deneyimin olası birçok yorumu ve bunlardan herhangi birinden çeşitli sonuçlar çıkarabilme olasılığı, kişinin neden davranış örüntüsünü değiştirmeyip bunu deneyimlerine uygun hale getirene dek eğdiğini, büktüğünü ve biçimini değiştirdiğini anlamamızı sağlar. İnsanoğlu için yapılması en zor şey kendisini bilmek ve değiştirmektir.

İnsan doğası ilminin kuram ve tekniklerinde uzman olmayan birisi insanları daha iyi olmak üzere eğitme girişiminde büyük zorluklar çeker. Tamamen yüzeysel bir düzlemde çalışacak ve sırf bazı şeylerin dış görünüşünde değişiklikler gerçekleşti diye önemli bir şeyler başarmış olduğuna inanma hatasına düşecektir. Pratik hayattaki koşullar böyle bir tekniğin bir bireyi ne kadar az değiştireceğini ve aslında davranış örüntüsünün kendisi değişmediği müddetçe görünüşteki tüm bu değişikliklerin sadece gözle görünür ve değersiz değişiklikler olacağını göstermektedir.

Bir insanı dönüştürme işi kolay bir süreç değildir. Belirli ölçüde iyimserlik, sabır ve her şeyin ötesinde kişisel kibrin bir kenara bırakılmasını gerektirir. Çünkü dönüştürülecek olan kişi bir başkasının kibrinin nesnesi olmak zorunda değildir. Üstelik bu dönüştürme süreci değiştirilecek kişi adına haklı görünecek biçimde olmalıdır. Bu durumu kolayca şu şekilde örneklendirebiliriz: Bir yemek her ne kadar birinin hoşuna gidebilecek lezzette hazırlanmış olsa da eğer o kişi için uygun biçimde servis edilmediyse, yemek kabul edilmeyecektir.

İnsan doğası biliminin sosyal boyutu olarak adlandırabileceğimiz bir başka yönü daha vardır. İnsanlar şayet birbirlerini daha iyi anlasalardı birbirleriyle daha iyi anlaşırlardı ve daha yakın olurlardı. Böylesi şartlar altında, birbirlerini hayal kırıklığına uğratmaları ve aldatmaları imkânsız olurdu. İşte bu aldatma olasılığında toplum için çok büyük bir tehlike mevut. Böyle bir tehlikenin bu çalışmayı sunmakta olduğumuz meslektaşlarımıza gösterilmesi gerekir. Becerilerini üstlerinde uyguladıkları insanların, içimizdeki bilinmeyen ve bilinçdışı güçlerin değerini anlamalarını sağlayabilecek kapasitede olması gerekir. Hastalarına yardımcı olabilmek için insan doğasının örtülü, çarpıtılmış, kılık değiştirmiş hileleri ve aldatmacalarının farkına varmaları gerekir. Bu düşünceyle insan doğası ilmini öğrenmeli ve bu ilmi bariz sosyal amacıyla bilinçli bir şekilde uygulamalıyız.

Bu ilmin malzemelerini toplayıp uygulamak için en uygun kişi kimdir? Bu ilmi salt kuramsal olarak uygulamanın imkânsız olduğundan zaten bahsetmiştik. Sadece tüm verileri ve kuralları bilmek yeterli değildir. Çalışmalarımızı uygulamaya dönüştürmek ve bunları daha önce mümkün olandan daha net ve derin bir görüş edinecek biçimde ilişkilendirmek gerekir. İşte bu, insan doğası ilminin kuramsal yönünün asıl amacıdır. Bu bilimi ancak dışarı çıkıp hayatın içine girerek ve edindiğimiz kuramları test edip kullandığımızda canlı kılabiliriz. Sorumuzun önemli bir nedeni vardır. Eğitimimiz esnasında insan doğası üzerine çok az bilgi ediniriz ve öğrendiklerimizin çoğu yanlıştır çünkü güncel eğitim sistemi hâlâ bize insan ruhu hakkında geçerli bilgiler sunmaya uygun değildir. Her çocuk kendi deneyimlerini düzgün bir biçimde değerlendirmek ve kendisini sınıf çalışmasının ötesinde geliştirmek konusunda tamamen kendi başına bırakılmaktadır. İnsan ruhu hakkında gerçek bir bilgi edinilmesine dair herhangi bir gelenek bulunmaz. İnsan doğası bilimi, bugün kendisini kimyanın simya dönemindeki konumunda bulmuştur.

Eğitim sistemimizin çetrefilli düzensizliği yoluyla sosyal ilişkilerinden koparılmamış kişilerin insan doğası üzerine bu incelemeleri sürdürmeye en uygun oldukları sonucuna ulaştık. Son tahlilde, ister iyimser olsun isterse karamsarlıkları tarafından teslimiyete sürüklenmemiş savaşçı karamsarlar olsun kadın ve erkek tüm insanlarla uğraşıyoruz. Ancak insanlıkla temas tek başına yeterli değildir. Deneyim de olmalıdır. Günümüzün yetersiz eğitimi dikkate alındığında, insan doğasının gerçek değeri yalnızca tek bir sınıf insan tarafından anlaşılacaktır. İster ruhsal hayatın girdabına kapılıp tüm hataları ve yanlışlarına düşmüş olsun isterse kendisini bu hayata kapatıp sadece girdabın akıntısını etrafında hissedenler olsun bu grubu pişman günahkârlar oluşturur. Diğerleriyse bunu doğal olarak öğrenebilirler. Özellikle özdeşleşme kabiliyetine ve empati yeteneğine sahip olduklarında. İnsan ruhunu en iyi bilen kişi tutkularıyla yaşayan kişidir. Pişman günahkâr, günümüzde ve yaşadığımız çağda büyük dinlerin geliştiği zamanlarda olduğu kadar değerli bir türdür. Kendisi bin dürüstten daha yücedir. Peki, bu nasıl olur? Kendisini hayatın güçlüklerinin üstüne çıkarabilmiş, hayatın bataklığından kurtarmış, kendisinde kötü tecrübelerden faydalanma gücünü bulmuş ve bunların sonucu olarak kendisini yücelten birey hayatın iyi ve kötü yanlarını anlar. Hiç kimse, özellikle dürüst olanlar, bu anlayış konusunda onunla kıyaslanamaz.

Davranış örüntüsünün onu mutlu bir hayata karşı yetersiz kıldığı bir bireyle karşılaştığımızda, insan doğası hakkındaki bildiklerimizden, o bireyin hayat boyunca yanında bulundurduğu yanlış bakış açılarını yeniden düzenlemede ona üstü kapalı biçimde yardım etme görevi ortaya çıkar. Kendisine daha iyi bakış açıları sunmamız gerekir. Topluma uyarlanmış bakış açıları, mutluluğu bu fiziksel durumda elde etmeye daha müsait bakış açıları. Kendisine yeni bir düşünce sistemi vermeli, ona içinde sosyal duygu ve toplumsal bilincin önemli bir rol oynadığı başka bir örüntüyü göstermeliyiz. Amacımız onun ruhsal hayatının ideal yapısını yaratmak değil. Kendi içinde yeni bir bakış açısının, kafası karışık olan için büyük değeri vardır çünkü bundan, hatalarını yaparken nerede yanlış yaptığını öğrenir. Bakış açımıza göre tüm insan aktivitelerini bir neden sonuç ilişkisi silsilesi olarak değerlendiren katı belirlenimciler (determinist) hiç de haksız değillerdir. Nedensellik ilkesi farklı bir nedensellik halini alır. Kendini tanıma ve özeleştiri gücü hâlâ canlı olduğunda deneyimin sonuçları tamamen yeni değerler kazanır ve canlı bir motif olarak kalır. Kişi, eylemlerinin kaynağını ve ruhunun dinamiklerini saptayabildiğinde, kendini bilme becerisi daha da artar. Bir kez bunu anladığında farklı bir insana dönüşür ve bilgisinin kaçınılmaz sonuçlarından artık kurtulamaz.

Birinci Kitap

İNSAN DAVRANIŞI

Birinci Kısım

RUH

I. Ruhsal Hayat Kavramı ve Öncülü

Ruhun sadece hareket eden, yaşayan organizmalarda olduğunu düşünürüz. Ruh serbest hareketle yakın ilişki içindedir. Güçlü kökleri olan organizmaların bir ruha ihtiyacı yoktur. Duyguları ve düşünceleri, kökleri derinlerde olan bir bitkiye atfetmek ne kadar doğaüstü olurdu! Bir bitkinin muhtemelen kesinlikle kaçamayacağı bir acıyı çektiğini ya da daha sonra kaçınamayacağı bir acının içine doğduğunu düşünmek! Bir bitkinin iradesinden yararlanmadığı sonuca vararak ona akıl ve özgür irade atfetmek! Bu gibi koşullar altında, bitkinin akıl ve iradeye ihtiyaç duyduğu düşüncesi ister istemez neticesiz kalacaktır.

На страницу:
1 из 5