Полная версия
İnsanı Tanıma Sanatı
Hareket ile ruhsal hayat arasında mutlak bir doğal sonuç vardır. Bu da bitki ile hayvan arasındaki farkı oluşturur. Bu nedenle ruhsal hayatın evriminde hareketle ilişkili olan her şeyi hesaba katmalıyız. Yer değişikliğiyle bağlantılı bütün zorluklar, organizmanın hayatın meselelerine daha iyi ayak uydurabilmesi için ruhu öngörüde bulunmaya, deneyimler toplamaya ve bir hafıza geliştirmeye zorlar. O halde, en başından beri ruhsal hayatın gelişiminin hareketle ilişkili olduğunu ve ruh tarafından başarılan tüm bu şeylerin evrimiyle ilerleyişinin organizmanın serbestçe hareket edebilirliğine bağlı olduğunu saptayabiliriz. Bu hareket edebilirlik ruhsal hayatın her zamankinden daha çok kuvvetlenmesini teşvik eder, destekler ve gerektirir. Her hareketi yüklediğimiz bir bireyin var olduğunu hayal edin ve ruhsal hayatının tam durağanlık içinde olduğunu düşünün. “Serbestlik tek başına devler doğurur. Zorunluluk ise sadece öldürür ve yok eder.”
II. Ruhsal Organın İşlevi
Şayet ruhsal organın işlevini bu bakış açısıyla inceleyecek olursak kalıtımsal bir kabiliyetin evrimine, yani canlı organizmanın kendini içinde bulduğu duruma göre tepki vermesiyle savunma ve saldırı yapan bir organının varlığına itibar etmekte olduğumuzu fark ederiz. Ruhsal hayat, nihai amacı insan organizmasının varlığını yeryüzünde devam ettirmek ve güvenli bir şekilde gelişimini tamamlamasını sağlamak olan, saldırgan ve güvence bulmaya dayalı karmaşık aktivitelerdir. Şayet bu öncülü doğru olarak kabul edersek buradan ruh üzerine doğru bir kavram için gerekli olduğunu varsaydığımız başka düşünceler doğacaktır. Yalıtılmış bir ruhsal hayatın varlığını tasavvur edemeyiz. Ancak, çevresiyle derinden bağlı bir ruhsal hayatın var olduğunu farz edebiliriz. Bu öyle bir ruhsal hayattır ki dışarıdan uyarıcılar alıp bir biçimde bunlara yanıt verir, dış dünyanın yıkıcı etkilerine karşı organizmayı korumaya uygun görünmeyen gücü ve kapasitesini düzenler ya da sırf hayatını teminat altına almak üzere onu bu güçlere bağlar.
Bu durumdan aklımıza gelebilecek ilişkilerin sayısı oldukça fazladır. Bunların organizmanın kendisi, insanların tuhaflıkları, fiziksel doğaları, değerli nitelikleri ve kusurları ile ilgisi vardır. Bir gücün ya da organın değerli bir nitelik mi yoksa bir engel mi olup olmadığı tamamen göreceli bir konu olduğundan, bunlar tümüyle göreceli kavramlardır. Bunların kıymeti ancak bireyin kendisini içinde bulduğu durum üzerinden verilebilir. Bir insanın ayağının yozlaşmış bir el olduğu iyi bilinir. Tırmanmak zorunda olan bir hayvan için bu durum net bir şekilde bir dezavantajdır. Ancak düz zeminde yürümesi gereken insan için öyle avantajlı bir durumdur ki hiç kimse “yozlaşmış bir ayak” yerine “normal bir el” istemez. Aslında tüm insanların hayatında olduğu gibi kendi kişisel hayatlarımızda da aşağılıklar tamamen kötülük kaynağı olarak değerlendirilmez. Yalnızca durumun kendisi bunların değerli bir nitelik mi yoksa engel mi olduğunu belirleyebilir. Evrenin gündüz ve gecesiyle, güneşe hâkimiyetiyle, atomlarının hareket edebilirliğiyle ve insanın ruhsal hayatıyla ilişkilerinin ne kadar çeşitli olduğunu anımsarsak bu güçlerin nasıl ruhsal hayatımızı etkilediğinin farkına varabiliriz.
III. Ruhsal Hayatta Amaçlılık (Teleoloji)
Ruhsal eğilimlerde ilk fark edebileceğimiz şey, hareketlerin bir amaca yönelik olmasıdır. Bu yüzden insan ruhunun durağan bir bütün olduğunu düşünemeyiz. Bunun yerine, hareket eden bir güçler birleşimi olduğunu düşünebiliriz. Yine de bu güçler bir birim nedenin sonucudur ve tekil bir hedefi yerine getirme çabasındadır. Bu teleoloji, bir hedefi yerine getirmeye yönelik bu çaba uyum kavramına içkindir. Ancak, ruhsal hayatın içinde var olan hareketlere yöneltilmiş bir hedefi olan bir ruhsal hayatın varlığını tasavvur edebiliriz.
İnsanın ruhsal hayatı insanın hedefi ile belirlenir. Hiçbir insanoğlu düşünme, hissetme, iradesini kullanma, hayal etme gibi eylemleri, bu eylemlerin tümü belirli bir hedef doğrultusunda belirlenmeden, sürdürülmeden, değiştirilmeden ve yönlendirilmeden gerçekleştiremez. Bu sonuç, başlı başına, organizmanın kendisini çevreye uyarlama ve ona karşı tepki verme gereksiniminden kaynaklanır. İnsan hayatının bedensel ve ruhsal olguları göstermiş olduğumuz bu temel ilkelere dayanmaktadır. Ruhsal bir evrimi ancak hayatın dinamikleri ile kendi içinde belirlenmiş ve her zaman var olan bir amaç örüntüsü dahilinde tasavvur edebiliriz. Amacın kendisini değişen ve durağan olarak ifade edebiliriz.
Buna dayanarak ruhsal hayatın tüm görüngüleri gelecekteki belli bir duruma hazırlık olarak algılanabilir. Ruhsal organda, yani ruhta belli bir amaca yönelen gücün dışında bir şey olduğunu düşünmek neredeyse imkânsızdır. Nitekim bireysel psikoloji insan ruhunun tüm dışavurumlarını bir hedefe doğrultulmuş olarak değerlendir.
Bireyin hedefinin farkına vardıktan ve dünya hakkında bilgi sahibi olduktan sonra, kişinin hayatının hareketleri ve dışavurumlarının ne olduğunu ve amacı doğrultusunda bir hazırlık için bunların değerinin ne olduğunu anlamamız gerekir. Üstelik bu bireyin hedefine ulaşmak için ne tür hareketler yapması gerektiğini de bilmemiz gerekir. Tıpkı bir taşı havadan bıraktığımızda izleyeceği yolu bildiğimiz gibi. Gerçi ruh hiçbir doğa kanunu tanımaz. Çünkü her daim var olan amacı sürekli değişim içindedir. Bununla birlikte şayet birinin hep var olan bir amacı varsa o zaman her ruhsal eğilimin, sanki uyduğu doğal bir kanun varmış gibi belirli bir zorunluluğu takip ediyor olması gerekir. Şüphesiz ruhsal hayatı kontrol eden bir kanun bulunmaktadır. Ancak bu insan ürünü bir kanundur. Şayet birey ruhsal bir kanuna dair yeterince kanıt olduğuna ikna olursa, dış görünüşlerden dolayı kandırılmıştır. Çünkü o birey, durumun değişmez doğasını ve belirlenimini gösterdiğine inandığında hile yapmıştır. Eğer bir ressam resim yapmayı arzularsa, ona bütün hedeflerini gözlerinin önüne koymuş olan bir bireye dair tüm tutumları yükleyebiliriz. Sanki doğal bir kanun işliyormuş gibi gerekli tüm hareketleri kaçınılmaz bir neticeyle yerine getirecektir. Ancak, bu resmi yapmak zorunda mıdır?
Doğadaki hareketleriyle insanın ruhsal hayatındakiler arasında bir fark vardır. Özgür irade ile ilgili tüm sorular bu önemli noktaya dayanır. Günümüzde insan iradesinin özgür olmadığına inanılıyor. İnsan iradesinin kendisini belirli bir amaca karıştırır karıştırmaz ya da bağlar bağlamaz yükümlü hale geldiği doğrudur. İnsanın kozmik, hayvani ve sosyal ilişkilerindeki şartlar sıklıkla bu hedefi belirlediği için ruhsal hayatın çoğunlukla sanki değişmez kuralların kontrolü altındaymış gibi görünmesi tuhaf değildir. Ancak, örneğin bir insan toplumla ilişkilerini reddedip onlara karşı mücadele ederse ya da kendisini hayatın gerçeklerine uyarlamaktan kaçınırsa o halde tüm bu görünüşteki kurallar yürürlükten kalkar ve yeni hedef tarafından belirlenen yeni bir kanun devreye girer. Benzer biçimde toplu yaşam hayatta kafası karışmış bireyi bağlamaz ve yakın çevresine karşı hislerini yok etmeye çalışır. Böylece, ruhsal hayattaki bir hareketin ancak uygun bir hedef belirlendiğinde gereklilikten ortaya çıkacağını iddia etmemiz gerekir.
Diğer yandan, bireyin mevcut eylemlerinden hedefinin ne olması gerektiğini anlamak oldukça mümkündür. Bu çok daha önemlidir çünkü çok az sayıda kişi hedeflerinin ne olduğunu tam anlamıyla bilmektedir. Gerçek uygulamada, insanlık hakkında bilgi edinmek için izlememiz gereken şey, yöntemdir. Hareketlerin birçok anlamı olabileceğinden dolayı bu her zaman o kadar kolay değildir. Yine de bir bireyin pek çok hareketini alıp, bunları karşılaştırıp sonuçları grafiksel olarak sunabiliriz. Böylece ruhsal hayatın belirli bir tutumunun gösterildiği ve zamandaki farkın bir eğri ile belirtildiği iki noktayı birleştirerek bir insan hakkında bilgiye ulaşabiliriz. Bu mekanizmadan bütün bir hayatın birleşik bir izlenimini elde edebiliriz. Çocukluğa dair bir örüntünün nasıl şaşılacak derecede benzerlikte yetişkinlikte yeniden keşfedebileceğimizi örnek olarak gösterebiliriz.
Gelişimindeki güçlüklere karşın başarı ve saygınlık kazanmış, olağanüstü bir şekilde saldırgan karakterde olan otuz yaşındaki bir adam büyük depresyon koşullarında doktora gelir ve çalışmaya ya da yaşamaya dair hiç arzusu olmadığından şikâyet eder. Nişanlanmak üzere olduğunu ancak geleceğe büyük bir kuşkuyla baktığını açıklar. Kendisine şiddetli bir kıskançlık bulaşmıştır ve nişanının bozulması gibi büyük bir tehlike vardır. Bu konudaki düşüncesini kanıtlamak üzere ileri sürdüğü gerçekler pek inandırıcı değildir. Genç hanımı hiç kimse suçlayamadığı için, adamın gösterdiği bariz güvensizlik adamı şüphe içinde bırakmaktadır. Kendisi başka bir bireye yaklaşıp ona ilgi çekici olduğunu hissettiren fakat hemen sonrasında kurmaya çalıştıkları yakın ilişkiyi mahvedecek saldırgan bir tutum takınan çoğu insandan biridir.
Şimdi, yukarıda gösterdiğimiz şekilde, adamın hayatından bir olayı alıp mevcut davranışıyla birleştirerek hayat tarzının grafiğini çıkaralım. Deneyimimize göre genellikle ilk olarak çocukluk hatırasını isteriz. Her ne kadar bu hatıranın değerini nesnel olarak test etmenin her zaman mümkün olmadığını bilsek de. İlk çocukluk hatırası şöyleydi: Annesi ve küçük erkek kardeşiyle pazar yerindeler. Kalabalık ve kargaşadan dolayı annesi onu, yani büyük kardeşi kucağına almış. Kısa süre sonra hatasını anlayan anne onu yere indirip küçük kardeşi kucağına almış. Böylece hastamızı kalabalığın ortasında oradan oraya koşturmak zorunda bırakmış. Hastamız şaşırıp kalmış. O zamanlar dört yaşındaymış. Bu hatıranın anlatılışında, mevcut şikâyetinin bir tarifinden tahmin ettiğimiz aynı unsurları duyuyoruz. Tercih edilen kişi olduğundan emin değil ve bir başkasının tercih edilmiş olabileceğini düşünmeye katlanamaz. Aradaki ilişki bir kez kendisine açıkça anlatıldığında aşırı derecede şaşıran hastamız bu bağlantıyı hemen fark eder.
Her insanoğlunun eylemlerinin yöneltildiği amaç, çevrenin çocuğa sunduğu etkilerle ve izlenimlerle belirlenir. Her insanın ideal durumu, yani hedefi muhtemelen hayatının ilk aylarında biçimlenmektedir. Bu kadar erken bir zamanda bile belirli duyular çocukta keyif ya da huzursuzluk tepkisi uyandıracak bir rol oynar. İşte burada, her ne kadar en ilkel biçiminde temsil edilse de bir hayat felsefesinin ilk izleri yüzeye çıkmaktadır. Ruh hayatını etkileyen temel faktörler çocuk hâlâ bebek iken belirlenmiştir. Bu temeller üzerine değiştirilebilen, etkilenebilen ve dönüştürülebilen bir üstyapı kurulur. Pek çok etken, çocuğu hayata karşı kesin bir tutum takınmaya zorlar ve hayatın karşısına çıkardığı problemlere belirli türde tepki ile şartlandırır.
Bir yetişkinin karakter özelliklerinin çocukluğunda fark edilebilir olduğuna inanan araştırmacılar çok da haksız değiller. Bu durum, karakterin çoğunlukla kalıtımsal olduğu düşüncesini açıklar. Ancak karakterin ve kişiliğin bireyin ebeveynlerinden miras kaldığına dair görüş evrensel olarak zararlıdır çünkü eğitimcinin görevini engeller ve güvenini kısıtlar. Karakterin kalıtımla edinildiğini zannetmenin asıl nedeni başka bir yerde yatmaktadır. Bu bahane, eğitim görevini üstlenenlere öğrencilerinin hataları için kalıtımı suçlama gibi bayağı bir davranışla sorumluluklarından kaçma olanağı verir. Elbette bu durum, eğitimin amacıyla tamamen çelişmektedir.
Medeniyetimiz hedefin belirlenmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Ayrıca çocuk, kendisinin hem güven duygusuna hem de hayata uyum sağlamasına imkân veren arzularına ulaşmasının bir yolunu bulana dek kendini hırpaladığı sınırlar çeker. Çocuk, kültürümüzün gerçekleriyle ilişkili olarak ne kadar güvenlik talep ettiğini hayatının erken döneminde öğrenebilir. Güvenlikle kastettiğimiz şey, sadece tehlikeden korunmak değildir. Asıl kastettiğimiz, en elverişli şartlar altında insan organizmasının sürekli varoluşunu teminat altına alan ekstra güvenlik katsayısıdır. Tıpkı iyi planlanmış bir makinenin çalıştırılmasında bahsettiğimiz “güvenlik katsayısı” gibi. Bir çocuk kendisine verilen içgüdülerin doyumu için gerekli olandan “artı” bir güvenlik faktörü talep ederek bu güvenlik katsayısını edinir. Aslında bu, sakin bir gelişim için gerekenden daha büyük bir güvenlik faktörüdür. Böylece ruhsal hayatında yeni bir hareket ortaya çıkar. Bu yeni hareket çok açık bir şekilde baskınlığa ve üstünlüğe karşı bir eğilimdir. Tıpkı yetişkin biri gibi, çocuk da tüm rakiplerini geride bırakmayı ister. Önceden kendisine belirlediği hedefle eşanlamlı olan güvenlik ve uyuma ulaşmasını sağlayacak bir üstünlük elde etmek için çok gayret eder. Bu sebeple buradan, ruhsal hayatında zamanla daha çok belirginleşen bir rahatsızlık ortaya çıkar. Dünyanın artık daha yoğun bir tepki gerektirdiğini varsayalım. Şayet bu ihtiyaç anında çocuk zorlukları yenme becerisine inanmazsa görkeme duyduğu açlığı daha da belirgin kılmaya yarayan gayretli bahanelerini ve karmaşık mazeretlerini fark edebiliriz.
Bu şartlar altında en yakın hedef, çoğunlukla, daha büyük zorluklardan kaçınmak olur. Bu tipleme, hayatın gerekliliklerinden geçici olarak kaçınmak üzere zorluklar karşısında geri durur ya da onlardan kurtulmaya çalışır. İnsan ruhunun tepkilerinin nihai ve mutlak olmadığının anlamamız gerekir. Her tepki kısmidir, geçici süreliğine geçerlidir fakat hiçbir zaman bir sorunun nihai çözümü olarak görülemez. Özellikle çocuk ruhunun gelişiminde, hedef düşüncenin geçici kristalleşmesiyle uğraştığımızı hatırlamamız gerekir. Yetişkin ruhunu ölçmek için kullandığımız ölçütlerin aynısını çocuk ruhuna uygulayamayız. Çocuğun durumunda daha öteye bakmalı, hayatındaki enerjiler ve aktivitelerin kendiliğinden ortaya çıkarıp nihayetinde çocuğu yönlendirdiği amacı sorgulamalıyız. Eğer kendimizi onun yerine koyabilirsek, gücünün her bir dışavurumunun hayata son bir uyumun kristalleşmesi olarak kendisi için yarattığı ideale ne kadar uygun olduğunu anlayabiliriz. Çocuğun belirli bir şekilde davrandığını anlamak istiyorsak onun bakış açısına sahip olmalıyız. Onun bakış açısıyla ilintili his tonu çocuğu çeşitli yollara yöneltir. Bunlardan biri, karşılaştığı problemleri kolayca çözmede çocuğun kendine güvendiği iyimserlik yoludur. Bu şartlar altında çocuk, hayatın görevlerini fazlasıyla kendi gücü dahilinde gören bir bireyin özelliklerine sahip olacağı şekilde büyüyecektir. Onun durumunda cesaretin, açıklığın, samimiyetin, sorumluluğun, çalışkanlık ve benzeri meziyetlerin geliştiğine tanık oluruz. Bunun tam tersiyse kötümserliğin gelişimidir. Problemlerini çözmede kendine güveni olmayan bir çocuğun hedefini düşünün. Böyle bir çocuk için dünya epey kasvetli görünüyor olmalı. Burada korkaklık, içebakış, güvensizlik ve zayıfların kendilerini savunmak adına aradıkları diğer tüm karakter özelliklerini ve niteliklerini buluruz. Bu çocukların hedefleri, ulaşılabilir sınırların ötesinde fakat hayatın çarpışma cephesinin gerisinde kalacaktır.
İkinci Kısım
RUHSAL HAYATIN SOSYAL YÖNLERİ
Bir insanın nasıl düşündüğünü bilmek için arkadaşlarıyla ilişkisini incelememiz gerekir. İnsanın insanla ilişkisi, bir yandan evrenin doğasıyla belirlenir ve bu nedenle değişime tabidir. Diğer yandan ise bir toplum ya da ulustaki siyasi gelenekler gibi değişmez kurumlarla belirlenir. Bu sosyal ilişkileri anlamadan ruhsal aktiviteleri kavrayamayız.
I. Mutlak Gerçek
İnsanın ruhu bağımsız bir unsur gibi davranamaz çünkü ortaya çıkan sorunların sürekli çözülmesi gerekliliği ruhun hareket hattını belirler. Bu sorunlar insanın toplu yaşam mantığıyla ayrılmaz biçimde ilişkilidir. Bu grup varlığının temel koşulları bireyi etkiler. Ancak, toplu yaşamın gerçeklerinin birey tarafından etkilenmesine nadiren izin verilir. İzin verilse bile belirli bir dereceye kadar. Toplu yaşamımızın mevcut koşullarının yine de nihai oldukları düşünülemez. Sayıca çok fazladır, değişim ve dönüşüme oldukça meyillidirler. Nadiren, ruhsal hayatın karanlık bölgelerini aydınlatabilecek ve onu tamamen anlayabilecek durumda oluruz. Çünkü kendi ilişki ağlarımızdan kaçamayız.
Bu ikilemde başvurabileceğimiz tek şey, grup yaşantımızın mantığını bu gezegende var olduğu biçimiyle benimsemektir. Yani insan olarak, eksik örgütlenmemiz ve sınırlı yeteneklerimizden doğan hataları yendikten sonra adım adım yaklaştığımız nihai mutlak doğruymuş gibi.
Görüşlerimizin önemli bir kısmı Marx ve Engels’in tanımladığı, toplumun materyalist katmanlaşmasında yatar. Öğretilerine göre, bir halkın içinde yaşadığı teknik biçim yani ekonomik temel, bireylerin düşünce ve davranışını yani “ideal, mantıksal üst yapıyı” belirler. “Toplu yaşamının mantığı” ile “mutlak doğru” üzerine görüşümüz bu kavramlarla temelde kısmen uzlaşmaktadır. Tarihe ve bireyin hayatındaki içgörüye dair (yani Bireysel Psikoloji hakkındaki) kavrayışımız, yine de bireyin ekonomik bir durumun taleplerine hatalı bir tepki vermesinin arada sırada münasip olduğunu öğretmiştir. Ekonomik durumdan kaçınma girişimindeki birey kendi hatalı tepkilerinin yarattığı tuzakta kaçınılmaz olarak sıkışıp kalabilir. Mutlak doğruya giden yolumuz bu gibi sayısız hatadan geçecektir.
II. Toplu Yaşam İhtiyacı
Toplu yaşamın kuralları, gerçekten de soğuğa karşı korunma, evlerin inşa edilmesi gibi işler için belirli önlemleri mecbur kılan iklim kanunları kadar aşikârdır. Topluma ve toplu yaşama karşı zorunluluk biçimleri, tamamen anlamamız gerekmeyen dinsel yapılarda mevcuttur. Toplumsal kuralların kutsallaştırılması toplum üyeleri arasında bir bağ görevi görür. Hayatımızın koşulları ilk önce kozmik etkiler tarafından belirlense de bu koşullar aynı zamanda insanların sosyal ve toplumsal yaşamı tarafından şekillenir. Dahası, bunlar toplu yaşamdan kendiliğinden ortaya çıkan kanunlar ve düzenlemeler tarafından tanımlanır. Toplumsal ihtiyaç insanlar arasındaki bütün ilişkileri düzenler. İnsanın toplumsal yaşamı bireysel yaşamından daha önce gelir. Medeniyet tarihinde temelleri toplumsal olarak atılmamış hiçbir yaşam formu bulunamaz. İnsanoğlunun hiçbir üyesi, bir insan topluluğunun dışında ortaya çıkmamıştır. Bu durum kolaylıkla açıklanabilir. Bütün hayvanlar âlemi, türlerin kendini koruma mücadelesinde aciz olan üyelerinin sürü hayatı sayesinde ygüç kazanmalarıyla sonuçlanan temel kanunu sergilemektedir.
Sürü içgüdüsü insanlığa şu amaçla hizmet etmiştir: Çevrenin zorluklarına karşı geliştirdiği en güçlü araç, özünde toplumsal hayat gereksiniminin bulunduğu ruhtur. Darwin uzun zaman önce hiç kimsenin yalnız yaşayan zayıf hayvanlar göremeyeceği gerçeğine dikkatleri çekmiştir. İnsanı da bu zayıf hayvanlar arasında saymak zorundayız çünkü tıpkı onlar gibi tek başına yaşayacak kadar güçlü değildir. Doğaya karşı cılız bir direnç gösterebilir. Bu gezegende varlığını sürdürebilmek için çelimsiz bedenini birçok yapay mekanizmayla desteklemek zorundadır. Bir insanın tek başına hiçbir kültür aracı olmaksızın yaban bir ormanda olduğunu düşünelim. Yaşayan diğer organizmaların hepsinden daha yetersiz kalacaktır. Diğer hayvanların hızına ya da gücüne sahip olmayacaktır. Var olma savaşında gerekli olan ne etoburların dişlerine ne işitme duyusuna ne de keskin gözlerine sahiptir. İnsan varlığını teminat altına almak için kapsamlı vasıtalara ihtiyaç duyar. Beslenmesi, özellikleri ve yaşam tarzı yoğun bir korunma programını gerektirir.
Artık neden bir insanın varlığını ancak elverişli koşullarda bulunduğunda sürdürebilir olduğunu anlayabiliriz. Bu elverişli koşullar kendisine sosyal hayatla sağlanmıştır. Sosyal yaşam bir gereksinim haline gelmiştir çünkü her bireyin grubu desteklediği bir topluluk ve iş bölümü sayesinde insan türü varlığını sürdürebilmiştir. Özünde medeniyet anlamına gelen iş bölümü, insanlık için, onun tüm sahip olduklarından sorumlu olan bu savunma ve saldırı araçlarını tek başına mümkün kılabilir. İnsan ancak iş bölümünü öğrendikten sonra kendini savunmayı öğrenebilmiştir. Doğumdaki zorlukları ve bir çocuğu ilk günlerinde hayatta tutabilmek için gereken sıradışı önlemleri düşünün. Bu bakım ve önlem ancak böylesine bir iş bölümü olduğunda uygulanabilir. Özellikle bebeklik döneminde insan vücudunun mirasçısı olduğu hastalık ve zayıflıkların sayısını düşünün. İşte o zaman insan hayatının ihtiyaç duyduğu sıradışı ölçüdeki ilgiyi yani bir sosyal hayata gereksinimi olduğu düşüncesini anlayabilirsiniz. Toplum, insanların varlığının sürekliliği için en iyi teminattır.
III. Güvenlik ve Uyum
Önceki açıklamalardan, doğanın bakış açısıyla bakıldığında insanın diğerlerine göre aşağılık bir organizma olduğu sonucuna varırız. İnsanın bilincinde bu aşağılık ve güvensizlik duygusu sürekli mevcuttur. Bu hisler kendisini doğaya uyumlu kılmanın daha iyi bir yolu ve daha üstün bir tekniğini keşfetmek üzere her daim var olan bir uyarıcı olarak hizmet görür. Bu uyarıcı, hayat tertibinde insanın durumunun dezavantajlarını üstesinden gelinip en aza indirileceği koşullar elde etmesi için onu zorlar. Bu noktada, uyum ve güvenlik sürecini etkileyebilecek ruhsal bir organ ihtiyacı ortaya çıkar. İlkel ve orijinal insan hayvanından, ona boynuz, pençe ya da keskin dişler gibi anatomik savunma araçları ekleyerek doğa ile tükenene dek mücadele edebilecek bir organizma yaratmak çok daha güç olacaktır. Ruhsal organ hemen ilkyardıma koşabilir ve insanın organik eksikliklerini telafi edebilir. Sürekli olarak yetersizlik hissinin besleyen bu uyarıcı; insanda önsezi ve tedbiri geliştirmiş, ruhunun mevcut durumuna doğru gelişmesine neden olmuştur. Düşünen, hisseden ve eyleme geçen bir organ halini almıştır. Toplum, uyum sürecinde temel bir rol oynadığından dolayı ruhsal organın en başından itibaren toplumsal yaşamın koşullarını hesaba katması gerekir. Bütün yetenekleri, özdeş bir temel üzerinde gelişmiştir: Toplum hayatı mantığı.
Doğal olarak, evrensel uygulanabilirlik gerekliliği ve mantığın özünde insan ruhunun gelişimindeki bir sonraki basamakla karşılaşırız. Ancak evrensel olarak kullanışlı olan mantıklıdır. Toplu yaşamın bir başka aracını düzenli konuşmada bulabiliriz. Bu mucize, insanı diğer tüm hayvanlardan ayrı kılar. Biçimleri açıkça sosyal kökenlerinin olduğunu ispat eden konuşma olgusu bahsi geçen evrensel olarak kullanışlı olma kavramından ayrı tutulamaz. Konuşma tek başına yaşayan bireysel bir organizma için tamamen gereksizdir. Konuşma eyleminin yararlılığı ancak bir toplum içinde ispatlanabilir. Yani konuşma toplumsal yaşamın bir ürünüdür ve toplumla birey arasındaki bir bağdır. Bu varsayımın doğruluğuna dair kanıt, diğer insanlarla ilişki kurmanın zor ya da imkânsız olduğu koşullarda yetişmiş bireylerden elde edilebilir. Bu gibi bireylerin bazıları, sıklıkla toplumla ilişkilerinden kişisel nedenlerle kaçınmıştır. Diğerleriyse içinde bulundukları şartların kurbanıdır. Her iki durumda da bireyler konuşma bozuklukları ya da zorlukları çekerler ve asla yabancı diller öğrenme becerisini edinemezler. Görünüşe göre bu bağ ancak insanlıkla olan temas güvenceye alındığında oluşturulabilir ve sürdürülebilir.
Konuşmanın insan ruhunun gelişiminde son derece önemli bir değeri vardır. Mantıksal düşünme ancak bizim kavramlar oluşturmamıza ve değerlerdeki farklılıkları anlamamıza olanak sağlayan konuşma öncülüyle mümkündür. Kavramlara biçim vermek kişisel bir mesele değildir, aksine, tüm toplumu ilgilendirir. Gerçek düşüncelerimiz ve hislerimiz onların evrensel faydalarını ancak önceden belirlediğimizde akla uygun gelebilir. Güzel olan şeyden aldığımız keyif güzeli tanıma, anlama ve hissetmemizin ortak olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere düşünceler ile kavramların kökeni tıpkı sebep, anlayış, mantık, etik ve estetik gibi insanın sosyal hayatında bulunmaktadır. Aynı zamanda amaçları medeniyetin parçalanmasını önlemek olan bireyler arasındaki bağı oluştururlar.
Ayrıca, arzu ve istenç, insanın bir birey olarak sahip olduğu konumun farklı boyutları olarak yorumlanabilir. İstenç yalnızca yetersizlik hissinin emrinde bir eğilim, tatmin edici bir uyum hissinin elde edilmesi için bir araçtır. Birey için “istemek” bu eğilimi hissetmek ve onun hareketine girmek anlamına gelir. İstençli ya da gönüllü olarak yapılan her eylem bir yetersizlik hissiyle başlar. Bunun çözülmesi ise bir tatmin, huzur ve bütünlük durumuna doğru ilerler.
IV. Sosyal His 1
Artık, insanın mevcudiyetini güvenceye almaya hizmet eden yasal kaideler, totem ve tabular, batıl inançlar ya da eğitim gibi her kuralın toplum kavramıyla yönetilmesi ve buna uygun olması gerektiğini anlayabiliriz. Bu düşünceyi halihazırda dinin durumunda inceledik ve topluma uyumun, tıpkı toplum durumunda olduğu gibi bireyin durumunda da ruhsal organın en önemli işlevi olduğunu gördük. Adalet ve dürüstlük olarak adlandırıp insan karakterinde en değerli olarak gördüğümüz şey, temelinde insanlığın sosyal ihtiyaçlarından ortaya çıkan koşulların yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. Bu koşullar insan ruhunu şekillendirir ve faaliyetlerine yön verir. Sorumluluk, sadakat, dürüstlük, hakikat aşkı ve benzerleri sadece toplumsal yaşamın evrensel olarak geçerli ilkesiyle tesis edilen ve sürdürülen meziyetlerdir. Bir karakterin iyi ya da kötü olduğuna toplum bakış açısıyla hükmedebiliriz. Karakter tıpkı bilim, siyaset ya da sanattaki herhangi bir başarı gibi yalnızca kendi evrensel değerini kanıtladığında takdire değer olur. Bir bireyi ölçtüğümüz kriterler onun insanlık adına genel değeriyle belirlenir. Bireyi ideal bir hemcinsinin, yani önünde duran ve genel olarak topluluğa yararlı olan görevleriyle zorlukların üstesinden gelen birinin, sosyal hislerini yüksek bir mertebeye çıkaran birinin tasviri ile karşılaştırırız. Furtmüller’ın ifadesine göre birey, “Hayat oyununu toplumun kanunlarına göre oynayandır”. Kanıtlarımız süresince, hiçbir yeterli kişinin insanlığa karşı derin bir dostluk beslemeden ve bir insan olma sanatını uygulamadan gelişemeyeceği daha da belirginleşir.