
Полная версия
Kızılderili Mitolojisi
Doğanın, evladının etrafında faaliyet halinde olan çok sayıda gizemli gücü vardır. İnsan, içinde ona kendisinin türünden olmadığını ama ondan tamamen farklı olmadığını ifade eden bir şey hisseder. Sonra da bunları duyusal tecrübeden elde ettiği tek bir kelimede bir araya getirir. Bu hissi daha kuvvetli bir şekilde ifade etmek isteyerek dilinin yapısı gereği kelimeyi ikiye katlar ya da bir sıfat veya bir sonek ekler. Ama bu kelime onun için hala pratiğe dökülmemiş bir soyutlama, düşünce kategorisi, Her Şey için kullanılabilen bir çerçeveden ibarettir. Bu, katiyen bir saygı veya kurban nesnesi değildir. Hiçbir mitte insanın kavrayabileceği kadar açık değildir. İnsanların tapınaklarına girmez. İnsan, tüm formların ardında tek bir özün olduğu inancından kendini alamaz ama insanın onu kavrayıp tanımlayacağı an geldiğinde o, buna izin vermez. Böylece insan, Titania’yı kör edenden daha gülünç bir büyüyle Tanrı’ya tapmayıp onun kendi ürettiği basit bir puttan ibaret olduğunu düşünür. Zeruana Akerana, Zend Avesta’da Ahura Mazda ile Ehrimen arasındaki ebedi mücadelenin ardında belli belirsiz görünür. Grek şairlerin sayfalarında ne Olimpos’ta taht sahibi olan ne de tanrıların çekişmesinde yer alan ama tek başına çok uzakta durup “geçmişte, şimdi ve gelecekte” bir ve her şey olan Zeus’la ilgili işaretler zaman zaman gözümüze ilişir. Yerlilerin zihninde zaman zaman ne dua ne kurban talep eden, Texas’ın yerlilerinin 1684’te Joutel’e söylediği gibi “aşağıdaki şeylerle ilgilenmeyen,”59 çağrılacak bir adı olmayan ve mitolojide asla yer almayan Görülmez Bir Ruh inancı, şüphesiz zaman zaman mevcuttu. Bu inanç, çok örtük bir şekilde ve genellikle daha vahşi kabilelerde mevcuttu. Ve hiçbir iddia, mitolojiden mahrum uluslar arasında daha saf ve daha tektanrıcı bir dinin var olduğunu varsayan bir iddia kadar dini gelişme yasalarıyla çelişemez. Amerika kıtasında ruhani bir tanrıya ibadetin kesin olarak tesis edildiği yalnızca iki örnek vardır. Bunlar, Amerika’nın doğal dinleriyle ilgili en büyük paya sahip olduğundan özellikle bahsedilmeyi hak ediyor.
Tahmin edebileceğimiz üzere buna en medeni uluslarda rastlıyoruz: Perulu Keçuvalar ve Tezcucolu Nahualar. Yaklaşık 1440 yılında Cuzco’da yeni yapılan Güneş tapınağının kutsanması için bir araya gelen büyük dini bir konseyde Inca Yupanquei’nin topluluğun önünde ayağa kalktığı ve kısmen şunları söylediği anlatılır:
“Pek çokları der ki Güneş, her şeyin Yaratıcısı’dır. Ancak yaratıcı, yarattıklarıyla uyumlu olmalıdır. Şimdi, Güneş yokken bir sürü şey gerçekleşir. Dolayısıyla o, evrensel yaratıcı olamaz. Ayrıca onun canlı olduğu tümüyle şüphelidir, zira yorulmak bilmeksizin hareket eder. O, canlı bir şey olsaydı bizler gibi yorgun düşerdi; özgür olsaydı gökyüzünün her yerinde gezerdi. O, bir ustanın gözetiminde daire çizen ipe bağlı bir hayvan gibidir; dilediği yere değil gönderilen yere gitmek zorunda olan bir ok gibidir. Size söylüyorum ki onun (Babamız ve Güneş Efendimizin) kendisini ara vermeden veya dinlenmeden günlük turunu yapmaya icbar eden ondan daha kudretli bir tanrısı ve efendisi olmalıdır.”60
Tüm varlıkların en yücesini ifade etmek için, eski Aymara ulusunca bilinen en yüce ilahların ismi baz alınarak bir isim ilan edildi: Illatici Viracocha Pachacamac. Kelimesi kelimesine: gök gürültüsü vazosu, deniz köpüğü, dünyayı var eden. Bunlar ruhun en derin dini içgüdülerinden gelen gizemli ve sembolik isimlerdir ve sonraki bölümlerde bunların gizli anlamları aydınlatılacaktır. Callao yakınında deniz kenarında bir vadiye bir tapınak yapılmıştı. Buradaki ibadetler putlar veya kurbanlar olmaksızın gerçekleştiriliyordu. Bununla birlikte İnkalar, bunun ilerisindeydiler.
İspanyollar, 1525’te Pachacamac tapınağını ziyaret ettiklerinde gudubet resimlerle süslenmiş duvarların yanı sıra, devasa bir insanı temsil eden ve kendisine dualar edilen ahşaptan yapılmış çirkin bir put buldular.61
Tezcuco efendisi Nezahualt’ın yaklaşık aynı zamanlardaki girişimiyle hiçbir şey boy ölçüşemez. Nezahualt, krallığını miras bırakacağı bir erkek çocuk için uzun zamandır atalarının tanrılarına dua ediyordu ve sunak taşları katledilen kurbanların kanlarıyla boş yere tütsüleniyordu. Prens, en sonunda öfke ve umutsuzluk içinde haykırdı: “Bu taptığım tanrılar gerçekte, konuşamayan veya hissedemeyen taş putlardan başka nedir? Cennetin, Güneş’in, Ay’ın ve Ay’ı süsleyen ve sayısız nehirleri, membaları, suları, ağaçları, bitkileri ve türlü türlü sakinleri ile yeryüzünü aydınlatan yıldızların güzelliğine bunlar sebep olmuş olamaz. Her şeyin yaratıcısı, görünmeyen ve bilinmeyen bir tanrı olmalı. O, beni tek başına teselli edip ıstırabıma son verebilir.” Gönlünden geçenleri vaktinde yerine getirip bu inancını kuvvetlendirerek göğün dokuz katını temsil etmesi için dokuz kat yüksekliğinde bir tapınak yaptırmış ve bunu “Bilinmeyen Tanrıya, Sebeplerin Sebebi”ne adamıştır. Takdir ettiği bu tapınak, hiçbir zaman kanla kirlenmediği gibi çevresine de hiçbir zaman put dikilmemiştir.62
İki durumda da daha saf başka bir dinin, rağbet görenin yerine ikame teşebbüsüne rastlanmamıştır. İnka, güneşin erkek kardeşi olarak tebaasının saygısını görmeye devam etti ve bu ışık saçan nesneye düzenli bir şekilde tapınılmaya devam edildi. Tezcuco prensi, ulusal tanrılarına gereken saygıyı göstermeye devam etti ve hatta savaş tanrısının sunağında tutsakların göğsüne bıçak saplamaktan geri durmadı.63 Bu örnekler, her zaman mevcut olan bu tektanrıcılığın “çoktanrıcılıkla çelişmeyen, aksine dini duygularda yaşayan bir sezgi olduğunun” tezahürleriydi. Bu örtük ama gerçek olan ayrım iyice anlaşılırsa “ebedi”, “kadiri mutlak”,” görünmez”, “tapılası” gibi sıfatların; “Her Şeyi Yaratan ve Şekillendiren”, “Hayatın Annesi ve Babası”, “mükemmellik ve birlik içinde eksiksiz Tek Tanrı”, “var olan her şeyin Yaratıcısı”, “Dünyanın Ruhu” gibi unvanların Azteklerde, Haitililerde, Arukanlılarda, Lenni Lenape’de ve diğerlerinde kullanıldığına ve kesinlikle yerli kökenli olduğuna rastlamak bizi şaşırtmayacaktır.64 Bunların tamamen çoktanrıcı bir tapınma içinde kullandıklarını öğrenmek çelişkili gelmeyecektir. Haklarındaki genel kanılardan uzak duracağız ve bunları tektanrıcılık kelimesinin her iki teorik anlamında da bir tektanrıcılık kanıtı olarak göstermek gibi bir yanlışlığa asla düşmeyeceğiz. Aslına bakarsanız, en medeni uluslarda bile bu unvanlar belirli bir tanrıya atfedilmemişti. Bunlar, rahipler ve bazı tanrıların fanatikleri tarafından onu onurlandırmak için kullanılan abartılı övgü ifadeleriydi. Bu ifadeler, bizi sınırlandıran bir ilah anlayışıyla ilgili bir şeylere işaret eder ama tek Tanrı’nın kabul edilmesi lehine hiçbir şeyi ispatlamaz. En yüce ve ilk ilke inancının ne kadar derin olduğuna örnek oluştururlar ama bunun öğretide veya uygulamada var olan bir gerçek olduğunu zannetmemiz için hiçbir gerekçe sunmazlar.
Bu farklı fikirlerin karıştırılması, yerli inançlarıyla ilgili çok fazla yanlış anlaşılmaya yol açtı. Bununla birlikte bir diğer kritik hata, bu inançları düalist bir yapıya sokmaktı. Dünyanın, bir tarafta melekler ordusuyla iyi ruh ve diğer tarafta iblis sürüsüyle şeytani olanın bitmek tükenmez mücadele alanı, insanın da tüm darbeleri yiyen talihsiz futbol topu gibi temsil edildiği bir anlayış. Tarihi kökenlerini eski İran’ın Zerdüştlerinden alan bu görüş, barbar uluslarca bilinmez. “Şeytan düşüncesi”, Jacob Grimm’in haklı olarak ifade ettiği gibi, “tüm ilkel dinler için yabancıdır.” Gerçi Profesör Mueller, Amerika dinleriyle ilgili hacimli çalışmasında bu sözü uygun bularak alıntıladıktan sonra kendini beğenmiş bir şekilde, ilahları iyi veya kötü ruhlar olarak sınıflandırmaya devam eder!65
Amerika’nın yerel dinleriyle ilgili her çalışmada sorgusuz sualsiz kabul edilen bu görüş, kısmen kırılması zor düşünce kalıplarından, kısmen yerli kelimelerinin yanlış çevirilerinden, kısmense ilk misyonerlerin “putperestlerin tanrıları şeytandır” yönündeki aksiyomundan kaynaklanır. Gerçi bu araştırmacıların kendi eserleri, kendi hayal güçlerinden kaynaklı böyle bir ayrımın olmadığına dair inandırıcı kanıtlar sunar. Rahip Bruyas’ın “Şeytan, bir yılan şekline büründü” cümlesinde “şeytan” terimini İrokua diline çevirmek için kullandığı aynı kelimeyi (otkon) “dirilişte ruh olacağız,” cümlesinde “ruh” için kullanmak zorunda kalır66 ki bu, herhangi bir yerli kelimeyle kötü ruh fikrini ifade etmenin ne kadar imkânsız olduğunu gösteren son derece güldürücü bir örnektir. 1570’te Rahip Rogel, Savannah Nehri yakınındaki kabileler arasında çalışmalara başladığında onlara taptıkları ilahın tüm kötü şeyleri seven bir şeytan olduğunu ve onların ondan nefret etmesi gerektiğini söylemiştir; onu dinleyenler, bunun üzerine durumun bununla hiç ilgisi olmadığını, onun kötü varlık diye adlandırdığı şeyin tüm iyi şeyleri gönderen güç olduğunu söyleyerek misyonerin yanından öfkeyle ayrılmışlar.67
Winslow’un 1622’de yazılan “Good News from New England” adlı eserinden bir pasaj, bu yanlış görüşü desteklemek için sık sık alıntılanır. Yazar, Kızılderililerin Kiehtan dedikleri iyi bir güce ve Hobbamock veya Hobbamoqui diye isimlendirdikleri “anlayabildiğimiz kadarıyla Şeytan olan” başka bir güce taptıklarını söyler. Bu isimlerden ilki, bir Algonkin lehçesi olan dillerinde sona gelen bir n harfiyle “harika” anlamına gelir ve muhtemelen Kittanitowit’in (büyük manito) bir kısaltmasıdır. Bu, Roger Williams ve diğer eski yazarlar tarafından zikredilen muğlak bir ifade olup kişileştirilmiş herhangi bir tanrının unvanı değildir.68 Kötü gücün karşılığı olmaktan çok uzak olan ikincisi, Winslow’un kendi ifadesine göre, hastalıkları iyileştiren, avda insanlara yardımcı olan ve koruyucuları olarak rüyalarında onlara gözüken merhametli bir tanrıydı. Dolayısıyla Dr. Jarvis, çok haklı bir şekilde, kelimenin kendisinin işaret ettiği üzere bunun “her Kızılderili’nin taptığı oke yani koruyucu ilah” anlamına geldiğini açıklamıştır.69
Böylelikle pek çok durumda, bir ulusun daha iyi bir ilahı ihmal etmek pahasına kendisine dua ettikleri kötü ilah olarak bildirilen şeyin, gerçekte kabul edilen en yüce güç olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Buenos Aires’in Pampas bölgesindeki bazı kabilelerin taptığı ve onların kötücül ilahı olduğu söylenen Juripari, aslında onların dillerinde genel anlamda ruhani varlığı ifade eden tek isimdir; Arukanyalıların mitolojilerinde zaman zaman kötülüğün babası olarak bahsedilen Aka-kanet, rahipler aracılığıyla yardımına başvurulan, Ülker takımyıldızındaki tahtından yeryüzüne meyveler ve çiçekler gönderen iyi kalpli bir güçtür ve kendisine “büyükbaba” olarak hitap edilir.70 Peruluların Çupay’ı, Prescott’un inanmamızı istediği gibi “kötülüğün belli belirsiz somutlaşması” katiyen değildi, basitçe ve yalnızca ölüm tanrılarıydı. Panteonlarının Plüton’uydu ve Meksikalıların Mictla isimli ilahının dengiydi.
Bu konuyla ilgili kanıt gerçekten ikna edicidir. Cizvit misyonerleri, kuzey kabilelerinin dinlerinden bahsederken iyi ve kötü ilahlar arasında nadiren ayrım yapar. Algonkinler ve İroqualar arasında faaliyetlerde bulunmuş Morvian üyeleri, benzer tanıklıklarından bahseder: “Bir şeytan, bir karanlık prensi düşüncesini ilk kez Avrupalılar aracılığıyla sonraki zamanlarda edindiler.”71 Çerokiler de zeki bir gözlemcinin belirttiği üzere, “Kötü tanrı hakkında beyazlardan öğrendikleri dışında hiçbir şey bilmezler.72 Sözgelimi Yüce Ruh ifadesi, Çipevyanlar için hem iyi hem de kötü ruh fikrini aynı şekilde ifade eder. Onlara açıklanana kadar böyle bir ayrımdan bihaberdiler.73 On sekiz yıl boyunca bir misyoner olarak Dakotaların arasında yaşayan G. H. Pond, şöyle yazar: “Dakotaların ağzından tanrıları iyi ve kötü diye sınıflandırdıklarına dair en ufak bir ifadeye rastlayamadım. Ayrıca onları bu şekilde takdim eden kişilerin bunu düşüncesizce yaptıklarına ikna oldum, zira el üstünde tutulan eski bir genel kanıya katılmak çok doğal bir şeydir.”74
Kızılderililer, beyazlarla temas kurduktan çok kısa bir süre sonra ebedi savaşta birbirleriyle kapışan kötü ve iyi ruhlarla ilgili düşünceyi benimsediler ve bunu kadim geleneklerine soktular.
Yahudilik veya Hıristiyanlıkla ilgili benzerlikler bulma kaygısı taşıyan yazarlar, mitleri biricik teorilerine uyacak şekilde yorumladılar ve üşengeç gözlemciler için onların tanrılarını zıt sınıflara ayırmak uygundu. Bu tutum, Meksika ve Peru mitolojisi bakımından o kadar yanlıştır ki tarihçiler bunun üzerinde daha fazla ısrar etmiyor. Ancak daha barbar ve daha az bilinen kabilelerle ilgili yaygın bir hata olarak konumunu hala sürdürür.
Bu anlayışı ispatlamak için en sık alıntı yapılan mit, belki de eski İrokuaların uluslarının ilk iki erkek kardeşi arasında meydana gelen mücadeleyi anlatan mitleridir. Bu mitin yerli kökenli ve çok eski olduğuna şüphe yoktur. Tuskarora şefi Cucis’in 1825’te anlattığı versiyona göre başlangıçta iki erkek kardeş varmış: Enigorio ve Enigohahetgea. Bu isimler kelimesi kelimesine İyi Akıl ve Kötü Akıl anlamına gelir.75 Enigorio; dünyayı nazik akarsular, bereketli ovalar ve bolca meyveyle donatarak gezerken Enigohahetgea; dik yokuşlar, dikenlik alanlar ve çöller yaratarak kötü niyetle onu takip ediyormuş. En sonunda İyi Akıl, öfkeyle kardeşine saldırmış ve onu toprağa gömmüş. Enigohahetgea, toprağın derinliklerinde gözden kaybolmuş ama yok olmamış. Zira ölülerin ruhlarını teslim alarak ve tüm kötülüklerin faili olarak yeraltı dünyasının karanlık diyarlarında hala yaşıyormuş. Bunu, Huronlar arasında 1636’da misyonerlik faaliyetlerinde bulunan Rahip Brebeuf’ün aktardığı versiyonuyla karşılaştırdığımızda hikâyenin tüm gidişatının değiştirildiğini görüyoruz. Burada ahlaki ikilik yok olur, İyi Akıl ve Kötü Akıl isimleri görülmez. Ioskeha (Beyaz olan), erkek kardeşi Tawiscara (Siyah olan) ile mücadele eder. Hıristiyan etkisinin iki yüzyıllık süre zarfında hikâyeye asli amacına yabancı bir anlam verdiğini derhal anlıyoruz.
Meşhur bir yazara göre “her zaman büyük bir yılanın, kötü bir ruhun düşmanı olarak anlatıya yerleştirilen”76 Algonkin kahramanı Manibozho ile ilgili anlatı da böyledir. Bu, pek çok hayvanı yendikten sonra bu ünlü büyücünün hünerini yılanların prensi üzerinde denediği anlamına gelir. Manibozho, büyük bir tufana ve dünyanın yok olmasına yol açan uzun bir mücadeleden sonra zaferi elde eder. Bu anlatı için elimizdeki ilk kaynak, Cusic’ten bile geç tarihlidir ve hala hayatta olan Bay Schoolcraft’a aittir. Tufanın efsanevi sebebi, Rahip Le Jeune’ün 1634’te anlattığına göre oldukça farklıdır. Bu versiyonda bir yılandan bahsedilmez. Ayrıca, daha sonra göreceğimiz üzere yılan ne Algonkinler ne de diğer Kızılderililerde bir kötülük simgesi değil, hatta tam tersidir.77
Böylesi görüşlerin görece geç tarihlerde yerlilerin efsanelerine girişleriyle ilgili Kiçelerin on yedinci yüzyılda yazıya geçirilen mitlerinde dikkate değer bir kanıt bulunuyor. Bu mitlerde yukarı ile aşağı dünyanın hükümdarlarının mücadeleleri, ilklerin Xibalba’ya (Hayaletler Diyarı) inişi ve oranın efendilerine (Bir Ölüm ve Yedi Ölüm) karşı zaferleri anlatılır. Yazar, kendisine açık bir şekilde Şeytan ve onun yardımcılarını çağrıştıran ikincisiyle ilgili şöyle yazar: “Eski zamanlarda çok güçlü değillerdi. Bunlar yalnızca, insanları rahatsız eden düşmanlardı ve aslında tanrı olarak görülmüyorlardı. Ama ortaya çıktıklarında korkunçtu. Bunlar sorun ve uyuşmazlığa sebep olan kötülüktü.” Çevirmenleri çok farklı bir şekilde etkilemiş gibi duran bu pasajda yazar, Hıristiyan dininin Şeytan’a ve onun müttefiklerine atfettiği yüce gücü, bunların putperestlik alemindeki benzerlerine (ölüler dünyasının yöneticileri) atfedilen çok daha zayıf olan güçle karşılaştırıyor gibi duruyor.78
Ufak bir muhakeme, yerlilerin dinlerinde olduğu hayal edilen böylesi bir düalizmin yerli kaynaklı olamayacağına en kuşkucuları bile ikna edecektir. İlkel insanın tanrıları, tamamen insan dış görünüşüne sahip varlıklardır. Bu tanrılar, insanlarla cinsel ilişki yoluyla kazandıkları dış görünüşlerle resmedilir. Bunlar, insanın düşmanları veya arkadaşlarıdır, zira insan ya onların gönlünü kazanır ya da onlara hakaret eder. Hiçbir insan, en azından yabani bir insan, ilgisizliğe ve zarara rağmen nazik ve hayırsever değildir. Sebepsiz yere ve sürekli olarak şeytani de değildir. Kişisel, ailevi veya ulusal kan davaları, bazılarını diğerlerden daha düşman hale getirir ancak insan, kendi çıkarlarını koruma arzusuyla kendi iyiliği için kötülükten asla zevk almaz. Sözgelimi ölüm, hastalık ve tehlike tanrıları asla şeytani bir doğaya sahip değildi. Diğer taraftan en merhametli ilahlar kendi törenlerinin ihmal edilmesini şiddetle cezalandırmaya meyilliydi. Ahlaki ikilik yalnızca, iyi ve kötü fikirlerinin keyif ve acı fikirleriyle eş anlamlı olmadığı zihinlerde ortaya çıkabilir, zira tamamen iyi veya tamamen kötü bir doğa algısı bu ifadelerin daha yüce yani ahlaki anlamda kullanılmasını gerektirir. Sonuç olarak Kızılderililerin birçok ilahının, bu bakımdan Antik Yunan ve Roma’nın tanrılarından daha güçlü bir zıtlık oluşturmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Üçüncü Bölüm
Kutsal Sayıların Kökenleri ve Uygulamaları
Dünyanın kadim dinleri hakkında bilgi sahibi olan herkes; birtakım sayılara gizemli güçler atfedildiğini, bu sayıların nasıl geleneklerin ve merasimlerin bir bakıma ölçütü ve biçimlendiricisi haline geldiğini, aritmetiksel değeriyle katiyen bağlantılı olmayan bir sembolik anlama sahip olduğunu fark etmiş olmalı. Sözgelimi pek çok Doğu dininde, Yahudilik de bunlar arasındadır, yedi en kutsal sayıdır ve yediden sonra dört ve üç gelir. En dikkatsiz okurlar bile, İbrani kutsal kitaplarında yedi sayısının çok fazla bağlantı içinde kullanıldığını gözlemlemiş olmalı. Niçin diğer sayılar değil de bu sayıların seçildiği net bir şekilde açıklanmamıştır. Bunları kutsal yapan özellik, tarihöncesi dönemlere uzanır ve dini duyguların ilk defa ifade edilmesiyle yaşıt olmalıdır. Kızılderililerin dininde yalnızca bir tanesi (dört) önemlidir. Ancak bu önem, öylesine belirgin ve kapsamlıdır ki araştırmalarımın çok erken bir döneminde bunun benimsenme sebebi ortaya çıkarılabilirse bu dinlerle ilgili kafa karışıklığının büyük kısmının ortadan kalkacağına ikna olmuş hissettim.
Bu önem, insan ile doğa arasındaki her yerde öne çıkan, her yerde aynı olan zaruri bir ilişkiden kaynaklı olmalıdır. Buna dört ana yöne tapınmada rastlanır.
Kızılderililer, daha önce söylediğim gibi avcıydılar. Yolu olmayan ormanlarda durmadan dolaşıyor, engin çayırlar üzerinde köpekleriyle avlanıyorlardı. Bu özellikleri beyazlara bir yetenek gibi değil, onları hatasız bir şekilde yönlendiren bir içgüdü gibi gelir. Yerliler yollarını asla şaşırmazlar. Yerlilerin karakterini derinlemesine çalışmış bir yazar şöyle söyler: “Kızılderili’nin zihninde dört ana yön her zaman vardır ve mesele kendi evi bile olsa kendisini buna uygun bir şekilde ifade eder.”79

Dört ana yönün kusursuz olarak belirlenmesi şans eseri değildir. Bu yönler her dilde belirlidir, vücudun anatomik yapısından dolayı gereklidir ve evrenin sabit yasalarından türetilir. İster gün batımına ister gün doğumuna bakalım veya geceleri yol göstermesi için parıldayan binlercesi arasından yeri sabit olan tek yıldızı arayalım, vücudumuzun ön ve arka düzlemleri, sağ ve sol elimiz paraleller ve meridyenlerle örtüşür. İnsanlar çok eski zamanlarda bu dört noktaya önem vermiş ve geceleri ıssız yerlerde bunları rehber olarak kabul edip onları tanrıları gibi görmüştür. Çok daha sonra, yüzyıllarca süren yavaş gelişim ona doğanın diğer gizemlerini öğrettiğinde (Güneş’in hareketlerinde, maddenin unsurlarında ve aritmetiğin kökenlerinde bu sayının tekrar ettiğini fark ettiğinde) bu sayılar onun için daha fazla kutsallık ifade etmeye başladı. İnsan kurumlarında ve sanatında bu sayıyı düzenleyici bir nicelik olarak benimsedi; ona yeni uygulama alanları buldu. Onun mistik anlamını hep göklere çıkardı ve son olarak felsefi düşünüşlerinde onu, evrenin gizemlerine uygun olarak, “sürekli akan doğanın kaynağı” diye adlandırdı.80
İlkel coğrafi anlayışa göre yeryüzünün şekli düzgün bir karedir. Kiçe efsanelerinde dünya, “kare şeklinde, dört parçaya bölünmüş, çizgilerle işaretlenmiş, şeritlerle ölçülmüş ve gökyüzünden dört köşesine ve dört tarafına doğru bir kordonla sarkıtılmış” bir yerdir.81 En eski arazi bölümlendirmeleri buna uygun olarak yapılıyordu. Antik Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Çin böyleydi;82 Yenidünya’da Peru devletlerinde, Arukanya’da, Muiskalarda, Kiçelerde ve Tlaskalarda dört ana yönle uyumlu şekilde bölünmüş dörtlü yönetim vardı ve ilk iki örnekte bu yönetimler isimlerini buradan alıyordu. Başlıca şehirleri (Cuzco, Quito, Tezcuco, Meksika, Cholula) kuzeye, güneye, doğuya ve batıya uzanan sokaklarla dörde ayrılmıştı. Böyle bir ayrımın kaçınılmaz sonucu olarak, başlıca hükümet görevlileri dört kişiydi; şehir ve taşra sakinleri, tüm sosyal organizasyonlar dörtlü bir yapıya sahipti. İnkaların resmi unvanı, “yerkürenin dört köşesinin efendisi” idi. Hem İnka hem de Aztek ülkesinde araziye sahip olmanın saygı gören yöntemi, dört ana yöne bir taş, ok veya meşale atmaktı.83 Meydanlara kapıları bu yönlere açılan saraylar, köşeleri bu yönleri gösteren mezarlar ve bu yönlere doğru uzanan yollar yaparak bu fikri mimarilerine uyguladılar. Bu mimari ilkeler bütün kıtada görülür. Bunlar; Yucatan’ın kutsal yapılarında, Meksika yakınlarında mezarların tam olarak merkezi höyüğün enlem ve boylamlarına denk gelecek şekilde ağaçlı yollar boyunca düzenlendiği kadim Teo-tihuacan mezarlığında kendini tekrar eder.84 Mississippi vadisinin höyüklerini oluşturanlar hakkında ne kadar bilgisiz olursak olalım, bu insanların toprak işlerini pusulanın yönlerine göre yaptıklarını biliyoruz.
Gökkubbenin bölgelerini inşaat alanı gibi değerlendirmekten daha doğal bir şey olamaz. Tarihin herhangi bir döneminde bu şekilde düşünmeden gösterişli bir yapı planlayan birinin olduğunu sanmıyorum. Gerçi bu, kökenleri ve uygulamalarıyla insan ırkının tarihinde denetleyici bir nüfuz oluşturan görünürde önemsiz olan işlemlerden biridir.
İlkel insanın düşünce yapısının bu hurafelere her zaman nasıl kaynaklık ettiği üzerine kafa yorduğumuzda şunu görüyoruz: İlkel insanın sosyal hayatı ve mimari anlayışı böylelikle bir fikre tabi olabiliyorken ayinleri ve mitlerinin bu fikrin etkisinden kurtulabilmesi söz konusu değildi. Tahmin edilebileceği üzere bu fikir, bu ikinci söylediklerimde başka herhangi bir yerde olabileceğinden çok daha canlı bir şekilde kendini gösterir. Gezginler tarafından, tüm ciddi işler için vazgeçilmez bir başlangıç olarak diğerlerinden daha fazla bahsedilen bir formül varsa o da tütün içme formülüdür. Sabitlenmiş geleneksel kural şöyleydi: İlk üfleme gökyüzüne, sonra da yeryüzünün her bir köşesine veya ana yönlere doğru olmalıdır.85 Bunlar, yeryüzünü yaratmış ve hükmetmiş ruhlardı. İlkel hayal gücü bunları ne kadar farklı şekillerde betimlerse betimlesin neredeyse tüm Kızılderili hikâyelerinde ve merasimlerinde öncü figürlerdi. Bunlar, Çipevyan büyücülerinin yeni üyelere bu zanaatın gizemlerini gösterirken çağırdıkları ilahi güçlerdi. Bunlardan dört direkli bir kulübeye, ateşin önünde duran dört tane taşın içine girmeleri; orada dört gün kalmaları ve dört şölene katılmaları isteniyordu. İşlemin her adımında bu sayı veya bu sayının katları tekrar ediliyordu.86 Bu sayı, komşuları Dakotalarda da belirgin bir şekilde kutsaldı. Ayrıca, wakan gücü ve havanın ruhlarıyla ilgili tüm hikâyelerine ve dini ayinlerine çok köklü bir şekilde yerleşmişti. Sanatçı Catlin, bir Dakota kabilesi olan Mandanların yıllık büyük festivallerinin canlı bir tarifini vermekte ve festivalin başından sonuna dek bu sayının durmaksızın tekrar edildiğini ileri sürmektedir.87 Catlin, dört ana yöne saygı duyulmasının kaynağını tespit edememiştir. Ancak o zamandan beri bu kabilenin mitlerinden elde edilen bilgiler durumun böyle olduğuna dair tüm şüpheleri ortadan kaldırmıştır.88
Ayinin bu benzerliğinde yerin yakınlığının hiçbir payı yoktu. Kriklerin cinayet hariç tüm suçların unutulduğu, sürgüne gönderilmiş suçluların ulusuyla barıştırılıp suçlarının affedildiği Busk isimli büyük anma festivalleri vardı. Bu festivallerde yeni ateşler yakıldığında ve mısırlar servis edildiğinde her dans, her dua, her merasim dört sayısının ve onun katlarının akla gelebilecek her bağlamda uygulanmasıyla şekillenmekte ve idare edilmekteydi. Gençlerin kendilerini erkeklik değerleri bakımından kanıtlamaları ve koruyucu ruhlarını bulmak için katlanmak zorunda oldukları kutsal gözetim buydu. Oruçlarında, inzivalarında, imtihanlarında da her şey dört katlı düzenleme dahilinde gerçekleşiyordu.89
Ana yönler, yalnızca bu barbar kabileler için dinin en önemli gizemlerinin temelleri değildi. Alanında çok yetkin bir uzman, Guatemala’da Miclalı Azteklerin en önemli festivallerini bir yılda dört defa kutladıklarını ve festivalin ritüellerini dört rahibin icra ettiğini anlatır. Bu festivaller, dualarla ve gökyüzü ile dört ana yöne tütsü sunulmasıyla başlardı. Rahipler, insan kurbanı tapınağın etrafında dört defa döndürürler. Sonra kurbanın kalbini sökerler ve kanı aynı yönlerde dağıtılmış dört vazonun içine doldururlardı.90 Aynı şekilde Peruluların her yıl kutladıkları dört temel festivalleri ve her yeni ayda dört günlük bir kutlamaları vardı. Aslında bu sayının tüm dini merasimlerindeki tekrarı o kadar belirgindir ki tarihçilerin ortak bir inceleme alanı olmuştur. Tarihçiler, bunu gündönümleri ve ekinoksların bilgisine yordular ancak kesinlikle daha eski tarihlere dayanır. Aynı açıklama, tüm hayatlarını bu sayının işleyişine tabi olarak yaşayan Meksikalı Nahualar için de önerildi. Anneler doğum yaptıklarında dört gün temizlenmeden bekletiliyorlardı. Bir ateş yakılıyor ve bu ateş yaklaşık dört gün boyunca canlı tutuluyordu. Çocuğun vaftizinde dört ana yönün her birine bir ok atılıyordu. Günde dört defa dua ediyorlardı, en büyük festivaller dört yılda bir düzenleniyordu ve kan bağışları pusulanın dört yönüne doğru yapılıyordu. Eskimolar, Krikler ve Algonkinlerde olduğu gibi ölümde mezarın üzerine dört günlüğüne yemek koyuyorlardı (zira tüm bu uluslar, ruhlar diyarına yolcuğun bu sürede tamamlandığını düşünüyorlardı) ve ölü için dört ay veya dört yıllığına yas tutuluyordu.91