
Полная версия
Kızılderili Mitolojisi
Tüm tedbirlere rağmen istenilen hedefe ulaşılmadığını anlıyoruz. Ulusal tarihteki en seçkin karakterler, en önemli olaylar birkaç nesil sonra unutulmaya yüz tutuyordu. Beş Ulus ittifakının oluşumunun zamanı ve şartları, on beşinci yüzyılda Ohio vadisinin höyüklerini yapanların dağılımı, fetihten bir veya iki yüzyıl öncesine uzanan Peru veya Meksika kronikleri belirsiz ve çelişik bir şekilde korunmuştur. Dolayısıyla tarihi açıdan pek bir değeri yoktur. Mitolojileri kısmen daha iyisini başarmıştır. Çünkü mitolojiler hem sık tekrarlar yoluyla hafızada taze kalmış hem de doğada öz halinde bulunduğu için ona kaynak teşkil eden hakikatlerle sürekli beslenmiştir. Unutmamak gerekir ki Kızılderili mitleri yalnızca mitlerden ibaret olup tarihin veya kahramanlarının yansıması değildir.
Bu ayrıntılardan sembolik ve fonetik sistemlerin zihindeki etkileriyle ilgili genel bir karşılaştırmaya gidecek olursak, en belirgin olanının hafıza melekesi üzerindeki zıt etkiler olduğunu söyleyebiliriz. Harfler, bütün dillerde az sayıda bulunan temel sesleri temsil ederken, semboller fikirleri ifade eder ve sayıca sonsuzdur. Bu nedenle ikinci yolu seçersek bilgi aktarımı müthiş bir çaba gerektirir. Durum neredeyse şöyledir: Bir yazarın sözcüklerini tamı tamına hatırlayamazsak ondan hiçbir şey alıntılayamayız. Böyle bir tarzın moda olduğu mükemmel anılar arama hakkımız var ve şu anda hayal kırıklığına uğramıyoruz. “Bu vahşiler,” diye haykırır La Hontan, “dünyadaki en mutlu anılara sahipler!” Toplantılarında her konuşmacının bütün atalarının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar etmesi bir görgü kuralıydı ve beyazlar, yerlilerin eski antlaşmaların kayıtlarını hatırlamalarını sağlayan sözel bağlılık karşısında genellikle şaşırıp kalırlar. Yerlilerin şarkıları sınırsızdır. Bir Kızılderili’nin çeşitli konularda iki yüz şarkı söylediği kayıtlara geçmiştir.16 Böylesi bir durum, bize büyük Humboldt’un şu güzel ifadesini hatırlatır: “İnsan, şarkı söyleyen türlerden birine ait bir hayvan olarak kabul edilir. Ancak notaları her zaman fikirlerle ilişkilendirilir.” Eski Meksika’nın kamu okullarında eğitim gören gençler (zira bu ülke, insanların eğitimi meselesini ihmal etmek şöyle dursun, bedava eğitim için binalar tesis etti ve katılımı bir dereceye kadar zorunlu kıldı) uzun nutukları, şiirleri ve duaları ezber yoluyla kolaylıkla öğreniyor ve bu durum kıtayı fetheden Avrupalıları hayrete düşürüyordu. Gördükleri durum, onlara Eski İspanya’nın üniversitelerinde görmeye alışık oldukları her şeyden üstün geliyordu. Fonetik bir sistem, düşünceyi korumak için daha kolay bir yöntem sunarak aslında zihnin hafızasını zayıflatır. Büyük Montaigne’in kavramsal karakterler kullanmış olsaydı asla söylemeyeceği şöyle bir ifadesi vardır: “Ce que je mets sur papier, je remets de ma mémoire.”17
Hafıza; şekiller veya geleneklerle kısıtlanmamış ve yeni fikir birleşimlerine her zaman açık olan bir serbest düşünce etkinliğinden çok daha önemsizdir. Bir ulusa serbest düşünce etkinliği sunarsanız bu etkinlik, pusula ibresinin gemiyi limana götüreceği kadar kesin bir yoldan ulusu medeniyete yönlendirecektir. Kavramsal yazının kaçınılmaz basitliğinin ortaya çıktığı yer burasıdır. Kavramsal yazı daima ayrıntılarla uğraşır. Mısır’ın sembolik alfabesinde bakire, evli, çocuğu olmayan dul, tek çocuklu dul ve iki çocuklu kadınlar için ayrı figürler vardır. Başka hangi koşullar için var bilmiyorum ama kadın için bir işaret yoktur. Doğal olarak böyle olması gerekir. Zira semboller nesneyi göründüğü veya görünmek istendiği şekilde temsil eder, düşüncede olduğu gibi değil. Dahası daimî ezbere öğrenme mutlaka birebir tekrara ve zihinsel köleliğe yol açar.
Bir sembol anlaşıldığında, dilden bağımsızdır ve bir Arap rakamı gibi evrensel olarak geçerlidir. Ancak konuşulan dille yazılı dilin ayrımı tartışmaya açık bir avantajdır. Bu ayrım; biçimin zarafeti, tantanalı dönemler ve ifadenin inceliğiyle bir dildeki bütün kalıcı izleri anında yok eder. Dilin canlılığı, dilin biçimleri kontrolsüz dalgalanmalara bırakıldığında zayıflar. Bilgisini böyle bir kaynaktan edinen bir öğrenci için yazılı şiir, dilbilgisi, hitabet imkânsızdır.
Son olarak, vahşi nesillerden medeni nesillere aktarılan kadim figürlere körü körüne bağlılığın estetik duygusuna zarar verdiği ve zihinlerin sanattaki ve doğadaki güzelliği görmesine engel olduğu küçük Humboldt tarafından doğrulukla gözlemlenmiştir.
Dolayısıyla düşüncenin şekil ve sembollerle aktarımı, her şeyi göz önünde bulundurduğumuzda, yetersiz ve maddi eğilimleri besler ve çokbireşimli dillerin yaratıcılığı, üretim amaçlıymış gibi gözükür. Bu sistemin hafızayı güçlendirmeye yarayan telafi edici bir özelliği, buradaki garip azmi açıklamaya yardımcı olacaktır. Bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere belirli mitler, tamamen birbirinden kopmuş aileler tarafından bu azim sayesinde korunmuştur.
Dilin bu özelliği dışında Kızılderili tarihinin, türümüzün medeniyet yolunda kayda değer herhangi bir ilerleme göstermiş başka bir üyesiyle paralellik göstermeyen iki özelliği vardır.
Bu özelliklerden ilki, Kızılderililerin bir başınalığıdır. Kızılderililer ezelden beri dünyanın geri kalanından kopuk yaşadığı için hiçbir zaman çok değişken ve eski dünya uluslarının gelişimine bütünüyle önayak olan soy ve kültür geçişlerine uğramamışlardır. Kendi yollarında kendi kaderlerini çizmişler ve ellerine geçen tek şey doğal bir mülkiyet hakkı olmuştur. Kayıp On Kabile’nin, Budist rahiplerin, Gallerli prenslerin veya Fenikeli tüccarların Amerikan topraklarında ortaya çıkması ve orada kalıcı bir etkilerinin olmasıyla ilgili tüm eski hayaller, tarafsız araştırmacılar tarafından çöp kutusuna atıldı. Bay Schoolcraft ve Abbé E. C. Brasseur gibi bu hayalleri diriltmek için kalem oynatan insanları gördüğümüzde bunlara edebi bir anakronizmin ışığında üzülerek bakıyoruz.
İkinci özellik, hiçbir suretle hayvancılık yapılmamasıdır. Kıta genelinde çobanlık yapan tek bir kabile; sütü18 veya insan taşımacılığı için yetiştirilen tek bir hayvan yoktur, eti için yetiştirilenlerse çok azdır. Kızılderililer, özünde avcı bir ulustur. En medeni uluslar, temel et ihtiyacı için avcılığa bel bağlıyorlardı. Cuzco ve Meksika sarayları katı av ve orman yasaları çıkartıyordu ve belirli dönemlerde bütün nüfus, orman sakinlerine karşı genel bir sefere çıkıyordu. Avrupalı fatihler, en yoğun yerleşim bölgelerinde çok eski devasa ormanlık alanlar buldular.
Bir avcının hayatını düşünelim. Becerisi ve gücüyle vahşi hayvanların harika içgüdülerine ve hızlı algılarına karşı koyar. Algılarını doğaüstü bir keskinliğe getirmek için çalışır ama daha incelikli hisleri körelir. Tek amacı, şansı yaver giderse iaşesi için kan dökmek ve can almaktır. Mahrumiyetlere, fırtınalara, uzun yolculuklara maruz kalır; başlıca besin kaynağı ettir. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Antik Amerika’nın kroniklerinde çok sık rastladığımız insanın acı çekmesine karşı dikkat çekici umursamazlığı, kanlı ayinleri, intikamcı ruhu, yatıştırılamaz huzursuzluğu çok daha kolaylıkla kavranabilir. Akla uygun yasa, bir kasabın mahkemede ömür boyu jüri olarak kabul edilmesine karşıdır. İşte karşınızda tamamı kasap olan bir ulus.
Yumuşatıcı tek unsur tarımdı. Aztekli rahipler, av tanrısı Mixcoatl’a adanmış sunağın üzerinde insan kurbanın kalbini lime lime edip putun etrafını saran yılanı fışkıran kana buluyorlardı. Hayırsever tarım tanrıçası Centeotl’un türbesi çiçekler ve meyveler, sarı mısır başakları ve besleyici muz salkımlarıyla süsleniyordu. Ona yalnızca kansız sunaklar veriliyordu. Bu, yerlilerin düşünce yapısı için bile iki iaşe türü arasındaki zıtlığın ne kadar net olduğunu gösterir. Göçebe bir hayat yerine yerleşik bir hayatı ikame ederek, belirsiz bir koşul yerine sabit bir güveni sağlayarak ve insanlara en kazançlı faaliyet alanının yok etmede değil korumada yattığını nasihat ederek mısırın geniş dağılımını takdir edebiliriz. Mısır, onların tek tahılıydı ve Şili’nin en güneyinden ellinci kuzey enlemlerine kadar (daha kuzeyde düşük sıcaklıklar bu tahılı belirsiz bir ekin haline getirir) bu tahılın tarımı yapılıyordu. Yerlilerin efsanelerinde mısır, Yüce Ruhun bir hediyesi olarak temsil edilir (Ojibvalar), kutsal hayvanlar tarafından yeryüzü cennetinden getirilmiştir (Kiçeler), ulusun sembolik olarak anasıdır (Nahualar) ve ilk insanların biçimlendirildiği maddedir (Kiçeler).
Uluslar kadar, aynı dilin lehçelerini konuşan büyük aileler de bir bakıma her biri kendine has dış görünüme sahip olduğu için ayrılıyordu. Beyazlar, Kızılderililerin kaba gırtlak seslerini ilk kez duyduklarında, kıta genelinde birbirinden tamamen farklı yüzlerce dilin (misyonerlerin başına bela olması için Şeytan tarafından icat edildiği ileri sürüldü) hüküm sürdüğünü sık sık dile getirdiler. Bununla birlikte bu konuları inceleyenler (Vater, Duponceau, Gallatin ve Buschmann), anlaşıldığı kadarıyla Amerika bölgesinin onda dokuzunun on veya on iki öncü kökten türeyen lehçeleri konuşan kabilelerce yerleşik olduğunu gösterdi. Bunların isimlerinden, on altıncı yüzyıldaki coğrafi konumlarından ve imkânlar el verdiği ölçüde bireysel karakterlerinden kısaca bahsedeceğim.
Batıda Saint Elias Dağı’ndan doğuda Saint Lawrence Körfezi’ne kadar Kuzey Okyanusu kıyılarında yaşayanlar, Eskimolardı19 (sahilden yüz elli kilometre içerlerde nadiren görülürler). Eskimolar, eski karalar ile Yenidünya ırkları arasındaki bağlantı halkasıdır. Fiziksel ve zihinsel özellikleri bakımından ilkine daha yakındırlar. Ancak dilleri ikincisine olan yakınlıklarını açığa çıkarır. Doğuştan balıkçı, batmaz deri kayıklarıyla korkusuzca fırtınalara atılıp uzun yolculuklar yapan ve Von Baer tarafından kendilerine bahşedilen “kuzeyin Fenikelileri” lakabını sonuna kadar hak eden iki yaşamlı bir ulusturlar. Eskimolar, tahminlerin aksine, karların arasında gönlü tok, neşeli, güneşli bir iklime hasret duymayan; şarkılara, müziğe ve neşeli hikâyelere düşkün bir halktır. Bir dereceye kadar maharetli zanaatkarlardır ama bütünüyle duygusal bir varoluşa hapsolmuşlardır. Tehlikeli hayat mücadelesi onları tekeline almıştır ve mitolojileri yavandır.
Eskimoların güneyinde, Hudson Körfezi’nden Pasifik’e hatta neredeyse aşağısındaki Büyük Göller’e kadar geniş bir alana yayılan Atabasklar bulunur. Bu soya bağlı kabileler, Mackenzie Nehri’nin ağzına kadar uzak kuzeye ve hatta ters istikamette Rocky Dağları’nın her iki yamacı boyunca daha geniş bir alana yayılırlar: Columbia Nehri’nin ağzının güneyinde Oregon kıyılarındaki insan grupları. Apaçi, Navaho ve Lipan ismi altında New Mexico’nun düzlüklerine yayılırlar, neredeyse Rio Grande del Norte deltasındaki tropik ormanlara ve Kaliforniya Körfezi kıyalarına kadar uzanırlar. Bu insanların anayurtlarını terk edip orayı tümüyle unutmuş olmalarına şaşmalı. Zira anayurtları zavallı sakinlerinin hem denizin hem de toprağın mahsullerinden aynı derecede mahrum olduğu tam bir terra damnatadır. Verimli mısır tarımı, ellinci enlemin ötesine uzanmaz ve yedi derece kuzeye kadar dağların doğusunda her yerde yıllık sıcaklık sıfır derecenin altındadır.20 Burada tarım yapmak imkansızdı ve hayatı idame ettirmenin tek yolu avdan gelen belirsiz kısmetler ve buzul florasının sunduğu kıt imkanlardır. Bu yaban toprakların sakinleri; sefil, pejmürde ve korkunç biçimde vahşidirler. Dr. Richardson’ın ifade ettiği üzere “Kuzey Amerika’daki insanlık ölçeğinin en altında” bulunurlar. Güneyin daha sıcak iklimlerinde dolaşan akrabaları da onlar kadar vahşi, onlar gibi yerleşik bir hayata sapkınca düşman ve ahlaki kavramlarında onlar gibi basit ve dar görüşlüdürler. Kuzey Buz Denizi’nden Montezuma’nın imparatorluğunun sınırlarına kadar binlerce kilometre karelik alanı kaplayan elli beş enlem boyunca dağınık bir şekilde alabildiğine yayılmış bu soy, bütün alt kollarında aynı zihinsel fizyonomiyi ve dilsel özellikleri sergiler.21
Hepimizce en iyi bilinen Kızılderililer, Algonkinler ile İrokualar’dır. Bu halklar, keşifler zamanında bugün Kanada ve Birleşik Devletler’in doğusunun otuz beşinci kuzey paralellerini kapsayan bölgenin tek sahipleriydi. İrokualar; Huronlar, Tuskaroralar, Susquehannocklar Nottowayler ve diğerlerinin oluşturduğu Beş Ulus adı altında Saint Lawrence ve Ontario Gölü’nden Roanoke’a kadar olan toprakların çoğuna sahiptiler ve belki de Doğu Tennessee’nin izbe vadilerinde yaşayan Çerokiler, bu ailenin ilk soylarından biriydi.22 İrokualar; savaşçı, cesur, acımasız ve hayal gücünden yoksun bir halktı ama eşsiz bir politik zekâları vardı. Kızılderililerden daha çok Romalılara benziyorlardı ve sömürge savaşlarının öncü figürüdürler.
İrokuaların her yönden etrafını saran Algonkinler, bahsi geçen bölgenin geri kalan bölgelerine sahipti ve en meşhur topluluklardan biri olan Blackfeet’in hala Saskatchewan vadisi üzerinde avlandığı Rocky Dağları’nın kaynağına kadar batıya uzanıyordu. İrokualara göre daha güler yüzlüydüler. Daha ılıman davranışlara, daha canlı hayal gücüne sahiptiler. Bu özellikleriyle kendilerine, saygı ve küçümsemenin garip bir karışımıyla bakılıyordu. Bazı yazarlar, bu farkı Algonkinlerin İrokuaların yurdu olan uçsuz bucaksız kasvetli ormanların aksine açık düzlükleri tercih etmeleriyle ilişkilendirir. Tarihleri; hırslı planları, müttefiklerinin ciddiyetsizliği ve bunların devamlılıktan mahrum olmasından dolayı suya düşen pek çok büyük figürle doludur. Mesela Kral Philip komutası altında tutucu atalarına karşı savaşanlar; Pontiac’ın kışkırtmasıyla topraklarındaki bütün beyaz işgalcileri ölüme mahkûm edenler; Mississippi vadisindeki halkların son büyük savaşı için orman ve dağ klanlarını bir araya getiren Tecumseh ve Kara Şahin’in peşinden gidenler. Shackamaxon karaağacının altında kendilerine ait olanı yumuşakça elde eden demir eli öngöremeyen mülayim Lenni Lenapeler, yerinde duramayan yaban çingeneleri Şavniler, Superior Gölü ahalisi Ojibvalar ve efsaneye göre beyaz adama yüz çeviren ve karşılığında babasını ve tüm kabilesini silip süpüren darbeye sebep olan Kızılderili kızı Pocahontas Algonkinlere mensuptu.23

Bu halkların en güney karakolları ile Meksika Körfezi arasında çoğunlukla Muskogi dilini konuşan Krikler, Çoktavlar, Çikasovlar ve diğer kabileler bulunuyordu. Bunlar, daha sonraki zamanlarda Alapaş Kızılderilileri olarak isimlendirildiler. Ancak eski yazarlar, bunlar için zaman zaman “Natchez İmparatorluğu” ismini de kullanıyordu. Zira rivayete göre anayurdu Big Black ülkesi olan bu ufak kabile uzun zaman önce, Atlantik kıyısından Texas’ın içlerine kadar pek çok ulusu bünyesinde barındıran dağınık bir konfederasyonun başındaydı ve De Soto’nun seferi, bu konfederasyonun gevşek bağını koparıp bu konfederasyonu onarılamaz bir şekilde parçalara ayırmıştır. Bu rivayet doğru olsun ya da olmasın, üstün Natches medeniyeti ve dillerinin Yucatanlı Mayalılarınkiyle (Stephens ve Catherwood’un dünyaya tanıttığı şu viran şehirlerin kurucuları) benzerlik göstermesi, onlara özel bir ilgi duyulmasına sebep oluyor.24
Arkansas Nehri’nin kuzeyinde Green Bay’daki Michigan Gölü’ne kadar uzanan Mississippi’nin sağ kıyılarında ve yukarıda Batı Missouri vadisinden dağlara kadar Dakotalar yaşamaktaydı. Dakotalar, göçebe ve tarımdan hoşlanmayan bir halktır; uzun ve güçlü vücutlarıyla cüretkâr avcılar ve yiğit savaşçılardır.25 Dini görüşleri özenle incelenmiştir ve bunlar son derece ilkel ve anlaşılır olduklarından bunlardan sık sık bahsedilecektir. Siyular ve Vinebagolar, bu ailenin iyi bilinen üyeleridir.
Dr. Richardson’ın Atabaskları, Kuzey Amerika kabileleri arasında en aşağı konuma yerleştirdiğini görmüştük. Ancak New Mexico’da bu üzücü ayrıma karşı çıkabilecek bazı kabileler vardır: Meksika’nın kuzeybatısına alabildiğine yayılan Şoşoni ailesinin üyeleri olan Komançiler ve diğerleri. Bunların bir kısmının “yeryüzünde yaşayan herhangi bir insan ırklarındansa muhtemelen vahşi hayvanlara daha yakın” oldukları söylenmiştir.26 Alışkanlıkları bazı bakımlardan herhangi bir hayvanınkinden daha yabanidir. Zira insanın ahlaki düşüklüğünün veya üstünlüğünün sınırı yoktur. Gözlemci, bu soyun geçmişinde böyle bir tarihe sahip olduğundan veya geleceğinde böyle bir şeyin olma olasılığından şüphe duyduğu için mazur görülebilir. Bu hor görülmüş insanlar, akraba bir lehçe konuşur ve Anahuac imparatorluğunu kuran ve eski dünyanın en ünlü yapılarıyla rekabet eden mimari anıtları diken ünlü Aztek ulusuyla büyük ölçüde aynı kandan oldukları kesindir. Nikaragua’dan Vancouver Adası’na kadar dilinin izine rastlanan ve keskin zekâları kuzey kıtasındaki tüm medeniyetleri renklendiren bu büyük aile, Yeni İspanya’da başlıca iki gruptan oluşuyordu: Efsaneleri anayurtları olarak Guatemala dağ silsilelerine işaret eden Toltekler ve daha sonraki bir dönemde kuzeybatı kıyısından geldikleri ileri süren Nahualar. Birlikte Meksika vadisine ve civarına yerleşmişlerdi.27 Nikaragua Gölü kıyılarında ve Vera Paz Dağları’ndaki ücra topluluklar, Montezumalarınki ile rekabet eden bir medeniyet geliştirirken diğerleri, uzak kuzeyde mutlak bir barbarlık içinde kaldılar.
Aztekler, bir Maya bölgesini fethedip Orta Amerika’da, mitolojileri son yıllarda gün yüzüne çıkartılan mükemmel bir topluluk olan Kiçe İmparatorluğu’nu kurdular ve ayrıca Mayalar üzerinde belirgin bir iz bırakmış gibi gözüküyorlar. Mayalar, daha önce söylendiği üzere, Yucatan yarımadasına sahipti. Mayaların buraya aslen Büyük Antillerden geldiklerini düşünmemiz için bazı sebepler var. Ayrıca Panuco Nehri kıyılarında yaşayan Huastecaların ve Louisiana’da yaşayan Natçezlerin bunların soyundan geldikleri konusunda şüpheye yer yoktur. Mayaların dilleri Azteklerin dilinden büyük ölçüde farklıdır, ancak takvimleri ve mitolojilerinin bir kısmı onlarla ortak özelliklere sahiptir. Mayalar, yumuşak huylu ve son derece terbiyeli eski bir ulus gibi gözüküyorlar. Amerika ulusları içerisinde en gelecek vadeden çalışma alanını sunan onlardır. Taş tapınakları, sanattaki sıra dışı kabiliyetlerine hala tanıklık eder. Güvenilir bir efsane, Yucatan’ın altın çağının sonunu buranın Avrupalılar tarafından keşfinden bir yüzyıl öncesine tarihlendirmektedir. Daha önceleri burası, hükümdar yönetiminde bir krallıkmış ve uzun süreli barış ortamı güzel sanatların gelişmesine yol açmış. Ancak başkentleri Mayapan düşünce, iç anlaşmazlıklar şehirlerinin çoğunu mahvetmiş.
Kuzey ve Güney Amerika medeniyetleri arasında, ortaya konmuş hiçbir bağlantı yoktur. Güney Amerika kıtası medeniyetleri, birbirine tamamen yabancı iki kabileyle sınırlıydı: 1) İmparatorlukları Bogota civarında bulunan Muiskalar, 2) Keçuvalar ve Aymaralardan oluşan iki akraba şubeyle dillerini ve halklarını Kordilera dağlıkları boyunca ekvatordan otuzuncu güney enlemine kadar yayan Perulular. Güney Amerika kabilelerinin medeniyetlerinin çıkış noktası, Titikaka Gölü gibi gözükmektedir. Burası, iç denizlerin ve iyi sulanmış düzlüklerin avcı bir yaşamdan tarımsal bir yaşama değişimi nasıl sağladığı gösteren başka bir örnektir. Bu dört ulus (Aztekler, Mayalar, Muiskalar ve Perulular), Kızılderililer arasında bulunan insani gelişim yasaları gereğince eş zamanlı ve bağımsız bir şekilde medeniyetlerini geliştirdiler. Asyalı veya Avrupalı öğretmenlere hiçbir şey borçlu değillerdi. Uzun süre İnkaların kendilerine ait bir dil konuştuklarını sanıldı ve bu, yabancı bir neslin kanıtı olarak düşünüldü; ancak Wilhelm von Humboldt, bunun yalnızca ülkelerinde konuşulan ortak dilin bir lehçesi olduğunu kesin olarak göstermiştir.28
Kolomb, Küba adasına ilk kez vardığında diğer adalarda yaşayan tek gözlü yaratıklarla ilgili korkunç hikâyeler duydu. Ancak ayrım gözetmeksizin her yeri yağmaladı. Bu tek gözlü yaratıkların kötü nam sahibi Karayipliler olduğu ortaya çıktı. Bu insanların diğer adı, yaygın olarak dilimize geçen haliyle Cannibalstır29. Bu isim, insanlık dışı uygulamalarının bir ifadesidir. Bahsi geçen insanlar o dönemde Antillerin çoğunu ele geçirmiş ve Honduras ile Darien kıyılarında bir tutunma noktası elde etmişlerdi. Ancak anayurtları, Güney Amerika ana karasına işaret ediyordu. Sahip oldukları yerler şuralardı: Tüm kuzey kıyıları, en azından Amazon’un güney kıyılarına kadar iç kesimler ve batıda neredeyse Kordilleralara kadar olan kısım. Amazon ile Buenos Aires Pampaları arasında kalan devasa bölgede yaşayan Tupiler ve Guaranilerin bunlarla akraba olup olmadıkları hala tartışmaya açıktır. Gezgin D’Orbigny, bunun doğruluğunu büyük bir şevkle savunur. Dilsel bir benzerliğin olduğu kesin. Bununla beraber açıklanması çok zor bir karakter zıtlığı söz konusu. İkinci saydıklarım; çoğunlukla barışçıl, kendi halinde, ilgisiz, donuk ve hırsı olmayan bir toplumdu ve hala böyledirler. Oysa Karayipliler, el sanatlarında mahir cesur savaşçılar ve cüretkâr denizciler olarak korkunç bir şöhrete sahipti. Ayrıca zehirli okları, zalim ve iğrenç alışkanlıkları ve yaptıkları, nesiller boyunca dillerden düşmeyen bir dehşet unsuru haline geldi.30
Pampalar, Patagonya ve Ateş Toprakları yerlileri hakkında bildiklerimiz, bu insanların Şili’nin Arukanyalıları ile aynı soydan geldiklerini gösterecek kadar belirgin değildir. Ancak bu görüşü akla yatkın hala getiren pek çok şey var. Bazı fiziksel özellikler, ortak bir özgürlük sevgisi ve savaş tutkusu, onları bir araya getirmekte ve aynı zamanda onları kuzey komşularının tam zıttı bir konuma yerleştirmektedir.31
Özellikle Pasifik kıyısında birbirleriyle akrabalıkları belirlenmemiş pek çok kabile var. Nehir ulaşımı eksikliği, toprağın zorlu doğası ve belki oradaki nüfusun çok eski olması gibi etmenler, kıtanın bu kıyısındaki yerli aileleri birbirinden büsbütün ayırmış gibi gözüküyor. Diğer taraftan büyük nehir sistemleri ve Atlantik yamaçlarındaki engin düzlükler, göçleri ve haberleşmeyi kolaylaştırmış ve dolayısıyla binlerce kilometre karelik alan boyunca ulusal farklılıkları korumuştur.
Kıtanın doğal özellikleri, dillerin fiili dağılımıyla kıyaslandığında, söz konusu çeşitli ailelerin eski zamanlardaki göçleriyle ilgili bir fikir oluşturmamızdaki tek rehberimizdir. Bu ailelerin destanları, en işlenmiş olanı bile, karışık ve çelişkilidir ve büyük bir kısmı kesinlikle masalsıdır. Cüretkâr bağdaştırmalar ve zorlama yorumlara başvurarak bunlardan, bu ırkın Kolomb öncesi dönemiyle bağlantılı bir anlatı oluşturmak güçlü bir hayal gücünün yardımıyla kolay bir iştir. Ancak bu anlatı, tarih bakımından son derece değersiz olacaktır. Kesin olarak en çok şu söylenebilir: İki Amerika kıtasındaki genel göç yolları, yüksek enlemlerden ekvatora ve büyük batı dağ silsilelerinden doğuya doğruydu. Atabaskların, Algonkinlerin, İrokuaların, Apalaşlıların ve Azteklerin yaşadıkları bölgelere kuzeyden ve batıdan göç etmiş olmaları dışında makul bir şüphe mevcut değildir. Güney Amerika’da istikamet, son derece tuhaf bir şekilde bunun tersidir. Karayipler, Tupi-Guarani kolundan ve Keçuvalar Aymara kolundansa32 bu devasa kıtanın nüfusunun onda dokuzu Rio de la Plata nehrinin baş tarafındaki step ve vadilerden uzaklaşıp Meksika Körfezi’ne doğru göç etmiş ve burada yüksek kuzey enlemlerinden aşağı doğru inen diğer göç dalgasıyla çarpışmış demektir. Zira Tupiler ile Aymaraların en eski geleneksel yurtları, tartışmasız bir şekilde Paraguay Nehri kıyıları ve Bolivya Kordilerası stepleridir.
Bu hareket, belirli bir amacın dürtüsüyle büyük kitleler halinde gerçekleşmemiştir. Bunun yerine adım adım, soy soy gerçekleşmiş ve eski av sahaları çok yoğun nüfuslu hale gelmiştir. Bu olgu, şüphe götürmez bir şekilde, bu hareketin çok eski olduğuna işaret eder. Şüphesiz çok büyük bir hareketlilikti ancak bunu iki taraftan da sınırlandırmak mümkündür. Bir taraftan, Amerika’daki insan varlığının tarihini mevcut jeolojik çağın ötesine taşıyacak kayıt altına alınmış en ufak bir kanıt yoktur. Dr. Lund, Brezilya’da sekiz yüzden fazla mağarayı inceledi ve bunlardan yalnızca altısında insan kemiklerine rastladı. Ayrıca bu altı mağaradan yalnızca bir tanesinde hem insan kemikleri hem de şu anda nesli tükenmiş olan hayvan kemikleri vardı. Bu örnekte bile orijinal tabaka oluşumu bozulmuştu ve muhtemelen kemikler oraya gömülmüştü.33 Bu, güçlü bir olumsuz kanıttır. Önyargısız ve ehil bir jeologun incelemeler yaptığı diğer her örnekte daha eski katmanlarda sözde insan buluntularının hatalı olduğu ortaya çıkmıştır.
Bazılarına göre, Amerikan yerlilerinin kafatası biçimlerinin ırklarını diğer herkesten ve hatta başlıca ailelerini birbirinden ayıran anomaliler içermesi gerekiyordu. Bu görüş de sağlam bir incelemeyle çökmektedir. Bir zamanlar etnolojiyi ve hatta tarihi kökten değiştirmeyi vaat eden kafatası biliminin son sözü, bu kafatası şekillerinden hiçbirinin Yenidünya yerlilerine özgü olmadığı; aynı dil ailesinde bir üyenin diğeriyle ilişkisinin çok az olduğu ve bunlar arasında bu bakımdan Eski Dünya’nın ulusları arasındaki gibi büyük bir çeşitlilik olduğudur.34 Yapının özellikleri genel doğrular olarak kabul edilebilir olsalar da bilimsel bir etnolojinin kurulması için sağlam bir temel sağlamaz. Anatomi, Kızılderililerde sıradışı olan hiçbir şeye, özgün bir tür çeşitliliği şöyle dursun herhangi bir özgün eskiçağ uygarlığı geliştirme talebine işaret etmez.