bannerbanner
Kızılderili Mitolojisi
Kızılderili Mitolojisi

Полная версия

Kızılderili Mitolojisi

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

Diğer taraftan ilkel sanat kalıntıları ve yerlilerin doğa üzerinde bıraktığı izler, Yenidünya’da tarihteki en eski olaylarla yaşıt bir yerleşim yerine işaret eder. Sanat kalıntıları derken tropik ormanların karanlığında unutulmaya yüz tutmuş o metruk saraylardan veya binlerce yıllık ağaç küfleriyle kaplı Mississippi vadisinin devasa toprak işlerinden bahsetmiyorum. Aksine o insanların mutfağının ve avcılığının gösterişsiz ve daha az aldatıcı kalıntılarından bahsediyorum. Atlantik kıyılarında her neslin yaz aylarını balıkçılık yaparak geçirdiği ve tek mezar yazıtı olarak kemik, deniz kabuğu ve ağaç kömürü bıraktığı Kızılderili köylerinin artıklarına sıkça rastlanır. Bir veya iki yüz insanın bu şekilde, son derece yaygın görüldüğü üzere iki buçuk üç metre yüksekliğinde ve doksan metre genişliğinde bir çerçöp yığını biriktirmesi için kaç yaz geçmesi gerekir? Sör Charles Lyell35 tarafından özellikle incelenip açıklanan Altamaha Nehri ağzında yaklaşık bu yükseklikte ve kırk kilometre karelik bir alanı kaplayan yığını oluşturması için kaç nesil gerekir? Pek çok sürülmüş tarlada ok uçları aramak için benim gibi yol tepenler, ülkemizin toprakları üzerinde ekim yapılan miktar karşısında zaman zaman hayrete düşmüş olmalılar. Bu miktar, toprağın çok uzun zamandır bu izleri bırakanlar tarafından sahiplenildiğine işaret eder. Zira avcı bir nüfus, her zaman sayıca azdır ve toplayıcılar sadece yüzeyde bulunan ok uçlarını bulurlar.

Doğa, bu eski sahipliğe bir kat daha kuvvetli bir şekilde tanıklık eder. Bitkibilimciler, bir bitkinin yabani türden tamamen ayrı bir forma dönüşmesi için çok uzun bir tarım süreci gerektiğini ifade ediyorlar; ayrıca bitkinin bağımsız hayat gücünü kaybedip neslinin devamının yalnızca insanların eline bakması için gereken yapay üreme daha da uzun süreli olmalıdır. İşte mısır, tütün, pamuk, kinoa ve manyok bitkileri ile bitkibilimcilerin Gulielma speciosa dedikleri palmiye türünün durumu tam olarak böyledir. Pamuk hariç bu bitkilerin hepsi, yalnızca Amerikan yerlileri tarafından çok eski zamanlardan beri ekilmektedir. Bunların hiçbiri, bilinen herhangi bir yabani türle daha fazla ilişkilendirilemez. Bazıları, insan bakımı olmadığı sürece yok olmaya mahkumdur.36 Bu, ne kadar uzun sürenin geçtiğine işaret eder? İnsanın Kızılderili mısırı yetiştirme düşüncesinden önce kaç yüzyıl geçmiştir? Mısırın neredeyse yüz enleme yayılmasından ve asıl formuyla tüm benzerliğini kaybetmesinden önce ne kadar zaman geçmiştir? Kimin bu sorulara cevap verecek cesareti var? Sağ görüşlü düşünürler, “Amerika nasıl nüfuslandı” gibi tartışmalı soruları bırakmak için geçerli nedenler bulacaklar ve ileri sürülen gerçekdışı çözümlere (Yahudiler mi Japonlar mı yoksa son teorilerde olduğu gibi Mısırlılar mı) gülüp geçeceklerdir.

Bu ve diğer değerlendirmeler, bahsettiğim izolasyonu kuvvetli bir şekilde kanıtlıyor. Ayrıca bunlar, çok eski çağlarda bu ırkın büyük aileleri arasındaki kapsamlı ilişkiyi ve zihinsel tür birliğini gösteren olumlu bir delildir veya hala gözlemlenebilir bir soy birliğini ima ediyor olabilir. Mısır, pamuk ve tütün tarımcılık dönemlerinde sadece ticaret yoluyla bu kadar yayılmış olamaz. Ayrıca, büyük dil aileleri arasında Profesör Muschmann’ın sözleriyle “bizi hayretler içerisinde bırakacak kadar”37 sözlü benzerlikler mevcuttur. Bunlardan bazısına daha sonra değinilecek. Son olarak, bu ırkın psikolojik yapısına geçerek üyelerinden biri üzerine eşsiz bir eser kaleme alan keskin görüşlü bir doğabilimcinin sözlerini alıntılayabiliriz: “Amerika’nın ilkel sakinlerinin hepsinin akraba bir kültür ölçeğinde durmaları bir yana hepsinin zihinsel durumları, ki insanlık esas olarak kendisini burada gösterir, yani dini ve ahlaki bilinçleri (diğer tüm dahili ve harici durumların kaynağı) etkilendikleri doğal şartlar ne kadar farklı olsa da birbiriyle aynıdır.”38

Çalışmamda, bu görüşlerin doğruluğunun farkında olarak tropikal veya ılıman, medeni veya barbar gibi bütün yapay ayrımlardan mümkün olduğunca uzak durulacak. Bu ırk; bütünlük içinde dinleri tüm üyeleri için ortak fikirlerin gelişimi olarak mitleriyle ve fikirlerin etrafını çok verimli olmasa da her yerde aynı kavramları somutlaştırmaya çalışan tasavvurlarla saran örtü olarak incelenecektir.

Kaynakçayla İlgili Not

Amerika mitolojileri konusu, pek çok okur için yeni bir mesele olduğundan ve bu konunun incelenmesinde her şey dikkatli bir kaynak seçimine bağlı olduğundan, öncelikle bu konu üzerine yazılmış olanları çok kısa bir şekilde gözden geçirmekte ve sonraki sayfalarda en sık alıntılanan eserlere verilen göreceli ağırlığı belirtmekte fayda var. Benim vardığım sonuçlar, böyle bir adımın iki misli tavsiye edilebilir gözüktüğü bu konuya daha önce temas etmiş kimselerin sonuçlarından çok farklıdır.

Amerika dinleriyle ilgili felsefi bir araştırmayı 1819’da üstlenen ilk kişi Dr. Samuel Farmer Jarvis’tı (A Discourse on the Religion of the Indian Tribes of North America, Collections of the New York Historical Society, vol. iii., New York, 1821). Dr. Jarvis, kendisini yalnızca Kuzey Meksika’nın kabileleriyle sınırlandırmıştır. Bu, zor bir çalışma alanıdır ve o dönemde iyi bilinmiyordu. İlkel bir medeniyet hali düşüncesi, Dr. Jarvis’i yerel dinlerle ilgili doğru bir değerlendirme yapmaktan alıkoymuştur. Zira bu düşünce, Dr. Jarvis’in bu dinleri daha saf inançlardan meydana gelen gelişmeler yerine kötüye gidiş olarak görmesine sebep olmuştur. Bu yüzden bu dinlerden “diğer uluslar arasında ilkel hakikat yapısına en bağlı kalanlar” olarak bahseder ve bunların “harikulade tek biçimlilikleri”ne de değinir (s.219, 221).

Meşhur Amerikalı etnolog Bay E.G. Squier’in de bu konuyla ilgili yayımlanmış bir çalışması mevcuttur. Bu çalışma, başlığının işaret ettiğinden daha geniş bir kapsama sahiptir (The Serpent Symbol in America, New York, 1851). Öncekilerden çok daha açık fikirli bir ruhla yazılmış olsa da çalışma bütünüyle, yarım yüzyıl önce Avrupa’da çok revaçta olan bir mitoloji ekolünün (oldukça üstünkörü olan) yararınadır. Sözgelimi, aşırı bir genellemeyle şöyle demektedir: “Amerika uluslarının dinleri veya batıl inançları, yüzeysel bakıldığında farklı görünseler de temelde aynı olup maddi yönünün etkisi altında Güneşe veya Ateşe tapınma olarak adlandırılan o ilkel sistemdeki küçük değişikliklerden ibarettir” (s.111). Mitolojinin asıl meselesi yaratıcı güce tapınmadır şeklindeki çok beğenilen ve (söylememde bir sakınca yoksa) karakteristik Fransız öğretisini bu görüşle birleştirir. Böylesi görüşleri maddileştirme eğilimlerinden kurtarmak için bunları belirgin ve evrensel bir tektanrıcılıkla dengelemeyi hayal eder. Şöyle yazar: “Amerika’da iyice tanımlanmış ve açıkça kabul edilmiş bir biçimde bir Yüce Birlik anlayışı ve karşılıklı ilkeler öğretisi vardı (s.154); ve başka bir yerde şöyle yazar: “Tek tanrıcılık fikri, Amerika’nın bütün dinlerinde açık bir şekilde öne çıkar” (s.151).

Büyük beklentilere girerek Kızılderililerle ilgili muhteşem ulusal çalışmamıza bakarsak (History, Conditions, and Prospects of the Indian Tribes of the United States: Washington, 1851-9) büyük bir hayal kırıklığı bizi bekliyor. Bu çalışma, derleyicisi bakımından talihsizdi. Hatta, Amerikan ölçüsüzlüğünün ve yüzeyselliğinin ürünüdür. Bay Schoolcraft eğitimsiz ve dar görüşlü birisiydi. Yanlış ifadeleri gösterişli bir üslupla yazmıştır. Eserin içerdiği orijinal gözlemlerden gelen bilgiler, çoğunlukla gerçek bir değere sahip olsa da yerlilerin tarihi ve dinleriyle ilgili genel değerlendirmeler son derece sığ ve güvenilmezdir.

Alman profesör Dr. J.G. Müller, Amerika’nın ilkel dinleri üzerine oldukça hacimli bir çalışma yazmıştır (Geschichte der Amerikanischen Ur-religionen, s.707: Basel, 1855). Görüşü şu yöndedir: “Güneyde güneş putlaştırılarak doğaya tapınılır, kuzeydeyse fetişizmle birleşmiş bir ruh korkusu vardır. Bu ikisi Kızılderililer dininin temel iki unsurunu oluşturur.” (s.89, 90). Bu varsayımsal karşıtlığı Algonkin ile Apalaş kabileleri ve Guatemalalı Toltekler ile Meksikalı Aztekler arasında çizer. Alıntıları neredeyse tamamen ikinci el kaynaklara dayanır ve Haitili siyahilerin puta tapınmasını Chiapalı Votanlarınkiyle karıştırılmasına dair olgularını eleştiri süzgecinden pek az geçirir.

Merhum Dr. Teodore Waitz’in antropoloji çalışması çok daha iyidir (Anthropologie der Naturvölker: Leipzig, 1862-66). Amerika yerlileri üzerine bundan daha kapsamlı, esaslı ve eleştiril bir eser şimdiye kadar yazılmadı. Bununla birlikte yazar, ne yazık ki başkalarının aceleci ve temelsiz genellemeleri tarafından yoldan çıkarılarak yerlilerin dinleri konusunda yanılır. Dahası, tinsel bilimleri gerçekçi bir felsefeye tabi kılmaya yönelik büyük hevesi, dini gelişim hakkında doğru bir değerlendirme için özellikle zararlı olmuştur. Ayrıca görüşleri, özgün olmadığı gibi ispatlanabilir de değildir.

Hevesli ve saygıdeğer tarihçi Abbé E. Charles Brasseur tarafından Amerikan mitolojisini Euhemerus ve Tesalya örneğine göre (tarihin yüceltilmesi olarak) açıklamak için son zamanlarda yapılan girişimi de farklı bir sebepten dolayı mutlak bir şekilde kınamak durumundayım. Diğer mitolojilere defalarca uygulanıp hiç sonuç vermeyen bu görüş, Avrupa ve Doğu tarihini inceleyen bütün seçkin araştırmacılar tarafından artık reddedilmektedir. Ayrıca bu görüşü Amerikan dinlerinin içine sokmaya çalışmak bu dinleri daha da belirsiz ve itici bir hale getirip onları şu anda sahip oldukları tek değerden (insanlığın dini fikirlerinin kademeli gelişimini göstermesinden) mahrum etmek demektir.



Diğer taraftan bunları kullanış biçimi üzücü olsa da Amerika’nın eski tarihiyle ilgilenen herkes, bu yorulmak bilmez kâşife İspanya’nın ve Orta Amerika’nın ihmal edilmiş kütüphanelerinden ortaya çıkarıp halkın bilgisine sunduğu paha biçilmez malzemeler için ne kadar teşekkür etse azdır. Bunlardan en önemlisi, Kiçelerin Kutsal Milli Kitabı’dır. Bu kitap, Guatemala kabilesi olan Kiçelerin orijinal dilinde yazılmış efsanelerini içerir ve 1725 dolaylarında Rahip Francisco Ximenes tarafından çevrilmiştir. Bu misyonerin el yazmaları, bu yüzyılın başlarında Don Felix Cabrera tarafından kullanıldı, ancak 1850’de Abbé Brasseur bile kendisini bunlara tamamen kaptırmış olsa gerekir (Lettre à M. le Due de Valney, Meksika, 15 Ekim 1850). Abbé’nin mektuplarında kullanılan pişmanlık ifadeleriyle bunların öneminin anlaşılmasından sonra Dr. C. Sherzer, 1854’te Guatemala şehrindeki San Carlos Üniversitesi kütüphanesinde bunları keşfetme şansına nail olmuştur. Efsaneler, Kiçeceydi ve yanında İspanyolca çevirisiyle şerhler de vardı. İspanyolcası Dr. Scherzer tarafından kopyalandı 1856’da Viyana’da Las Historias del Origen de los Indios de Guatemala, por el R.P.F Francisco Ximenes başlığıyla basıldı. Abbé 1855’te orijinalin bir kopyasını aldı ve bunu kendi tercümesiyle 1861’de Paris’te Vuh Popol: Le Livre Sucré des Quichés et les Mythes de l’Antiquité Américaine başlığıyla yayımladı. Kitaba bakınca bu efsanelerin, din değiştirmiş bir yerli tarafından on yedinci yüzyılda bir tarihte yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu efsaneler, ulusal tarihi yaklaşık iki yüzyıl geriye götürür ve bunun ötesinde her şeyin mitolojik olduğunu ileri sürer. İki çeviri de çevirmenlerinin özgün yorumlarıyla renklendirilmiş olsa da bu kitap, Amerikan mitolojisiyle ilgili günümüze kadar gelen en eksiksiz ve değerli çalışmadır.

Son birkaç yıl içinde çok değerli başka bir kaynak akademisyenlerin erişimine sunuldu. Bu, Relations de la Nouvelle France isimli eserdir. Bu kitap, İrokualar ile Algonkinler arasında bulunan Cizvit misyonerlerinin 1611 ve sonrasına ait yıllık raporlarını içerir. Bu çalışmaya atıflarım her zaman 1858 Quebec baskısındandır. “Sketch of the Creek Country” adlı kısa eser, Krikleri konu alan ve diğerinden aşağı kalır yanı olmayan bir çalışmadır. Eser, Albay Benjamin Hawkins tarafından yaklaşık 1800’de yazılmış ve tam hali ilk defa Georgia Historical Society tarafından 1848’de basılmıştır. Atıfta bulunduğum diğer çalışmaların çoğu, burada özel bir incelemeye ihtiyaç duymayacak kadar iyi bilinir veya alıntılandıkları zaman dipnotlarda daha ayrıntılı bir şekilde bahsedilecektir.

İkinci Bölüm

Tanrı Düşüncesi

Mitolojinin; semboller, şekiller ve anlatıyla ifade edilen ve her zaman daha açık bir söyleyiş için mücadele veren bir tanrı fikri olduğu tanımını kabul edersek bu fikrin izini dildeki ilk somutlaşmasında sürmek yeterli değildir. Ayrıca, karşılaştırma yapılabilmesi için bu fikrin en son ve en çok kabul gören anlatımı nedir diye sormak gerekir. Bunun cevabını bize Immanuel Kant verir. Kant, deneyimden elde edilen olgulardan hareket ederek, aklımızın sürekli olarak bu olguları birbirine bağlayan ilkeleri elde etmeye çalıştığını ve yalnızca tüm tutarsızlıklarını uzlaştıran ve onları tek parçada birleştiren yüce bir başlangıç ilkesinin var olduğu kanısında tatmin olduğunu göstermiştir. Kant, bu ilkeye Aklın İdeali demektedir. Bu görüş doğru olmalıdır çünkü bizim doğruyu tek sınama yöntemimiz olan mantık yasalarından çıkarılır. Dahası benlik duygusu ve iç ses, kaynakları incelendiğinde, yalnızca sonsuz bir benliğin ve mutlak bir doğruluk ölçütünün varsayımıyla açıklanabilir. Diğer taraftan, bütün bunlar bazılarına kılı kırk yararak elde edilen metafizik kurnazlıklardan ibaretmiş gibi geliyorsa bu kimseler, realist tanımına yakındır: Tanrı düşüncesi, bireyin kendi eylemlerinin benzerliği üzerinden akıl yürüterek geride kalmayı ve doğa olaylarını meydana getirmeyi hayal ettiği bütün o zihinsel eylemlerin bir toplamıdır.39 İkisinden biri doğruysa, ilah kavramından yoksun bir kabilenin ve hatta aklı başında bir insanın nasıl var olabileceğini kavramak zor olurdu.

Amerika’da Tanrı fikrinin yokluğuna dair hiçbir örnek bulunmamıştır. Bu fikir genellikle, muğlak, gülünç ve değersizdi ama her yerde insanlar bir sensus numinis ile yoğrulmuştu: İnsanın etrafında, arzu ederlerse ona yardımcı olabilecek veya ona zarar verebilecek görünmez, kudretli faillerin olduğuna dair bir his. Her kalpte Bilinmeyen Tanrı için bir sunak vardı. Ancak bu görünmeyen güçlere birlik fikri iliştirmek alışılmış bir durum değildi. Mitolojinin henüz gelişmediği eski zamanlarda ve son derece cahil şartlarda, sonradan çeşitli zamanlarda reformcular tarafından tekrar canlandırılan bir tek tanrıcılığın hâkim olduğu varsayımı, vahşi yaşam coşkusu ve doğal hal övgüsü filozofların ilgi alanı olmaktan çıktığında sona ermesi gereken bir kanıdır. Burada soyutlama becerisi çok az olan insanlardan bahsediyoruz. Doğa kuvvetlerinin sergilenmesi, öz bilinçleri ve hissettikleri gizli güçlerin tezahürleri gibi geliyordu onlara. Bu çeşitli tezahürleri bir araya getirip bunları bir karakterin faaliyetleri olarak kabul etmek atılması kolay bir adım değildi. Gerçi o, bizden çok da uzakta değildir. Carriere şöyle söyler: “İnsanlar ne zaman açık bir şekilde düşünse veya derinden hissetse, Tanrı’yı öz bilinçli birlik olarak tasarlar,” ve başka bir yerde şöyle yazar: “Çoktanrıcılıkla çelişmeyen, düşünceye değil, dini duygulardaki canlı sezgilere açık olan bir tektanrıcılık anlayışına sahibiz.”40

Nitekim bu, Kızılderililer arasında da böyleydi. Hiçbir Avrupa diline benzemeyen dillerinde genellikle bir kelime bulunur: Gözle görülmeyen dünyanın tüm tezahürlerini kapsayan ancak ona özel bir teklik anlamı vermeyen bir kelime. Bu kelime; ruh, cin; Tanrı, şeytan, gizem, büyü olarak yorumlanmış ama İngilizceye ve Fransızcaya genellikle son derece saçma bir şekilde “medicine”41 diye çevrilmiştir. Algonkin lehçelerinde bu kelime manito ve oki, İrokua dilinde oki ve otkon, Dakota dilinde wakan, Aztek dilinde teotl, Keçuva dilinde huaca ve Maya dilinde ku’dur. Bu kelimelerin hepsi en genel haliyle doğaüstü düşüncesini ifade eder. Ayrıca doğaüstü kelimesinde olduğu gibi, yer algısı aktarımı görüyoruz. Bu kelime, tam anlamıyla doğal dünyanın yukarısında olanı ifade eder. Dolayısıyla bu belirsiz ve ilkel ifadelerin analizini yaptığımızda aynı kinayeye rastlıyoruz. Wakan zarf olarak yukarıda anlamına gelir; oki, oghee’nin başka türlü yazılmasından ibarettir ve otkont, hetken ile uyuşuyor gibi gözükür. İkisi de aynı anlama sahiptir.42

Bu aktarım yalnızca mecaz değildir, bilakis köken itibarıyla tam olarak insan zihninin dokusundan gelir. Gökyüzü (üstteki bölgeler) her dinde ilahın ikametgahı olarak farz edilir. Daha yüksek olan her zaman daha kuvvetli ve soylu olandır; daha üstün olan, bizden daha iyi olandır ve dolayısıyla Algonkin dilinde kabile şefine oghee-ma, daha yüksek olan, denir.

İnsanda onu sevinç coşkusu, korku veya acı nöbetleri yaşarken yönlendiren öylesine saf ve içten gelen bir içgüdü daha vardır ve bu içgüdü, insanın ellerini ve gözlerini gökyüzüne dikmesine sebep olur. Orada, görkemin ve sağlamlığın simgesi olan güneş ve parlak yıldızlar ikamet eder. Göğün mavi kubbesinin, gözleri gitgide sonsuz derinliklerine bakmaya davet eden gizemli bir çekimi vardır.43 Gökyüzünün rengi; cömertlik, huzur, güneş ışığı ve sıcaklık düşüncelerini akla getirir. En vahşi avcı kabileler bile bu duyguları hissetmişlerdir ve mavi renk, bu insanların dillerinde bir metafor ve dostane bir tasarımın bir ifadesi olarak geniş bir kullanım alanına sahipti.44

Dolayısıyla Tanrı düşüncesi gökkubbeyle ilişkilendirildi ve çok geçmeden insan şu soruları sordu kendine: Gökkubbe maddi ve Tanrı ruhani mi, Tanrı tek mi yoksa çok mu? Pek çok dilde bunun izine rastlanır. Latince Deus, Grekçe Zeus, Sanskritçe Dyaus, Çince Tien, bunların hepsi yukarıdaki gökyüzü anlamına gelmekteydi ve bizim dilimizdeki “heaven”45 kelimesi sıklıkla Tanrı kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılır. Bu ifadelerde başta hiçbir kişileştirme yoktur. Bu kelimeler, gözle görülmeyen bütün failleri kapsar, kişilikten mahrumdur. Hal böyle olunca mantıktan yoksun ilkel insanın bunları tapınma nesneleri haline getirmesinde çelişkili bir durum yoktur. Mayalıların bir sürü tanrısı vardı; “ku,” der tarihçileri,46 “Herhangi bir özel tanrıya işaret etmez. Yine de dualar bazen kue’ye yönelik olarak edilir,” ki hitap halinde bu aynı kelimedir.

Latinlerin tanrılarına genel olarak Superi (yukardakiler) diye hitap etmesi gibi, Kaptan John Smith Virginialı Powhatanların oki (yukarıdaki) kelimesini aynı anlamda kullandıklarını keşfetmiştir. Ve hatta bu kelime, “kötü bir şekilde bezenmiş ahşap bir put” şeklinde belirli bir kişilik bile kazanmıştı. Algonkin dilinin daha saf lehçelerinde daima belirsizdir: nipoon oki (yazın ruhu), pipon oki (kışın ruhu) gibi. Kelimeyi İrokualar ile tanıştıran Algonkinlerin komşuları ve akrabaları olan Huronlar olabilir. Huronlar bu kelimeyi “mevsimlere hükmeden, rüzgârları ve dalgaları zapt eden, insanların işlerini yoluna sokabilen ve tüm eksikliklerini karşılayabilen şeytani bir güç” anlamında kullanıyorlardı.47 İrokuaların çok uzak başka bir kolunda (Güney Virginialı Nottowayler), quaker gibi tuhaf bir şekilde yeniden ortaya çıkar. Kuşkusuz powhatan dilindeki qui-oki’nin (ikincil tanrılar) bozulmuş halidir.48 İrokuaların taptıkları isim garonhia idi. İncelendiğinde, bu kelimenin de gökyüzü için kullanılan ortak sözcükleri olduğu ortaya çıkar. Yine büyük ihtimalle yukarıda olmak anlamına gelen gar fiilinden türemiştir.49 Aztek ve Kiçe efsanelerinde “Gökyüzünün Kalbi”, “Gökyüzünün Efendisi”, “Mavi Düzlemkürenin Prensi”, “O, her şeyin üstündedir” gibi ifadelere sıkça rastlanır ve Molina’ya göre, Arukanyalılar daha cüretkâr bir metaforla en yüce tanrılarına “Gökyüzünün Ruhu” adını veriyorlardı.

Bu son ifade, başka bir düşünce silsilesine sebep olur. Filozofların, öz bilincin işleyişleri üzerine kafa yorarak çeşitli yolların Tanrı’ya zemin hazırladığını kabul etmeleri gibi, ilkel insan da dilini şekillendirirken bazen bir yoldan bazen diğerinden yürümüştür. Şüpheciler her şeyi sorgulasa da bir Tanrı ve ruh mutlaka varsa, bunların tözümsü olduğundan şimdiye kadar hiç kimse şüphe etmemiştir. Bu sağlam inanç, dil üzerinde tanrısal, ruhani alemi ifade etmek için geliştirilen isimlerde iz bırakmıştır. Bize Kızılderili dillerinden daha yakın olan dillerden elde ettiğimiz ipuçlarının izini sürüp spiritual50 kelimesini incelersek bu kelimenin Latince spirare’den (esmek, nefes almak) geldiğini buluruz. Yine Latincede animus (öz), anima (ruh) kelimelerinin kökenine bakarsak bunlar Grekçe anemos (rüzgâr) ve aémi (esmek) kelimelerine işaret eder. Grekçede ruh veya öz için kullanılan ifadeler psuche, pneuma, thumos kelimeleridir. Bunların hepsi doğrudan, rüzgârın veya nefesin hareketini ifade eden eylem kökünden gelmektedir. İbranice ruah kelimesi Eski Ahit’te kimi zaman rüzgâr, kimi zaman öz, kimi zamansa nefes olarak tercüme edilir. Aslında, ghosts ile gusts, breaths ile breezes,51 Yüce Öz ile Yüce Rüzgâr etimolojik olarak bir ve aynıdır. Durumun sebebini tahmin etmek kolaydır. Ruh, candır; can ise nefestir. Görülmez, ölçülemez, şiddetli devinimle hızlanan, dinlenirken ve uyurken yavaşlayan, ölümde çok uzaklara göç eden nefes, hayatın en belirgin işaretidir. Tüm uluslar, bu benzerliği alıp birini diğeriyle özdeşleştirmiştir. Ancak nefes, rüzgârdan ibarettir. Dolayısıyla; yukarı, aşağı, ileri, geri hareket eden; bulutları sürükleyen, özünde görünmez olan, korkunç fırtınalara ve çeşitli mevsimlere sebep olan rüzgârı nefes (Tanrı’nın özü) yani Tanrı’nın kendisi olarak görmek ne kadar kolaydır! Dolayısıyla, Musevi yaratılış hikâyesinde “muazzam bir rüzgâr”ın biçimsiz denizin üzerinden geçerek dünyayı meydana getirdiği ve Tanrı’nın kile canlı bir ruh bahşettiğinde ona “yaşamın rüzgârı”nı üflediği söylenir.

Kendimizi bu benzerliklerle donatarak Amerika’nın ilkel dillerine dönüyoruz. Onları, Eski Dünya’da olduğu gibi belirgin bir halde buluyoruz. Dakota dilinde niya düz anlam olarak nefes, mecazen hayat demektir. Netala dilinde piuts; hayat, nefes ve ruh demektir. Eskimo dilinde silla, hava ve rüzgâr anlamına geldiği gibi, bir bütün olarak dünyanın en yüce fikrini ve akıl yürütme melekesini veren kelimedir. Yüce varlığa Sillam Innua (Havanın veya Her Şeyin Sahibi) veya Sillam Nelega (Havanın veya Rüzgârın Efendisi) derler. Oregonlu Yakamaların dilinde wkrisha, rüzgâr var, wkrishwit hayat var anlamına gelir; Azteklerde ehecatl havayı, hayatı ve ruhu ifade etmekteydi ve mitlerinde kişileştirilerek, kendisine genellikle Yoalliehecatl (Gece Rüzgârı) denilen en yüce ilahları Tezcatlipoca’nın nefesinden doğduğu söyleniyordu.52

Rüzgârın tanrı olarak kişilik kazanmasına yol açan, hayatın ve gücün bu tezahürünü onun görünmeyen bilinmeyen sebebiyle birleştiren bu aktarma aslında belli belirsizdir. Dolayısıyla, Kriklerin yüce görünmez hükümdarlarına ESAUGETUH EMISSEE (Nefesin Efendisi) diye hitap ettiklerinde ona atfettikleri değerli bir sıfattı. Bu şüphesiz, başlangıçta komşuları Çerokilerin kullanmaya alışık oldukları OONAWLEH (Rüzgârların En Yaşlısı), ile eşdeğer anlama sahip bir kavramdı ama sonra hızlıca, ilahın bu doğal hava olayıyla mutlak bir şekilde özdeşleştirilmesine yol açtı. Bu durum, aynı uluslar zümresinde meydana gelmiş gibi görünüyor. Zira Çoktav dilinde ilah için kullanılan asıl kelime HUSHTOLI (Fırtına Rüzgârı) idi.53 Bu düşünce aslında, her zaman sembolün içinde kayboluyordu. Kiçe efsanelerinde gizemli yaratıcı güç HURAKAN’dır. Bu, uzak atalarının Antillerden beraberlerinde getirdiği, onların dilinde hiçbir anlamı olmayan bir isimdir. Kelime, anlamını eski Haiti dilinde bulur ve hurricane, ouragan, orkan şekilleriyle Avrupa dillerince Karayip Denizi’nde meydana gelen korkunç tornadonun ismi olarak benimsenmiştir.54 Eski Meksika’da birkaç kabilenin başlıca ilahı olan Mixcohuatl (Bulut Yılanı), bugün bile dillerinde tropikal kasırga için kullanılan doğru ifadedir ve Panama yerlileri, Tuyra adıyla aynı doğa olayına tapıyorlardı.55 Peru’da havayı öpmek, kolektif ilahlara tapınmanın en yaygın ve en basit göstergesiydi.56

Mitoloji üzerine çalışan pek çok yazar, rüzgârlara verilen önemi inceledi. Hiçbiri asıl kaynağını bulamadı. Meteorolojiyle ilgili olguların bir çözüm için tümüyle yeterli olduğu düşünüldü. Sanki insan, Tanrı düşüncesini her zaman doğadan devşirmiş veya devşirebilirmiş gibi! Rüzgârın nefesle, nefesin hayatla, hayatın ruhla ve ruhun Tanrı’yla özdeşliğinin kaynağı, çok daha derin ve esaslıdır. Burada kabataslak bir şekilde izini sürdüğüm bu kaynağın fark edilmeden gelişimi, yalnızca dilin tanıklığıyla doğrulanır.

Bununla birlikte, ifadelerden hiçbirini Tek Yüce Varlığın ayrı olarak tanımlanmasının ispatı gibi yorumlamayalım. İster Sami halklarının belirli tek bir Tanrı’sında görüldüğü gibi olsun isterse Brahmanların belirsiz panteist anlamında olsun, Amerika kıtasında tektanrıcılığın tek bir örneğine rastlanmaz. Misyonerler, yerlilerin dillerinde Deus (Tanrı) olarak çevrilmeye uygun tek bir kelime bile bulamadılar. Nasıl bulsunlar ki? Bu isme izafe ettiğimiz çağrışımlar, neredeyse iki bin yıllık Hıristiyanlık diniyle ilgili bir durum. İyi Ruh, Yüce Ruh veya bunlara benzer ifadeler, gezginlerin zihinlerinde çok sayıda uyumsuzluğa sebep oldu. Bunlar, çoğu durumda tamamen modern kökenlidir. Misyonerlerin önerileri üzerine türetilip beyaz insanın tanrısına uydurulmuştur. Bunların yerlilerin zihinlerinde bir kişilik algısı yaratması, herhangi bir tapınma nesnesini işaret etmesi son derece nadirdir. Belki de eski zamanlarda asla böyle olmamıştır. Jesuit Relations’da Algonkin kabileleri tarafından kabul edilen bir ruhani tanrı olmadığı ve Yüce Manito unvanının onun özel kavramı olarak ilk defa misyonerler tarafından benimsetildiği kesin bir biçimde ifade edilir.57 Pek çok yazarın yerli inançlar altında yatan tektanrıcı fikri göstermek için zafer kazanmışçasına kanıt olarak gösterdikleri, Bay Schoolcraft’ın ismi üzerine birtakım filolojik hayaller kurduğu İrokuaların yüce ilahı Neo veya Hawaneu daha yakından incelendiğinde, Hıristiyan etkisinin bir sonucu olduğu ortaya çıkar. Ayrıca bu kelimeler Fransızca Dieu ve le bon Dieu! ifadelerinin bozulmuş halidir.58

На страницу:
3 из 6