![Mısır'ın Kutsal Kedisi](/covers_330/70647064.jpg)
Полная версия
Mısır'ın Kutsal Kedisi
Mektubu doğduğu günden beri kraliçenin yanından ayrılmayan yaşlı bir kadın getirdi; annesinin ölümüyle üzüntüden yıkıldığında bile Amuba bu kaybın, halkı tarafından bu kadar sevilen ve saygı duyulan bu kadının galip gelen Mısırlıların kafilesinde bir köle olarak sürülme utancını yaşamasından daha iyi olduğunun farkındaydı. Ama üzüntüden o kadar perişan haldeydi ki şehri terk etme emrine kayıtsız kaldı ve köle seçimini yapan Mısırlı subaylar kendisini Mısır’a götürülecek grubun arasına aldığında hiçbir tepki vermedi.
Fakat ne kadar perişan hissederse hissetsin Jethro’nun da seçilen grupta olduğunu öğrenmek içini rahatlattı.
“Biliyorum Jethro, senin de köle olarak götürülmene sevinmem çok bencilce,” dedi, “ama yanımda olman benim için büyük bir teselli olacak. Gruptaki diğer herkesi tanıyorum ama seninle o kadar uzun zamandır birlikteyiz ki babam, annem ve memleketim hakkında hiçbiriyle seninle olduğu kadar rahat konuşamam.”
“Köle olarak seçildiğim için üzgün değilim,” dedi Jethro, “çünkü geride bırakacağım hiçbir akrabam yok, Rebulular da artık mağlup bir halk olduğundan burada mutlu bir hayat yaşayamazdım. Mısır’a vardığımızda muhtemelen birbirimizden ayrılacağız ama önümüzde daha aylarca sürecek bir yol var, en azından bu süre boyunca birlikte olabiliriz; sizin de söylediğiniz gibi prensim, burada oluşum size bir teselli olacaktır, bu yüzden seçildiğim için gayet memnunum. Karımın evliliğimizden birkaç hafta sonra ölmesi beni derinden etkilemişti. Şimdi böyle olmasına seviniyorum çünkü artık kimsenin kalbini kırmadan buradan gidebileceğimi biliyorum. Prensim, siz ve ben seçilenler arasında başımıza gelen bu felaket yüzünden en az acı çekecek olanlarız. Buradakilerin birçoğu arkalarında karılarını ve çocuklarını bırakıyor, en gençlerinden bazıları henüz evli değil ama onlar da anne babalarından ayrılacaklar. Bu yüzden kaderimize üzülmeyelim, daha kötüsü de olabilirdi, ayrıca Mısır’daki hayatımız düşündüğümüz kadar kötü olmayabilir.”
“Sevgili annem de tam olarak böyle söylemiş Jethro,” dedi Amuba ve kraliçenin mektubunda yazdıklarını Jethro’ya anlattı.
“Sevgili hanımım haklıymış,” dedi Jethro. “Başka yerlerde de, Mısır’da da mutluluğu bulabiliriz, şimdi gelin dostlarımızı teselli etmeye çalışalım, onları teselli ederken kendi talihsizliklerimizi unuturuz.”
Jethro ve Amuba, birçoğu üzüntüden perişan olmuş diğer esirler arasına katılıp onları içinde bulundukları bu sersemlikten çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar.
“Mısırlılar, Rebuluların yiğit erkekler olduğunu gördüler,” dedi Amuba bazılarına dönüp. “Onlara makûs talihimizi de yiğit erkekler gibi göğüsleyebileceğimizi gösterelim. Yas tutmak başımıza gelenleri hafifletmeyecek, aksine yükümüzü ağırlaştıracak. Mısırlılar kendi kendimize sızlanmak yerine kaderimizi gerçek birer erkek gibi kabullendiğimizi görürlerse bize daha fazla merhamet göstereceklerdir. Unutmayın, önümüzde yorucu bir yolculuk var, güçlü olmamız gerekecek. Sonuçta bu zorlu talihimiz beraber gideceğimiz kadınların çekeceklerinin yanında bir hiç. Biz çalışıp yorulmaya alışkınız ama bizlerin Mısırlılar kadar iyi bir şekilde atlatabileceği bu yolculuk, doğaları gereği narin olan o kadınlar için çok zor olacak. Bu yüzden gelin, cesaretimiz ve sabrımızla onlara örnek olalım, haksız yere acı çeken, mağlup olsa da saygınlığını yitirmeyen, kaderine diz çökmeden meydan okumaya hazır erkekler olarak gösterelim kendimizi.”
Amuba’nın sözleri esirleri oldukça etkiledi. Merhum krallarının oğlu ve bu talihsizlikler başlarına gelmeseydi gelecekteki kralları olarak Amuba’ya saygı duyuyorlardı, soğukkanlılığı ve yürekli konuşması onları üzüntülerini bastırıp kaderlerine daha umut dolu bakma konusunda cesaretlendirdi. Ordu kamp yaptığı süre boyunca esirlerin elleri arkadan bağlıydı ama yürüyüş başladığında bağları çözülen esirler Mısırlı bir asker alayının ortasına yerleştirildi.
Uzun ve meşakkatli bir yolculuktu. Yolda Mısır ordusunun daha önceki fetihlerinde buyruğu altına aldığı çeşitli yerlerde esir aldığı, buralara atanan birliklerin sorumluluğuna bırakılan ve yurda dönüş yolculuğu sırasında toplanan kölelerle birlikte esir kafilesindeki sayı bir hayli arttı. Yolculuk boyunca her geçilen yerden orduya tedarik etmek üzere erzak toplandı ve günlük katedilen mesafe kısa olduğu için esirler Suriye’nin güneyi ile Nil Nehri’nin başlangıcı arasında bulunan çöl yoluna girene kadar pek sıkıntı çekmediler.
Burada ordu kafilesine büyük miktarda su taşınmasına rağmen esirlere verilen erzak son derece azdı; güneşin korkunç yakıcılığı altında yürüyen esirler devasa ordunun teptiği yollardan yükselen toz bulutu yüzünden neredeyse boğuluyordu, çektikleri ıstırap dayanılır gibi değildi. Diğer birçok esirde gözlemlenen kederli hali taşımayan Rebulu esirler mert duruşlarıyla yanlarında yürüyen birliklerin saygısını kazanmıştı. Alay, sıcaklığa ve ağır işlere alışık, atılgan ve çevik Libyalı paralı askerlerden oluşuyordu.
Yolculuğa başladıktan sonra geçen üç ay içinde Amuba ve Jethro, hatta esirlerin çoğu Mısır dilini biraz öğrenmişti. Jethro en başta genç prense bunun onlara büyük yarar sağlayacağını söylemişti. Bu öncelikle geçmişi düşünüp durmaktan onları alıkoyacak, ayrıca Mısır’daki hayatlarını daha çekilir kılacaktı.
“Şunu unutmamalısınız,” dedi, “bizler orada köle olacağız ve efendiler kölelerine karşı pek sabırlı değildir. Emir verdiklerinde söyledikleri anlaşılmazsa köleler için çok kötü olur. Dillerini bilmek bizi daha değerli kılar, dillerini konuşabilirsek bu sayede daha iyi muamele görebiliriz.”
Amuba çölün usandırıcı durgunluğundan sonra Mısır ovalarının parlak yeşilliğine çıktıkları için son derece minnettardı. Mısır’a vardıklarında yürüyüş sıraları değiştirildi, esirlerin oluşturduğu uzun sıra kralın arabasının hemen ardından ülkeye giriş yaptı. Her biri yurtlarından getirilmiş bir parça ganimet taşıyordu. Amuba başının üstünde tapınak törenlerinde kullanılan büyük bir altın vazo tutuyordu. Jethro ise krala ait değerli bir miğfer ve zırh taşıyordu.
Ayak bastıkları ilk şehirde Amuba devasa büyüklükteki görkemli yapılar ve baktığı her yerde gördüğü refah ve zenginlik karşısında afalladı. Sokaklar kral geçerken yerlere kadar eğilip onun başarılarını haykıran ve ordunun boyunduruğu altına aldığı birçok ülkeyi temsil eden uzun esir kafilesini ilgi ve şaşkınlıkla izleyen insanlarla hınca hınç dolmuştu. Amuba bunlardan da öte, uzun yolları sfenkslerle kaplı tapınaklar, tanrıları temsil eden devasa heykeller, muazzam büyüklükte sıra sıra sütunlar, görkemli ve heybetli mabetler karşısında hayrete düştü.
“Bunları nasıl yapmışlar Jethro?” diye defalarca sordu hayret içinde. “Bu devasa taşlar nasıl bu düzene oturtulabilmiş? Bu kocaman heykelleri nasıl ovalar boyunca sürükleyebilmişler? O sert kayalardan bunları oyup çıkarmak için ne kullanmış olabilirler?”
“Korkarım, Amuba,” dedi Jethro ciddiyetle, çünkü delikanlı artık kendisine prens demesini kesinlikle yasaklamış, bir köleye bu unvanla hitap edilmesinin alay etmekten farksız olduğunu söylemişti, “çok geçmeden tek kelimeyle bu olağanüstü şeyleri nasıl yaptıklarını acı bir şekilde tecrübe ederek öğreneceğiz. Bu tuhaf heykellerden birini bile taşımak için binlerce insan gerekmiş olmalı, halkın kendisi işin tamamlanmasına yardım etmiş olsa da seni temin ederim, en ağır kısmı kölelere yüklenmiştir.”
“Peki, ama bu heykeller ne anlama geliyor Jethro? Hiç şüphesiz ne burada ne de başka bir ülkede bunlar gibi kadın suratlı, aslan vücutlu, devasa kanatlı yaratıklar var. Baksana, bazıları da erkek suratlı, boğa vücutlu, bazıları ise kuş başlı, erkek vücutlu.”
“Tabii ki böyle yaratıklar olamaz Amuba, Mısırlılar gibi bilgili ve kültürlü bir halkın nasıl olur da tanrı olarak böyle tuhaf suretler seçebildiğini aklım almıyor. Tek aklıma gelen, bu heykellerin tanrıların kendisinden ziyade onların bazı özelliklerini yansıttığı. Bak, insan kafası zekâlarını, aslan ya da boğa vücutları ise güç ve kudretlerini, kuş kanatları da hızlarını temsil ediyor olabilir. Böyle olduğundan emin değilim ama sanırım buna yakın bir şey. Tanrılarının güçlü olduğunu kabul etmek zorundayız çünkü Mısırlılara diğer tüm halklar üzerinde zafer bahşediyorlar ama şüphesiz, bu tanrılarla ve daha birçok şeyle ilgili zamanla daha fazlasını öğreneceğiz.”
Yolculuk üç hafta kadar daha sürdü ve bu süre boyunca esirler gördükleri karşısında hayrete düştüler. Özellikle ülke topraklarının olağanüstü verimliliği onları çok etkiledi. Rebulularda tarım oldukça ilkel düzeydeydi, bu yüzden geçtikleri her yerde gördükleri bol ve çeşitli ekin karşısında şaşkınlıktan âdeta donakaldılar. Rebulular sulamaya aşinaydı, hatta bu konuda İran oldukça gelişmişti ama Mısır’da bu amaçla yapılan onca çalışma, nehre çekilen devasa büyüklükte setler, kanal ve hendek ağları, her yerde görülebilen düzen ve tertip onları şaşkına çevirmiş, hayran bırakmıştı.
Geçtikleri birçok şehir ve tapınak ihtişamlı ve görkemli yapısıyla daha önce gördüklerini bir hayli geride bırakıyordu, Amuba’nın şaşkınlığı ise asıl Mısır’ın yakın tarihe kadar başkenti olan Memfis’e vardıklarında zirveye ulaştı. Şehrin zenginliği ve refahı esirleri hayrete düşürdü ama en çok kentin birkaç mil ötesinde yükselen çok sayıda devasa piramidi görüp bunların bazı kralların mezarları olduğunu öğrendiklerinde şaşırdılar.
Ülkenin tipik özellikleri yavaş yavaş değişiyordu. Sol tarafta bir dizi dik tepe nehre uzanıyordu, yürüdükçe buna benzer ama o kadar yüksek olmayan tepeler sağ tarafta görünmeye başladı.
İki hafta daha süren bir yolculuğun ardından sonunda ordunun şen haykırışlarıyla Mısır’ın başkenti Teb’in, bu uzun ve yorucu yolculuğun varış noktasının göründüğü duyuruldu.
Teb, Nil Nehri’nin iki yanına birden yayılmıştı. Nüfusun en yoğun bölümü nehrin doğu kıyısında toplanmıştı ama şehrin bu kısmında daha çok yoksul sınıf yaşıyordu. Nil’in Libya kıyısında da geniş bir nüfus yoğunluğu vardı, evler nehir kıyısına yakın bir bölgede dip dibe konumlanmıştı. Bu evlerin arkasında çok sayıda tapınak ve saray vardı, kral ve kraliçelerin mezarları ise sarp yamaçları zenginlerin kayalık mezarlarıyla oyulmuş daha da ilerideki vadide gömülüydü. Halkın yaşadığı evlerin hepsi alçak yapıda olduğu için çok miktarda tapınak, saray ve kamu binası arkalarından yükseliyor, şehre gelenler için çarpıcı bir görüntü oluşturuyordu; şehir ise geniş bir doğal amfiteatrın içindeydi, iki yanındaki tepeler hem üzerinden hem de altından nehre doğru uzanıyordu. Kraliyet ordusu Memfis’ten, nehrin batı kıyısından yürüyerek gelmişti ve sarayları ve tapınaklarıyla büyük Libya kentine yaklaşıyordu. Şehre yaklaştıklarında devasa kalabalıklar kralı ve dönen orduyu karşılamak için yollara döküldü. Coşku dolu nidalar yükseldi, borazan ve diğer müzik aletlerinin sesleri havayı doldurdu, büyük tapınaklardan dini tören alayları yoğun kalabalığın içinden istikrarlı adımlarla ilerliyordu; insanlar, tanrıların tasvirlerini ve sembollerini taşıyan rahiplerin ve hizmetçilerin geçmesi için hemen yolu açtılar.
“Jethro,” diye bağırdı Amuba coşkuyla, “doğrusunu istersen, yalnızca bu görkemli manzarayı izlemek için bile olsa köleliğin bunca eziyete değdiğini söyleyebilirim. Ne kadar muhteşem insanlar bunlar; nasıl bir bilgi, güç, ihtişam! Baksana, babamın sarayı Teb’de olsa bir kulübeden farkı kalmazdı, o çok değer verdiğimiz tapınaklarımız bu muazzam gösterişli yapıların yanında cüce kalır.”
“Bunların hepsi çok doğru Amuba, ben de hayranlık duymadığımı söyleyemem ama Rebuluların birçok kez Mısır ordularını geri püskürttüğünü ve adamlarımızın onların askerlerine rahatlıkla kafa tutabileceğini biliyorsun. Bizler bu insanlardan yarım karış daha uzunuz. Çok lüks bir hayatımız yok, olmasını da istemedik gerçi. Tüm bu şaşaa insanları yumuşatıyor olmalı.”
“Olabilir,” diyerek onayladı Amuba, “ama sen de şunu unutmamalısın ki, daha çok yakın zamana kadar bizler çadırlarda yaşayan, istediği vakit otlak bulmak için dolaşan bir halktık ve yerleşik hayata geçip kentler inşa etmeye başladığımız için yumuşamadık. Mısırlıların yiğit olmadığını kimse söyleyemez, kesinlikle bunu söylemek bize düşmez ama fiziksel beceri olarak bizimle aşık atamazlar. İnsanların bize nasıl bakıp parmakla gösterdiğini görüyor musun Jethro? Daha önce bizim gibi mavi gözlü, sarı saçlı bir ırk gördüklerini sanmıyorum ama kendi aralarında bile esmerliğin farklı tonlarını görmek mümkün. Soylular ve üst sınıflar ayak takımına göre daha açık bir ten rengine sahip.”
Mısırlılar esirlerin ten rengi karşısında gerçekten de hayrete düşmüştü, duvar süslemelerinde de hâlâ Rebu halkının mavi gözlerini ve sarı saçlarını gösteren resimler bulunmaktadır. Kralın dönüşü üzerine verilen şenlikler günlerce devam etti, sona erdiğinde ise esirler kraliyet düzenine göre dağıtıldı. Bazıları savaşta kendini göstermiş olan komutanlara verildi. Çok sayıda esir rahiplere bırakılırken birçoğu kamu işlerinde çalıştırılmak üzere gönderildi.
Tuhaf ten rengi ve sarı saçları özel bir ilgi uyandıran Rebulu esirler ise kralın kişisel gözdeleri arasında dağıtıldı. Kızların çoğu kraliçeye ve kraliyet prenseslerine verilirken diğerleri de kralın konseyini oluşturan rahip ve komutanların karılarına bırakıldı. Erkekler çoğunlukla tapınaklarla ilgili hizmetler için rahiplere verildi.
Amuba, Jethro’yla birlikte büyük tapınaklardan birindeki rahiplerin hizmetine atanan sekiz esirin arasında olduklarını öğrendiğinde çok mutlu oldu. Bunun şansla pek bir ilgisi yoktu aslında çünkü esirler sıraya dizilmiş, aralarında seçme ya da kayırma olmaması adına her bir tapınak için belirlenen sayıyla birlikte sırası gelen ilerlemişti, böylece çeşitli tapınaklara tarafsız bir şekilde dağıtıldılar, Jethro da her zaman Amuba’nın yanında durduğu için doğal olarak aynı tapınağa seçildiler.
Tapınağa vardıklarında küçük esir grubu yeniden sıraya dizildi, bunun üzerine ciddi ve saygın görünümlü bir adam olan başrahip Ameres onları inceleyerek aralarında gezdi. Eliyle Amuba’ya işaret edip öne çıkmasını istedi. “Bundan böyle,” dedi, “sen benim hizmetçimsin. Davranışlarına dikkat edersen iyi bakılırsın.” Yeniden sırada yürümeye başladı, Amuba başka birini daha seçeceğini anlayınca kendini rahibin önüne atıp dizlerinin üstüne çöktü.
“Efendim bu cüretimi bağışlayın,” dedi, “ama size yalvarırım yanımda duran şu adamı seçin lütfen. Kendisi çocukluğumdan beri dostum olmuş, savaşta beni kalkanıyla korumuş, kendi babamı kaybettiğimden beri bana babalık yapmıştır. Yalvarırım bizi ayırmayın efendim. Bize ne görev verirseniz verin severek çalışacağımızı göreceksiniz.”
Rahip ciddiyetle dinledi.
“Dilediğin gibi olsun,” dedi, “elinden gelirse çevresindekileri mutlu etmek her insanın görevidir, dostun da güçlü kuvvetli bir adam ve dürüst, içten bir yüzü var, benim için gayet uygun olacaktır; o halde ikiniz de peşimden gelin, evime gidelim.”
Diğer esirler rahibin peşinden giden Amuba ve Jethro’yu selamladı. Rahip bu ifadelerini fark edince delikanlıya dönüp şöyle dedi:
“Halkın için önemli biri miydin de ayrılmadan önce senden daha büyük olan dostun yerine seni selamladılar?”
“Ben krallarının oğluyum,” dedi Amuba. “Kendisi sizin birliklerinizle savaşırken öldü, şehrimiz ele geçirilmeseydi ve ülkemiz Mısırlıların egemenliğine girmeseydi tahta ben geçecektim.”
“Öyle mi?” diye sordu rahip. “Hayatın getirdiği değişiklik ve rastlantılar gerçekten de çok tuhaf. Acaba kralın oğlu olarak neden Thutmose seni özellikle kendisi için ayırmadı?”
“Sanırım bilmiyordu,” dedi Amuba. “Sizin geleneklerinizi bilmediğimiz için esir dostlarım kralın oğlu olduğum öğrenilirse muhtemelen öldürüleceğimi düşündüler, bu yüzden de saygı belirtisi gösterecek tüm ifadelerden kaçındılar, onlar gibi köle olan birine kral gibi davranmaları oldukça gülünç olurdu.”
“Belki de en doğrusu,” dedi rahip düşünceli bir şekilde. “Sana zarar verilmezdi çünkü biz savaşta alınan esirlerimizi öldürmeyiz, yine de bir rahibin hizmetçisi olarak yaşamak kralın hizmetkârlığını yapmaktan daha kolay olabilir senin için. Fakat doğduğun zümreyi yine de kimseye söylemesen iyi olur çünkü krala bildirilirse saraya gönderilmen gerekebilir, saray hayatının görkemini ve canlılığını izlemeyi sessiz bir evde hizmetçi olmaya yeğlemiyorsan tabii.”
“Sizinle kalmayı kesinlikle tercih ederim efendim,” dedi Amuba hevesle. “İsteğimi bağışlayıp köle dostum Jethro’yu seçerek şimdiden merhamet dolu bir kalbiniz olduğunu gösterdiniz, kaderimin umduğumdan daha büyük mutluluk getireceğini şimdiden hissediyorum.”
“Görüntüye bu kadar çabuk aldanma,” dedi rahip. “Öte yandan burada, Mısır’da, köleler Nübye’nin yabani halkları arasında ya da çölde olduğu gibi muamele görmezler. Hepsi için bir kanun var, burada köle öldüren biri bir Mısırlının canını almış gibi cezalandırılır. Fakat sanırım şunu söyleyebilirim ki, buradaki hayatın çok zor olmayacak; zekisin, dilimizi bu kadar akıcı konuşabilecek kadar yeterli bilgiyi bu kadar kısa sürede edinmiş olmandan belli. Sen de dilimizi konuşabiliyor musun?” diye sordu Jethro’ya.
“Biraz konuşabiliyorum,” dedi Jethro, “ama Amuba kadar iyi değil. Yaşlı dilim yabancı bir lisana gençlerinki kadar çabuk alışamıyor.”
“Anlaşılabilecek kadar konuşuyorsun,” dedi rahip, “çok yakında dilimizi kusursuz bir şekilde kavrayacağından eminim. Burası benim evim.”
Rahip her iki yanından yüksek ve geniş bir duvarın uzandığı görkemli bir geçitten girdi. Geçidin kırk, kırk beş metre ilerisinde büyük bir ev duruyordu, buraya kıyasla Amuba’nın büyüdüğü kraliyet konutu sefil bir kulübe gibi kalırdı. Duvarların çevrelediği yaklaşık iki yüz elli metre karelik boş bir arazi vardı, burası bahçe olarak düzenlenmişti. Etrafı sıra sıra meyve ağaçlarıyla doluydu, bir kısmı üzüm bağı olarak ayrılmıştı, bir sıra palmiye ağacının böldüğü alanda ise sebze bahçesi vardı.
Evin önünde geniş bir gölet, içinde ise rengârenk boyanmış bir kayık vardı, çeşit çeşit su bitkileri göletin kenarlarını süslüyordu. Zarif palmiyeler yapraklarıyla üstünü kapatıyordu, zambakların geniş, düz yaprakları ise üzerinde yüzüyordu; Amuba’nın tüm dini törenlerde üst sınıftan çok sayıda insanın taşırken gördüğü ve adına nilüfer dendiğini duyduğu beyaz çiçekler ise üzerinde süzülüyordu. İki esir, gördükleri manzaranın güzelliği karşısında şaşkınlık ve hayranlık içinde donakaldı ve şimdiye kadar gördüklerinden daha güzel olan bir bitki örtüsüne bakarken bir anlığına köle olduklarını unuttular. Rahibin yüzünde bir gülümseme belirdi.
“Mutlak mutluluk hiçbir insana bahşedilmez,” dedi, “ama sanıyorum zamanla burada hiç olmazsa memnuniyeti tadacaksınız.”
IV
Rahat Bir Esaret
Rahip sözünü bitirdiğinde Amuba’yla aynı yaşlarda bir delikanlı evin sütunlu girişinde belirip babasına doğru koştu.
“Ah babacığım!” diye bağırdı, “o yabancı esirlerden ikisini eve mi getirdin? Geçit töreninde görüp saçlarının ve gözlerinin rengine pek hayran kalmıştık. Mysa’yla dikkatimizi özellikle bu delikanlı çekmişti, saçları neredeyse altın sarısı.”
“Her zamanki gibi düşünmeden konuşuyorsun Chebron. Bu genç adam, dilimizi senin ne dediğini anlayacak kadar biliyor ve bir insanın yüzüne karşı fiziksel özelliklerinden bahsetmek hiç kibar bir davranış değil.”
Delikanlının çıkık yanakları kızardı.
“Bağışlayın,” dedi Amuba’ya nazik bir şekilde. “Aramıza daha yeni katılan birinin dilimizi bildiği aklımın ucundan bile geçmedi.”
“Özür dilemeyin,” dedi Amuba gülümseyerek. “Dış görünüşümüz size yabancı geliyor olmalı, hatta Lidya ve Pers halkları arasında bile bizimki kadar açık renkli saçı ve gözü olan insan azdır. Görünüşümüzü beğenmediğinizi söyleseniz bile alınmazdım, zira herkes alışık olduğu şeyleri beğenir kanımca ama yine de söylediğiniz şeyden dolayı özür dilemeniz çok nazikçe, insanlar genelde esirlerin de duyguları olduğunu hesaba katmıyor.”
“Chebron’un özrü yerindeydi,” dedi babası. “Bizim için nezaket çok önemlidir, her Mısırlı bütün insanlara karşı düşünceli davranması gerektiği öğretilerek büyür. Nazik olmak en az kaba olmak kadar kolay, insanlar ise karşılarındakine korkudan çok sevgi gösterdiğinde daha iyi hizmet görürler.”
“Peki, burada mı kalacaklar baba yoksa sadece bugünlük mü getirdin onları?” diye sordu Chebron.
“Kalacaklar oğlum. Onları tapınağımız için getirilen esirlerin arasından seçtim. Genç olanı senin yaşlarında olduğu için seçtim; insanın yanında, kendisiyle birlikte büyüyüp ona bağlı kalacak, şartlar onları eşit kılmamış olsa da dostluk, yoldaşlık yapacak birinin olması iyidir; umarım Amuba’da – isminin bu olduğunu söyledi – bu anlattıklarımı bulabilirsin. İçinde bulunduğumuz şartların kendisini bizden daha alt bir konuma getirdiğini söyledim, ne de olsa bu şartlar büyük öneme sahip. Bu genç adam kendi ülkesindeyken senin burada sahip olduğundan daha yüksek bir konumdaydı çünkü kralın oğluydu, babası savaşta öldüğü için de eğer halkı boyunduruğumuz altında olmasaydı ülkesinin kralı olacaktı. Diyeceğim şu ki Chebron, bir talihsizlik sonucu Amuba aramızda bir esir olarak bulunsa da asalet bakımından senden üstün, bu yüzden sen de düşman bir ülkeye esir olarak düşseydin nasıl bir muamele görmeyi bekleyeceğini düşün ve Amuba’ya öyle davran.”
“Seni memnuniyetle dostum olarak göreceğim,” dedi genç Mısırlı Amuba’ya samimiyetle. “Irklarımız birbirinden tamamen farklı olsa da sadık ve sözünün eri olduğunu yüzünden okuyabiliyorum. Ayrıca, babam senin nasıl biri olduğunu anlayıp bana uygun bir dost olacağından emin olmasaydı sana güvenmemi istemezdi,” diye ekledi.
“Siz de babanız da çok iyi insanlarsınız,” dedi Amuba. “Savaşta ele geçirilen esirlerin yaşamlarının ne kadar çetin geçtiğini bilirim, biz Rebulular da çıktığımız birçok seferde çok sayıda köle toplamışızdır, bu yüzden acı çekmeye hazırlamıştım kendimi. Beni beklentimin aksine çok farklı insanların eline teslim ettikleri için tanrılarımıza ne kadar minnettarım, tahmin edebilirsiniz; söz veriyorum Chebron, size karşı vefalı ve sadık olacağım. Buradaki dostum için de aynısını söyleyebilirim, kendisi her türlü zorlukta benden çok daha iyi şekilde size hizmet edecektir. En yiğit savaşçılarımızdan biriydi. Halkınızla savaştığımız büyük muharebe sırasında savaş arabamı sürmüş, birçok kez hayatımı kurtarmıştır; güçlü ve yiğit bir adamın hizmetine ihtiyaç duyarsanız Jethro size yardımcı olacaktır.”
“Sen savaşa mı katıldın?” diye sordu Chebron şaşkın bir şekilde.
“İlk defa birileriyle savaştım,” dedi Amuba, “ama daha önce çok kez aslan avlamıştım, aslan da en az sizin askerleriniz kadar tehlikelidir. Savaşa katılmak için gençtim ama babam doğal olarak ülkemiz için savaşan erkekler arasında erkenden yerimi almamı istedi.”
“Bu arada Chebron,” dedi Ameres, “seni uyarmalıyım, Amuba’nın ülkesinde sahip olduğu sıfattan kimseye bahsetme. Öğrenilirse bizden alınıp sarayın hizmetine verilebilir. Onunla birlikte esir alınan insanlar da Amuba’nın prens olduğu öğrenilirse başına kötü bir şey gelebilir korkusuyla onun kim olduğuyla ilgili hiçbir şey söylememiş, bu yüzden onun da Rebulu diğer soylu esirlerle aynı tabakadan olduğu düşünülmüş. Bu sebeple kimseye bir şey söyleme, annene ve Mysa’ya bile. Bu sırrı saklayacaksak ne kadar az kişi bilirse o kadar iyi.”
Ameres konuşurken Amuba da bir yandan kendisini bir dost gibi göreceğine söz veren delikanlıyı inceliyordu belli etmeden.
Babası gibi o da Mısırlıların geneline kıyasla daha açık tenliydi, bu açık ten üst sınıflar arasında neredeyse ortak bir özellikti. Chebron, Rebu’nun gençlerinden çok daha kısa ve cılızdı ama dik bir duruşu vardı ve daha şimdiden tavrında üst sınıfa ait Mısırlılara özgü sakin ve ağırbaşlı bir hava vardı. Sol kulağından sarkan bir tutam perçem dışında tüm kafası kazınmıştı, Amuba bunun tüm Mısır’da uygulanan geleneğin bir parçası olduğunu düşündü. Daha sonra öğrendiği üzere bu perçem gençliğin ayırt edici bir işaretiydi ve genç erkekler rüştünü ispatladığında, evlendiğinde ya da bir işe başladığında bu perçem de kesilirdi.
Şu an için kafası keldi ama dışarı çıktığında başına tam oturan bir şapka takıyordu, bu şapkada bulunan bir delikten perçemi geçiyor, omzuna sarkıyordu. Genellikle peruk takan üst ve orta sınıfın bu geleneğini benimsemek için Chebron henüz gençti. Bu kafa kazıtma âdeti Amuba’ya bir müddet hiç hoş gelmemişti. Kuşkusuz Mısırlılar bu geleneği serinlik ve temizlik adına benimsemişti ama Amuba Mısırlıların taktığı acayip ve çetrefilli peruklarla gezinmektense saçını tozdan korumak adına her türlü acıya katlanmayı tercih edeceğini düşünüyordu.
Çok geçmeden rahibin peşinden eve girdiler. Giriş kapısından geçtiklerinde geniş bir salona vardılar. Yan tarafta çatıyı taşıyan ve her bir duvardan üç dört metre mesafede duran bir dizi devasa kolon vardı; duvarlar mermer ve diğer renkli taşlarla kaplıydı, yerler de aynı malzemelerle döşenmişti; tam ortada bir çeşme akıyor, suyu oldukça yükseğe fışkırtıyordu çünkü salonun kolonlar arasında kalan kısmının açık tavanı gökyüzüne bakıyordu; odada çok çeşitli şekillerde bir sürü oturulacak yer bulunuyordu; palmiyeler ve zarif yapraklı diğer bitkilerin olduğu kocaman saksılar vardı. Tavan şık desenlerle rengârenk boyanmıştı. Uzun bir sedirin üzerinde ise bir kadın oturuyordu. Sedirin arkası boştu ama bir ucu kol desteği olarak uzanıyordu, sedirin iki tarafında da hayvan kafası suretleri oyulmuştu.