bannerbanner
Mısır'ın Kutsal Kedisi
Mısır'ın Kutsal Kedisi

Полная версия

Mısır'ın Kutsal Kedisi

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

Mısırlıların bulunduğu koldaki ilk sıra bataklık bölgenin sınırına vardığı anda cephedeki askerler balyaları hemen önlerine bırakıp arkalarında duran silah arkadaşlarının arasındaki boş alanlara çekildiler. Sınıra ulaşan her sıra aynısını yaptı. Birçoğu Rebu askerlerinin okları altında kaldı ama süreç istikrarlı bir şekilde devam etti, yer sulaklaştıkça balyaları fazladan bir kat daha olacak şekilde sermeye devam ettiler; Rebulular gittikçe artan bir ümitsizlikle bataklık boyunca iki yüz metre genişliğinde bir geçiş yolunun yavaş ama istikrarlı bir şekilde inşa edilişini izlediler.

Kral bizzat arabasından inip en yiğit komutanlarıyla birlikte askerlerin yanına gitti ve geçiş yolunun ilerlediği her metrede oklarının yolunu yapan adamlara daha ölümcül zarar verdiğini anlatarak askerlere pes etmemelerini söyledi. Fakat yalvarışları boşunaydı, yolun yapıldığı alan çoktan yığılmış ölü bedenlerle dolup taşmıştı ve Mısırlıların yağdırdığı oklar o kadar hızlı ve ölümcüldü ki en yiğit askerler bile direnmekten vazgeçti. Sonunda liderleri bile onları zorlamayı bıraktı, kral da hepsine Mısırlıların atış menzilinden uzağa çekilmelerini emretti.

Birliklerin nasıl yerleştirileceğine dair birtakım değişiklikler yapıldı, en başarılı ve düzenli gruplar Mısır savaş arabalarının saldırısını karşılamak için geçiş yolunun önüne konumlandırıldı. Öndeki iki sıra mızraklı askerlerden oluşturulurken onların da arkasındaki tümseklere arabalarda kimin durduğuna bakmadan sadece atları vurmaları emredilen okçular yerleştirildi, arkalarından dört yüz adet savaş arabası geldi. Onların da ardında yine uzun bir hatta mızraklı askerler vardı, koruya ve köye uzanan sağ ve sol tarafta ise bataklıktan ilerleyen Mısırlı askerlerle dövüşecek olan asıl ordu bekliyordu.

Geçiş yolunun son kısmının tamamlanması Mısırlılara pahalıya patladı çünkü onlar Rebu okçularının saldırısına maruz kalırken şimdi bu okçular karşı tepede, Mısırlıların menzilinden çok ötedeydi. Fakat sonunda yol tamamlandı. İşlem bitip işçiler geri çekildiğinde kral arabasından atlayıp yanan meşaleler taşıyan yüz kişilik bir birliğin başını çekerek yamaçtan aşağı fırladı. Ortaya çıktıkları an Mısırlı okçular ileri atılıp bu küçük grubu ok yağmuruna tuttu. Geçiş yoluna varamadan üçte ikisi öldü, diğerleri ise meşaleleriyle balyaları ateşe verdi.

Mısırlı askerler alevleri söndürmek için koştururken Rebulular onları püskürtmek için ileri atıldı. Feci bir mücadele başladı ama yiğit Rebulular galip geldi ve Mısırlılar geri çekildi. Fakat saldırıları amacına ulaşmıştı çünkü çatışma sırasında balyalar iyice çamura gömülmüş, ateş de söndürülmüştü. Bunun üzerine Rebulular ilk konumlarına geri çekilip önüne geçemeyecekleri saldırıyı beklemeye koyuldular. Saldırı yaklaşık bir saat sonra başladı, çok geçmeden Mısırlı askerlerden oluşan uzun bir sıra ortaya çıktı, yan yana elli sıra savaş arabası görüldü, sonra bütün ordu avazı çıktığı kadar bağırarak yamaçtan aşağı ilerlemeye başladı. Rebulular da savaş naraları atarak karşılık verdiler.

Mısırlılar savaş arabalarıyla geçit yoluna doğru bayırdan aşağı son hız ilerliyorlardı. Bu, Rebulu okçuların yaylarını germeleri için bir işaretti, bir anda savaş arabalarının ilk hattında bir kargaşa çıktı. Okların yaraladığı atlar çıldırmış gibi kendilerini yere attılar. Birçoğu balyaların arasında kalıp düştü. Bir an için üstünlük sağlanmıştı ama Mısırlı askerler bellerine kadar çamurun içine girip oklarıyla öyle yoğun bir hücuma geçtiler ki cephedeki Rebulular geri çekilmek zorunda kaldı, okçular ise oklarını kontrolsüz ve dağınık bir şekilde atmaya başladı.

Kral, askerleri boş yere yatıştırmaya çalıştı. O bununla uğraşırken Mısır savaş arabalarının ilk grubu çoktan yolu geçmişti, ardından diğerleri de kesintisiz bir kuyruk halinde akın etti. Sonra dağınık mızraklı asker hattının arasından Rebulu savaş arabaları, peşlerinde bir sürü mızraklı askerle Mısırlıların üzerine saldırdı. Kralın amacı Mısırlıların ilk saldırısını durdurmak, liderleri alt etmek ve arkadaki asker yığınının kalabalık yoldan çıkıp gelmesini engellemekti.

Saldırının etkisi dehşet vericiydi. Atlar ve savaş arabaları çılgınca bir karmaşanın içinde yuvarlandı, ciritler etrafa savruldu, yaylar gerildi, savaşçıların haykırışları ve debelenen atların ayakları altında ezilen yaralıların feryatları korkunç bir gürültü yaratıyordu. Kıvrak ve çevik Rebu askerleri arbedeye karıştı, Mısır atlarının altına girip uzun bıçaklarıyla karınlarına ölümcül darbeler indirerek atından düşen Mısırlılarla göğüs göğse çarpıştılar. Amuba geride kalan savaş arabalarıyla atağa geçmişti. İkinci sıraya, babasının hemen arkasına yerleştirilmişti, arabacısı ise aldığı emirlere uyarak delikanlının öfke dolu emirlerine rağmen arabayı sabit tutmaya çalışıyordu ama birbirleriyle aynı hizada hareket etmeye alışmış olan atları durdurmak imkânsızdı, böylece arabacının çabalarına rağmen geri kalan grupla birlikte yamaçtan aşağı taarruza geçtiler.

Daha önce aslan ve leopar avlamış olan Amuba, soğukkanlılığını koruyup sakin bir şekilde nişan alarak oklarını Mısırlıların üstüne fırlattı. Bir süre çarpışmadan kimin galip çıkacağı belirsizliğini korudu. Yol üzerinde toplanmış olan Mısır savaş arabaları ilerleyemiyordu, birçok yerde de arabaların ağırlığı yüzünden balyalar çamura öyle battı ki araçlar hareket edemedi. Bir yandan da bataklık üzerinde her iki tarafta da korkunç bir çarpışma devam ediyordu. Attıkları oklarla kendilerini koruyan Mısırlılar bataklığın öteki tarafına geçmeyi başardı ama burada Rebu’nun mızraklı askerleriyle karşılaştılar ve çatışma tüm hat boyunca hiddetlendi.

Bunun üzerine Mısır kralının koruması olarak seçilmiş iki bin asker yola yakın bataklığı geçti, bu sırada çamura batmış araçların arasında bir hareketlenme oldu. Askerler arkadan muazzam bir güçle arabaları itti, bazı arabalar çamura battı, bazıları devrildi ya da ayaklar altında ezildi, bazıları ise ilerideki sert zemine doğru sürüklendi; böylece oldukça güçlü atların çektiği ağır araba yığını tüm engelleri aşarak zor da olsa yolu geçti.

Bu yığının tam ortasında Mısır Kralı Büyük Thutmose duruyordu.

At ve arabalardan oluşan yığın, ağırlığı ve gücü sayesinde önündeki her şeyi tepeye doğru itti. Bu, arkadan gelen arabaların etrafa yayılması için alan kazandırdı. Kralın korumaları aralıksız ok yağmurlarıyla Rebu mızraklı askerlerinin sağlam düzenini yerle bir etti, böylece savaş arabaları aralarına hücum etti. Rebulular soylarına özgü bir mertlikle savaştı. Saldıran ilk Mısırlıları oklarıyla delik deşik edip atlarını ise bin bir yerden bıçakladılar. Fakat bir dizi savaş arabası aralıksız bir şekilde akın edip sırayla hücuma geçerek kendilerine saldıran asker yığınının ortasına tüm gücüyle çılgınca dalarken piyade erleri de gruplara ayrılıp yorulmak bilmez bir şekilde durmadan dövüşüyordu.

Tam o sırada Rebu atlarının başındaki bin adet güçlü subay, Mısır savaş arabalarının üzerine hücum edip onları bataklığa doğru sürdü ve bir süreliğine çatışmayı dindirdi ancak Rebuluların bulunduğu tarafın merkezle iki kanadı arasında bağlar kopunca Mısırlı korumalar aradan geçip hâlâ bu umutsuz mücadeleyi sürdüren Rebu savaş arabaları ve mızraklı askerlere saldırmayı başardı. Rebu kralı tüm bu süre boyunca adamlarıyla birlikte cephede savaşıp mertliği ve konuşmasıyla onları cesaretlendiriyordu. Arabası oluşan izdihamda sıkışıp ilerleyemediği zaman arabadan atlayıp kalabalığa karışarak Mısır savaş arabalarını süren birçok düşmanı öldürdü.

Fakat kral ve komutanlarının çabaları nafileydi. Saldırının ağırlığına karşı koyamıyorlardı. Mısır savaş arabalarından oluşan sağlam birlik ilerlemeye devam ediyor, Rebulular ise geri çekilmek zorunda kalıyordu. Sayıca bir hayli azalan savaş arabaları yenilmiyor, âdeta yok ediliyordu. Atlar korkunç ok yağmuruyla delik deşik olup yere seriliyor, Mısırlıların akını altında eziliyordu. Arabasından etrafına bakan kral savaşı kaybettiklerini, yapılacak tek şeyin sağ ya da sol kanattaki piyade er birliklerinden birini toplayıp savaş alanından sağ salim çıkarmak olduğunu gördü. Fakat emir vermek için arkasına döndüğünde birkaç metre uzakta duran bir arabadaki okçunun attığı bir okla gözünden vuruldu ve arabasına düşüp öldü.

II

Şehir Kuşatma Altında

Amuba babasının düştüğünü gördüğünde arabasından atlayıp yanına gitmek için erlerden ve savaş arabalarından oluşan kalabalığın içinden sıyrıldı. Jethro hemen onu takip etti. O da düşenin kim olduğunu görmüştü ve Amuba’nın bilmediği bir şey biliyordu, Rebu halkının kralını kaybettiğini. Üstüne yüklenmiş olan sorumluluğu unutmamıştı ama delikanlı bir an için kontrolden çıkmıştı, Jethro da kralın ölümünden dolayı öfkeyle dolmuş, mümkünse cesedini kurtarmaya karar vermişti. Tam zamanında Amuba’nın yanına gelip kalkanını oğlanın yanından savaş arabasıyla geçen Mısırlı okçu ile prensin arasına soktu. Ok, kalkanı ve onu tutan kolu parçaladı. Jethro bir an için duraksadı, kalkandaki ok sapını kırdı, etine beş santim kadar girmiş olan ok ucunu tutup kolundan çekti.

Tüm bunlar göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu ama bu kısa an neredeyse Amuba’nın hayatına mâl oluyordu çünkü o sırada öne doğru eğilen okçu yayının bir ucuyla delikanlının kafasına vurup – Mısırlı okçular arasında yaygın bir numaraydı bu – onu anında yere sürükledi, bu sırada arabadaki silah arkadaşı da fırlatmak üzere mızrağını kaldırıyordu. Jethro öfke dolu bir feryatla öne atıldı, kılıcını sallayarak inen mızrağın başını kesip attı. Bunun üzerine kılıcını indirip arabaya atladı, yayı tutan adamı kılıçtan geçirip mızraklı askerle boğuştu.

Dövüş kısa sürdü. Kılıcını okçunun gövdesinde bırakan Jethro hançerini çıkarıp hızla düşmanının işini bitirdi. Sonra arabadan atlayıp boğazındaki yay kirişinin aniden keskin bir şekilde çekilmesinin ve şiddetli düşüşünün etkisiyle bilincini yitiren Amuba’yı ayağa kaldırdı ve onu tekrar arabaya taşıdı. O sırada son derece hiddetli bir şekilde devam eden çatışmanın ortasından büyük zorluklarla çıkmayı başardı. Krallarının öldüğünü gören Rebulu askerler cesedini kurtarıp ölümünün intikamını almak için hücuma geçtiler. Kralın etrafında bir alan açtılar, arabasını çıkarmak imkânsız olduğundan cesedini savrulan atların, kırılmış arabaların ve hiddetle dövüşen askerlerin yarattığı kaosun içinden kurtarıp uzağa taşıdılar.

Kralın bedeni başka bir arabaya yerleştirildi ve sürücü son hızla şehre doğru yol aldı. Kalabalıktan sıyrılan Jethro etrafına bakmak için bir anlığına durdu. Savaşı kaybettiklerini o an anladı. Merkez tamamıyla dağılmıştı, bataklığı geçen kalabalık Mısır ordusu, cepheden kendilerine saldıran askerlere karşı hâlâ kararlı bir şekilde savunma yapan Rebulu erlerin bulunduğu kanadı ağır bir şekilde sıkıştırıyordu. Şimdilik Mısır savaş arabalarının geçişi engellenmişti, geçiş yolu çamura saplanmış ya da balyaların arasına batmış araba ve atlarla öyle tıkanmıştı ki ileri gitmek imkânsızdı, kalabalık bir asker grubu da şimdi yolun diğer tarafında yeni bir geçiş yolu hazırlıyordu.

Bu yol çok geçmeden tamamlanacaktı çünkü Mısırlı askerler artık düşmanları tarafından rahatsız edilmeden çalışıyorlardı, Jethro da yol bittiği anda Mısırlı kalabalığın hızla çevreye yayılacağını ve Rebu ordusunun en arka kısmına kadar saldıracağını anladı. Bunun üzerine kendisi gibi çatışmadan kurtulmuş, ağır yaralı iki atlıya doğru koştu.

“Baksanıza,” dedi, “birkaç dakika içinde yeni bir yol yapılmış olacak ve Mısırlılar akın edecek. Bu durumda direnmek imkânsız olacak ve savaşı kaybedeceğiz. Biriniz sağ ve sol kanatlara gidip komutanlara kralın öldüğünü, emir verecek kimse kalmadığını ve birliklerini kurtarmak için tek şanslarının bir an önce geri çekilip şehrin düzenini korumak olduğunu söylesin.”

Atlılar derhal yola çıktı çünkü kralın şahsi arabacısı olan Jethro çok sabırsız bir adamdı. Ulakları yolladıktan sonra arabasına dönüp hemen oradan ayrıldı. Amuba kendine geliyordu, son hızla ilerleyen aracın sarsılmasıyla uyandı.

“Ne oldu Jethro? Neler oluyor?”

“Savaşı kaybettik prensim, sizi şehre geri götürüyorum. Düşünce ağır yaralandınız, neredeyse canınızdan oluyordunuz, savaşmaya devam etmek bir işe yarasa bile siz daha fazla dövüşemezsiniz, artık bir anlamı da kalmadı.”

“Peki ya kral, babam?” diye sordu Amuba ayağa kalkmaya çalışırken. “Ona ne oldu? Düştüğünü görmüştüm.”

“Onunla ilgili kesin bir bilgim yok,” dedi Jethro. “Korkunç bir çatışma sürüyordu, sizi taşıdığım için de başka birini arabaya alamazdım. Ayrıca sol kolumdan okla vurulmuştum, bir saniye bile geç kalsaydım size isabet edecekti. Şimdi, dizginleri tutarsanız kolumu saracağım. Şu âna kadar düşünecek zamanım olmadı ama çok fazla kanıyor ve ben de bayılmak üzereyim.”

Sahiden de öyleydi ama Jethro aslında babası için korkup endişelenmesin diye Amuba’nın dikkatini biraz olsun dağıtmak için bu konuyu açmıştı. Amuba arabayı sürerken o da arkasına baktı. Geride kalan ova firarilerle doluydu.

“Görüyorum ki her şey bitmiş,” dedi kederle. “Fakat nasıl oluyor da peşimize düşmüyorlar?”

“Çok yakında düşerler,” dedi Jethro. “Ama sanırım yolu ilk geçen Mısır arabalarından yalnızca birkaçı bizi takip edebilecek durumdadır. Çoğunun ya atı yok ya da sürücüsü. Arbedede birçoğu paramparça oldu. Ama şimdi yeni bir geçiş yolu yapıyorlar, tamamlandığında da yoldan geçenler peşimize düşecektir. Askerlerine gelince, onların Rebuluları yakalaması pek mümkün değil.”

“Herhalde adamlarımız da iyi durumdayken geri çekilmek zorunda, Jethro. Dağılmış olsalar da binlerce Mısır savaş arabası tarafından katledilecekler yoksa.”

“Zaten hiçbir şekilde direnemezler artık,” dedi Jethro. Düz bir ovada askerlerimiz Mısır savaş arabalarının saldırısına karşı gelemez. Bu durumda birçok asker şüphesiz ölecek ama kalanlar da sağa sola dağılacaklardır, çoğu sağ salim tepelere ulaşacak, bazıları da koru ve ormanlara sığınacaktır, bir sürü asker de savaş arabalarından kaçacaktır. Yeni geçiş yolu dar, aynı anda sadece birkaç araba geçebilir, bu yüzden adamlarımızın çoğu ele geçirilip öldürülecek olsa da çoğunluğun kaçacağına inanıyorum.”

“Burada bir süre duralım Jethro. Arkamızda birkaç savaş arabası ve atlının olduğunu görüyorum, firari grubun yanında gittiklerine göre bizden olmalılar. Onlara katılıp grup halinde kente dönelim. Mağlubiyetimizin haberini şehre ilk veren olmak istemiyorum.”

“Haklısınız prensim. Atlarımızın durumu iyi olduğundan yakalanmaktan korkmamız için bir sebep yok. Bu yüzden birkaç dakika bekleyebiliriz.”

Bir grup araba çok geçmeden yanlarına geldi, hepsi Amuba’yı görünce durdu. İçlerinden birinde ordu komutanı Amusis vardı. Amuba’yı gördüğünde arabasından atlayıp yanına gitti.

“Prensim,” dedi, “neden oyalanıyorsunuz? Savaştan kaçtığınızı gördüğüme çok sevindim çünkü çatışmanın ortasında ne kadar yiğitçe dövüştüğünüzü gördüm ama yalvarırım acele edin. Birkaç dakika içinde çok sayıda Mısır arabası burada olacak.”

“Siz de geldiğinize göre artık hareket etmeye hazırım Amusis. Babamdan bir haber var mı?”

“Kral ağır şekilde yaralandı,” dedi komutan, “savaş alanının dışına taşındı ama lütfen ilerleyin prensim, acele etmeliyiz. Şehrin bize ciddi şekilde ihtiyacı var, Mısırlılar gelmeden şehri savunmak için gereken tüm hazırlıkları yapmalıyız.”

Arabalar yeniden hareket edip tek bir Mısır askeriyle karşılaşmadan şehre ulaştı, Mısırlılar ise firarileri katlettikleri için gecikmiş, surlara ancak bir saat sonra ulaşabilmişti. Grup kente vardığında etrafta karmaşa ve korkunun hâkim olduğunu gördüler. Kralın cesedinin getirilişi ilk felaket belirtisiydi, ardından ordunun mağlubiyet haberini yayan birkaç atlı ve araba geldi. Kadınların feryatları havada yankılandı, bazıları keder ve korkudan kendini çılgınlar gibi bir o yana bir bu yana savuruyor, bazıları ise elleri yüzlerinde kapı önünde oturuyor, bağırarak ağıt yakıyordu; diğerleri ise üstünü başını parçalıyor, aklını kaçırmış gibi davranıyordu.

Saraya doğru giderken şehri korumak için geride kalan, ağır ve sessiz bir şekilde surlarda yerlerini almaya giden birliklerle karşılaştılar. Yolda Amuba’nın arabasında bulunan Amusis oğlana babasının öldüğü haberini verdi, Amuba da hükümdarlık sınırlarından geçerken kendisini karşılayan kadınların yüksek sesli ağıtlarına hazırlandı.

“Annemin yanına gideceğim,” dedi Amusis’e, “sonra da seninle surlara gelip savunma sırasında bana vereceğin her türlü görevi yerine getireceğim. Artık senin deneyimine ve mertliğine güvenmeliyiz.”

“Elimden gelen her şeyi yapacağım prensim. Surlar dayanıklı, eğer umduğum gibi adamlarımızın büyük kısmı geri dönebilirse Mısır ordusuna karşı başarılı bir şekilde kendimizi savunabileceğimiz kanaatindeyim. Yas tutan kraliçe annenize en derin taziyelerimi ve kendisine olan bağlılığımı iletin lütfen.”

Komutan sözlerini bitirdikten sonra uzaklaştı, Amuba ise kraliyet konutuna girdi. Kralın naaşı ana odada, salonun ortasındaki sedirin üzerine bırakılmıştı. Kraliçe yanında sessizce oturmuş yas tutuyordu; hizmetçilerse bu sırada yüksek sesle haykırıyor, üzüntüden ellerini ovuşturuyordu; ağıtları havada yankılanıyor, kralın kişiliği ve yiğitliğine düzülen övgülere karışıyordu. Amuba annesinin yanına geldi. Oğlunu gören kraliçe dönüp ona sarıldı.

“Tanrılara şükürler olsun oğlum, seni bana bağışladılar fakat başımıza gelen ne üzücü bir kayıp, ne korkunç bir kayıp!”

“Evet anne, öyle. Babam dünyanın en iyi babasıydı. Ama yalvarırım anne, bir süreliğine üzüntünü bir kenara bırak, babamın yasını tutup arkasından ağlamak için daha sonra zamanımız olacak. Hepimiz cesur olmak zorundayız. Birkaç saat içinde Mısır ordusu surlarımıza dayanacak ve savunma için herkese ihtiyaç var. Ben askerler arasında yerimi almaya gidiyorum, onları cesaretlendirmek için elimden geleni yapacağım ama şehirdeki karmaşa feci bir hal almış durumda. İnsanlar kocalarını, babalarını kaybedip kaybetmediklerini bilmiyorlar, kadınların feryatları ve ağıtları da yalnızca askerlerin moralini bozup cesaretini kırıyor. Bence eğer istersen çok şey yapabilirsin anne ve eminim tanrıların yanında istirahat eden babam da senin burada oturup ağıt yakmandan çok kendini halkının selametine adadığını görmek isterdi.”

“Peki, ama ne yapabilirim?”

“Bence bir arabaya atlayıp kentin sokaklarını dolaş anne, kadınlara kraliçelerini örnek almalarını ve düşman püskürtülene kadar kayıplarının yasını ertelemelerini söyle. Herkesin şehrin savunması için üzerine düşeni yapması gerektiğini söyle, herkesin yapabileceği bir şey var; surlara taş taşımak, savaşan erkekler için yemek yapmak, saldırının en yoğun olduğu yerde sur içlerine taşınmak için hayvan postlarını hazır etmek, askerlerimizi oklardan korumak. Bu ve diğer görevlerde herkes kendine yapacak bir iş bulabilir, böylece kentin savunması için çalışırken kadınlar da keder ve endişelerinden bir süre için de olsa sıyrılmış olurlar.”

“Söylediklerin çok doğru Amuba, hepsini yapacağım. Buraya bir araba gönder. Hizmetçi kızlarımı da yanımda götüreceğim, şuradaki iki tellala da söyle, hazırlanıp önümüzden yürüsünler. Böylece insanların susup dinlemelerini sağlarız, yoldan geçerken söylediklerimi de duyurabilirim. Sen çatışmadan nasıl kurtuldun?”

“Vefakâr Jethro beni kurtarıp oradan çıkardı anne, yoksa ben de ölecektim, şimdi izninle surlara gideceğim.”

“Git Amuba, tanrılar seninle olsun. Ama güç toplamak için önce bir şeyler yemelisin oğlum.”

Amuba başka bir odada önüne konulan yemeği hızla yiyip bir kadeh şarap içti ve doğrudan surlara gitti.

Gördükleri yürek parçalayıcıydı. Ova boyunca aceleyle şehre gelmeye çalışan bir sürü asker vardı, aralarından ise Mısır savaş arabaları hızla geçiyor, onları alaşağı edip katlediyordu ama askerler direnmeye devam ediyordu. Rebu askerleri disiplinliydi, savaş arabaları üzerlerine akın ederken ufak gruplar bir araya geliyor, kalkanlarını birleştirip mızraklarını çıkarıyordu; dairenin içinde kalanlar da ya ok atıyor ya da sapanla taş fırlatıyordu. Oklarla yaralanan atlar çoğunlukla sürücülerine itaat etmeyi bırakıp aceleyle doğrudan ovaya koşturuyordu; diğerleri de galeyana gelip kendilerini delik deşik eden mızraklarla ölüyordu, bu sırada mızraklı birliklerin arasına karışan savaş arabalarında çoğunlukla kimse olmuyordu.

Böylece, birçok asker ölmüş olsa da çok sayıda asker de kentin kapısına ulaşmayı başardı; Amuba surlara vardığında savunma için elde bulunan asker sayısı bir hayli artmıştı. Çok sayıda Mısır arabası gelse bile gece olduğunda asıl Mısır ordusu görünürde yoktu. Karanlık çöktükten sonra tepelere kaçmış olan çok sayıda Rebu birliği kente geri döndü. Diğer Rebu şehirlerinden gönderilen askeri birliğe bağlı adamlar haliyle hemen kendi şehirlerine döndüler ama ordu yola çıktığında şehri korumak için geride kalan altı bin asker şafak sökmeden dört katına ulaştı.

Bu sayı savaşa katılmış olan ordunun yarısından biraz fazla olmasına rağmen bu kadar çok sayıda firarinin geri dönmesi şehre çökmüş olan panik ve perişanlık halini oldukça hafifletti. Öldüğünü sandıkları kocaları ve oğulları dönen kadınlar bu sebeple sevindi, dostları henüz dönmemiş olanlarsa yeni gelenlerin sevdiklerinin kurtulmuş olabileceğine ve yakında geri dönebileceklerine dair anlattıklarıyla ümitlendi. Kraliçenin örnek olması şimdiden şehre özgüvenini yeniden kazandırmıştı. Herkes kralla kraliçe arasındaki derin sevgiyi biliyordu, kadınlar da onun kederini bir kenara bırakıp böyle bir zamanda sakin ve cesur kalarak insanlara örnek olduğunu görünce kendilerine yakışanın da endişelerini bir kenara bırakıp kentin savunması için ellerinden geleni yapmak olduğunu düşündüler.

Amusis savaştan dönen herkesin bu gece evlerine gidip dinlenmesini emretti, şehirde kalan birlik surlarda nöbet tutacaktı. Fakat sabah olduğunda hepsi çalan borazan sesiyle toplanıp ait oldukları bölük ve taburlara göre dizildi. Bunların arasında muharebede ağır darbe alan bazı gruplarda hayatta kalan bir avuç kişi bulunuyordu, diğerlerinde ise görece daha fazla sayıda asker vardı; bunun üzerine zayıf taburlar güçlü olanlarla birleştirildi, kayıp subayların yerine yenileri atandı, cephaneler kontrol edildi ve tüm eksiklikler depolardan tamamlandı.

En çok tehdit altında bulunan noktalara gönderilmek üzere on bin adam yedekte bekletildi, geri kalanlar ise korumaları gereken sur bölümlerine dağıtıldı. Gün doğar doğmaz kadınlar gece ara verdikleri işlerine devam edip kafalarının üzerinde sepet sepet taş taşıyarak uzun bir sıra halinde surlara gittiler. Kullanılmayan evler taş ve kereste için yıkıldı, düşmanın üstüne atmak için hazırda bulunsun diye kadınlar gruplar halinde keresteleri halatlarla surlara taşıdı. Çocuklar bile işin ucundan tutup Amusis’in surların güçlendirilmesi için emir verdiği bölümlere ufak sepetlerle toprak taşıdı.

Şehrin konumu savunma yapılacak şekilde belirlenmişti. Ovadan on beş metre kadar yükseklikte kayalık bir platodaydı. Doğusunda Hazar Denizi vardı, kalan üç tarafını ise taşlarla kabaca örülmüş topraktan yüksek bir sur kaplıyor, platonun sınırları boyunca ilerliyordu; üzerinde birbirinden yaklaşık elli metre mesafede kuleler yükseliyordu. Surların çevresi tam tamına üç mil uzunluğundaydı. Merhum kralın büyükbabası tarafından kurulduğu günden beri bu kent kimi zaman kuşatma altında kalmış olsa da hiçbir zaman işgal edilmemişti, Rebulular da artık Mısırlıların savaş arabalarından korkmadıkları için düşmanlarının tüm uğraşlarına karşı başarılı bir şekilde direniş göstermeyi tüm kalpleriyle ümit ediyorlardı.

Öğleyin Mısır ordusunun yaklaşmakta olduğunu gördüler, şehrin muhafızları her ne kadar kendilerine güvense de ovada görünen devasa ordu karşısında kaygılanmadan edemediler. Mısır ordusu üç yüz bin kişinin üzerinde, güçlü bir orduydu. Askerleri silah ve uyruklarına göre düzgün bir sırada hareket ediyordu. Orduda Nübyeliler, Sardinyalılar, Etrüskler, Oskanlar, Daunlar, Maziceler, İberya’dan bir ırk olan Kahakalar ve Mısırlıların ilişkili olduğu bütün kabile ve halklardan grup grup paralı askerler vardı.

Sardinyalılar yuvarlak kalkanlar, üç dört mızrak ya da cirit, uzun, düz bir hançer ve sivri uçlu, üzerinde yuvarlak bir bilye bulunan bir miğfer taşıyorlardı. Etrüsklerin kalkanı yoktu, düz hançer yerine de ağır ve kıvrımlı bir kesme bıçağı taşıyorlardı; başlıkları ise biçim olarak günümüzde Ermenilerin taktıklarına çok benziyordu. Daunlar silahlanma biçimleri bakımından Yunanlar gibiydi; yuvarlak bir kalkan, tek mızrak, kısa, düz bir kılıç ve koni şeklinde bir miğfer taşıyorlardı.

Mısırlılar silahlarına göre gruplara ayrılmıştı. Sıcak çatışma için önü hafifçe kıvrılmış, ağır ahşaptan sopa taşıyan okçu alayları vardı, diğer okçu alayları nacak taşıyordu. Ağır piyadelerin hepsinde bir metrelik Mısır kalkanı vardı. Bu kalkan yukarı doğru genişliyor, yarı dairesel bir şekil alıyordu, altı ise düz bir şekilde kesilmişti. Kalkanların üst kısımları şişkindi. Bazı alaylar mızrakların yanı sıra ağır topuzlar taşıyordu, bazılarıysa balta. Miğferlerin hepsi başlarına tam oturuyordu, birçoğunun miğferinin üstünden metal püsküller sallanıyordu. Miğferler çoğunlukla kalın malzemelerden yapılmıştı, içleri dolgulu ve keçe kaplıydı; bunlar güneşin sıcağından koruduğu için metale tercih ediliyordu.

На страницу:
2 из 6