bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Savaş ve Barış I. Cilt

Полная версия

Savaş ve Barış I. Cilt

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
9 из 20

XVI

Erkekler tarafında sohbet yavaş yavaş koyulaşmakta, koyulaştıkça da kızışmaktaydı. Albay’ın söylediğine göre, savaş ilanını içeren bildirge Petersburg’da yayımlanmış ve metnin bir örneği de bugün bir özel kurye tarafından askerî valiye iletilmiş bulunuyordu.

Bu haber üzerine dayanamayıp sordu Şinşin:

“Ne demeye savaşmaya kalkışıyoruz biz şimdi Napolyon’la durup dururken? Niye yani, niye? Il a déjà rabattu le caquet à l’Autriche. Je crains que cette fois ce ne soit notre tour.”187

Uzun boylu, iri yarı, kanlı canlı bir Alman’dı Albay; görüldüğü kadarıyla da şevkli bir asker ve kusursuz bir yurtseverdi. Şinşin’in sözleri incitmişti onu. Yabancı kökenli olduğunu belli eden bir şekilde konuşarak cevap verdi:

“Niye mi dediniz, bayım? İmparator bilir niye olduğunu. Yayımladığı bildirgede, Rusya’yı tehdit eden tehlikeler karşısında kayıtsız kalamayacağını ve gerek imparatorluğunun güvenliğini sağlamak gerekse kendi onurunun ve imza koyduğu ittifakların…”

Nedendir bilinmez, bu sözcüğü tüm sorunun çözümü onun içinde gizliymiş gibi üzerine iyice basarak söylemiş; sonra da resmî görevlilerin şaşmaz belleğiyle, İmparator bildirgesinin giriş bölümünü aktarmaya devam etmişti:

(…) Kutsal karakterini koruyup sürdürmek zorunluluğunun yanı sıra, biricik ve kesin amaç olarak kabul ettiği, Avrupa’da barışı sarsılmaz sağlam temellere oturtmak iradesinin kendisini, bugün, Rus ordusunun bir kısmına sınırı aşma emrini verme ve niyetlerini gerçekleştirme doğrultusunda yeni çabalarda bulunma kararını almaya sürüklediğini söylüyor.

Burada bir an durdu Albay. Bardağındaki şarabı bir dikişte yuvarladıktan sonra göz ucuyla Kont’un kendisini onaylayıp onaylamadığını da kontrol ederek resmî bir tonla sonlandırdı konuşmasını:

“Niçin Napolyon’la savaşacağımızı sormuştunuz, bayım. İşte bunun için!”

Kaşlarını çatıp gülümseyerek sordu Şinşin:

“Connaissezvous le proverbe;188 Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma. Cela nous convient.189 Suvorof gibi koskoca bir komutan bile â plate couture190 yenilmekten kurtulamadı! Kaldı ki gösterin bana bugün, nerede hani bugünkü Suvoroflarımız? Je vous demande un peu!”191

Albay, yumruk yaptığı elini masaya vurarak cevaba başladı:

“Bize düşen, kanımızın son damlasına kadar vuruşmak ve İmparator’umuz uğruna can vermektir. Her şey düzelir işte o zaman… Bir şey daha gerekli her şeyin düzelmesi için: Elden geldiğince az düşünmek…”

“Elden geldiğince az” deyişini özellikle çekip uzatmıştı Albay. Yine Kont’a bakarak devam etti:

“Elden geldiğince az, evet, elden geldiğince az akla başvurmak… Biz ihtiyar hafif süvariler; işte böyle düşünmekteyiz, o kadar!”

Birdenbire Nikolay’a dönerek sordu:

“Siz, delikanlı! Delikanlı ve aynı zamanda genç hafif süvari, siz peki; ya siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

Daha savaş sözü geçer geçmez yanındaki genç kızla konuşmasını bir yana bırakıp gözlerini Albay’a dikmiş ve kulak kabartarak dinlemeye başlamış olan Nikolay, heyecandan kıpkırmızıydı şimdi. “Tamamıyla sizin fikrinizdeyim.” dedi.

Bir yandan da önündeki tabağı durmaksızın çevirmekte ve yine durmaksızın kadehlerin yerini değiştirmekteydi. Büyük bir tehlikeye istekle atılmak üzere olan insanların kararlı ve gözü pek havasına bürünmüştü. Şöyle tamamladı sözlerini: “Şundan eminim: Ruslar yenmek ya da ölmek zorundadır!”

Bunu söyler söylemez kendisini dinleyenlerle birlikte o da farkına vardı ki dediği şey, şu anki duruma hiç mi hiç denk düşmeyecek derecede abartılı bir coşkunluğu dile getirmektedir; dolayısıyla da tamamıyla yersiz ve münasebetsizdir.

Yanındaki Jülia yetişecekti imdadına. Gerçekten de genç kız, “C’est bien beau ce que vous venez de dire…”192 demişti hafifçe iç geçirerek.

Ve Nikolay konuşurken omuzlarına kadar kızaran Sonya, şimdi tepeden tırnağa titremeye başlamıştı.

Piyer, bir baş hareketiyle onayladığını belirterek “Doğru söz.” dedi.

Albay’sa masaya, yumruk yaptığı eliyle tekrar vurduktan sonra, “Siz gerçek bir süvarisiniz, delikanlı!” diye gürledi. “Gerçek ve tam bir hafif süvarisiniz, evet!”

Tam o sırada masanın öbür ucundan Mariya Dmitriyevna’nın davudi sesi yükseldi birden: “Ne diye gürültü ediyorsunuz bakayım siz orada?”

Hemen ardından, Süvari Albayı’na seslendi özellikle: “Ne vurup duruyorsun masaya öyle? Kiminle ne alıp veremediğin var yine? Yoksa Fransızlarla savaşmakta olduğunu mu sanıyorsun, ha?”

Albay gülümseyerek cevap verdi: “Hakikati söylüyorum ben, hakikati!”

Kont Rostof söze karıştı: “Hep savaştan söz ediyoruz, Mariya Dmitriyevna… Oğlum savaşa giderken başka bir şeyden söz edebilir miyiz?”

Sesini masanın öbür ucundan işittirebilmek için bağırmak zorunda kalmıştı. Mariya Dmitriyevna ise kendisini hiç zorlamadan işitileceğinden emin olarak cevabı yapıştırdı:

“Peki ya ben? Dört oğlumun dördü de orduda benim ve katiyen şikâyet etmiyorum. Her şey Tanrı’ya bağlıdır bu dünyada. Savaşta her an ölümle burun buruna gelip de kurtulan insan, bir bakarsın, yatağında mışıl mışıl uyurken gidivermiş!”

Herkes doğru buldu bu sözü. Sonra konuşma, yeniden, masanın iki ucunda kutuplaştı.

Küçük erkek kardeşi, Nataşa’ya: “Soramazsın işte!..” diyordu. “Var mısın iddiaya? Kendine güveniyorsan iddiaya girelim?”

“Varım.” dedi Nataşa.

Yüzü birden kızarmış, neşeli ve her şeyi yapmaya hazır kararlı birinin ifadesini almıştı. Yavaş yavaş kalktı ayağa, kaçamak bir bakışla karşısındaki Piyer’i de kendisini dinlemeye davet ederek annesine seslendi:

“Anne!”

Kontes korkmuştu ilkin, nitekim ürkek bir sesle sordu: “Ne var?”

Ama kızının yüzüne biraz dikkatle bakınca anladı onun yine bir afacanlık yapacağını, göstermelik bir sertliğe büründü ve küçük kızı sözüm ona korkutmak için elini sallarken başıyla da “Sakın haa!” anlamında bir uyarıda bulundu.

Bir sessizlik çöktü salona.

Nataşa’nın incecik çocuk sesi, bu sefer daha da kararlı bir ifadeyle yükseldi yeniden:

“Yemekten sonra ne tatlısı yiyeceğiz, anne?”

Kontes kaşlarını çatmak istedi ama başaramadı. Mariya Dmitriyevna ise kocaman parmağını sallayarak hizaya getirmek istedi küçük kızı ve sert olmaya çalışan bir sesle çıkıştı:

“Bana bak kazak!”

Konukların çoğu, küçük kızın bu beklenmedik çıkışını neye yormak gerektiğini kestiremedikleri için büyüklerin yüzüne çevirmişlerdi soran bakışlarını. Onlardan medet ummaktaydılar.

Kontes öfkeyle sordu:

“Başına gelecekleri biliyorsun, değil mi?”

Ama artık vartayı atlattığını kavramıştı Nataşa, kendinden emin ve neşeli bir sesle bağırdı yeniden:

“Sahi; yemekten sonra ne tatlısı var, anne?”

Sonya ile şişman Patya gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Nataşa kardeşine fısıldadı:

“Sordum işte! Kazandım iddiayı!”

Tanık göstermek istercesine Piyer’e de bakmıştı.

Mariya Dmitriyevna verdi cevabı, küçük afacan kıza:

“Dondurma var ama sen cezalısın!”

Salonda hava tamamıyla yumuşamıştı artık. Nataşa için çekinilecek hiç kimse kalmamıştı sofrada. Mariya Dmitriyevna bile… Nitekim şimdi doğrudan doğruya ona yöneltecekti soruyu:

“Ne dondurması var, Mariya Dmitriyevna? Eğer vanilyalıysa hiç sevmem!”

“Havuç dondurması var, sevmez misin?”

Neredeyse haykıracaktı Nataşa:

“Şaka yapmayın, ne olur, Mariya Dmitriyevna! Doğrusunu söyleyin lütfen, ne dondurması var? Öğrenmek istemek günah mı sanki?”

Mariya Dmitriyevna ile Kontes dayanamayıp gülmeye başlamışlardı. Onlarla birlikte öbür konuklar da rahatça gülmeye koyulmuştu. Herkes yaşlı otoriter kadının nükteli cevabına değil, onunla böyle konuşma cüretini gösteren küçük haşarı kızın akılalmaz rahatlığına gülüyordu en çok.

Yemekten sonra ananaslı dondurma olduğunu öğreninceye kadar soru sormakta diretti Nataşa. Konuklara, dondurmadan önce şampanya sunuldu. Orkestra yeniden çalmaya başlamıştı şimdi ve Kont, eşiyle öpüşmüştü. Bunu, bütün konukların ayağa kalkarak önce Kontes’i kutlamaları; sonra da masanın öbür ucundaki Kont’la ve birbirleriyle kadeh tokuşturmaları izledi. Uşaklar yine gürültü çıkarmaksızın oradan oraya seğirtmekte, sandalyeler gıcırdamaktaydı. Ve konuklar yemek salonuna geldikleri zaman, düzen içinde ve yüzleri biraz daha kızarmış olarak çıkıp oturma salonuna ve Kont’un çalışma odasına geçtiler.

XVII

Boston masaları kurulmuş, oyun oynayacaklar gruplara ayrılmış bulunuyordu. Böylece Kont’un konukları, oturma salonu ile çalışma odası arasında paylaştırılmış oldu.

Elindeki iskambil kâğıtlarını bir yelpaze gibi açmış olan Kont, yemekten sonra küçük bir şekerleme yapma alışkanlığına karşı koyabilmek için her şeye cömertçe gülüyordu. Kontes’in çağrısına uyan gençler, salonun klavsen ve arp bulunan köşesine toplanmışlardı. İlk olarak genel istek üzerine Jülia arpın başına geçip bir çeşitleme çaldı. Sonra, müzik alanındaki yetenekleri öteden beri herkesçe bilinen Nataşa ile Nikolay’dan bir şarkı isteyen öbür genç kızlara katıldı o da…

Büyük kız muamelesi gören Nataşa, bundan hem gurur duymuş hem de korkuya kapılmıştı. Nitekim, işte bu korku içinde sordu:

“Ne söyleyeceğiz peki?”

Nikolay verdi cevabı:

Pınar’ı söyleyelim…”

Nataşa, “Ne duruyoruz öyleyse hadi, çabuk!” dedi. “Buraya, yanıma gelin Boris. Peki ama Sonya nerede kuzum?”

Çevresine dikkatle baktı ama arkadaşını göremedi ve aramaya koştu hemen.

Odasında değildi Sonya. Nataşa çocuk odasına gitti soluk soluğa. Ama orada da kimseyi göremeyince Sonya’nın olsa olsa koridordaki sandığın üstünde olabileceğini düşündü ve oraya koştu. Rostof ailesinin genç kızlarının kederli oldukları zamanlarda gittikleri yerdi koridordaki sandık.

Gerçekten de oradaydı Sonya. Sırtındaki zarif pembe giysinin buruşmasını umursamaksızın dadısının sandığın üzerinde serili duran çizgili, kirli, kuş tüyü yatağının üstüne yüzükoyun uzanmış; incecik parmaklarıyla yüzünü örtmüş, çıplak narin omuzları sarsıla sarsıla ağlamaktaydı.

Nataşa’nın, o ana kadar doğum günü kutlanan bütün çocukların yüzleri gibi sevinç taşan yüzü değişti birden. Bakışları sabitleşti, geniş boynu ürperdi, dudaklarının uçları aşağı sarktı.

Telaşla eğilip sordu:

“Ne var, Sonya? Söylesene, ne oluyor sana böyle? Hey Sonya! Sonya diyorum! Heyy!..”

Cevap alamayınca kocaman ağzını sonuna kadar açmış ve birdenbire son derece çirkinleşmişti. Sonra da yine birdenbire ve nedenini bilmeden sadece Sonya ağlıyor diye, küçücük bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Sonya başını kaldırmak istedi o sırada, Nataşa’ya cevap vermek istedi ama başaramadı bunu; başaramayınca da yüzünü biraz daha yatağa gömüp sakladı.

Nataşa, kuş tüyü yatağın üzerine oturup arkadaşına sımsıkı sarılmıştı şimdi; hâlâ ağlamaktaydı. İlkin Sonya toparlandı. Doğrulup gözlerini kuruladıktan sonra olanları anlatmaya başladı:

“Nikolay sekiz gün sonra gidiyor. Hareket emrinin geldiğini kendisi söyledi bana… Ama inan… İnan ki yine de ağlamazdım ben…”

Burada bir an sustu ve avucunda sakladığı bir kâğıdı gösterdi. Nikolay’ın yazmış olduğu dizelerdi bunlar. Sarsılarak devam etti Sonya:

“Ağlamazdım, evet… Ama bilemezsin… Hiç kimse bilemez bu dünyada… Onun ne kadar… Ne kadar iyi bir insan olduğunu… Hiç kimse anlayamaz… Ne kadar pırıl pırıl bir yürek taşıdığını…”

Ve bu kez de Nikolay iyi yürekli olduğu için ağlamaya başladı:

“Senin işin kolay…” diyordu. “Sakın kıskanıyorum sanma!.. Seni de Boris’i de ne çok sevdiğimi bilmez değilsin… O da çok iyidir… Hiçbir engel yok sizin önünüzde. Ama Nikolay est nion cousin…193 Dolayısıyla da başpiskoposun izni gerekli… Aslında sadece o bile yeterli değil! Çünkü eğer annem…” Sonya, Kontes’i kendi öz annesi saymakta ve ona “annem” demekteydi. “Nikolay’ın meslek hayatını söndürdüğümü, insafsız olduğumu, nankörlük ettiğimi söyleyecek olursa… Hâlbuki…” Burada istavroz çıkardı. “Tanrı tanığım olsun! Annemi de hepinizi de o kadar çok seviyorum ki… Sadece bir Vera var… Neden ama neden?.. Ne yaptım ki ben ona?.. Bütün hepinize o kadar minnettarım ki sizler için neyim varsa feda edebilirim!.. Ama… Ama ne yazık ki elimde hiçbir şey yok!..”

Daha fazla konuşamadı genç kız ve yeniden elleriyle yüzünü örtüp başını kuş tüyü yastığa gömdü. Bu arada Nataşa yavaş yavaş durulmuş, toparlanmıştı. Şimdi yüzünde, arkadaşının üzüntüsünün derinliğini tam anlamıyla kavradığını gösteren bir ifade vardı. Sonya’nın içini kemiren gerçek derdi sezinler gibi oldu birden ve sordu:

“Dinle, Sonya… Vera yemekten sonra gelip seninle konuştu mu hiç? Saklama boşuna, konuştu değil mi? Söyle hadi!”

Ağır ağır konuşmaya başladı Sonya:

“Evet…” dedi. “Nikolay yazmıştı şiirleri. Ben de başka şiirler kopya etmiştim. Bütün hepsini masamın üzerinde bulmuş Vera. Anneme göstereceğini söyledi. Ayrıca da ‘Nankörsün!’ dedi bana! Nikolay’ın benimle evlenmesine annemin asla razı olmayacağını söyledi… Sonra da… Sonra da Nikolay’ın ancak Jülia ile evlenebileceğini, benim avucumu yalayacağımı söyledi!.. Nikolay’ın bütün gün Jülia’ya ne kadar yakın davrandığına bakılırsa haksız da sayılmaz!.. Peki ama neden bütün bunlar böyle oluyor, Nataşa? Neden ama neden?..”

Daha fazla ağlıyordu şimdi Sonya. Nataşa, arkadaşını hafifçe kendine çekerek kollarının arasına aldı ve yatıştırmaya çalıştı:

“Sakın ona inanayım deme Sonyacığım!” dedi gülümseyerek. “Deli misin sen ona inanacak kadar! Hatırla sonra; sen, ben ve Nikolay oturma odasında neler konuştuk. Akşam yemeğinden sonra yaptığımız konuşmayı söylüyorum hani?.. Her şeyin nasıl olup biteceğini tartışmış ve karara bağlamıştık, unutmadın herhâlde? Şu anda tam hatırlamıyorum neler tasarladığımızı. Ama çok iyi biliyorum ki her şey tam istediğimiz gibi olacak… Şinşin amcanın kardeşi de bir akrabasının kızıyla evli. Üstelik onlar kardeş çocuğu. Bizse kardeş çocuklarının çocuklarıyız. Boris de böyle bir şeyin pekâlâ mümkün olabileceğini söylüyor, biliyor musun? Ben ona bütün her şeyi anlattım çünkü… Bilemezsin Sonya; öylesine akıllı, öylesine iyi bir insan ki Boris, hakikaten bilemezsin!..”

Bir yandan da gülerek arkadaşını öpüyordu Nataşa. Güven verici bir içtenlikle devam etti:

“Ağlama ne olur; Sonya, biricik sevgili kardeşim benim! Canım Sonyacığım, ağlama! Vera kötü yürekli bir kızdır, bilmez misin? Bir gün elbet cezasını çekecek bütün bu yaptıklarının; hiçbiri yanına kâr kalmayacak, göreceksin. Ve yine göreceksin ki bizim için her şey düzelecek. Bunu da anneme Vera değil, doğrudan doğruya Nikolay kendisi söyleyecek! Anlıyor musun? Sonra, inan bana, Nikolay aklının ucundan bile geçirmiyor Jülia’yı…”

Arkadaşının başını öpüyordu durmadan. Sonya doğruldu nihayet. Kedi yavrusu birden canlanmış, gözleri ışıldamıştı. Neredeyse kuyruğunu sallayıp minik ayaklarını hareketlendirerek koşup zıplamaya ya da ilk bulduğu bir yumakla oynamaya başlayacaktı. Bir kedi yavrusuna yaraşan da bu değil miydi zaten?

Genç kız, saçlarını düzeltirken ve üstüne başına çekidüzen verirken bir yandan da Nataşa’ya soruyordu heyecan ve merakla:

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Ne olur, doğru söyle! Peki, yemin eder misin?”

Arkadaşının örgüsünden dışarı taşmış bir tutam saçı düzeltirken cevap verdi Nataşa:

“Yemin ederim ki doğru söylüyorum!” İkisi de keyifle kıkırdadılar.

“Şimdi artık gidip Pınar’ı söyleyebiliriz.” dedi Nataşa.

“Hadi öyleyse gidelim.”

Küçük kız son anda bir şey hatırlayarak durakladı birden, Sonya’yı da kolundan çekip durdurmuştu.

“Bak, ne diyeceğim… Hani o şişman Piyer var ya! Canım şu, yemekte karşımda oturan… Öyle matrak adam ki! Bilemezsin bugün nasıl eğlendiğimi!”

Koridorda koşmaya başlamıştı bile…

Saçlarına yapışmış tüyleri eliyle silkeledi Sonya; şiirleri, hafif çıkık göğüs kemiklerinin arasına sokup koynuna gizledi. Sonra o da Nataşa’nın ardından uçarı, şen bir hâlde koridorda koşmaya başladı. Yüzü yine kıpkırmızıydı oturma salonuna girdiğinde…

Konukların arzusu üzerine gençler, hemen bir dörtlü oluşturup herkesin bayıldığı bir şarkı olan Pınar’ı söylediler.

Ardından da Nikolay, onlara, yeni öğrenmiş olduğu bir şarkıyı okudu:

Ne güzeldir ah! Ne güzeldir, ay ışığında

Heyecandan tatlı tatlı ürpererek:

“Tanrı’nın en sevgili kuluyum artık ben,Çünkü beni bir düşünen var.” diyebilmek…Bir arpın tellerinde ağır ağırGezinen iki süt beyazı elCoşkun bir havayla ortalığı çınlatır

Ve sarhoş eder beni çağrısıyla:

Mutlu günlere evet can ve gönülden,Yeter ki hep yanımda kal sen!

Nikolay şarkının son dizelerini okurken salondaki gençler dansa hazırlanıyorlardı. Balkondaki yerlerini alan orkestra üyelerinin ayak tıkırtıları ve öksürük sesleri kaplamıştı salonu…

Piyer salonda oturmaktaydı. Yurt dışından henüz dönmüş bulunan Şinşin; çok geçmeden başka konukların da katıldığı, politika hakkında bir konuşmaya girişmişti delikanlıyla. Ama sıkılıyordu Piyer.

Tam o sırada müzik başladı. Müzik başlar başlamaz da Nataşa girdi salona ve dosdoğru Piyer’e ilerledi… Yanakları al aldı ama gözlerinin içi gülüyordu.

“Annem sizi dansa davet etmemi söyledi…” dedi.

“Figürleri birbirine karıştırmaktan korkarım…” diye cevap verdi Piyer. “Ama bana öğretmenlik etmek lütfunda bulunursanız…”

Bir yandan da iri kolunu küçük kıza uzatmıştı. Çiftler yerlerini almamışlardı henüz, çalgıcılar da aletlerini akort etmeye yeni başlamışlardı. Ayakta beklemektense yeni damıyla birlikte bir yere oturdu Piyer. Nataşa mutluluktan uçuyordu. Nasıl uçmasın ki yurt dışından gelmiş olan büyük biriyle dans edecekti! Nitekim herkesin onları görebileceği bir yere sürüklemişti Piyer’i ve delikanlıyla artık büyümüş genç bir kız gibi konuşuyordu. Konuk bir kızın bir süre için ona emanet ettiği yelpaze vardı elinde. İşin güzeli, bu tür şeyleri ne zaman ve nasıl öğrendiği bilinmez ancak yüksek sosyete hanımlarına yaraşır bir tavır takınmıştı. Hafif hafif sallıyordu yelpazeyi, sonra da kavalyesiyle sohbet ederken gülümseyince onun ardına gizleniyordu.

Tam o sırada salonu katetmekte olan yaşlı Kontes, kızının hâlini görünce ilkin şaşırdı sonra da hoşlandı ve bağırdı:

“Aaaa! Şuna da bakın hele! Ne dersiniz bu işe, ne buyurulur bu beklenmedik gösteriye?”

Kızardı Nataşa ve gülmeye başladı.

“Ne var anne, sanki bunda? Niçin öyle konuşuyorsunuz? Şaşılacak ne var kuzum, bu işte?..”

Orkestra üçüncü İskoç dansına girmişti ki Kont’la Mariya Dmitriyevna’nın oyun oynadıkları salondan, çekilip üzerinden kalkılan sandalyelerin gıcırtısı yükseldi. Hemen ardından da en seçkin konuklarla yaşlıların büyük bir kısmı, uzun süre oturmaktan gelen uyuşukluklarını gidermek için gerine gerine cüzdanlarını ve para çantalarını ceplerine yerleştirip balo salonuna yöneldiler.

En önde Mariya Dmitriyevna ile Kont ilerliyordu. İkisinin de yüzünden memnuniyet ve neşe taşıyordu. Kont’un muzipliği tuttu birden: Büyük bir nezaketle ve usta bir balet gibi kolunu kıvırarak Mariya Dmitriyevna’ya döndü. Bedenini dimdik tutuyordu. Çehresi; bambaşka, çapkın ve kurnaz bir gülümseyişle aydınlanmıştı. Herkes son figürü de yapıp dansı tamamlayınca birden müzisyenlere doğru ellerini çırptı Kont ve birinci kemana seslendi:

“Semyon! Danilo Kupor’u biliyorsun değil mi?”

Kont’un en sevdiği ve gençliğinden beri büyük bir zevkle yapageldiği danstı bu (“Anglez”in bir figürüydü aslında.).

Büyük biriyle dans etmekte olduğunu o saat unutuverdi Nataşa ve kıvırcık saçlı başını dizlerine kadar eğip koca salonu çın çın öttüren bir kahkaha koyuvererek avazı çıktığı kadar “Babama bakın, babama!” diye haykırdı.

Nitekim çok geçmeden salondaki herkes, zevkle, kendisinden bir hayli uzun olan gösterişli damı Mariya Dmitriyevna’nın karşısında; kollarını müziğe uyarak kıvırıp titreten, omuzlarını oynatan, ayaklarını bir sağa bir sola kıvırıp topuklarıyla yeri döven ve ablak yüzüne gittikçe biraz daha yayılan keyifli gülümseyişle âdeta hepsine meydan okuyarak yeteneklerini zorlayan bu neşeli ihtiyarcığı seyre başlamıştı. Dahası vardı: Danilo Kupor’un coşkun bir trepak’ı194 andıran hareketli ve sürükleyici sesleri yükselir yükselmez salonun bütün kapıları, bir yanda erkekler öbür yanda kadınlar olmak üzere, efendilerinin eğlenişini seyretmek için gelen uşak ve hizmetkârlarla dolmuştu.

Ve kapılardan birinin eşiğinden dadının sesi duyuldu:

“Bizim efendimiz kartaldır, kartal!”

İyi dans ederdi Kont ve bunu da bilirdi. Ne var ki damı gereğince dans edemiyor, etmek de istemiyordu. İri gövdesini dimdik tutarak kocaman ellerini aşağıya doğru sarkıtmaktaydı (El çantasını Kontes’e emanet etmişti.). Dans eden sadece, o ciddi ama güzel yüzüydü sanki! Kont’un bütün o yuvarlak silüetinde dile gelen özellik, Mariya Dmitriyevna’nın gittikçe daha içten gülümseyen dudaklarında ve arada, bir hafifçe ürperen burnunda yansımaktaydı yalnız.

Ama Kont’un, kendisini seyredenleri olağanüstü çevik ayaklarının umulmadık yumuşak hareketleri ve zarif sıçrayışlarıyla şaşırtıp hayran bırakmasına karşılık; Mariya Dmitriyevna da omuz kırıp dönerken ya da kollarını kıvırıp ayaklarını yere vururken gösterdiği çabayla takdir topluyordu. Hele onun her zamanki o somurtkanlığa varan ciddiliğini bilenlerin gözünde bu çaba, bir kat daha değer kazanıyordu.

Ve dans, gittikçe hızlanmaktaydı. Kont ve Mariya Dmitriyevna ile birlikte dansa katılanlar, hiç kimsenin dikkatini çekemiyordu artık; çekmeye çalıştıkları da yoktu. Onlar da herkesle birlikte Kont’a ve Mariya Dmitriyevna’ya bakmaktaydılar. Ayrıca Nataşa, salonda bulunan kim varsa -zaten gözlerini dans edenlerden ayıramadıkları hâlde- teker teker giysilerinin bir ucundan ya da kollarından çekerek mutlaka babasına bakmalarını istemekte ve bunu da başarılı bir şekilde sağlamaktaydı.

Kont, figürler arasındaki duraklamalarda derin derin soluyor; sonra da orkestraya dönüp el kol işaretiyle daha hızlı çalmalarını emrediyordu müzisyenlere ve dans hızını gittikçe biraz daha arttırıp her an biraz daha coşarak bedenini kıvırmaya ve Mariya Dmitriyevna’nın çevresinde sırayla bir parmaklarının ucunda bir topuklarının üzerinde fır dönmeye koyuluyordu yeniden.

Ve nihayet, damını ilk almış olduğu yere götürüp son figürü yaptı: İnanılmaz bir çeviklikle arkadan yukarı kaldırdı ayağını, terli başını gülümseyerek öne eğdi ve sağ eliyle bir yuvarlak çizdi havada. Ortalık alkıştan inlemekte, salonun dört köşesinden şen kahkahalar yükselmekteydi. En çok da Nataşa alkışlayıp gülüyordu. Kont’la Mariya Dmitriyevna, durdukları yerde soluk soluğaydılar. Patiska mendilleriyle terlerini kuruluyorlardı şimdi ikisi de…

“Bizim zamanımızda işte böyle dans edilirdi, ma chère.” dedi Kont neşeyle gülümseyerek.

Kollarını sıvarken güçlükle nefes alabilen Mariya Dmitriyevna da keyifle cevap verdi:

“Bravo Danilo Kupor!”

XVIII

Rostofların salonunda yorgunluktan artık falsolu sesler çıkarmaya başlayan müzisyenlerin çaldığı altıncı anglez de oynanıp bitkin düşmüş uşaklarla aşçılar akşam yemeğinin hazırlıklarına giriştikleri sırada, Kont Bezuhof da altıncı kalp krizini geçirmekteydi. Herhangi bir iyileşme umudunun bundan böyle söz konusu olamayacağını bildirmişti hekimler. Hastanın konuşmaksızın günah çıkarması sağlandığı gibi kendisine kutsal ekmek de verilmişti. Dinî tören için hazırlıklar yapılıyordu şimdi…

Böyle zamanlarda daima rastlandığı gibi sıkıntılı bir bekleyiş ve aslında gereksiz bir telaş vardı konakta. Sokak kapısında, dışarıda, arabalarla hastayı son bir ziyarete gelenlerin gözlerinden saklanmaya çabalanan tabutçular toplanmıştı. Kont’un cenaze töreni dolayısıyla verilecek büyük siparişi beklemekteydiler. Moskova Garnizon Komutanı, hastanın durumunu öğrenmek için sık sık yaver yollamış; karanlık bastırınca da Kont Bezuhof’la -Katerina döneminin bu ünlü büyüğüyle- helalleşmek üzere bizzat kendisi çıkıp gelmişti.

Göz kamaştırıcı kabul salonu tıklım tıklım doluydu. Komutan, hastanın başucunda yaklaşık yarım saat kadar kaldıktan sonra dışarı çıktığında salondaki herkes saygıyla ayağa kalktı; o da kendisini selamlayanlara hafifçe karşılık verdikten sonra gözlerini ona çevirmiş hekimlerin, din adamlarının ve hastanın yakınlarının arasından elinden geldiğince çabuk geçmeye çalışarak kapıya doğru ilerledi. Kendisini; son günlerde bir hayli zayıflamış, rengi de iyice sararmış olan Prens Vasili uğurluyordu. Ayrılırken Komutan’a alçak sesle bir şeyler söylediği görüldü.

Komutan’ı yolcu ettikten sonra salonda tek başına kalan Prens Vasili, bir sandalyeye oturup bacak bacak üstüne attı; dirseğini dizine dayayıp eliyle gözlerini kapadı. Bir süre kaldı öylece. Sonra kalktı ve hiç alışık olmadığı hızlı adımlarla uzun koridorlardan -çevresine korkuyla bakarak- geçip konağın arka kısmına, Büyük Prenses’in dairesine yollandı.

Kabul salonu hafif bir ışıkla aydınlatılmıştı. Herkes hep bir ağızdan konuşuyordu fısıltılar hâlinde. Hastanın artık can çekiştiği söylenmekteydi. Biri içeri girip çıktıkça hemen susuyorlar ve gıcırdayan kapıya, bir şeyler beklediklerini belli eder bir tavırla, bir şey sorarmış gibi bakıyorlardı. İhtiyar bir din adamı, gelip yanına oturan ve onu saf saf dinleyen bir kadıncağıza “İnsanların sonu budur işte!” diyordu. “Sınır çizilmiş bir kere! Ne yapsan nafile, sınırı aşamazsın!”

На страницу:
9 из 20