bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Savaş ve Barış I. Cilt

Полная версия

Savaş ve Barış I. Cilt

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
10 из 20

Bu konuda kendine özgü bir düşüncesi yokmuş gibi dinliyordu kadın, sonra da din adamına unvanıyla hitap ederek soruyordu:

“Son dinî tören için bir parça geç kalınmadı mı acaba? Düşünüyorum da… Siz ne dersiniz?”

Elini yarı ağarmış ve iyice taranıp bastırılmış birkaç tutam saçın süslediği dazlak kafasının üzerinde gezdiriyordu din adamı ve “O törenin büyük bir anlamı vardır, hemşire hanım.” diye karşılık veriyordu yaşlı kadına.

Salonun öteki ucundan bir soru soruldu:

“Kimdi o kuzum? Başkomutan mıydı yoksa?”

“Ne kadar da genç gösteriyor!”

“Oysa rahat yetmişindedir!”

“Kont artık hiç kimseyi tanımıyormuş, söylendiğine göre…”

“Son dinî töreni yapacaklar herhâlde?”

“Kendisine tam yedi defa son dinî tören yapılan birini tanıyorum!”

Hastanın odasından yaşlı gözlerle çıkan Ortanca Prenses, Doktor Lorrain’e yöneldi. Katerina’nın portresi altındaki masaya zarif bir tavırla dirseğini dayamış oturmaktaydı Lorrain. Prenses de onun yanına oturdu ve iş olsun diye, havalar hakkında bir soru yöneltti Doktor Lorrain’e.

Lorrain hemen karşılık verdi:

“Tres bcau, tres beau, Princesse. Et puis â Moscou on se croit â la campagne…”195

İçini çekti Prenses.

“N’estce pas!”196 demekle yetindi.

Kısa bir sessizlikten sonra sordu yeniden:

“Bu durumda su içebilir herhâlde? Sizce bir sakınca yoksa tabii…”

Lorrain düşündü.

“İlacını aldı değil mi? “

“Evet.”

Saatine baktı Doktor Lorrain. Sonra da “Bir bardak sıcak su alın…” dedi. “İçine de une pincée de cremor tartari197 ekleyin.”

Une pincée’nin miktarını ince parmaklarıyla göstermeyi de unutmamıştı ünlü Fransız hekim.

Biraz ötede bir Alman hekim, Garnizon Kumandanı’nın yaverlerinden biriyle sohbete dalmıştı:

“Tıp tarihi, üçüncü sekteyi atlatabilen adam kaydetmemiştir bugüne kadar!” diyordu.

Hastanın yanından biraz önce çıkmış olan yaver, “Yüzü kireç gibiydi!” dedi yavaşça.

Sonra da bir fısıltı hâlinde sordu:

“Peki ama bütün bu servet kime kalacak şimdi?”

Gülümsedi Alman hekim:

“Heveslisi çoktur, merak etmeyin, ortada kalmaz!”

Bütün gözler, gıcırdayan kapıya çevrilmişti birden. Ortanca Prenses, Lorrain’in söylediği ilacı hazırlamış; hastaya götürmekteydi.

Lorrain’e yaklaştı Alman hekim ve çok bozuk bir Fransızcayla sordu:

“Yarın sabahı bulur mu dersiniz?”

Lorrain dudaklarını kemirir gibi oldu bir süre, sonra parmağını kaldırıp “olamaz” anlamında salladı. Hastanın durumunu tartışma götürmez bir şekilde kavrayıp bildiği ve bunu da böyle açık seçik belirtebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Bu gururu da gizlemeye gerek görmediğini ortaya seren nazik bir gülümseyişle “Bu gece, bu iş biter!” diye fısıldadı.

Ve kalkıp uzaklaştı.

Aynı sıralarda Prens Vasili, Büyük Prenses’e ait odanın kapısını açıyordu. Oda loştu. İkonaların altında iki kandil yanıyordu sadece. Hoş bir tütsü ve çiçek kokusu kaplamıştı ortalığı…

Oda; boydan boya ufak tefek eşyalar, minik konsollar, küçük dolaplar ve çeşit çeşit masalarla doluydu. Üzerine kuş tüyü bir yatak konulmuş yüksek karyolanın beyaz örtüsü görülmekteydi.

Bir fino köpeği havlamaya başladı Prens içeri girince ve Büyük Prenses’in sesi duyuldu:

“Siz misiniz, mon cousin?”198

Bir yandan da hemen kalkmış ve her vakit, hatta o anda bile başına sımsıkı yapıştırılmış gibi insana şaşkınlık verecek derecede düz ve cilalı gözüken saçlarını düzeltmişti.

Sonra “Ne var?” diye sordu telaşla. “Kötü bir şey mi oldu yoksa? Birdenbire çok korktum!”

Gerçekten yorgun ve bıkkın bir hâldeydi Prens. Kendisini biraz önce Prenses’in oturduğu koltuğa bırakırken “Yeni bir şey yok, hayır…” dedi. “Durum hep aynı…”

Asıl söylemek istediği şeyin önemini belirtmek istercesine sustu bir an. Sonra kararlı bir sesle yeniden konuşmaya başladı:

“Buraya, seninle baş başa bir iş konuşmaya geldim, Katiş… Amma da sıcak bu oda! Neyse, otur şöyle yanıma da causons.”199

Prenses, yüzünde o hiç değişmeyen taş gibi katı ifadeyle, Prens’in karşısına oturup onu dinlemeye hazırlanmıştı.

Donuk bir sesle “Ben de acaba bir şey mi oldu diye düşünüyordum…” dedi. “Uyuyayım dedim ama bir türlü uyuyamadım, mon cousin…”

Prens Vasili, Prenses’in elini elinin içine almış ve her vakit yaptığı gibi aşağı doğru çekerken sormuştu:

“Evet canım, başkaca nasılsın?”

Bu “başkaca” sözcüğü, ikisinin de çok iyi anladığı ve ama hiçbirisinin belirtmek istemediği birçok anlama geliyordu.

Prenses, bedeninin bacaklarına oranla çok uzun ve dimdik olan üst kısmını hiç eğmeden bir parça patlak ve kül rengi gözlerinde en küçük bir heyecan duymadığını ortaya seren sakin bir ifadeyle, Prens’in gözlerinin içine bakıyordu şimdi… Başını salladı, sonra da hafif bir iç çekişle ikonalara çevirdi bakışlarını.

Aynı zamanda hem hüzün ve bağlılık hem yorgunluk hem de artık yakında rahata kavuşma umudunun belirtisi şeklinde yorumlanabilirdi bu davranış. Prens Vasili; bunu bir yorgunluk işareti şeklinde yorumladı ve bıkkın bıkkın “Sen, benim durumum daha mı rahat sanıyorsun?” dedi. “Je suis ereinte comme un cheval de poste.200 Ama yine de şimdi seninle konuşmamız gerekiyor Katiş. Hem de çok ciddi bir şekilde konuşmalıyız canım…”

Sustu Prens. Yanakları bir sağa bir sola doğru sinirli tiklerle gerilip çekilmekte; bu da yüzüne, salonlarda büründüğü görünüşün tam tersine, aksi ve sevimsiz bir ifade vermekteydi. Gözleri de her zamanki gibi değildi: Bir an şakacı ve muzip bir ışıltıyla parlıyor, bir an sonra ise çevreyi korkuyla süzmeye başlıyordu bu gözler.

Prenses, dizinin üzerindeki küçük köpeği kuru sıska elleriyle tutmuş; Prens Vasili’nin gözlerinin içine dikkatle bakıyordu. Ve iyice belliydi ki Prenses Katiş, odaya çöken sessizliği, ne olursa olsun -sabaha kadar susması gerekse dahi- bozmamaya kararlıydı.

Prens Vasili, “Dinleyiniz; benim sevgili Prensesim, benim sevgili yeğenim Katerina Semyonovna.” diye sürdürdü konuşmasını.

Bunları söylerken kendi kendisiyle şiddetli bir çatışma hâlinde bulunduğunun pekâlâ farkındaydı Prens Vasili. Ama bunu yapmaya kendisini mecbur hissederek konuşmaya karar vermişti bir kere… Devam etti:

“Böyle anlarda her şeyi düşünmek, bütün ihtimallere karşı hazırlıklı bulunmak gerekiyor. Bu görev de herkesten önce bana düşmekte: İleriyi düşünmek. Sizleri… Ayrı ayrı her birinizi düşünmek görevi… Ben sizleri kendi çocuklarım kadar severim, bilmez değilsin!..”

Prenses; hep o aynı donuk, hep o aynı hareketsiz gözlerle bakmaya devam ediyordu. Prens Vasili, yeğeninin yüzüne bakmaksızın zapt etmeyi tam başaramadığı bir öfkeyle yandaki küçük masayı ittikten sonra “Tabii, bu arada ailemi de düşünmem gerekiyor…” dedi. “Bildiğin gibi sizler, Mamontoflar, üç kız kardeşsiniz. Bir de benim karım var. Kont’un doğrudan doğruya mirasçıları, işte bunlar. Yani bizleriz!..”

Prenses’in susuşunu, söylenenleri onaylamadığına yorarak sessiz kaldı bir an; sonra da yeğeninin şüphelerini gidermek amacıyla şöyle devam etti:

“Bütün bunları düşünmek sana şu anda çok… Nasıl desem… Çok yersiz, çok saçma… En azından çok ağır gelebilir, bilmez değilim elbette! Pekâlâ biliyorum… Benim için de kolay değil, inan ki! Ama ben artık altmış yaşındayım ve bu bakımdan da her şeye hazırlıklı olmalıyım…”

Burada yine sustu Prens Vasili. Sonra içini çekerek konuştu:

“Piyer’i çağırmaları için adam yolladım biraz önce. Kont, parmağıyla resmini gösterip onu yanına çağırtmamızı istemişti. Bunu biliyor muydun? Bilmiyordun, öyle değil mi?”

Prens Vasili, soran gözlerle ısrarlı bir şekilde bakıyordu Prenses’e ama onun bu sözleri mi kavramadığını, yoksa bir şey düşünmeksizin mi öyle donuk bakışlarla bakakaldığını bir türlü kestiremiyordu. Prenses konuştu nihayet:

“Ben Tanrı’ya bir tek şey için dua ediyorum, mon cousin…” dedi.

“O da şu: Onun taksiratını bağışlasın ve o temiz ruhunu sakin sakin uğurlasın bu ölümlü dünyadan…”

Biraz önce öfkeyle itmiş olduğu masayı yeniden kendisine doğru çekerken bir eliyle de dazlak kafasını kaşıdı Prens Vasili ve sabırsızlıkla “Haklısın, evet…” dedi. “O konuda haklısın. Ama bir de gayet iyi biliyorsun ki geçen kış Kont bir vasiyetname hazırladı. Ve bu vasiyetname ile dolaysız mirasçı olanları -yani bizleri- hiç hesaba katmaksızın bütün malını mülkünü Piyer’e bıraktı!”

Umduğu etkiyi uyandırıp uyandırmadığını anlamak için Katerina Semyonovna’nın yüzüne dikkatle baktı Prens Vasili. Ama Prenses son derece sakindi.

“Onun hazırladığı vasiyetnamelerin haddi hesabı yoktur!” dedi yine aynı tavırla. “Ayrıca, mirasını Piyer’e bırakması imkânsız! Piyer, onun meşru oğlu değil ki…”

Prens Vasili birdenbire o kadar heyecanlandı ki küçük masayı neredeyse bedenine yapıştıracaktı. Hiç yapmadığı bir şekilde hızlı hızlı konuşmaya başladı:

“İyi güzel söylüyorsun ama ma chère201 ya Kont, İmparator’a bir mektup yazıp Piyer’in kendi yasal oğlu sayılmasını rica ettiyse? O zaman ne olur, düşünebiliyor musun? Sana söyleyim ne olacağını: Kont’un bu ricası, devlete ve İmparator’a yaptığı büyük hizmetler göz önünde tutularak kabul edilir…”

Karşısındaki kimseden çok daha fazla şey bildiğini sanan kişiler gibi gülümsemişti Prenses. Prens Vasili, onun elini tutarak devam etti:

“Dahası var! Bu mektup yazılmış ama gönderilmemiştir. İmparator da bundan haberdardır. Şimdi, bütün iş şurada: Söz konusu mektup hâlâ yerinde duruyor mu durmuyor mu? Kısacası o mektup ortadan kaldırıldı mı kaldırılmadı mı? Eğer kaldırılmadı ise bütün her şey biter bitmez…”

Prens Vasili, burada, “Kont ölür ölmez.” demek istediğini belirtmek için iç geçirdikten sonra sürdürdü konuşmasını:

“Bütün her şey biter bitmez evet, Kont’un evrakı açılacak; bu evrakın arasında bulunan vasiyetname ile mektup İmparator’a verilecek ve onun, Piyer’le ilgili ricası da kabul edilecektir. Ve böylece Piyer, Kont’un yasal oğlu sıfatıyla, tüm servetin tek sahibi olacaktır.”

Sanki her şey olabilirmiş de böyle bir şey asla olmazmış gibi alaycı bir tavırla gülümseyerek sordu Prenses:

“Bizim payımız ne olacak peki?”

“Mais, ma pauvre Catichc, c’est clair comme le jour.202 O durumda Piyer, Kont’un tek yasal mirasçısı oluyor; siz de hava alıyorsunuz.”

Durup bir an soluk aldıktan sonra devam etti:

“Dinle, bak. O vasiyetname ile mektup yazıldı mı yazılmadı mı? Yazıldı ise ortadan kaldırıldı mı kaldırılmadı mı? İşte bunu öğrenmen gerekiyor, güzelim. Bu kâğıtlar herhangi bir nedenle herhangi bir yerde unutulup kalmış da olabilir. Geleceğimiz için bu hususu da öğrenmelisin. Zira…”

Şeytanca bir tavırla ve gözlerinde yine aynı ifadeyle Prens Vasili’nin sözünü kesti Prenses:

“Bir bu eksikti! Öyle ya, ben kadınım! Yani siz erkeklere göre, anadan doğma bir aptalım. Ama evlilik dışı bir çocuğun mirasa konamayacağını bilecek kadar da dünyadan haberdarım…”

Prens’e söylediği şeyin ne denli saçma olduğunu ispatlamak için de Piyer’in ne olduğunu Fransızca olarak söyledi:

“Un bâtard…”203

“Nasıl olur da sen bunu anlayamazsın Katiş? Nasıl olur da şu pırıl pırıl zekânla bunu bir türlü kavrayamazsın? Oysa o kadar basit ki söylediğim. Eğer Kont, İmparator’a oğlu Piyer’in yasal mirasçısı sayılmasını rica etmek için bir mektup yazmışsa ve bu rica, İmparator tarafından kabul edilirse -ki kaçınılmaz olarak kabul edilecektir- Piyer artık Piyer olmaktan çıkıp Kont Bezuhof olacak; dolayısıyla da bütün mirasa konacaktır. Yani o vasiyetname ile o mektup ortadan kaldırılmadı ise sana, bir büyüğüne iyilik etmiş olmanın zevki et tout ce qui s’en suit’nin204 avuntusundan başka bir şey kalmayacak. İşte böyle, yavrum!”

“Ben o vasiyetnamenin yazıldığını biliyorum. Ama yine biliyorum ki o vasiyetnamenin hiçbir geçerliliği yok! Siz de beni tam bir budala sanıyorsunuz korkarım, mon cousin!”

Kadınların karşılarındakilere zekice bir hakarette bulunduklarını sandıkları zaman büründükleri yüz ifadesiyle söylemişti bunu Prenses. Prens Vasili ise işin bu yanının üzerinde durmadı bile ve sabırsızlıkla:

“Prenses Katerina Semyonovna, güzelim, güzel yavrucuğum…” dedi. “Ben buraya seninle tartışmaya değil; seni iyi yürekli, dürüst ve gerçekten bağlılık duyduğum bir akraba olarak kabul ettiğim için her ikimizi de ilgilendiren birtakım önemli çıkarları konuşmaya geldim ve kim bilir kaçıncı defadır söylüyorum sana: Eğer Kont’un evrakı arasında o vasiyetname ile İmparator’a yazdığı o mektup varsa ne sen ne de kız kardeşlerin, bu mirasta en ufak bir hak dahi iddia edemezsiniz! Bana inanmayabilirsin ama kendi aile avukatınıza inanırsın sanırım. Az önce Dmitri Onufriç’le uzun boylu konuştum, o da aynı şeyi söyledi…”

Prenses’in düşünceleri değişivermişti birden, her hâlinden belliydi bu. Gerçi bakışları değişmemişti ama ince dudakları solmuş ve konuşmaya başladığı vakit de sesi öyle bir çınlamıştı ki kendisi bile şaşırmış ve ürkmüştü.

“İşte şimdi her şey tastamam oldu!” dedi. “Zaten hiçbir şey istememiştim ben, şimdi de istemiyorum!”

Dizindeki finoyu itip yere attı. Giysisinin buruşukluklarını düzeltti bir süre. Bir yandan da kendi kendine konuşmaktaydı:

“Minnet ve şükran duymak diye işte buna derler, öyle ya! Onun uğruna her şeylerini feda etmiş insanlara, demek böyle teşekkür edecekmiş! Harika doğrusu! Mükemmel!”

Prens’in orada olduğunu hatırladı birden.

“Evet, Prens! Benim artık hiçbir şeye ihtiyacım yok!”

Prens Vasili, sakin bir sesle “Güzel ama sen tek başına değilsin ki…” dedi. “Kız kardeşlerin var!”

Prenses yine dinlemiyordu onu, kendi kendine konuşmaya başlamıştı yeniden:

“Bu evde adilikten, kıskançlıktan, ihanetten, entrikadan ve ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını zaten çoktandır biliyordum ben! Biliyordum ama unutmuştum…”

Prens Vasili, yine sadede geldi:

“Sen şimdi bana tek bir şeyi söyle yeter. O vasiyetnamenin nerede olduğunu biliyor musun bilmiyor musun?”

Yanakları gittikçe artan bir şiddetle titremekteydi bunu sorarken. Ama Katerina Semyonovna’dan cevap almak kolay değildi.

“Evet evet.” diyordu Prenses kendi kendine. “Aptalın biriymişim ben! Her şeye rağmen inanıyordum insanlara, seviyordum, seve seve fedakârlık ediyordum. Oysa görüyorum ki sadece adi ve düzenbaz insanlar kârlı çıkmakta!.. Ama bütün bu dolapları kimin çevirdiğini bilmez değilim ben… Gayet iyi biliyorum hem de!”

Doğrulup kalkmak istedi yerinden ama Prens, bileğinden tutarak ona engel oldu. Prenses o anda tüm insanlıktan umudunu kesecek derecede büyük bir hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.

Prens Vasili, genç kadının kendisine dahi öfkeyle bakmasına aldırış etmeksizin “Bak yavrum…” dedi. “İş işten geçmedi henüz… Her şeyden önce de şu noktayı hatırlamakta yarar var: Bütün bunlar bir hastalık döneminde, bir öfke anında ve yanlışlıkla oldu; sonra da hemen unutuldu. Şimdi bizlere düşen, Kont’un bu yanlışlığını onarmaktır; bir haksızlığı ortadan kaldırarak son dakikalarında da olsa onun huzura kavuşmasını sağlamak ve birtakım insanların onun yüzünden mutsuzluğa mahkûm olduğunu düşünerek ölmesine engel olmaktır.”

Kederli bir sesle ve sayıklar gibi ekledi Prenses:

“O insanlar ki onun uğruna her şeylerini gözlerini kırpmaksızın feda ettiler!”

Katerina Semyonovna bunu söyledikten sonra kalkmak istedi yine ve Prens Vasili onu yine bırakmadı. Bunun üzerine şöyle devam etti Prenses:

“Ama o bunu hiçbir zaman takdir edemedi. Hayır, mon cousin…” İç çekerek sürdürdü konuşmasını: “Bundan böyle ölünceye kadar asla unutmayacağım bir gerçek varsa o da bu dünyada hiç kimseden mükâfat beklememek gerektiğidir. Hak ve namus yok bu dünyada, kalmamış! Bu dünyada kurnaz ve acımasız olmak gerek…”

“Voyons,205 toparla kendini, sakin ol lütfen. Senin ne kadar altın kalpli olduğunu ben bilirim!”

“Hayır, katiyen! Bundan böyle kötü yürekli biri olarak göreceksiniz hep beni…”

Prens Vasili, “Altın kalplisindir, altın!” dedi yeniden. “Dostluğuna bundan dolayı büyük değer veririm ve içtenlikle dilerim ki sen de bana karşı aynı duyguları besleyesin! Hadi, sakin ol bakayım, sakin ol şimdi biraz. Ve henüz vakit erken parlons raison!206 Ne kadar zamanımız kaldı ki? Belki bir gün, belki bir saat bile değil… Neyse neyse… Sen şimdi o vasiyetname konusunda bildiğin her şeyi anlat bana. En önemlisi de şu: Vasiyetname nerede?.. Bunu eminim ki biliyorsundur… Hemen onu yerinden alıp Kont’a göstermemiz gerekiyor. Kont’un bu vasiyetnameyi unuttuğundan ve görür görmez ortadan kaldırmak isteyeceğinden benim şahsen en ufak bir şüphem yok! Anlıyorsun değil mi? Benim biricik dileğim, onun bu isteğini kutsal bir görev olarak yerine getirmektir… Buraya yalnız bu iş için gelmiş bulunuyorum ben, gerek ona gerek sizlere yardım edebilmek için!”

“Şimdi anladım her şeyi.” dedi ıslık gibi çıkan bir sesle Prenses. “Her şeyi, evet her şeyi! Bütün bu entrikaların kaynağını adım gibi biliyorum artık! Adım gibi biliyorum!..”

“Sorun o değil yavrucuğum! Sorun başka…”

Yine kendi havasındaydı Prenses:

“Nasıl başka?” dedi. “Bal gibi biliyorum ben! Bu iş, sizin o binbir özenle kanat gerdiğiniz Anna Mihailovna’nızın, o sevgili protégée’nizin207 işi doğrudan doğruya! Konağıma hizmetçi olarak dahi kabul etmeyeceğim o adi iftiracının, o alçak kadının!..”

“Ne perdons point de temps.”208

“Yooo, öyle demeyin lütfen! Geçen kış buradaydı, bir yılan gibi sokuldu bize ve akıttı zehrini. Kont’a bizler için, hele zavallı Sofya için o kadar çirkin şeyler söyledi ki! Ağıza alınmayacak kadar iğrenç şeyler, evet… Nitekim Kont yatağa düştü sonunda ve tam iki hafta boyunca bizim yüzümüzü dahi görmek istemedi. Vasiyetname dediğiniz o pis kâğıdı da işte o vakit yazdı. Ama ben o kâğıdın hiçbir önem taşımadığını sanıyordum!”

“Nous y voilà!209 İyi, güzel ama sen neden daha önce benimle konuşmadın bu hususta?”

Prenses bu soruya cevap vermeksizin Prens’in asıl beklediği şeyi söyledi. Kendi kendine konuşur gibiydi:

“Daima yastığının altında sakladığı kakmalı bir çantası vardır, onun içinde olsa gerek kâğıt… Şimdi anlıyorum her şeyi, evet! Ve bugüne değin işlediğim en büyük günah da o sefil kadından nefret etmiş olmak olacak…”

Âdeta bağırarak söylemişti bunu Prenses, bir anda tepeden tırnağa değişmiş gibiydi. Şöyle noktaladı konuşmasını:

“Ne işi var bu evde o alçak kadının? Ama bir gün gelecek, içimden geçen bütün ne varsa hepsini yüzüne karşı söyleyeceğim!”

XIX

Kabul salonunda ve prenseslerin dairesinde bu konuşmalar yapıladursun, -kendisini konağa çağırmak üzere adam gönderilen- Piyer ile -delikanlıya eşlik etmeyi zorunlu gören- Anna Mihailovna’yı getiren araba; Kont Bezuhof’un avlusundan içeri girmekteydi. Arabanın tekerlekleri, pencerelerin altına serpilmiş samanların üzerinde hafif bir hışırtı çıkararak durunca Mihailovna, genç adama yönelteceği teselli cümlesini söylemek amacıyla ona döndü ama onun yerleştiği köşede çoktan uyumuş olduğunu gördü ve uyandırmak için lisan-ı münasiple seslendi ona.

Gözlerini açıp hemen toparlanan Piyer, Anna Mihailovna’nın ardından arabadan inerken (Ancak o zaman hatırlayabildi, ölmek üzere olan babasını son bir defa ziyarete geldiğini.) arabanın ön kapıya değil, arka kapıya yanaştığını fark etmişti. İnerken de kılık kıyafetlerinden orta sınıfa mensup oldukları anlaşılan iki kişinin, telaşla kapının önünden çekilip duvarın karanlık köşesine doğru seğirttiklerini gördü.

Bir an durup çevresine bakındı. Evin gölgesinde her iki tarafta da o iki adama benzeyen birkaç kişi daha durmaktaydı. Ama gerek Anna Mihailovna gerekse uşakla arabacı, o adamlara nedense hiç önem vermemişlerdi. Doğrusu budur herhâlde,.. diye düşündü Piyer ve Anna Mihailovna’yı izlemeye karar verip yürüdü.

Anna Mihailovna, yarı karanlık taş merdiveni çevik adımlarla tırmanmaktaydı. Arada bir de hep arkada kalan ve neden ille de Kont’u son bir defa ziyaret etmesi gerektiğini, ayrıca bu iş için neden ille de arka merdivenden çıkmak zorunda olduğunu bir türlü kestirememesine rağmen onun aceleci ama güvenli tavırlarını görüp içinden Doğrusu budur herhâlde,.. diyen Piyer’i yanına çağırıyordu.

Merdivenin ortasına gelince ellerinde kovalar olduğu hâlde çizmelerini takırdatarak aşağı inen birtakım adamlarla karşılaştılar. Piyer’le Anna Mihailovna’ya yol vermek için duvara âdeta yapışan bu adamlar, onları görünce hiç mi hiç şaşırmamışlardı.

İçlerinden rastgele birine sordu Anna Mihailovna:

“Prenseslerin dairesine buradan mı gidiliyor?”

Bundan böyle ne yapsa hoş görülecekmiş gibi korkusuzca ve gür bir sesle cevap verdi uşak:

“Buradan, evet!”

Sonra da eliyle soldaki kapıyı gösterdi:

“İşte şurası, efendim.”

Merdivenin üst başındaki sahanlığa geldiler.

“Belki de Kont beni çağırtmamıştır.” dedi Piyer. “Ne dersiniz? Kendi odama gitsem daha mı iyi olur acaba?”

Anna Mihailovna durup Piyer’in ona iyice yaklaşmasını bekledi. Sonra da tıpkı o sabah kendi oğluna yapmış olduğu gibi elini tuttu delikanlının.

“Ah, mon ami!”210 dedi. “Croyez que je souffre autant que vous, mais soyez homme!”211

Yumuşak, çocuksu bakışlarını kadına çevirdi Piyer.

“Ben gitsem daha iyi olacak.” dedi.

“Ah, mon ami, oubliez les torts qu’on a pu avoir envers vous, pensez que c’est votre père… Peutêtre à l’agonie.”212

Bir an durup derin derin iç çektikten sonra devam etti:

“Je vous ai tout de suite aimé comme mon fils. Fiezvous à moi, Piyer. Je n’oublierai pas vos intérêts.”213

Bütün bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyordu Piyer. Yine de bunların böyle olması gerektiğine yürekten inanıyordu. İşte bu duyguyla izledi kadını uslu uslu. Anna Mihailovna o sırada kapıyı açıyordu.

Arka dairelerin bulunduğu sofaya girdiler. Bir köşede prenseslerin ihtiyar uşağı oturmuş, çorap örmekteydi. Evin bu kısmına hiç girmemişti Piyer; dahası, böyle bir kısmın varlığından haberdar bile değildi..

Anna Mihailovna, arkalarından gelip onları geçen ve üzerinde sürahi bulunan bir tepsi taşıyan genç bir kıza, prenseslerin sağlığını sordu tatlı dille; sonra yanında Piyer, taş koridora yöneldi.

Koridorda soldan birinci kapı, prenseslere ayrılmış olan odalara açılmaktaydı. Biraz önceki genç kız, kapıyı kapamayı unutmuştu aceleden (Zaten her şeyin aceleyle yapıldığı bir zaman dilimini yaşamaktaydılar.). Dolayısıyla da Anna Mihailovna ile Piyer; kapının önünden geçerken Prens Vasili ile Büyük Prenses’in yan yana oturmuş konuşmakta oldukları odaya şöyle bir göz atmaktan alamadılar kendilerini.

Onları gören Prens, gizlenmek isteğiyle irade dışı bir harekette bulunarak hızla geriye doğru çekildi; prenses ise öfkeyle ayağa fırlayıp şiddetle çarparak örttü kapıyı.

Prenses bu davranışıyla her zamanki sakinliğine öylesine ters ve Prens’in yüzündeki korku da genellikle takındığı o azametli tavıra öylesine aykırı düşmekteydi ki Piyer, elinde olmaksızın duraklayıp kendisine yol göstermekte olan Anna Mihailovna’ya baktı gözlüklerinin ardından. Anna Mihailovna ise hafifçe gülümseyip içini çekmekle yetindi. Bütün bunları zaten bekliyordu sanki ve hiç şaşırmamıştı.

Piyer’in soran bakışlarına “Soyez homme, mon ami, c’est moi qui veillerai à vos intérêts…”214 diye karşılık verdi.

Sonra biraz daha hızlanarak yürümeye devam etti.

Piyer, olup bitenleri anlayamamakta; hele “çıkarları gözetmek” deyiminin ne münasebetle söylendiğini hiç mi hiç kavrayamamaktaydı. Bir tek şey vardı emin olduğu: Böyle olduğuna göre, demek ki böyle olması gerekiyordu.

Koridoru katedip Kont’un kabul salonuna bitişik olan loş bir salona çıktılar. Piyer’in ön kapıdan girdiği o görkemli odalardan biriydi bu. Ama şimdi, odanın ortasında boş bir banyo küveti durmaktaydı; zemini kaplayan halının üzerine de su dökülmüştü…

Elinde bir buhurdan, onları hiç önemsemeksizin ayaklarının ucuna basarak yürüyen bir papaz yardımcısı ile bir uşak çıktı karşılarına. Piyer, yanında Anna Mihailovna, hiç yabancısı olmadığı İtalyan tarzı iki penceresi kış bahçesine bakan ve Katerina’nın büyük bir büstü ile tam boy bir portresi bulunan kabul salonuna girdi.

Hep aynı insanlar vardı içeride. Yine aynı şekilde oturmakta ve yine fısıltıyla konuşmaktaydılar. Girenleri görünce susup yüzü ağlamaktan sararmış olan Anna Mihailovna ile onun ardından başını eğerek uslu uslu ilerleyen iri yarı Piyer’e baktılar.

Artık son dakikanın gelip çattığını belirten bir ifade belirmişti Anna Mihailovna’nın yüzünde. Nitekim salona, Petersburglu hanımlara yaraşır bir tavırla, sabahkinden daha da güvenli adımlarla girmişti. Birlikte bulunduğu insanın Kont tarafından özellikle görülmek istenen biri olmasından alıyordu bu güveni. Hiç kimsenin ona engel olma cesaretini gösteremeyeceğini gayet iyi biliyordu…

Bir bakışta gözden geçirdi salondakileri. Kont’un günahlarını çıkaran papazı görünce eğilerek değil de kendi kendine âdeta boyu küçülmüş hâlde ilerledi ve saygıyla bekledi onu kutsamasını. Birincisinin yanında duran ikinci papaz tarafından kutsandıktan sonra da “Tanrı’ya şükürler olsun!..” dedi. “İş işten geçmeden yetişebildik. Ama ailece öyle korktuk ki…”

На страницу:
10 из 20