
Полная версия
Savaş ve Barış I. Cilt
“Hiçbir işi zamanında yaptığınızı görmedim…” diye devam etti Vera. “Biraz önce öyle bir girdiniz ki salona, bütün herkes sizden utandı.”
Bu eleştirinin doğruluğundan hatta kesinkes doğruluğundan ötürü cevap vermediler Vera’ya ve kendi aralarında bakışmakla yetindiler. Vera ise bir türlü gitmek bilmiyor ve hokka elinde, konuşmaya devam ediyordu:
“Sonra daha henüz çocuksunuz hepiniz. Nataşa ile Boris arasında ve siz ikiniz arasında ne gibi bir sır bulunabilir ki? Saçma sapan şeyler bütün bu yaptıklarınız!”
Uzlaşma arayan tatlı bir sesle sordu Nataşa:
“Peki ama bütün bunlar seni ne diye ilgilendiriyor Vera?”
Küçük kızın o gün her zamankinden daha iyimser ve herkese karşı daha nazik davranma arzusunda olduğu görülüyordu. Ama Vera yanaşmayacaktı ödün vermeye.
“Aptalca bir şey yaptığınız!” diye devam etti. “Sizin adınıza ben utanıyorum!”
Nataşa öfkelenmeye başlamıştı artık.
“Herkesin bir sırrı vardır…” dedi. “Biz gelip de Berg’le senin canını sıkıyor muyuz?”
“Bir de sıkacaktınız yani!” diye karşıladı saldırıyı Vera, alaycı bir sesle. “Benim yaptıklarımda hiçbir kötü ve gizli kapaklı yan yok! Ama senin Boris’le neler yaptığın, gün gibi meydanda ve ben de bunu anneme söyleyeceğim…”
“Natalya İlyinişna benimle hiçbir kötü şey yapmadı…” dedi Boris soğukkanlı bir sesle. “Bana daima iyi ve dürüst davrandı. Kendisinden en ufak bir şikâyetim yok.”
Gururu kırılmış olan Nataşa, “Bırakın Boris.” dedi öfkeden titreyen sesiyle. “Diplomatlık yapmanıza gerek yok!” Diplomat sözcüğü, o çağda, gençler tarafından özel bir anlamda çok sık kullanılıyordu. “Öfkesini nedense hep benden çıkarıyor!”
Sonra da Vera’ya dönüp ekledi:
“Hiçbir zaman anlayamazsın bunu sen çünkü hiçbir zaman hiç kimseyi sevmedin, duygusuzsun, bir Madame de Genlis’ten137 başka bir şey değilsin!” Son derece onur kırıcı olarak kabul edilen bu ad, Nikolay tarafından takılmıştı Vera’ya. “En büyük zevkin de başkalarına cefa çektirmek!”
Ve bir solukta söylediği şu sözlerle tamamladı konuşmasını:
“Git, Berg’le istediğin kadar kırıştır şimdi!”
Vera’nın cevabı hazırdı:
“Orası benim bileceğim iş ama yapmayacağım bir tek şey varsa o da dünya âlemin gözleri önünde genç bir erkeğin ardından koşmaktır!”
“Tamam, tamam.” diye araya girdi Nikolay. “Muradına erdin işte nihayet! Kustun içindekini, hepimizin keyfini kaçırdın. Umarım artık memnunsundur!”
Vera’nın cevap vermesine fırsat vermeden ötekilere dönüp “Hadi, biz de çocuk odasına gidelim.” dedi.
Ve dördü birden, ürkütülmüş bir kuş sürüsü gibi aynı anda fırlayıp kapıya seğirttiler.
Vera’nın cevabı ancak orada yetişti arkalarından:
“Asıl keyfi kaçırılan biri varsa o da benim! Bütün tatsız şeyler bana söylendi, bense hiç kimseye hiçbir şey söylemedim…”
Kapanan kapının ardından sesler yükseldi:
“Madame de Genlis! Madame de Genlis!..”
Bütün herkes üzerinde bu tatsız ve sinir bozucu etkiyi uyandıran güzel Vera gülümsedi ve kendisine söylenenlere hiç mi hiç aldırış etmediği belliydi. Gülümseyerek aynaya yaklaşıp başörtüsünü ve saçlarını düzeltti. Yüzünü seyrederken bir kat daha duygusuzlaştığı, hemen fark ediliyordu.
Salondaki sohbet koyulaşmıştı iyice.
“Ah! Chère.”138 diyordu Kontes. “Benim hayatımda da tout n’est pas rose.139 Du train que nous allons,140 servetimizin uzun zaman dayanmayacağını ben görmüyor muyum sanıyorsun? Ve bunun suçu kulüpte, kulübün cömertliğinde… Taşrada bile şöyle bir durup oturmak yok ki bize, şöyle bir dinlenmek yok ki! Gösteriler, gezintiler, ziyaretler, av, şu bu derken günler geçip gidiyor… Neyse! Benim gailem anlatmakla tükenmez, tükense de bir işe yaramaz. Gelelim sana: Anlat bakalım, ne yaptın, nasıl hallettin? Seni gördükçe şaşırıyorum doğrusu Annette!141 Nasıl oluyor da bu yaşta Moskova, Petersburg demeden oradan oraya koşup bütün bakanlara ve önde gelen kimselere ulaşabiliyorsun kuzum? Hem de tek başına ve onların her biriyle ayrı ayrı mücadele ederek! Hayranım sana, inan! Eveeeet, şimdi anlat bakalım neler olup bitti? Benim aklım hiç ermiyor böyle işlere… Bazı şeyleri bir türlü öğrenemedim gitti!”
“Ah! Sevgili dostum!” diye konuşmaya başladı Prenses Anna Mihailovna. “Tanrı’ya dua edelim de taparcasına sevilen bir erkek çocukla dul ve dayanaksız kalmanın ne yaman bir çile olduğunu hiçbir zaman öğrenme!”
İçini çektikten sonra, biraz da gururlu bir sesle “İnsan mecbur kalınca her şeyi öğreniyor.” dedi. “Ben de öğrendim. Nitekim mevki sahibi kişilerden birine ihtiyacım olduğu vakit hemen bir pusula yazıp yolluyorum önce. ‘La princesse une telle,142 falanca ile görüşmek arzusundadır…’ diye, sonra da bir arabaya atladığım gibi gidiyorum. İstediğimi elde edinceye kadar gidiyorum, gerekirse üç dört kere! Ve hakkımda ne düşünecekleri umurumda bile değil!”
“Peki ama kimin yardımına başvurdun Boris için?” diye sordu kontes. “Çünkü oğlun Muhafız Alayı’na subay oldu bile, oysa benim Nikolay henüz subay adayı. Onun işini halledecek hiç kimse yok! Kim sana yardım etti?”
“Prens Vasili. Bilsen ne kadar nazikti! İstediğim bütün her şeye hiç naz etmeksizin evet dedi ve hemen ertesi gün İmparator’la konuştu…”
Prenses Anna Mihailovna büyük bir coşkunluk içinde söylemişti bunları. Amacına ulaşabilmek için ne kadar küçülmesi gerektiğini tamamıyla unutmuş görünmekteydi. Kontes sordu:
“Prens Vasili de yaşlandı artık, öyle değil mi? Rumyantseflerdeki tiyatro gösterilerinden bu yana kendisini görmedim. Beni unutmuştur herhâlde. II me faisait la cour.”143
Anılarını tazelediği bu son cümleyi gülümseyerek eklemişti. Anna Mihailovna şöyle cevap verdi ona:
“Hep o aynı Prens Vasili, sanki hiç değişmemiş! Yine eskisi gibi sevimli, cana yakın, nazik ve yararlı olmak için çırpınan kişi. Les grandeurs ne lui ont pas tourné la tête du tout.144 Ne dedi bana, bilir misin?
‘Sevgili Prenses…’ dedi. ‘Sizin için ne yapsam azdır, buyurun emredin!’ Gerçekten yiğit bir adam ve kusursuz bir akraba.”
Burada bir an durdu ve iç geçirdi Anna Mihailovna. Sonra sesini alçaltarak derin bir hüzünle devam etti:
“Ama benim oğluma nasıl bir sevgiyle bağlı olduğumu bilirsin Nathalie.145 Ve yine çok iyi bilirsin ki onun mutluluğu için yapmayacağım hiçbir şey yoktur. Oysa işlerim öylesine kötü, öylesine kötü gidiyor ki bugün gerçekten korkunç bir duruma düşmüş bulunmaktayım. Açtığım o talihsiz dava, varımı yoğumu yuttuğu gibi hep yerinde saymakta. Cebimde, à la lettre,146 düşün ki bir tek metelik kalmadı ve ben, şu anda Boris’in subaylığı için gerekli masrafları nasıl karşılayacağımı bilemiyorum!”
Bunları söylerken mendilini çıkarmış ve ağlamaya başlamıştı. Şöyle sürdürdü konuşmasını.
“Beş yüz rubleye ihtiyacım var, oysa üzerimde sadece yirmi beş ruble kadar bir para bulunuyor. Öylesine korkunç bir durumdayım ki ne yapacağımı şaşırdım. Şimdi tek umudum, Kont Kiril Vladimiroviç Bezuhof’ta. Boris’in vaftiz babasıdır, biliyorsun, Kont. Eğer vaftiz oğluna yardım olarak bir miktar para vermezse bütün girişimlerim boşa çıkmış olacak. Boris’e gerekli olan şeyleri benim tek başıma sağlamam imkânsızdır…”
Kontes’in de gözleri yaşarmıştı şimdi. Sessizce düşünüyordu. Prenses Anna Mihailovna devam etti:
“Zaman zaman diyorum ki kendi kendime, bunun belki de bir günah olduğunu düşüne düşüne diyorum ki: İşte önümüzde Kont Kiril Vladimiroviç… Tek başına yaşayan bir adam… Muazzam bir servet sahibi… Peki ama niçin yaşıyor? Hayat onun için çekilmez bir yük şu anda; oysa Boris, daha yeni atılıyor hayata… Öyle değil mi?”
“Boris’e herhâlde bir miktar miras bırakacaktır…” dedi Kontes.
“Orasını sadece Tanrı biliyor, chère amie!147 O karunlar, o büyük para babaları, öyle bencil oluyor ki… Ama çaresiz, Boris’le birlikte şimdi gidip ziyaret edeceğim onu ve durumu açıkça söyleyeceğim. İsteyen istediğini düşünsün benim hakkımda, umurumda değil. Gerçekten değil. Çünkü oğlumun kaderi söz konusu…”
Anna Mihailovna, gitmek üzere ayağa kalkmıştı.
“Saat iki.” dedi. “Sizse yemeğe dörtte oturuyorsunuz. O zamana kadar dönmüş olurum herhâlde.”
Ve Prenses, zamanın değerini gayet iyi bilen Petersburglu pratik bir hanım tavrıyla oğlunu çağırtıp hole doğru yürüdü. Sonra da kendisini kapıya kadar geçiren Kontes’e veda ederken oğlunun işitmemesi için “Bana iyi şanslar dile, ne olur…” diye fısıldadı.
Yemek salonundan Kont’un sesi yükseldi önce, sonra da kendisi göründü holün girişinde.
“Kont Kiril Vladimiroviç’e mi gidiyorsunuz, ma chère? Kont’un sağlığı biraz düzeldiyse Piyer’e yemeğe gelmesini söyleyin lütfen. Eskiden sık sık ziyarete gelirdi bizi, çocuklarla dans ederdi. Mutlaka çağırın onu, ma chère… İhmal etmeyin… Mutlaka bizim Taras’ın hüner gösterme günü. Dediğine bakılırsa Kont Orlof’un sarayında bile böyle bir akşam yemeği görülmemiş daha bugüne kadar!”

XII
Anne ile oğulu taşıyan Kontes Rostova’nın arabası, zemini samanla örtülü sokağı aşıp da Kont Kiril Vladimiroviç Bezuhof’un konağının geniş avlusuna girdiğinde Prenses Anna Mihailovna; oğluna hafifçe “Sevgili Boris.” demişti.
Sonra da elini, ürkekçe ama bir o kadar da sevgiyle uzatarak oğlunun elinin üzerine koyup eklemişti:
“Mon cher Boris,148 sevimli ol lütfen, nazik ol. Unutma ki Kont Kiril Vladimiroviç ne de olsa senin vaftiz babandır ve geleceğin ona bağlı bulunuyor. Bunu unutma, mon cher,149 her zamanki gibi cana yakın ve nazik ol…”
Buz gibi bir sesle cevap verdi Boris: “Alçalma ve küçülmeden başka bir sonuç çıkacağını bilmiş olsam, yine neyse… Ama size söz verdim ve bunu, sadece size söz verdiğim için yapıyorum.”
Anne ile oğul, adlarını vermeksizin doğrudan doğruya, duvarlardaki gözlerde iki sıra heykelle süslü camlı hole girmişlerdi. İki kapıcı, avludaki arabayı görmüş olduğu hâlde ziyaretçileri tepeden tırnağa süzüp Prenses’in eski giysilerine anlamlı bir bakış attıktan sonra, prensesleri mi yoksa Kont’u mu görmek istediklerini sordu; Kont’u görmek istediklerini öğrenince de Ekselanslarının, sağlık durumlarının biraz daha ağırlaşması nedeniyle bugün hiç kimseyi kabul etmediklerini söyledi.
Boris, “Dönelim.” dedi Fransızca olarak.
Yalvaran bir sesle konuştu annesi:
“Mon ami!”150
Bunu söylerken yeniden eline dokunmuştu oğlunun. Bu temasta, onu yatıştırabilecek ya da harekete geçirecek bir güç varmış gibi…
Boris sustu ve paltosunu çıkarmaksızın soran gözlerle annesine baktı. Anna Mihailoviç yumuşak bir sesle “Kont Kiril Vladimiroviç’in çok hasta olduğunu biliyorum aslanım…” dedi kapıcıya. “Zaten bunun için geldim buraya… Akrabasıyım… Kimseyi rahatsız etmem aslanım… Sadece Prens Vasili Sergeyeviç’i görmem gerekiyor. Burada olduğunu biliyorum. Geldiğimizi lütfen haber ver.”
Kapıcı somurtkan bir yüzle çıngırağın kordonunu çekip döndü ve yukarıdaki merdiven sahanlığının üzerinden sarkan bir uşağa seslendi:
“Prenses Drubetskaya, Prens Vasili Sergeyeviç’i ziyarete geliyor.”
Anna Mihailovna, ipek giysisinin kıvrımlarını düzelttikten sonra duvarda asılı duran büyük Venedik aynasında kendisine bir göz attı ve halı kaplı merdiveni çevik adımlarla tırmanmaya koyuldu, topukları aşınmış ayakkabılarıyla…
Merdivene yönelmeden önce oğlunu elinin temasıyla yüreklendirerek “Mon cher, vous m’avez promist.”151 demişti yeniden.
Boris, yere bakarak sakin bir şekilde annesini izlemekteydi.
Bir kapıyla Prens Vasili’ye ayrılmış daireye açılan büyük bir salona girdiler.
Salonun ortasına gelmişlerdi ve girdiklerinde kendilerine doğru seğirten yaşlı uşağa yol sormak üzerelerdi ki kapılardan birinin bronz sapı döndü ve ev kıyafetiyle, yakasında bir tek madalya bulunan kürk kaplamalı kadife ceketle Prens Vasili belirdi. Yanında esmer, yakışıklı bir adam vardı. Petersburg’un ünlü hekimi Lorrain’di bu.
“C’est done positif?”152 diye sordu Prens.
Hekim, “r”leri boğazında yuvarlayarak ve Latince sözcükleri Fransızvari telaffuz ederek cevap verdi:
“Mon Prince emre humanum est, mais?..”153
“C’est bien, c’est bien.”154
Prens Vasili, Anna Mihailovna ile oğlunu görünce hafifçe eğilerek hekimle vedalaştı ve sessizce ama soran bakışlarla ilerledi onlara doğru. Boris, annesinin gözlerinde birdenbire derin bir üzüntünün parıldayıp söndüğünü gördü ve belli belirsiz gülümsedi.
“Demek bu hazin şartlar içinde yeniden karşılaşmak nasipmiş bize, Prens! Aziz hastamızın sağlık durumu nasıl?”
Prens Vasili’nin üzerine dikilen soğuk ve küçültücü bakışını görmezlikten gelerek sormuştu bunu Anna Mihailovna.
Ne yapması gerektiğini tam olarak kestirememiş gibiydi Prens Vasili, kadına bir süre daha baktıktan sonra gözlerini Boris’e çevirdi. Kibarca eğilerek selam verdi delikanlı. Prens Vasili selamı almaksızın Anna Mihailovna’ya döndü yeniden ve Prenses’in sorusuna, hasta için en ufak bir umut dahi taşımadığını gösterir bir şekilde başını eğip dudaklarını büzerek cevap verdi.
“Hiç olur mu, olabilir mi hiç?” diye haykırdı Anna Mihailovna. “Çok acı bir şey bu! Korkunç bir şey!” Başıyla Boris’i işaret ederek ekledi hemen:
“Oğlum… Kendisi size şahsen teşekkür etmek istedi.”
Yeniden kibarca eğildi Boris:
“Şuna inanınız ki Prens, bir anne kalbi bizim için yapmış olduklarınızı asla unutamaz.”
“Sizi hoşnut etme fırsatını bulabildiğim için mutluyum, inanın, Anna Mihailovna.”
Prens Vasili, bunu söylerken eliyle göğüs süsünü düzeltmiş ve gerek hareketleri gerekse ses tonuyla Anna Mihailovna’ya karşı burada, Moskova’da, Petersburg’da; Annette Şerer’in gece toplantısında olduğundan çok daha kurumlu bir tavır takınmıştı. Hemen ardından da Boris’e dönerek oturaklı bir sesle ekledi:
“Görevinizi gereğince yapmaya ve buna layık olduğunuzu göstermeye gayret ediniz. Sizi tanıdığıma memnun oldum…”
Ve donuk bir sesle sordu:
“Burada, izinde misiniz?”
“Görev yerime gitmek için emir bekliyorum, Ekselans.”
Prens’in kırıcılığa kaçan ses tonu karşısında hiçbir alınganlığa kapılmaksızın ve konuşmayı sürdürme konusunda en ufak bir isteklilik göstermeksizin cevap vermişti Boris. Ayrıca o kadar rahat ve aynı zamanda saygılı bir tavırla konuşmuştu ki Prens, delikanlıya dikkatle bakmaktan kendisini alamadı.
“Annenizin yanında mı kalıyorsunuz?”
“Kontes Rostovalarda kalıyorum.” dedi Boris ve yeniden ekledi “Ekselans.”
Açıklama gereğini duydu Anna Mihailovna:
“İlya Rostof’la evlenmiş olan Nathalie155 Şinşina’dan söz ediyor…” dedi.
“Biliyorum, evet biliyorum…” dedi Prens Vasili monoton sesiyle. “Je n’ai jamais pu concevoir comment Nathalie s’est décidée à épouser cet ours mal léché! Un personnage complètement stupide et ridicule. Et joueur à ce qu’on dit.”156
“Mais très brave homme, mon Prince.”157
Sevecen bir tavırla gülümseyerek konuşmuştu Anna Mihailovna. Kont Rostof’un, bu nitelendirmeyi fazlasıyla hak ettiğini bildiği hâlde, esirgenmesi gerektiğini belirtmek ister gibiydi. Kısa bir sessizlikten sonra sordu:
“Hekimler ne diyor?”
Gözyaşlarının izini taşıyan yüzünde yine o derin üzüntü dalgalanmıştı. Prens’in cevabı kısa ve kesindi:
“Pek az umut var.”
“Vah ki nasıl vah! Bilseniz, ben de gerek bana ve gerekse Boris’e yaptığı iyiliklerden dolayı amcama son bir kez daha teşekkür etmeyi ne kadar ama ne kadar çok istiyordum! C’est son filleul…”158
Prens Vasili’yi son derece sevindirecek bir haber verir gibi eklemişti bu son açıklamayı…
Birden düşünceye daldı Prens ve kaşlarını çattı.
Anna Mihailovna, Prens’in onda, Kont Bezuhof’un yeni bir mirasçısını görüp korktuğunu anlamıştı hemen ve Prens Vasili’ye, bu konuda hiçbir kişisel iddiası olmadığına dair güvence vermeye girişti:
“Amcama beslediğim candan sevgi ve derin bağlılık olmamış olsa inanın, katiyen gelmezdim.” diye başladı.
“Amcam” sözcüğünü ancak söylediğinden emin olanlara özgü bir rahatlıkla önemsemeksizin telaffuz etmişti. Şöyle sürdürdü konuşmasını:
“Onun ne kadar soylu ve dürüst bir karaktere sahip olduğunu bilmez değilim. Ama şu sırada yanında, kendisine yardım etmek üzere, prenseslerden başka hiç kimse yok. Onlar da henüz o kadar genç ve tecrübesizler ki! Hele bu gibi durumlarda…”
Sonra başını Prens’e doğru uzatıp fısıltı hâlinde sordu:
“Son görevlerini yerine getirdi mi acaba? İnsanın hayattaki şu son anları, dinî ödevlerimiz bakımından ne kadar değerlidir bilemezsiniz! Hiçbir şey bu derece önemli olamaz, Prens. Eğer dediğiniz gibi çok düşkün bir hâldeyse kendisini mutlaka hazırlamak gerekir…”
Tatlı bir gülümseyişle şöyle tamamladı sözlerini:
“Biz kadınlar; böyle zamanlarda gerekli sözleri söylemesini iyi beceririz, Prens. Mutlaka görmeliyim onu. Gerçi bu beni perişan edecektir ama varsın öyle olsun! Acı çekmeye alışkınım ben, anlıyorsunuz değil mi?..”
Görüldüğü kadarıyla, çok iyi anlamıştı Prens. Anna Mihailovna’dan kurtulmak hemen hemen imkânsızdı. Tıpkı Annette Şerer’in gece toplantısında olduğu gibi…
“Bu görüşmenin ona acı vermesinden korkarım, chére159 Anna Mihailovna…” dedi. “Bu akşam geçsin hele bir, hekimler yeni bir kriz ihtimalinden söz ediyor.”
“Ama böyle zamanlarda beklemek son derece yanlış bir iş olur, Prens. Pensez, il y va du salut de son âme… Ah! C’est terrible, les devoirs d’un chrétien!”160
Tam o sırada, dipteki dairelerden birinin kapısı açılmış ve Kont’un yeğenlerinden bir prenses içeri girmişti. Gövdesinin üst kısmı bacaklarına oranla insana şaşkınlık verecek kadar uzun olan, asık suratlı ve soğuk bir kadındı bu…
Prens Vasili ona dönerek sordu:
“Nasıl gidiyor? Bir düzelme var mı?”
“Hiçbir değişiklik yok. Zaten bu gürültüyle hiç olur mu?”
Bunu söylerken bir yabancıya bakar gibi uzun uzun Anna Mihailovna’ya bakmıştı prenses. Prenses Drubetskaya bu bakışı fark etmedi sanki; hızlı ve çevik adımlarla Kont’un yeğenine doğru ilerledi ve mutlu bir gülümseyişle “Ah! chère, je ne vous reconnaissais pas.”161 dedi.
Hemen ardından da gözlerini merhametle süzerek ekledi:
“Je viens d’arriver et je suis à vous pour vous aider à soigner mon oncle. J’imagine combien vous avez souffert…”162
Cevap vermedi prenses, gülümsemedi bile ve hemen çıktı. Konağa girdiğinden beri verdiği mücadelede bir hayli avantaj sağlamış olan Anna Mihailovna, bu kazançla şimdilik yetinerek eldivenlerini çıkarıp bir koltuğa yerleşti; sonra da yanındaki koltuğu işaret ederek Prens Vasili’yi de çağırdı oturması için ve oğluna döndü. Gülümseyerek “Boris…” dedi. “Ben Kont’u, amcamı, görmeye gideceğim birazdan. Bu arada sen de git Piyer’i gör, mon ami163 ve ona Rostofların davetini iletmeyi unutma. Biliyorsun, akşam yemeğine çağırdılar kendisini…”
Prens’e döndü yeniden.
“Sanırım gitmeyecektir?”
Neşesi artık tamamıyla kaçmış olan Prens, “Tam tersine.” diye cevap verdi. “Je serais très content si vous me débarrassiez de ce jeune homme…”164
Omuz silkerek sustu. Boris’e yol göstermek üzere çağrılan uşak, delikanlıyı aşağıya indirip bir başka merdivenden Pyotr Kiriloviç’in dairesine çıkardı.
XIII
Gerçekten de Piyer, Petersburg’da kendisine bir meslek seçecek vakit bulamamış ve rezalet çıkarmaktan dolayı Moskova’ya sürgün edilmişti. Yani Kont Rostof’un konağında anlatılanlar doğruydu. Komiserin ayıya bağlanıp ırmağa atılmasında da rolü vardı. Birkaç gün önce gelmişti Moskova’ya ve her zaman olduğu gibi babasının konağındaydı. Marifetinin Moskova’da çoktan işitilmiş ve babasının yakın çevresini oluşturan hanımlar tarafından -ki bu hanımlar öteden beri onun kuyusunu kazmaktaydılar- Kont’a çoktan yetiştirilmiş olduğunu sezmekle birlikte, büyük bir öfkeyle karşılanmayı göze alıp Kont’un hasta yattığı dairenin holünde arzıendam etmişti…
Piyer, hanımların genellikle oturdukları salona girdiğinde onları nakış kasnaklarının önünde gördü. Üç kardeştiler: Birisi yüksek sesle bir kitap okumakta, öbür ikisi de bir yandan nakışlarını işlerken öte yandan kitabı dinlemekteydiler. Okuyan, büyükleriydi. Katı ifadeli, bakımlı bir hanımdı bu; Anna Mihailovna’nın görmüş olduğu, gövdesinin üst kısmı bacaklarına oranla uzun hanım… Nakış işleyenlerin ikisi de genç ve güzeldiler; biri öbüründen, dudağının üstünde bulunan ve onu bir kat daha güzel kılan bir benle ayırt edilebiliyordu sadece.
Tam bir hayalet ya da bir vebalı gibi karşılandı Piyer. Büyük Prenses, okumasını yarıda kesip hiçbir şey söylemeksizin dehşete uğramış gibi baktı delikanlıya; bensiz olan Küçük Prenses de aynı ifadeye büründü; benli ve şen şakrak olan Küçük Prenses’e gelince birazdan yaşayacağı ve bir hayli eğlendirici olacağından şüphe etmediği sahneyi düşünerek dudaklarında beliren gülümseyişi gizlemek için hızla işinin üzerine eğildi. Gülmesini zorlukla zapt ediyor ve deseni inceler gibi iki büklüm duruyordu.
“Bonjours, ma cousine.”165 dedi Piyer. “Vous ne me reconnaissez pas?”166
“Tanımaz olur muyum hiç? Hem de nasıl tanıdım!”
Piyer, her zamanki kararsızlığıyla ama şaşırmaksızın sordu:
“Kont’un sağlığı nasıl oldu acaba? Kendisini görebilir miyim?”
“Kont’un şu anda gerek bedeni gerekse ruhu acı çekmektedir. Ve siz galiba ona fazladan ruhi bir acı yüklemekle görevlisiniz!..”
Yeniden sordu Piyer:
“Kont’u görebilir miyim?”
“Eğer onun işini bitirmek, eğer onu öldürmek istiyorsanız görebilirsiniz!”
Piyer’le daha fazla ilgilenme gereğini duymadı Büyük Prenses. Kız kardeşine dönerek “Olga.” dedi. “Git bak bakalım, dayımızın haşlama suyu hazır mı; yemek zamanı yaklaştı.”
Böylece Piyer’e göstermek istiyordu ki kendileri onun babasını güçlendirip iyileştirmeye çabalarken onun aklı fikri sadece ve sadece Kont’a eziyet etmektedir…
Olga hemen çıkmıştı. Piyer kısa bir süre daha bekledikten sonra iki kız kardeşe baktı ve eğilerek:
“Öyleyse ben daireme dönüyorum…” dedi. “Kendisiyle görüşmek mümkün olduğu vakit, bana haber verirsiniz.”
Çıktı. Ve çıkmasıyla birlikte, benli kız kardeşin bir süredir zor zapt ettiği gülüş çınladı ardından.
Ertesi gün Prens Vasili de gelmiş ve Kont’UNun konağına yerleşmişti. İlk işi Piyer’i çağırtıp şunları söylemek oldu:
“Mon eher, si vous vous conduisez ici comme ä Petersburg, vous finirez tres mal; e’est tout ce que je vous dis.167 Kont son derece hasta ve senin de onu görmen kesinlikle gerekmez.”
Bu kısa görüşmeden sonra tamamıyla kendi hâline bırakılan Piyer; bütün günlerini yukarıda, kendi odasında geçirmeye başladı.
Boris girdiğinde Piyer odasında bir aşağı bir yukarı dolaşmaktaydı. Zaman zaman bir köşede duruyor ve duvara doğru, görünmeyen bir düşmanı delik deşik etmek istercesine tehdit taşan el kol hareketleri yapıyordu. Gözlüklerinin üzerinden etrafa sert bakışlar atıp kollarını iki yana açarak, omuz silktikten sonra da anlaşılmaz birtakım sözler söyleyerek devam ediyordu dolaşmasına…
Kaşlarını çattı birden ve parmağıyla hayalî birini işaret ederek konuşmaya girişti:
“L’Antleterre a vécu. M. Pitt comme traître à la nation et au droit des gens est condamné à…”168
O an için Napolyon’un yerine koymuştu kendisini, kahramanıyla birlikte binbir tehlike dolu Pas de Calais’yi aşıp İngiltere kıyılarına çıkmış ve Londra’yı fethetmişti ki tığ gibi bir genç subayın içeri girdiğini görüp durdu.
Piyer onu en son gördüğünde henüz on dört yaşında gencecik bir çocuktu, hatırlamıyordu Boris’i. Ama tamamıyla ona özgü olan ve içinden taşıp gelen iyilik gözetirlikle, delikanlıya elini uzattı yine de ve dostça gülümsedi.
Boris de tatlı tatlı gülümseyerek ve sakin bir sesle “Beni hatırlıyor musunuz?” diye sordu. Ve hemen ekledi:
“Annem ve ben, Kont’u görmek için gelmiştik. Ama anlaşıldığına göre Kont’un sağlığı pek iyi değil.”
“Ben de öyle sanıyorum…” dedi Piyer. “Kendisine rahat yüzü göstermiyorlar.”
Piyer’in kendisini hatırlayamadığını hissetmişti Boris. Ama adını söylemekte yarar görmüyordu. Piyer de karşısında durmuş, rahat rahat gözlerinin içine bakan bu delikanlının kim olduğunu bulmaya çalışmaktaydı.
Boris; Piyer için bir hayli uzun ve sıkıcı bir sessizlikten sonra “Kont Rostof, bu akşam konağında vereceği akşam yemeğine gelmenizi rica ediyor.” dedi.
Sevinçle cevap verdi Piyer:
“Yaa! Kont Rostof demek! Öyleyse siz de oğlu İlya’sınız. Ve düşünün ki ben de ilkin sizi tanıyamadım. Madame Jacquot169 ile birlikte Serçeler Tepesi’ne gittiğimizi hatırlıyorsunuz değil mi? Gerçi aradan epeyce bir zaman geçti ama…”
Hiç acele etmeksizin cesur ve biraz da alaycı bir gülümseyişle “Yanılıyorsunuz…” dedi genç subay. “Ben, Boris’im. Prenses Anna Mihailovna Drubetskaya’nın oğlu Boris. Kont Rostof’un küçük adıdır İlya; oğlunun küçük adı da Nikolay’dır. Madame Jaqcuot’ya gelince böyle bir kimseyle tanıştığımı hatırlamıyorum.”
Bir sinek ya da arı hücumuna uğramış gibi ellerini ve başını sallamaya başladı Piyer.
“Bana ne oluyor böyle, hiç anlayamıyorum!” dedi. “Bakın, bütün her şeyi birbirine karıştırdım yine. Moskova’da o kadar çok akrabam var ki! Siz Boris’siniz demek… Eveeet, hiç değilse bir nokta aydınlandı böylece… Şimdi söyleyin lütfen, Boulogne Harekâtı hakkında ne düşünüyorsunuz? Napolyon, Manş Denizi’ni aşar aşmaz İngilizlerin işi bitiktir. Öyle değil mi? Ben kendi payıma bu seferin başarıyla sonuçlanacağına inanmaktayım, azizim… Yeter ki Villeneuve ciddi bir hata yapmasın!”