bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Savaş ve Barış I. Cilt

Полная версия

Savaş ve Barış I. Cilt

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
17 из 20

Yeni gelmiş olan General çevresine şöyle bir bakındıktan sonra hiç durmaksızın çalışma odasının kapısına yönelirken sert bir Alman şivesiyle sordu:

“Başkomutan General Kutuzof buradalar mı?”

Kozlovski, hiç tanımadığı bu General’e aceleyle yaklaştı. Adamın önüne geçerek çalışma odasına dalmasına engel olurken “Başkomutan meşguller…” dedi. “Kimin geldiğini haber vereyim?”

Kim olduğu bilinmeyen General, kendisinin karşısında kısa boylu kalan Kozlovski’yi küçümseyen bir edayla tepeden tırnağa süzdü. Tanınmamak, onu derin bir şaşkınlığa sürüklemiş gibiydi.

Kozlovski sakin bir sesle tekrarladı: “Başkomutan meşguller, efendim.”

General’in yüzü iyice asılmıştı şimdi. Dudakları titredi. Bir not defteri çıkardı cebinden. Kurşun kalemle acele bir şeyler karaladı ve yaprağı koparıp Yaver Kozlovski’ye uzattıktan sonra hızlı adımlarla pencereye doğru yürüdü. Bir iskemlenin üzerine kendini bırakırcasına çöktü. Niçin kendisine baktıklarını sormak istermiş gibi çevresindekileri süzdü bir süre. Sonra başını kaldırıp bir şey söylemek istiyormuş duygusunu uyandıran bir hareketle boynunu ileri uzattı; hemen sonra da kayıtsız bir tavırla, kendi kendine şarkı söylemeye başlamışçasına tuhaf bir ses çıkardı ama bir anda kesildi sesi. Çalışma odasının kapısı açılmış, eşikte Kutuzof belirmişti.

Başı bağlı General, bir tehlikeden kaçar gibi kamburunu çıkararak zayıf bacaklarıyla geniş ve hızlı adımlar ata ata Kutuzof’a yaklaştı. Kırık bir sesle “Vous voyez le malheureux Mack!”295 dedi.

Çalışma odasının kapısında hiç kımıldamaksızın duran Kutuzof’un yüzü birkaç saniye hareketsiz kaldı; sonra dalgalanır gibi kırıştı birden, alnı gerildi. Büyük bir saygıyla başını eğip gözlerini yumdu ve hiçbir şey söylemeksizin yana çekilerek Mack’e yol gösterdi. Sonra da içeri girip kapıyı kapadı.

Avusturyalıların bozguna uğradıkları ve bütün ordularının Ulm önlerinde teslim olduğu yolunda bir süredir dolaşan söylentiler doğru çıkmıştı işte. Yarım saat geçmeden dört bir yöne doğru yola çıkan yaverler, o zamana kadar hareketsiz kalmış olan Rus ordularının yakında düşmanla karşılaşacaklarını haber veren emirler götürmekteydiler.

Karargâhta olup da bütün ilgisini savaşın genel gidişatına veren ender subaylardan biri de Prens Andrey’di. Mack’i gördükten, Avusturya ordusunun uğradığı felaketi açıklayan geniş bilgilere sahip olduktan sonra savaşın yarısını yitirmiş bulunduklarını kavramıştı hemen. Bu şartlar altında, Rus ordularının son derece zor bir durumda kaldıkları apaçıktı ve Prens Andrey, gerek bu ordunun kaderini gerekse kendisinin bu orduda oynayacağı rolü; gerçeğe en yakın bir şekilde zihninde canlandırmakta gecikmemişti. Avusturya’nın rezil olduğunu; belki bir hafta sonra, Suvorof’tan beri ilk defa karşı karşıya gelecek Rus ve Fransız ordularının savaşını göreceğini ve bu savaşa katılacağını düşündükçe elinde olmayarak sevinçle karışık bir heyecan duyuyordu. Bununla birlikte Bonapart’ın Rus ordularının bütün cesaretinden de güçlü çıkabileceğini tasarlamakta, dehasından korktuğu ve her şeye rağmen bir kahraman saydığı bu adamın yüz karası bir yenilgiye uğrayacağını aklının ucundan dahi geçirmek istememekteydi.

İşte bu kaygılarla sinirleri gerilmiş bir hâlde ve heyecan içinde kendi odasına gitti. Babasına mektup yazacaktı. Her gün yaptığı işlerden biri de buydu.

Birlikte oturduğu Nesvitski’yle karşılaştı koridorda. Jerkof’la birlikteydiler ve ikisi de her zaman olduğu gibi bir şeylere gülüyorlardı.

Prens Andrey’in yüzündeki solgunluğu ve gözlerindeki garip parlaklığı hemen fark eden Nesvitski, “Neyin var senin?” diye sordu. “Düşünceli görünüyorsun?”

Bolkonski, “Neşelenmeyi gerektiren bir şey yok ki.” diye cevap verdi tatsız bir tonla.

Prens Andrey, Nesvitski ve Jerkof’la karşılaştığı sırada; koridorun öbür tarafından, Kutuzof’un karargâhında Rus ordusunun iaşesini denetlemekle görevli Avusturyalı General Schtauch’la karargâha henüz o gün gelmiş bulunan Avusturya Yüksek Askerî Şûra Üyesi General onlara doğru yürümekteydi. Koridor bir hayli geniş olduğundan generallerin üç subayın yanından rahatça geçmeleri pekâlâ mümkündü aslında. Öyle olduğu hâlde Jerkof, Nesvitski’yi birdenbire eliyle iterek boğuluyormuş gibi soluk soluğa bağırmaya başladı:

“Geliyorlar! Geliyorlar! Çekilin lütfen, yol verin komutanlara! Rica ederim, yol verin!”

Generaller, can sıkıcı saygı gösterilerinden bir an önce kurtularak geçip gitme arzusundaydılar. İşte tam o anda, Jerkof’un dudaklarında birdenbire o budalaca gülümseyiş belirdi; sanki bu gülümseyişine bir türlü engel olamıyordu. Öne doğru bir adım atarak Avusturyalı General’e, Almanca “Sizi kutlamaktan onur duyarım, Sayın Komutanım.” dedi.

Başını eğdi sonra ve dans etmesini yeni öğrenen çocuklar gibi beceriksiz bir tavırla topuklarını birbirine vurmaya başladı. Bir sağ, bir sol topuğunu vuruyordu durmadan.

Yüksek Askerî Şûra Üyesi General, sert bir bakış attı ilkin Jerkof’a ama süvari subayının yüzündeki o budalaca gülümseyişin ciddi olduğunu fark edince bir an için de olsa ilgi göstermekten kendini alamadı. Karşısındakini dinlemeye hazır olduğunu belirtmek için gözlerini kıstı. Jerkof, hep aynı gülümseyişle “Sizi kutlamaktan onur duyarım!” diye başladı yeniden. “General Mack sağ salim gelmiş; bir şeyi yokmuş, yalnız şuracığı bir parça zedelenmiş, o kadar…”

Bu son sözleri söylerken eliyle kendi başını işaret ediyordu.

General kaşlarını çattı ve arkasını dönüp yürüdü. Birkaç adım ilerledikten sonra öfkeyle söylendi:

“Gott, wie naiv!”296

Nesvitski kahkahalarla gülerek Prens Andrey’e sarılmıştı. Ama Bolkonski, bir kat daha sararmış olarak kızgın bir hareketle itti onu ve Jerkof’a döndü. Mack’in yenilgiden sonraki hâlini görünce Rus ordusunu bekleyen akıbeti düşünmüş ve o kadar sinirlenmişti ki yersiz bir şaka yaptığı için ondan aldı hırsını. Nitekim alt çenesi titreyerek ve tiz bir sesle “Bakınız, Sayın Bay…” dedi. “Eğer palyaçoluk etmeye niyetiniz varsa size engel olamam. Yalnız bir hususu kesinlikle söylemek isterim! Bir daha benim yanımda bu tür edepsizlikler yapmaya kalkarsanız nasıl davranmak gerektiğini size o saat öğretirim!”

Nesvitski ve Jerkof bu çıkışa o kadar şaşırmışlardı ki ikisi de gözlerini iri iri açıp Bolkonski’ye baktılar bir süre. Sonra Jerkof ciddi bir sesle sordu:

“Onu kutladıysam ne olmuş yani?”

Bolkonski, bağırarak cevap verdi bu sefer:

“Ben şaka yapmıyorum, kesin sesinizi lütfen!”

Ve Nesvitski’yi kolundan tutup verecek cevap bulamayan Jerkof’un yanından uzaklaştı.

Nesvitski yatıştırmak istedi onu.

“Ne oluyorsun kuzum, niye sinirleniyorsun Tanrı aşkına böyle?” diyecek oldu.

Prens Andrey olduğu yerde durup öfkeyle ve titreyen bir sesle “Ne demek ne oluyorum!” diye çıkıştı. “Şunu iyice aklına sok: Bizler ya çarlarına ve yurtlarına hizmet eden subaylarızdır ve o zaman da ortak başarılara sevinmemiz, ortak başarısızlıklara ise üzülmemiz gerekir ya da birer uşaktan başka bir şey değilizdir, o zaman da efendilerimizin işleri bizleri ilgilendirmez.”

Düşüncesini daha da pekiştirmek için Fransızca olarak devam etti konuşmasına:

“Quarante mille hommes masacrés et l’armée de nos alliée détruite, et vous trouvez là le mot pour rire. C’est bien pour un garçon de rien comme cet individu dont vous avez fait un ami, mais pas pour vous, pas pour vous.”297

Sonra da Jerkof’un kendisini hâlâ işitebileceğini fark ederek “çocuklar” sözcüğünü Fransız ağzıyla ama Rusça söyleyip “Ancak çocukların böyle şakalar yapması hoş görülebilir!” diye ekledi.

Süvari subayı bir karşılık verir mi acaba diye bir an bekledi ama Jerkof hiçbir şey söylemeksizin uzaklaştı oradan.

IV

Pavlograd Süvari Alayı, Braunau’dan iki mil kadar ötede konaklamıştı. Bu arada Nikolay Rostof’un subay adayı olarak görevlendirilmiş bulunduğu süvari birliği de Salzeneck adlı Alman köyüne yerleştirilmişti. Bütün Süvari Tümeni’nde Vaska Denisof adıyla tanınan Bölük Komutanı Yüzbaşı Denisof’a köyün en iyi evini ayırmışlardı. Subay adayı Rostof, Polonya’dan alaya yetiştiğinden beri Bölük Komutanı’yla aynı evde kalıyordu.

8 Ekim günü genel karargâh, Mack’in yenilgisi haberiyle çalkanır ve her şey altüst olurken süvari bölüğünün karargâhında savaş hayatı eskisi gibi devam edip gidiyordu. Nitekim Rostof sabah erkenden hayvanlara yem getirme işini bitirmiş, atla dönerken bütün gece iskambil oynamış olan Denisof ortalıkta görünmemişti henüz…

Atını kapıya doğru sürdü Rostof. Sırtında askerî okul üniforması vardı. Hayvanı çevik, dinç bir hareketle dürtüp ayağını üzerinden aşırdı; bir an, sanki attan ayrılmak istemiyormuşçasına üzenginin üzerinde ayakta durduktan sonra atladı ve emir erine seslendi.

Yeni bir şevkle yıldırım gibi atına doğru atılan süvari erine, gençlerin mutlu oldukları vakit herkese saçtıkları o gönüllerinden taşıp gelen sevecenlik ve neşeyle “Bondarenko, sevgili arkadaşım benim!” diye haykırdı. “Al şunu, gezdir biraz!”

Neşeyle başını salladı Ukraynalı.

“Emredersiniz, Ekselans!..”

“Ama baştan savma iş yapmak yok ha! İyice bir gezdir, olur mu?”

Başka bir süvari eri daha atılmıştı hayvana doğru. Ama Bondarenko, o yetişinceye kadar atın dizginlerini eline almıştı bile. Belliydi ki subay adayı iyi bahşiş veriyordu; dolayısıyla da ona hizmet etmek, kârlı bir iş olsa gerekti!

Rostof, atın boynunu ve arkasını okşadıktan sonra kapısının önünde durdu. Kendi kendine gülümseyerek “Doğrusu harika bir at olacak!” dedi.

Ve kılıcının kabzasını tutarak mahmuzlarını şakırdata şakırdata koşup kapıdan içeri girdi.

Aynı anda Alman ev sahibi; sırtında hırka, başında kalpak, elinde gübre temizlemek için kullandığı yabayla ahırın kapısından dışarı bakmıştı. Rostof’u görür görmez yüzü aydınlandı adamın. Neşeyle göz kırparak “Schön gut’ morgen!”298 dedi.

Genç adamı selamlamaktan hoşlandığını açığa vuran bir cana yakınlıkla tekrarladı:

“Schön gut’ morgen!”

Rostof, yüzünden hiç eksik olmayan neşe dolu gülümseyişle “Schön fleissig!”299 dedi.

Sonra da Alman ev sahibinin sık sık tekrarlamaktan hoşlandığı sözleri sıraladı:

“Hoch Oesterreicher! Hoch Russen! Kaiser Alexander hoch!”300

Ahırdan çıkmıştı Alman. Bir hamlede çıkardığı kalpağını başının üzerinde sallayarak “Und die ganze Welt hoch!”301 diye bağırdı.

Alman ev sahibi gibi Rostof da elindeki kasketi başının üzerinde sallayarak gülüyor ve haykırıyordu şimdi:

“Und vivat die ganze Welt!”302

Aslında ne ahırını temizlemekle uğraşan Alman’ın ne de takımını alıp saman getirmeye gitmiş olan Rostof’un böylesine sevinç gösterilerine girişmeleri için özel bir neden yoktu. Bu iki insan, birbirlerine mutlu bir heyecan içinde, kardeşçe bir sevgi ile bakmakta; birbirlerini sevdiklerini belirtmek için de karşılıklı olarak başlarını sallamaktaydılar, o kadar. Nitekim bu gürültülü selamlaşmanın ardından da hemen ayrıldılar birbirlerinden. Alman ahıra döndü, Rostof da Denisof’la bölüştüğü eve yöneldi.

Delikanlı, içeri girer girmez karşısına çıkan Denisof’un uşağı Lavruşka’ya sordu:

“Efendin nerede?”

Dalavereciliğiyle bütün alayda ün salmış olan Lavruşka’nın cevabı hazırdı:

“Dün akşamdan beri yoklar. Oyunda kaybettiler herhâlde!”

Sonra da durumu açıklamaya başladı:

“Ben gayet iyi biliyorum, efendim: Oyunda kazandılar mı erkenden eve gelip böbürlenirler, sabaha kadar eve dönmezlerse kaybettiler demektir ki artık öfkelerinden yanlarına varılmaz! Kahve emreder misiniz?”

Rostof gülerek “Getir bakalım…” dedi.

On dakika sonra kahveyle birlikte haberi de getirdi Lavruşka:

“Felaket! Geliyorlar!”

Rostof pencereden bakınca Denisof’un gerçekten eve dönmekte olduğunu gördü…

Kısa boylu, al yanaklı, parlak siyah gözlü bir adamdı Denisof. Bıyıkları da saçları gibi simsiyah ve kıvır kıvırdı. Sırtında düğmeleri iliklenmemiş bir süvari ceketi, ayağında kat kat sarkan bol bir pantolon, başında ensesine doğru kaymış buruşuk bir süvari kasketi vardı. Başı önüne eğik, somurtkan bir yüzle kapıya yaklaşıyordu…

Yüksek sesle ve “r”leri “ğ” gibi telaffuz ederek “Lavruşka!” diye bağırdı uşağına. “Çıkarsana şunu, ne bekleyip duruyorsun öyle!”

Çizmesini kastediyor olmalıydı. Lavruşka’nın sesi duyuldu:

“Zaten çıkarmaktayım efendim.”

Çok geçmeden odaya giren Denisof, Rostof’u görünce şaşırdı.

“A! Sen kalkmışsın bile!”

Delikanlı gülümseyerek “Çoktan!” diye cevap verdi. “Gidip saman da getirdim, Bayan Mathilda’yı da gördüm…”

Denisof, “r”leri hep yutarak “Bak hele!” demişti. “Bense elimde avucumda ne varsa kaptırdım! Felaket bu kadar olur! Ben böyle şanssızlık görmedim hayatımda!”

Lavruşka’ya bağırmayı ihmal etmedi arada:

“Hey, çay getir!”

Sonra gülümsüyormuş gibi yüzünü kırıştırıp küçük sağlam dişlerini göstererek orman gibi gür, kabarık siyah bıyıklarını iki elinin kısa parmaklarıyla çekiştirmeye başladı.

“Şeytan dürttü işte! Yoksa o Fare’ye neden gideyim?” Fare, evine gittiği subaya verilen addı. “Düşün bir kere! Tek bir tane kâğıt vermedi, tek bir tane dahi!..”

İki eliyle alnını ve yüzünü ovuşturuyordu şimdi. Uşağın yakıp uzattığı pipoyu avucunda sıkarak ateşini düzeltmek için yere vurduktan sonra talihsizliğini anlatmaya devam etti:

“Sempl geldi mi veriyor, paroli geldi mi alıyor; anlıyor musun! Sempl geldi mi veriyor, paroli geldi mi kendisi alıyor!”

Ateşi yere saçmıştı bu arada, öfkesinden pipoyu kırıp fırlattı. Bir süre sustu. Sonra parlak siyah gözlerini birden neşeyle Rostof’a çevirerek başını salladı.

“Bari kadın olsaydı! Burada içmekten başka yapacak bir şey de yok ki! Keşke bir an önce dövüşmeye başlasak..”

Dönüp kapıya baktı. Odanın dışından, ağır çizmeler giymiş birinin mahmuzlarını şakırdatarak gelip durduğu; sonra da saygıyla hafifçe öksürdüğü işitilmişti.

Lavruşka açıkladı hemen:

“Bölük emini…”

Yüzünü iyice buruşturmuştu Denisof şimdi. İçinde birkaç altın bulunan cüzdanını delikanlının önüne atarak “Berbat, Rostof!” dedi. “Say, kardeşim. Bakalım içinde ne kadar kalmış? Sonra da cüzdanı yastığın altına sok!”

Sonra bölük eminiyle görüşmek için dışarı çıktı.

Cüzdanı aldı Rostof. Mekanik bir hareketle eski ve yeni paraları ayırıp üst üste koyarak saymaya başladı.

Öbür odadan Denisof’un sesi gelmekteydi:

“Merhaba, Telyanin! Dün beni soyup soğana çevirdiler…”

“Nerede? Bikof’un evinde mi? Fare’nin orada mı yoksa? Öyle olacağını biliyordum…”

Aynı bölükte görevli Teğmen Telyanin girdi odaya.

Rostof, cüzdanı yastığın altına fırlattı ve kendisine uzatılan nemli eli sıktı. Telyanin, ordu sefere çıkmadan bir süre önce aslı pek iyi bilinmeyen bir olay yüzünden muhafız kıtasından alınıp alaya verilmişti. Alaydaki davranışları kusursuzdu ama yine de çok sevilmiyordu. Özellikle Rostof, bu subaya karşı duyduğu nedensiz tiksintiyi bir türlü yenemediği gibi gizleyemiyordu da…

Telyanin, “Söyleyin bakalım, süvari delikanlı…” dedi Genç Kont’a. “Benim Graçik işinize yarıyor mu bari?”

Telyanin’in Rostof’a satmış olduğu binek atıydı Graçik.

Teğmen hiçbir zaman konuştuğu insanın gözünün içine bakmazdı. Konuşurken daima oradan oraya kayar dururdu gözleri.

“Biraz önce sizi gördüm…” diye ekledi. “Ata binmiş gidiyordunuz…”

Rostof; yedi yüz rubleye satın aldığı at bu fiyatın yarısı kadar bile etmediği hâlde “Eh…” dedi. “Fena sayılmaz. Sağlam bir hayvan. Yalnız sol ön ayağı topallamaya başladı.”

“Nal çatlamıştır! Önemi yok onun! Hem ben size nalı nasıl perçinleyeceğinizi gösteririm.”

Rostof, “Onu ben de özellikle rica edecektim.” dedi.

Telyanin lütufta bulunuyormuş gibi kabararak konuştu:

“Gösteririm elbette, sır değil ya bu! Sonradan at için bana minnettar kalacaksınız…”

Rostof, Telyanin’den kurtulmak umuduyla “Öyleyse söyleyeyim de atı getirsinler!” dedi.

Ardından hayvanı getirmeleri için emir vermek üzere dışarı çıktı.

Sofada Denisof, elinde piposuyla eşikte çömelmiş, kendisine bilgi veren bölük eminini dinlemekteydi. Rostof’u görünce kaşlarını çattı; başparmağıyla omuzunun üzerinden, Telyanin’in oturduğu odayı işaret etti; yüzünü buruşturdu ve tiksintiyle irkildi. Bölük emininin yanlarında olmasına aldırış etmeksizin kesip attı:

“Şu oğlanı da hiç sevmem!”

“Ben de sevmem ama n’eylersin!” gibilerden omuz silkti Rostof ve çabucak emrini verip Telyanin’in yanına döndü.

Telyanin, delikanlının onu bıraktığı andaki gibi tembel tembel oturmakta; arada bir de küçük beyaz ellerini ovuşturmaktaydı.

Odaya girerken Dünyada böyle iğrenç suratlı adamlar da varmış demek! diye düşünmüştü Rostof.

Telyanin onu bekliyormuşçasına hemen yerinden kalkıp yapmacıklı bir kayıtsızlıkla çevresine bakındıktan sonra, “Ne yaptınız?” diye sordu. “Atı getirmeleri için emir verdiniz mi?”

“Verdim.”

“Hadi biz de oraya gidelim. Ben zaten Denisof’tan dünkü emirleri sormaya gelmiştim…”

Odadan çıkmışlardı. Denisof’a yönelttiği soruyla sözünü tamamladı Telyanin:

“Emirleri aldınız mı Denisof?”

“Hayır, daha almadık. Siz nereye böyle?”

“Şu bizim delikanlıya at nasıl nallanır, onu öğreteceğim.” diye cevap verdi Telyanin.

Kapının önüne çıkıp tavlaya yöneldiler. Teğmen de, Rostof’a çivilerin nallara nasıl perçinleneceğini gösterdikten sonra evine yollandı.

Rostof odaya döndüğü vakit, masanın üzerinde bir şişe votka ile biraz salam duruyordu. Denisof, masanın önüne oturmuş mürekkep kalemini kâğıdın üzerinde cızırdatmaktaydı. Bıkkın bir hâlde Rostof’un yüzüne baktı.

“Yine ona yazıyorum.” dedi.

Elinde mürekkep kalemi, dirseğini masaya yasladı; yazıyla anlatmak istediklerini bir çırpıda sözle ifade fırsatını bulmuş olduğundan dolayı sevinçli bir hâlde, mektubundakileri Rostof’a söylüyordu birer birer:

“Görüyorsun ya dostum.” diye başlamıştı. “Bizler sevmediğimiz sürece uykudayız. Topraktan yaratılmış varlıklardan başka bir şey değiliz… Ama bir kez sevdin mi tanrılaşırsın birdenbire, tertemiz olursun! Tıpkı yaratıldığın günkü gibi…”

Birden kesti konuşmasını. Hiç korkmadan yanına yaklaşan Lavruşka’ya bağırdı:

“Kim geldi yine? Defet her kimse, gitsin! ‘Vakti yok.’ de!”

Lavruşka direndi:

“Defet olur mu? Gelmesini siz emrettiniz. Bölük emini gelen, para istiyor!”

Suratını buruşturdu Denisof. Bağırmak istedi ama sonra vazgeçip sustu. Kendi kendine konuşur gibi:

“İş berbat!” dedi.

Rostof’a sordu:

“Cüzdanda kaç para kalmış?”

“Yedi eski, üç de yeni var…”

“Vay canına! Gerçekten berbat bir durum!”

Bunu söyler söylemez Lavruşka’ya dönüp bağırdı:

“Hey! Ne duruyorsun öyle korkuluk gibi? Kımılda biraz, bölük eminini gönder buraya!”

Rostof, kızarak “Rica ederim, Denisof…” dedi. “Parayı benden de alıp verebilirsin. Biliyorsun, benim param var…”

Denisof homurdandı âdeta: “Kendi adamlarımdan borç almak hoşuma gitmez!”

Rostof üsteledi: “Beni arkadaş olarak kabul edip de bu parayı gerçekten almazsan sana gücenirim!”

Sonra, “Doğru söylüyorum, benim param var…” diye tekrarladı.

Denisof, başını sallayarak kalktı yerinden.

“Olmaz dedim ya!”

Yastığın altından cüzdanı almak için karyolaya yaklaşırken sordu:

“Nereye koymuştun cüzdanı?”

“En alttaki yastığın altına…”

Bir süre arandı Denisof. Sonra sıkıntıyla söylendi:

“Yok yahu!”

İki yastığı da yere atmıştı. Cüzdan gerçekten de orada yoktu.

“Amma iş ha!” diye mırıldandı Denisof.

Rostof aramaya başladı bu sefer. Yastıkları kaldırıp silkerken “Dur bakalım…” dedi. “Belki yere düşürmüşsündür!”

Yorganı kaldırıp silkti. Hayır, cüzdan yoktu! Rostof, şaşkınlık içinde “Yoksa ben mi unuttum nereye koyduğumu?” diye söylendi kendi kendine. “Ama olamaz!”

Bir an düşündükten sonra, yine kendi kendine söylenir gibi:

“Hatta senin onu tıpkı bir hazine gibi başının altında sakladığını geçirmiştim aklımdan.” diye ekledi.

Denisof, Lavruşka’ya dönmüştü.

“Cüzdan nerede?” diye sordu öfkelenmeye hazır bir sesle.

Uşak hiç çekinmeden cevap verdi:

“Ben buraya girmedim ki! Nereye koyduysanız oradadır herhâlde…”

“Evet ama yok işte!”

“Sizler hep böylesinizdir zaten! Bir şeyi bir yere atar, sonra da unutursunuz. Ceplerinize baksanıza!”

Rostof, “Evet evet…” dedi. “O hazine meselesinden dolayı iyice hatırlıyorum. Yastığın altına koydum cüzdanı!”

Yatağın altını üstüne getirdi Lavruşka. Karyolanın, masanın altına baktı; her yeri aradıktan sonra da odanın ortasında dikilip kaldı… Hiç konuşmadan Lavruşka’nın hareketlerini izliyordu Denisof. Ama uşak, çaresizlik içinde ellerini iki yana açıp da paranın hiçbir yerde bulunmadığını belirtince Rostof’a döndü:

“Nikolay…” dedi. “Şaka yapmıyorsun ya?”

Denisof’un kendisine baktığını hissedince gözlerini kaldırmış, sonra da hemen tekrar yere indirmişti Rostof. Boğazının alt tarafında bir yerlerde toplanıp sıkışmış olan bütün kan, yüzüne ve gözlerine hücum etti bir anda, kıpkırmızı kesildi. Nefesi tıkanmıştı.

Lavruşka, “Odada Teğmen’den ve sizden başka hiç kimse yoktu…” dedi. “Buralarda bir yerde olması gerekli cüzdanın.”

Denisof da kıpkırmızı kesilmişti birden. Tehditkâr bir hareketle uşağa doğru atılarak “Bana baksana sen itoğlu!..” diye haykırdı. “Ara! Buluncaya kadar arayacaksın, anlıyor musun! Yoksa gebertirim seni! O cüzdan bulunacak! Hele bir bulunmasın gebertirim!”

Gözlerini Denisof’un gözlerinden kaçırarak ceketinin düğmelerini iliklemeye başlamıştı Rostof. Kılıcını beline taktı, kasketini geçirdi başına, gitmeye hazırlandı.

Bu arada Denisof, Lavruşka’yı omuzlarından sımsıkı yakalamış; sarsa sarsa duvara doğru itmekteydi.

“Sana söylüyorum! O cüzdan bulunacak, anlıyor musun! O cüzdan hemen şimdi bulunacak!”

Rostof kapıya yaklaştı. Gözlerini kaldırmadan “Bırak onu Deni-sof…” dedi. “Ben kimin aldığını biliyorum.”

Denisof, arkadaşının sözünü kavrayamamıştı ilkin. Durakladı bir an, düşündü. Sonra birden atılıp Rostof’u kolundan yakaladı sımsıkı.

“Saçma!”

Öyle bir bağırmıştı ki boynundaki ve alnındaki damarlar ip gibi kabarmıştı. Aynı şiddetle devam etti:

“Saçma diyorum! Çıldırmışsın sen! Böyle bir şeye katiyen izin vermem! Cüzdan burada, biliyorum! Ve derisini yüzeceğim bu alçağın!”

Korkudan tir tir titreyen Lavruşka’yı gösteriyordu.

“İşte o zaman göreceksin ki cüzdan hemen bulunur!”

Alçak ama heyecanlı bir sesle tekrarladı Rostof:

“Ben kimin aldığını biliyorum.”

Denisof, atılıp elini yakaladı Rostof’un.

“Sana söylüyorum…” dedi. “Bunu yapamazsın!”

Ama delikanlı şiddetle çekip kurtarmıştı elini. En büyük düşmanıyla karşı karşıyaymış gibi sınırsız bir öfkeyle baktı Denisof’un gözlerinin içine. Titrek bir sesle “Sen ne dediğinin farkında değilsin!” dedi. “Düşün: Bu odada benden başka kimse yoktu! Demek ki o değilse…”

“Tüh! Tanrı senin de hepinizin de belasını versin!”

Rostof’un evden çıkarken işittiği son söz bu olmuştu.

Dosdoğru Telyanin’in evine gitti Rostof. Teğmen’in emir eri karşıladı kendisini.

“Efendim evde yoklar…” dedi. “Karargâha gittiler.”

Sonra, genç subay adayının yüzündeki üzgün ifadeye şaşkın şaşkın bakarak sordu:

“Ters bir şey mi oldu yoksa?”

Kendisini hemen toparladı Rostof:

“Hayır, bir şey yok.” dedi.

Emir eri, “Hemen bir iki dakika önce gelmiş olsaydınız görüşebilirdiniz.” diye bir açıklamada bulundu.

Rostof hızla uzaklaştı.

Karargâh, Salzeneck’ten üç verst uzaktaydı. Eve dönmeden bir at alıp doğru oraya gitti Rostof. Karargâhın bulunduğu köyde, subayların devamlı gittikleri bir meyhane vardı. Telyanin’in atı da meyhanenin önünde bağlı duruyordu.

Meyhanenin ikinci odasındaydı Teğmen, önünde koca bir tabak dolusu sosis ve bir şişe şarapla oturmaktaydı. Rostof’un içeri girdiğini görünce kaşlarını olabildiği kadar yukarıya kaldırıp gülümsemeye çalışarak “Demek siz de buraya geldiniz, delikanlı!” dedi.

Rostof, “Evet.” diyebildi sadece.

Adama bu kadarcık bir şey söylemek bile ona çok zor geliyordu sanki. İlerleyip Teğmen’in yanındaki masaya oturdu.

İkisi de susuyordu şimdi. Odada onlardan başka iki Alman, bir de Rus subayı vardı. Hiç kimse konuşmuyor, tabaklara sürtülen bıçakların sesiyle Teğmen’in ağız şapırtısından başka ses işitilmiyordu.

Telyanin yemeğini bitirince iki gözlü bir cüzdan çıkardı; uçları hafifçe yukarıya doğru kıvrık, kısa, beyaz parmaklarıyla halkalarını açtı cüzdanın; içinden bir altın alıp çıkardı ve kaşlarını kaldırarak garsona uzatıp emreden bir sesle “Çabuk ol, lütfen.” dedi.

Altın, yeniydi. Rostof yerinden kalktı ve Telyanin’in oturduğu masaya yöneldi. Bir rüyada hareket eder gibiydi. Hemen hemen işitilmeyecek kadar alçak bir sesle konuştu:

“Cüzdanınıza bakabilir miyim?”

Telyanin, gözlerini her zamanki gibi oradan oraya kaydırarak ama kalkık kaşlarını indirmeksizin uzattı cüzdanını.

“Güzel cüzdandır, neme lazım…” dedi. “Evet, evet…”

На страницу:
17 из 20