
Полная версия
Savaş ve Barış I. Cilt
Bunu söylerken yerinden kalkmış ve kız kardeşine yaklaşmıştı. Eğilip alnından öptü onu. Güzel gözleri, onda pek rastlanmayan zeki ve şefkatli bir ışıkla parıldıyordu. Bununla birlikte o sırada kız kardeşine değil; genç kızın başının üzerinden, açık kapının ötesindeki karanlığa bakıyordu.
“Hadi şimdi onun yanına gidelim…” dedi. “Vedalaşmam gerekiyor onunla… Ya da… Sen önden git, uyandır. Ben hemen geliyorum.”
Cevap beklemeksizin uşağına seslendi:
“Petruşa, buraya gel çabuk! Şunları al götür. Bunu oturacağım yere, şunu da sağ yanıma yerleştir…”
Prenses Mariya da kalkmış, çıkmak üzere ilerlemişti. Kapıya gelince durdu ve şöyle dedi: “André, si vous aviez la foi, vous vous seriez adressé à Dieu pour qu’il vous donne l’amour que vous ne sentez pas et votre prière aurait été exaucée…”289
Gülümsedi Prens Andrey.
“Belki de! Kim bilir? Hadi sen git Maşa, ben de hemen geliyorum.”
Prens Andrey, kız kardeşinin odasına gitmek için evin bir bölümünü öbür bölümüne bağlayan galeriden geçerken cana yakın bir tavırla gülümseyen Matmazel Bourienne’le karşılaştı. Genç kız, dudaklarında coşkulu ve saf bir gülümseyişle o gün üçüncü defadır ve hep tenha yerlerde çıkıyordu karşısına. Nedense kızarıp gözlerini yere indirerek “Ah! Je vous croyais chez vous…”290 dedi.
Prens Andrey, yüzünde aniden beliren bir öfke ifadesiyle sert sert baktı kıza. Hiçbir şey söylemedi. Ama küçümseyen bakışlarını onun gözlerine de değil, alnına ve saçlarına öylesine belirgin bir şekilde dikmişti ki genç kız tek kelime etmeden çekilip gitti.
Prens, kız kardeşinin odasına girdiğinde Küçük Prenses uyanmıştı çoktan. Açık kapıdan, cümleleri aceleyle art arda sıralayan neşeli tiz sesi rahatça işitilmekteydi. Uzun süre kendini tuttuktan sonra, yitirmiş olduğu zamanın acısını çıkarmak istercesine konuşuyordu durmadan:
“Non, mais figurezvous, la vieille Comtesse Zouboff avec de fausses boucles et la bouche pleine de fausses dents comme si elle voulait défier les années… Ha ha ha Marié!”291
Karısının, başkalarının yanında Kontes Zubova için kelimesi kelimesine aynı sözleri söyleyerek aynı şekilde gülüşüne tam beşinci defadır tanık olmaktaydı Prens Andrey. Sessizce girdi odaya. Tombul ve pembe yanaklı Prenses; bir koltuğa oturmuş, bir yandan örgüsünü örüyor bir yandan konuşuyordu. Cümleleri birbirine girerek Petersburg anılarını anlatıyordu şimdi.
Prens Andrey yaklaşıp saçlarını okşadı karısının. Yol yorgunluğunu üzerinden atıp atmadığını sordu. Hemen cevap verdi Prenses ve devam etti anılarını anlatmaya…
Kapıda atlı bir araba koşulu beklemekteydi. Karanlık bir sonbahar gecesi çökmüştü ortalığa. Arabacı, arabanın oklarını bile seçemiyordu artık. Ortada, ellerinde fenerler taşıyan birtakım insanlar gidip geliyordu. Koca konağın geniş pencerelerinden, içeride yangın varmış duygusunu uyandıracak kadar canlı ve yoğun bir ışık saçılıyordu dışarıya.
Genç Prens’le vedalaşmak isteyen uşak ve hizmetçiler sofada toplanmışlardı. Ötekiler, yani ev halkı -Prenses Mariya ile Küçük Prenses ve Mihail İvanoviç’le Matmazel Bourienne- salondaydılar.
Prens Andrey’i çalışma odasına çağırtmıştı babası. Oğluyla baş başa vedalaşmak istemişti. Ve herkes şimdi onların dışarı çıkmasını beklemekteydi.
Prens Andrey çalışma odasına girdiğinde İhtiyar Prens, sırtında oğlundan başka kimseye görünmediği bir giysi içinde -beyaz sabahlığı ile- ve gözlerinde yaşlıların kullandığı cinsten bir gözlükle, çalışma masasının başına oturmuş bir şeyler yazıyordu. Şöyle bir baktı oğluna:
“Demek gidiyorsun?”
Ve cevap beklemeksizin dönüp yazmaya devam etti.
“Vedalaşmaya geldim.” dedi Prens Andrey.
İhtiyar durdu ve parmağıyla yanağını gösterdi.
“Öp bakalım şuradan…”
Andrey öpünce İhtiyar Prens, iki kere üst üste teşekkür etti: “Teşekkür ederim… Teşekkür ederim.”
Prens Andrey afallamıştı.
“Neden teşekkür ediyorsunuz ki?”
Hemen cevap verdi İhtiyar Prens: “Bir kadının eteğine yapışmadığın, vaktini boşa geçirmediğin için… Her şeyden önce askerlik! Teşekkür ederim, teşekkür ederim…”
Bir yandan da devam ediyordu yazmaya. Öylesine hızlı yazıyordu ki divitinden mürekkep saçılmaktaydı.
“Söyleyeceğin bir şey varsa çekinme, konuş!” diye ekledi. “Ben aynı anda iki işi birden yapabilirim…”
Prens Andrey bir an tereddüt ettikten sonra “Karım için diyecektim ki…” diye başladı. “Ama zaten onu size bir yük olarak bırakmaktayım…”
“Saçmalamayı bırak da ne söyleyeceksen doğru dürüst söyle!”
“Doğum yaklaşınca bir doğum uzmanı getirtin lütfen, Moskova’dan… Doğum sırasında başında bulunsun.”
Yazmayı kesmişti Prens. Oğlunun yüzüne dikmişti sert bakışlarını. Hiçbir şey anlamamış gibiydi.
“Biliyorum, kendi bünyesi yardım etmezse hiç kimse ona yardım edemez aslında…”
Bunları sıkılarak söylemişti Prens Andrey. Yine sıkılarak devam etti:
“Böyle durumlarda kaza oranının ancak milyonda bir olduğunu biliyorum elbette. Ama yine de hem karım hem ben endişe etmekteyiz. Olmayacak şeyler anlatmışlar, aklı bulanmış, korkuyor tabii…”
İhtiyar Prens, “Hımmm…” dedi kendi kendine. “Peki, getirtirim.”
Sonra önündeki kâğıdı imzaladı ve çevik bir hareketle oğluna dönüp sordu gülerek:
“Yürümüyor desene?”
“Yürümeyen ne baba?”
“Karın!”
Hâlden anlayan babacan bir tavırla söylemişti bunu. Söylediğinden pek de emin görünmekteydi.
Prens Andrey “Anlayamadım.” dedi.
Üstelemedi ihtiyar.
“Yapacak hiçbir şey yoktur dostum…” dedi sadece. “Bütün kadınlar bu konuda birbirine benzer. Bu böyledir diye tutup boşayamazsın da… İçini rahat tut, korkma kimseye söylemem. Ama sen ne demek istediğimi pekâlâ anlamışsındır umarım.”
Oğlunun elini, kemikli küçük eliyle kavrayıp sıktı. Sonra da insanın içini okurcasına ışıldayan gözlerini Prens Andrey’in gözlerine dikerek yine aynı şekilde soğuk soğuk güldü.
Prens Andrey içini çekti. Babasının gerçeği anladığını kabul etmiş oluyordu böylece.
İhtiyar Prens mektuplara her zamanki çevikliğiyle mühür basmaya devam ederken mührü, bal mumunu ve kâğıtları sert hareketlerle alıp bırakıyordu durmadan…
“N’eylersin işte? Ne gelir elden? Ama güzel kadın, neme lazım!”
Son mektubu mühürlerken kesik kesik konuşarak “Ben gerekeni yaparım…” dedi. “İçin rahat olsun.”
Babasının onu anlaması, hem hoşuna gidiyor hem de hoşnutsuzluk yaratıyordu içinde. O sırada İhtiyar Prens ayağa kalkmış ve elindeki mektubu oğluna uzatmıştı:
“Dinle…” diye başladı. “Karın konusunda hiçbir kaygın olmasın, bil ki elden gelen ne varsa yapılacaktır. Şimdi iyi dinle beni: Bu mektubu Mihail İlaryonoviç’e vereceksin. Seni doğru dürüst işlerde kullanmasını yazdım ona ve yaver olarak da uzun süre alıkoymamasını. Pis iştir yaverlik! Kendisini hiç unutmadığımı ve hâlâ çok sevdiğimi söyle ona. Seni nasıl karşıladığını bana yazmayı da sakın unutma. Hakkını verdiği sürece onun yanında kalırsın. Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin oğlu, layık olduğu karşılığı görmediği takdirde hiç kimseye hizmet etmez. Şimdi yaklaş.”
Öyle hızlı konuşuyordu ki kelimelerin yarısını söyleyebiliyordu ancak ama anlayabiliyordu oğlu onu, alışmıştı bu şekilde konuşmasına. Çalışma masasına doğru sürükledi Andrey’i, bir çekmeceden kocaman sık yazısıyla yazılmış bir defter çıkardı:
“Benim senden önce ölmem doğaldır…” dedi. “Burada anılarım var. Bunları ben öldükten sonra İmparator’a ulaştırırsın. Burada bir Emniyet Sandığı tahviliyle bir de mektup var. Tahvil, Suvorof Savaşlarının tarihini yazacak olana, mektup da akademiye verilecek. Burada da düşüncelerim yazılı. Ben öldükten sonra okursun. Faydası olur.”
Babasına, hiç şüphesiz daha uzun yıllar yaşayacağını söylemedi Andrey. Anlıyordu bunu söylememesi gerektiğini.
“Bütün isteklerinizi yerine getireceğim baba.” dedi sadece.
İhtiyar Prens’in karşılığı da sade oldu:
“Öyleyse artık vedalaşalım!”
Oğlunun elini öpmesine izin vermiş ve kucaklayıp göğsüne bastırmıştı onu. Sonra da “Şunu katiyen unutma Prens Andrey…” dedi.
“Ne de olsa ihtiyarın biriyim artık, öldürülecek olursan çok acı duyarım. Ama… Ama senin, Nikolay Bolkonski’nin oğlu gibi davranmadığını öğrenecek olursam… Tam anlamıyla utanç duyarım!”
Gülümsemişti Prens Andrey.
“Bunu bana söylemeseniz de olurdu baba.” dedi.
Cevap vermedi İhtiyar Prens.
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Andrey “Bir ricam var sizden…” diye devam etti. “Eğer ben öldürülürsem ve bir oğlum olursa size dün de söylediğim gibi burada yanınızda alıkoyun onu.”
Durdu. Sonra da ekledi:
“Yanınızda büyüsün… Lütfen.”
Sordu ihtiyar:
“Yani karına bırakmayayım mı onu?”
Ve gülmeye başladı.
Tam bir sessizlik içinde karşı karşıya durmaktaydılar şimdi. İhtiyar Prens, oğlunun gözlerine dikmişti keskin bakışlarını. Çok geçmeden yüzünün alt kısmında, ürperişi andıran hafif bir titreme oldu.
“İşte vedalaştık…” dedi. “Hadi bakalım!”
Birden söylemişti bunları. Hemen ardından da çalışma odasının kapısını açmış ve âdeta öfkeli bir sesle haykırmıştı:
“Hadi git artık!”
İlkin Prens Andrey’i, hemen ardından da -sadece bir an için- perukası ve kelebek gözlüğü olmadan üzerinde beyaz sabahlığıyla haykıran ihtiyarın silüetini gören prensesler, bir ağızdan sordular: “Ne var, ne oluyor kuzum?”
İçini çekti Prens Andrey, cevap vermedi. Sadece karısına, “Eh…” demekle yetinmişti.
“Şimdi artık istediğiniz kadar nazlanıp şımarabilirsiniz!” demek istermiş gibi soğuk bir şekilde alay edercesine söylemişti bu “eh”i.
Küçük Prenses sapsarı kesilmiş, korku içinde kocasına bakıyordu. Kelimeleri güçlükle telaffuz ederek “André deja!”292 diyebildi o kadar.
Prens Andrey, karısını kollarının arasına aldı. Küçük Prenses’in başı; aynı anda, kocasının omuzuna düştü.
Onu sarsmamaya özen göstererek sıyrıldı Prens Andrey, yüzünü dikkatle inceledikten sonra bir koltuğun üzerine uzattı. Kız kardeşine döndü sonra ve alçak sesle “Adieu, Marié…”293 dedi.
Kucaklaştıktan sonra el ele kaldılar bir an ve Prens Andrey hızlı adımlarla salondan çıktı.
Matmazel Bourienne, koltukta yatmakta olan Küçük Prenses’in şakaklarını ovalamaya koyulmuştu. Prenses Mariya, bir yandan görümcesine destek olmakta; bir yandan da yaş dolu güzel gözlerini Prens Andrey’in açık bıraktığı kapıya dikmiş, istavroz çıkarmaktaydı. Düzgün aralıklarla kurşun seslerini andıran sesler geliyordu çalışma odasından. İhtiyar Prens’in öfkeyle sümkürmekte olduğunu belirten seslerdi bunlar… Nitekim çok geçmeden çalışma odasının kapısı da hızla açıldı ve beyaz sabahlığının içindeki ihtiyarın silüeti belirdi. Kendinden habersiz bir hâlde uzanmış yatan Küçük Prenses’e kızgın gözlerle şöyle bir baktı:
“Gitti mi?” diye sordu. “Eh, öyleyse her şey tamam demektir!”
Küçümseyen gözlerle biraz daha süzdü Küçük Prenses’i, sonra da kapıyı çarparak kapadı.

İKİNCİ BÖLÜM
I
Rus orduları, Ekim 1805’te Avusturya Arşidüklüğü’nün köy ve kentlerini işgal etmekteydi. Art arda Rusya’dan sevk edilen ve Braunau Kalesi dolaylarına yerleştirilen alaylar, halka büyük yük olmaktaydı. Başkomutan Kutuzof’un genel karargâhı da orada bulunuyordu.
1805 yılının 11 Ekim günü Braunau’a yeni gelmiş piyade alaylarından biri; kente yarım mil mesafede durmuş, Başkomutan tarafından teftiş edilmeyi beklemekteydi. Çevredeki bütün her şey (meyve bahçeleri, taştan örülmüş bahçe duvarları, kiremit kaplı damlar, uzakta yükselen dağlar ve askerleri merakla izleyen yabancı bir halk) yabancı olduğu hâlde bu alay; Rusya’nın ortalarında herhangi bir yerde, teftişe hazırlanan herhangi bir Rus alayından farksızdı.
Başkomutan’ın alayı yürüyüş hâlinde teftiş edeceğini bildiren emir, daha o akşam son konak yerinde alınmıştı. Emirdeki ifade, Alay Komutanı’na pek kesin gözükmemiş ve teftişe tören üniformasıyla mı çıkmak gerektiği hususu, böyle durumlarda beklenen açıklığa kavuşmamıştı gerçi; tabur komutanlarının toplantısında, az saygı göstermektense aşırı saygı göstermenin daima daha yerinde olduğu gerekçesiyle, alayın tören üniformasıyla teftişe çıkması karara bağlanmıştı.
Dolayısıyla da askerler, otuz verstlik bir yürüyüşten sonra gözlerini yummadan bütün gece söküklerini dikmiş ve üst başlarına çekidüzen vermişlerdi. Emir subaylarıyla bölük komutanları, erleri sayıp ayırmışlardı ilkin. Böylece bölük, bir gün önce sabaha karşı son konaklama yerindeki karmakarışık kalabalık olmaktan kurtulup her biri yerini ve görevini bilen, takım taklavatı yerli yerinde, üstü başı tertemiz ve düzenli iki bin kişilik bir bütün oluvermişti. Kusursuz olan, sadece dış görünüş değildi. Başkomutan’ın aklına esip de üniformaların altına bakacağı tutsa her erde tertemiz bir gömleğin, her asker çantasında da yönetmelikte belirtilen sayıda eşyanın bulunduğunu görecekti. Gerçekten de her çantada, asker deyişiyle, “bir bez, bir de sabun” vardı.
Gelgelelim herkesi tedirgin eden bir de sorun vardı ortada: Kundura sorunu. Erlerin yarısından fazlasının çizmeleri parçalanmıştı. Ama bu, alay komutanlarının suçu değildi çünkü komutan bu konudaki isteklerini ısrarla bildirmiş ama işi ağırdan alan Avusturyalı yetkililer hiçbir şey göndermemişlerdi. Ve alay, bu durumda otuz verstlik bir yolu katetmek zorunda kalmıştı.
Kaşları ve zülüfleri ağarmış al yanak bir generaldi Alay Komutanı. Hatırı sayılır şekilde iri yapılıydı. Göğsüyle sırtı arasındaki mesafe, bir omuzundan öbürüne olan mesafeden daha fazlaydı. Yeni, parlak ve özenle ütülenmiş bir üniforma taşıyordu üzerinde; geniş omuzlarında ise bu omuzları aşağıya doğru bastırmayıp yukarıya doğru kaldırıyormuş gibi görünen kalın sırma apoletler vardı. Ömrünün en büyük törenini yerine getiriyormuş gibiydi. Mutluluk akıyordu yüzünden. Alayın önünde dolaşıp durmakta, dolaşırken de her adımda hafifçe sırtını kamburlaştırmaktaydı. Hemen belli oluyordu alayını zevkle seyrettiği, elinin altında görmekten sınırsız bir mutluluk duyduğu. O anda tüm varlığıyla alayıyla meşguldü. Öyleyken bu sarsak yürüyüşü, askerî konulardan başka, sosyete hayatına ve kadınlara da bir hayli ilgi duyduğunu ortaya koymaktaydı. Tabur komutanlarından birine dönerek oldukça memnun başka bir sesle “Eh, azizim Mihil Mitriç.” diye başladı konuşmaya.
Tabur Komutanı da gülümseyerek öne doğru bir adım atmıştı. İkisi de uçuyordu mutluluktan…
Alay Komutanı şöyle devam etti:
“Bu gece anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi ama öyle sanıyorum ki alayın durumu fena değil. Ne dersin ha?”
Bu sözlerdeki neşeyi ve hafif alaycı edayı hemen sezmişti Tabur Komutanı. Gülerek “Bu hâlimizle Paris talimgâhından bile kovmaya kıyamazlardı bizi!” dedi.
“Anlayamadım.” dedi General.
Tam o sırada, kente giden ve yer yer gözcülerin beklediği yolda iki atlı belirdi. Bir yaverle bir kazaktı bunlar.
Yaver, bir gün önceki emirde yeterince açıklanmamış olan noktayı Alay Komutanı’na açıklamak için karargâhtan gönderilmişti. Bildirdiğine göre Başkomutan, erleri tıpkı yürüyüş hâlindeki gibi silahları kılıflarına geçirilmiş olarak görmek istemekteydi.
Daha bir gün önce, Viyana’daki Yüksek Savaş Şûrası’ndan bir yetkili, Kutuzof’a gelerek Arşidük Ferdinand ve Mack’in kumanda ettikleri orduya yetişip onlarla birleşmek üzere en kısa zamanda harekete geçmesi için ısrarlı bir şekilde istekte bulunmuştu. Bu birleşmeyi uygun görmeyen Kutuzof ise Rusya’dan gelen ordunun hazin durumunu, reddine gerekçe olarak Avusturyalı General’in gözleri önüne sermek niyetindeydi. İşte bu amaçla da alayın gelişini beklemeksizin yola çıkıp kendisi onları karşılamak istiyordu. Anlaşılan, alay ne kadar kötü bir görünüm sergilerse Başkomutan da o kadar hoşnut olacaktı. Gerçi yaver, işin ayrıntılarını bilmiyordu ama Kutuzof’un kesin emrini General’e iletmekten geri kalmadı: Erler kaputlu, silahlar da kılıflı görünmeliydi; yoksa Başkomutan hiç de memnun kalmayacaktı!
Alay Komutanı bu ek emri dinledikten sonra hiç konuşmaksızın omuzlarını silkti ilkin, sonra da iki elini iki yanına açarak “Bir bu eksikti!” diye bağırdı.
Hemen ardından da Tabur Komutanı’nı azarlar gibi bir tonla ekledi:
“Ben size dememiş miydim Mihail Mitriç? Mademki alayı yürüyüş hâlinde görmek istiyor, o hâlde erlerin kaputlu olması gerekir… Dememiş miydim! Peki bu ne hâl? Aman Tanrı’m!”
Cevap beklemeksizin bir adım atıp komut verdiği zamanki sesiyle inletti ortalığı:
“Bölük komutanları! Başçavuşlar!”
Biraz önce gelen yavere döndü daha sonra ve kastettiği kimseye derin saygı beslediğini gösteren bir tavırla sordu:
“Ne zaman onurlandıracaklar bizleri?”
“Bir saate kadar sanıyorum.”
“Üniformaları değiştirmeye vakit bulabilecek miyiz dersiniz?”
“Bilmem ki Generalim.”
Cevap beklemeksizin saflara doğru ilerlemişti General. Erlerin yeniden kaputlarını giymeleri için emir verdi. Bölük komutanları koşar adım bölüklerinin başına gittiler, başçavuşlarsa telaşa düştü; kaputların durumu pek iç açıcı değildi…
Birliklerin meydana getirdiği düzenli sessiz dörtgenler bir anda dalgalanıp dağılmıştı ve konuşmalarla uğuldamaya başlamıştı şimdi. Dört bir yanda erler sağa sola koşmakta; teçhizatlarını arkadan, omuzlarının üzerinden aşırtıp çantalarını başlarının üzerinden çıkarmakta; üniformalarını çıkarıp kaputlarını giymek için de kollarını yukarı kaldırmaktaydılar. Yarım saat sonra ise her şey eski düzenli hâline gelmişti. Bir farkla: Birliklerin oluşturduğu siyah dörtgenler, kül rengine dönmüştü şimdi.
Alay Komutanı yine o sarsak yürüyüşüyle alayın karşısına geçti ve uzaktan baktı askerlerine… Ama birdenbire bağırdı:
“Bu da nereden çıktı? Ne demek oluyor bu?”
Tepiniyordu âdeta. Var gücüyle haykırdı yeniden:
“Üçüncü bölük komutanını çağırın bana!”
Saflar arasından dalga dalga sesler yükseldi:
“Üçüncü bölük komutanı, General’e!”
“Komutanım, General’e!”
“Üçüncü bölük komutanı!”
Bir emir subayı, geciken komutanı arayıp bulmak için uzaklaştı koşarak.
Hançerelerini paralarcasına bağıran erlerin sesleri en sonunda “General’e, üçüncü bölüğe!” şeklini alıp da yöneldikleri hedefe ulaşınca aranan subay, bölüğün arkasından belirdi. Koşmaya pek alışmamış, yaşlı bir adamdı bu; beceriksizce, ayakları birbirine dolanarak koşar adım General’e yaklaştı. Ezberleyemediği dersi tekrarlaması istenen bir öğrencinin tedirginliği okunuyordu yüzünde. Kırmızı yanaklarında (Belli ki içkiyi biraz fazla kaçırmıştı.) yer yer lekeler belirmişti. Dudakları kımıldıyordu durmadan. General’e yaklaştıkça adımları yavaşlıyordu…
Soluk soluğa yanına geldiği zaman, Yüzbaşı’yı tepeden tırnağa süzdü General. Sonra da alt çenesini ileri doğru uzattı ve üçüncü bölüğün saflarında hemen göze batan, sırtına bütün öbür kaputlardan farklı olarak çuha renginde ve fabrika dokuması kaput geçirmiş eri işaret etti.
“Neredeyse sarafan294 giydireceksiniz erlerinize!”
Öfkeyle bağırmaya başladı:
“Bu ne, bu? Hem siz neredeydiniz ha? Başkomutan bekleniyor, siz yerinizde yoksunuz! Bu ne biçim iş! Erleri teftişe çıkarırken palyaçolar gibi giydirmek ne demekmiş, öğretirim ben size!”
Bölük komutanı, şimdi kurtuluş yolunu artık sadece bunda görüyormuş gibi iki parmağını gittikçe biraz daha fazla bastırıyordu kasketinin siperliğine. Komutan, bir tonla sordu:
“Ne susuyorsunuz? Cevap verin bana. Söyleyin, kimdir bu Macar kılığına giren?”
Kekeler gibi konuştu Yüzbaşı:
“Sayın Komutanım… Sayın Komutanım…”
General yeniden patladı:
“Geveleyip durmayın şu lakırtıyı karşımda! Söyleyin, nedir? ‘Sayın Komutanım, Sayın Komutanım…’ deyip duruyorsunuz ama ne demek istediğinizi hiç kimse anlamıyor!”
Yüzbaşı, alçak sesle “O adam, rütbesi alınan Dolohof’tur Komutanım…” dedi.
General’in sesinde öfkeyle alay birbirine karıştı:
“Erliğe mi döndü yeniden? Erse bütün erler gibi giyinmesi gerekir. Anladınız umarım? Üniforması da aynı olacak!”
“Yürüyüşte böyle giyinmesine izin veren sizsiniz Komutanım…”
Ürkerek söylemişti bunu Yüzbaşı.
Alay Komutanı, “Ne dedin? Ben mi izin verdim? Demek ben izin verdim? İşte gençler hep böylesiniz zaten.” diye söylendi.
Öfkesi geçmiş gibiydi şimdi. Kendi kendine konuşurcasına “İzin vermişim…” diye söylendi. “Yediği naneye bak şunun! Size bir şey söylemeye de gelmez katiyen…”
Bir an sustu. Sonra sinirlendi yine:
“İzin falan vermedim ben! Siz de bundan böyle adamlarınızı doğru dürüst giydirin, anlaşıldı mı?”
Dönüp emir subayına baktı ve kendine özgü sarsak yürüyüşüyle alaya doğru ilerledi. Arada bir bu türlü öfke gösterilerinden hoşlandığı belli oluyordu. Alayın önünden geçerken tekrar bağırıp çağırmak için bir bahane arıyor gibiydi; subaylardan birini, apoletini iyice parlatmamış olduğu, bir başkasını da erleri sıraya düzgün sokamadığı için payladı bir güzel. Sonra üçüncü bölüğe yöneldi. Sırtında koyu mavi kaputuyla duran Dolohof’a yaklaşırken ona hemen hemen beş kişi kaldığı sırada, aniden sancılanmış gibi bir sesle “Ne biçim duruyorsun sen?” diye bağırmaya başladı birden. “Ayağın nerede senin, ayağın yok mu? Nerede ayağın?”
Bükmüş olduğu ayağını ağır ağır düzeltti Dolohof ve ışıldayan gözlerini küstahça General’in yüzüne dikti:
“Ne diye mavi kaput giydin, söyle! Hayır sus! Ve defol karşımdan!”
Çevresine bakındı.
“Başçavuş! Değiştir şu haydutun…”
Sözünü tamamlamasına kalmadan Dolohof atıldı:
“Emrinizi yerine getirmekle yükümlüyüm ama hakaretlere boyun eğmek…” diye söze başladı.
General hemen susturdu onu:
“Sıradayken laf yok! Laf yok, dedim! Laf yok!”
Dolohof ortalığı çınlatan gür bir sesle konuştu:
“Hakaretlere boyun eğmek zorunda değilim ben!”
Bir an için derin bir sessizlik kapladı her tarafı. Şimdi General’le er göz göze gelmişlerdi. Sonunda General, boynunu sımsıkı saran eşarbı öfkeyle aşağı doğru çekerek “Lütfen giysinizi değiştirin…” dedi. “Lütfen!”
Ve uzaklaştı.
II
Bu sırada gözcünün sesi yükselmişti:
“Geliyor!”
Alay Komutanı kızardı ve atına koştu hemen. Titreyen elleriyle üzengiye yapıştı, hayvanın üstüne çıktı, doğrulup yerleşti, kılıcını çekti. Sonra da mutlu ve kararlı bir ifadeyle komut vermeye hazırlandı.
Birden toparlanıp bir kuş gibi silkinen alay, şimdi hareketsiz beklemekteydi.
Haykırdı Alay Komutanı: “Haaaaz-roll!”
Duyulduğu ilk anda tüyleri diken diken eden bir sesti bu. Gelgelelim bu seste; Alay Komutanı bakımından sevinçli, alaydaki erler bakımından sert ve amansız, yaklaşan Komutan bakımındansa “hoş geldiniz” dercesine candan bir çağrı vardı.
İki yanı ağaçlık geniş toprak yoldan, büyük bir hızla ve yaylarını gıcırdatarak yüksek, mavi bir Viyana faytonu geliyordu. Faytonun arkasından da Komutan’ın atlı maiyetiyle bir Hırvat Hafif Süvari Muhafız Birliği ilerlemekteydi…
Kutuzof’un yanında Avusturyalı bir general oturuyordu. Rusların siyah üniformaları arasında göze tuhaf gelen beyaz bir üniforma vardı üzerinde. İki kumandan, alçak sesle kendi aralarında konuşmaktaydılar. Araba durduğunda Kutuzof; yavaş yavaş yan taraftaki basamaktan aşağıya inerken sanki o anda, ona ve Alay Komutanı’na soluk almaksızın bakan o iki bin kişi hiç orada yokmuşçasına hafifçe gülümsedi.
Aynı anda bir komut yükseldi. Tüfekleri omuza alarak yine dalgalanıp selama durdu alay ve bir ölüm sessizliği içinde Başkomutan’ın zayıf sesi duyulur duyulmaz askerler hep bir ağızdan gürledi:
“Sağ ol!”
Sonra her şey derin bir sessizliğe gömüldü yeniden. Kutuzof bu süre boyunca hep aynı yerde durmuştu. Hemen ardından, beyaz üniformalı generalle birlikte maiyetini de yanına alarak safların önünde yürümeye başladı.
Alay Komutanı’nın dimdik durup Başkomutan’ı gözlerinin içine bakarak selamlamasından, sonra da iki büklüm olmuş bir hâlde yürürken vücudu yine ikide bir sarsılmasın diye kendisini sakınmasından, Başkomutan’ın en basit bir davranışı üzerine irkilmesinden; bir ast olarak yerine getirdiği ödevleri bir üst olarak yerine getirdiği ödevlerden çok daha zevkle yaptığı daha ilk bakışta belli oluyordu.
Komutan’ın uğraşları ve disiplin anlayışı sonucunda alay, Braunau’daki öbür alaylara oranla kusursuz sayılacak kadar iyi bir durumdaydı. Yolda kalmış ya da hasta düşmüş erlerin sayısı, sadece iki yüz on yediydi. Kunduralar dışında her şey eksiksiz ve bakımlıydı.
Kutuzof safların önünden geçerken arada bir durup Türk savaşından beri tanıdığı subaylara ve hatta bazen de erlere birkaç tatlı söz söylemekten geri kalmıyordu. Arada bir de erlerin kunduralarına bakarak üzgün üzgün başını sallamakta; bunları, hiç kimsede suç bulmuyormuş ama bu kötü durumu tespit etmekten yine de kendisini alamıyormuş gibi bir tavırla Avusturyalı General’e göstermekteydi.
Alay Komutanı ise bu arada, Başkomutan’ın alayla ilgili olarak söyleyeceği en küçük bir sözü dahi kaçırmamak için telaş içinde onların yanı sıra seğirtmekte; zaman zaman da kendisini tutamayarak koşup birkaç adım önlerine geçmekteydi.