bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Savaş ve Barış I. Cilt

Полная версия

Savaş ve Barış I. Cilt

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
16 из 20

Kutuzof’un hemen arkasında, onun en alçak sesle bile söyleyeceği her sözün rahatça işitilebileceği bir mesafede, maiyetinden yirmi kişi ilerliyordu. Bunlar kendi aralarında konuşmakta, bazen de gülmekteydiler. Başkomutan’a en yakın yürüyen, yakışıklı yaveriydi. Prens Bolkonski’ydi bu. Onun yanında; iyi yürekliliği güler yüzünden hemen belli olan, aşırı derecede şişman ve uzun boylu kurmay arkadaşı Nesvitski yürüyordu.

Nesvitski, hemen yanı başında yürüyen esmer süvari subayının muzipliklerine gülmemek için zor tutmaktaydı kendisini. Süvari subayı gözlerindeki anlamı hiç değiştirmeden dünyanın en ciddi ifadesiyle Alay Komutanı’nın sırtına bakıyor ve onun her hareketini aynıyla tekrarlıyordu. Örneğin Alay Komutanı öne doğru eğildiğinde süvari subayı da aynı şekilde öne doğru eğilmekteydi. Nesvitski dayanamayıp kıkırdıyor, şakayı yapana bakmaları için ötekileri de dürtüyordu durmadan.

Kutuzof; en küçük davranışını dahi büyük bir dikkatle izleyip değerlendirmeye çabalayan binlerce gözün önünden, katiyen acele etmeksizin ağır ağır geçiyordu.

Üçüncü bölüğün önüne gelince durdu birden Başkomutan. Onun böyle aniden duracağını hiç tahmin etmemiş olan maiyet subayları az kalsın üzerine çullanmış gibi olacaklardı. Oysa olayın açıklaması basitti: Biraz önce o mavi kaput yüzünden azar işiten kırmızı burunlu Yüzbaşı’yı görüp tanımıştı.

Kutuzof, “Timohin!” dedi. “Sen ha!”

Timohin, Alay Komutanı kendisini paylarken vücudunu tepeden tırnağa gererek öyle dik durmuştu ki daha dik durması imkânsız gibiydi. Gelgelelim Başkomutan doğrudan doğruya ona hitap edince öyle bir gerildi ki Kutuzof biraz daha uzun süre bakacak olsa dayanamayıp devrilirdi… Başkomutan da sezinlemiş olsa gerekti bunu. Nitekim Yüzbaşı’ya hiçbir kötülük etmek niyetinde olmadığını belirtmek amacıyla sırtını çevirdi ona. Bir yara izi olan şişkin yüzünde hafif bir gülümseyiş gezindi. Sonra da “Ta İsmail zamanından tanışırız.” dedi.

Alay Komutanı’na dönerek ekledi:

“Cesur bir subaydır! Memnun musun ondan?”

Alay Komutanı, arkasındaki süvari subayının kendisini bir ayna gibi yansıttığını fark etmeksizin irkilip öne doğru bir adım atarak cevap verdi:

“Hem de pek çok, Ekselans.”

Kutuzof, gülümseyerek Yüzbaşı’dan uzaklaşırken “Hangimizin kusuru yoktur ki?” diye mırıldandı. “O da Baküs’ü biraz fazlaca sever.”

Bu işte kendisinin de bir suçu olduğunun düşünülmesinden ürkerek hiç cevap vermemeyi seçmişti Alay Komutanı. Esmer süvari subayı, karnını içine çekmiş olan kırmızı burunlu subayın yüzüne baktı sadece bir an ve adamın yüz ifadesiyle tavrını öyle kusursuz bir şekilde taklit etti ki Nesvitski yüksek sesle gülmekten kendisini alamadı. Kutuzof dönüp arkasına baktı. Ama süvari subayının, yüz çizgileri üzerinde tam bir egemenlik kurmuş olduğu görülmekteydi. Nitekim Başkomutan daha başını çevirirken subay da yüzünün ifadesini değiştirme fırsatını bulmuş ve dünyanın en ciddi, en saygılı, en masum tavrına bürünmüştü.

Üçüncü bölük en sonda yer almıştı. Bir şeyler hatırlamaya çalışıyormuş gibi durup bir an düşündü Kutuzof. Aynı anda Prens Andrey maiyet subaylarının arasından ileriye çıkıp Başkomutan’a yaklaştı ve alçak bir sesle Fransızca olarak “Rütbesi indirilip subayken er yapılan Dolohof’un durumunu hatırlatmamı emretmiştiniz…” dedi.

Kutuzof sordu:

“Hangisi o?”

Kül rengi kaputunu çoktan sırtına geçirmişti Dolohof, çağrılmayı beklemedi. Parlak mavi gözlü, sarışın ve sırım gibi bir er çıktı sıradan; Başkomutan’a yaklaşıp sola geçti.

Kutuzof hafifçe kaşlarını çatarak “Şikâyet mi var?” diye sordu.

Prens Andrey açıkladı:

“Dolohof bu, efendim.”

Kutuzof, “Yaa!” dedi; mırıldanır gibi bir sesle.

Sonra da karşısındaki erin gözlerinin içine bakarak ekledi:

“Bunun sana iyi bir ders olacağını umarım. Hizmette kusur etme. İmparator, gönlü yücedir. İşe yararsan ben de seni unutmam.”

O parlak mavi gözlerle, biraz önce Alay Komutanı’na yönelttiği küstah bakışı Başkomutana yöneltiyordu şimdi. Başkomutan’la bir er arasına büyük bir mesafe koyan resmiyet perdesini yırtmaya kararlı bir bakıştı, bu bakış…

Nitekim Dolohof, tok ve gür ama sakin bir sesle “Bir tek dileğim var, Ekselans…” dedi. “Suçumu unutturabilmek ve İmparator hazretleriyle Rusya’ya olan bağlılığımı ispatlayabilmek için bana fırsat tanınmasını rica ediyorum.”

Sırtını döndü Kutuzof. Gözlerinde, Yüzbaşı Timohin’e de arkasını döndüğü andaki gülümseyiş ışıldamıştı. Dolohof ne söylediyse ve daha ne söyleyebilirse hepsini çok uzun zamandır biliyormuş ve hepsinden çoktan bıkmış usanmış, üstelik de bütün bunlar o sırada hiç gereği yokken söylenmiş gibi yüzünü buruşturdu. Sonra da arabaya doğru yürüdü.

Başkomutan gittikten sonra alay, bölüklere ayrılmış ve Braunau yakınlarında daha önceden hazırlanmış evlere dağılmak üzere yola koyulmuştu. Bu çetin yürüyüşün ardından orada dinleneceklerini ve ayaklarına birer kundura bulabileceklerini umuyordu erler. Alay Komutanı, yerine gitmek üzere yola çıkmış olan üçüncü bölüğü geçip en önde yürüyen Yüzbaşı Timohin’e doğru sürdü atını.

“Bana gücenmeyin Prohor İnyatiç!” dedi.

Teftişi kazasız belasız atlattığı için memnundu alabildiğine ve mutluluğu yüzünden okunuyordu:

“Hepimiz çarın hizmetindeyiz zaten…” diye devam etti. “Bazen oluyor işte… Bir de bakıyorsunuz, birliklerinizin önünde azar işitmişsiniz… Tatsız ama oluyor… Dolayısıyla da özür dilerim… Alınmayın lütfen… Beni bilmez değilsiniz, hiç kimsenin kötülüğünü istemem… Başkomutan çok teşekkür etti!”

Elini uzatmıştı bölük komutanına.

Yüzbaşı’nın burnu kızardı. Mutlu bir gülümseyişle açılan dudaklarının arasından, İsmail önlerinde savaşırken yediği bir dipçik darbesiyle kırılan iki ön dişinin arasındaki boşluk çıktı ortaya:

“Asıl ben özür dilerim Generalim…” diye karşılık verdi. “Benim ne haddime düşmüş!”

General kendi düşüncelerini izleyerek devam etti yine:

“Bay Dolohof’a da söyleyin, kendisini unutacak değilim. İçi rahat olsun… Meraklanmasın…”

Bir an durakladıktan sonra da “Az kalsın sormayı unutuyordum…” dedi. “Söyleyin bana lütfen, bölükteki durumu nasıldır onun? Ne yapıp eder? Söyleyin…”

Timohin hiç bekletmeden “Ödev konusunda alabildiğine titizdir Ekselans…” dedi. “Ama öyle huyları vardır ki…” O da duraklamıştı.

Alay Komutanı, “Ne gibi?” diye sordu. “Nasıl huyları var yani?”

“Bazı günler bakarsınız; akıllı mı akıllıdır, dikkatlidir, iyidir Ekselans. Bazen de bir bakarsınız, canavar kesilmiş!”

İçini çektikten sonra, “Polonya’da bir Yahudi’yi durup dururken öldürüyordu az kalsın! Ne biçim bir insan olduğunu anlayın artık!”

Alay Komutanı başını sallayarak “Evet, anladım…” dedi. “Ne de olsa felakete uğramış bir genç işte… Anlayışlı davranmak gerekir kendisine…”

Devam edip etmemek konusunda karar veremeyerek bir an durdu burada. Sonra kararını vererek “Üstelik çok kudretli koruyucuları var…” dedi. “Siz de artık, işte bu hususu göz önüne alarak…”

Timohin; Alay Komutanı’nın ne demek istediğini anlamış olduğunu belirten bir gülümseyişle “Emredersiniz Ekselans.” diye karşılık verdi.

General başını salladı.

“Evet, evet… Öyle yaparsınız.”

Geriye doğru sürdü atını. Safların arasında Dolohof’u arayıp buldu. Yaklaşıp atını durdurarak “İlk çarpışmada apoletlerinize kavuşacaksınız.” dedi.

Hiç cevap vermeksizin dönüp bakmakla yetinmişti Dolohof. Dudaklarında hâlâ o alaycı ifadeyle gülümsüyordu.

Alay Komutanı rahatlamıştı:

“Evet…” dedi. “Bu iş de tamam.”

Sonra, erlerin de işitebileceği bir sesle ekledi:

“Herkese votka verin!”

Ve kimsenin konuşmasına meydan bırakmaksızın “Votkalar benden!” diye tamamladı sözünü. “Hepinize teşekkür ederim! Tanrı’ya şükürler olsun!”

Atını sürdü ve üçüncü bölüğü geçip ikinci bölüğe yaklaştı.

Timohin, Alay Komutanı onu işitemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, yanında yürüyen emir subayına, “Ne de olsa iyi adamdır…” dedi. “İnsan onun emrinde seve seve hizmet edebilir!”

Emir subayı, “Adıyla sanıyla Kupa Beyi işte!” diye karşılık verdi gülerek.

Alay Komutanı’na, “Kupa Beyi” adını takmışlardı.

Teftişten sonra komutanların duyduğu rahatlık kısa zamanda erlere de geçmişti. Neşe içinde yola devam ediyordu bölük. Dört bir yandan erlerin konuşmaları işitiliyordu:

“Kutuzof’un bir gözü kördü hani? Herkes tek gözlü olduğunu iddia ediyordu!”

“Kör değil de ne yani?”

“Evet evet, bundan âlâ kör mü olur?”

“Yooo! Öyle bildiğin gibi değil o iş! Senden benden çok daha açıkgöz adam. Çizmelerin üstüne sardığımız bezlere kadar her şeye baktı bir bir ve her şeyi gördü…”

“Tamam! Gözlerini bir dikti ayaklarıma. ‘Eyvah!’ dedim içimden… İyi ki işte o anda yanındaki bir şeyler söylemeye başladı da bizimkinin dikkati dağıldı…”

“Sahi yahu! Yanında, o her tarafı badanalanmış gibi duran Avusturyalı nasıldı?”

“Un gibi bembeyazdı! Herifçioğlunu iyi parlatmışlar doğrusu! Fiyakasına diyecek yoktu…”

“Fedeşov nasıldı ama? Savaşın ne vakit başlayacağını söylemedi mi ha? Sen onlara daha yakın duruyordun, işitmişsindir…”

“Dediğine göre Bonapart’ın kendisi de Braunau’daymış!”

“Ettiği lafa bak şunun! Bonapart Braunau’daymış, öyle mi? Biraz ölçülü at, inanılır gibi olsun!”

“Hiçbiriniz hiçbir şey bilmiyorsunuz!”

“Bunda bilmeyecek ne var! Dinle de bak. Prusyalı galeyana gelmiş. Avusturyalı da bu durumda onu yatıştırmaya çalışıyor. İkisi anlaşır anlaşmaz Bonapart’la savaş başladı demektir…”

“Desene bu kadar basit!”

“Elbette ya, ne sandın? Bir de Bonapart’ın Braunau’da bulunduğunu söylüyorsun. Dangalağın teki olduğun bu sözlerden belli, bari sus da çevrende konuşulanları dinle biraz!”

“Heyyy! Gevezeliği bırakın da şuraya bakın. Beşinci bölük köye sapıyor! Biraz sonra lapa pişirip kaşıklamaya başlayacaklar, bizse o zamana kadar yerimize dahi varamamış olacağız!”

“Bir peksimet versene!”

“Dün ben senden tütün istemiştim verdin mi? Bugün de sana peksimet yok, her şey karşılıklı!”

“Demek öyIe ha?”

“Neyse al hadi! Al da zıkkımlan…”

“İnsafa gelip bir mola verseler de aç aç, beş verst daha yol yürümek zorunda kalmasak…”

“Almanlar bize araba verdikleri zaman ne kıyaktı, değil mi? Beyler gibi kurulur giderdik!”

“İyi güzel de kardeşim, burada herkes zıvanadan çıkmış durumda! Öbürleri Polonyalılara benziyorlardı, hep Rus uyruğuydu adamlar; burada ise nereye baksan Alman var!”

Yüzbaşı’nın sesi yükseldi birden ve herkesi susturdu:

“Şarkıcılar öne çıksın!”

Her biri ayrı yerden yirmi kadar er çıkıp bölüğün önünde sıralandılar. Hemen orada bekleyen borazancıbaşı şarkıcılara dönüp elini sallayarak işaret verdi; sonra da Şafak söktü işte, işte güneş doğuyor… diye başlayan ve İşte Kamenski babamız önümüzde yürüyor, işte şan şeref yolu! diye sona eren uzun bir asker türküsüne başladı. Türkiye’de bestelenmiş bir türküydü bu, şimdi ise Avusturya’da söyleniyordu. Ama askerler türkünün sonunu değiştirip “Kamenski babamız” yerine “Kutuzof babamız” demekteydiler.

Kırk yaşlarında, ince yapılı ve yakışıklı bir adam olan borazancıbaşı, son dizeyi söylerken yere bir şey fırlatıyormuşçasına hızla aşağı indirdi ellerini; sert bir tavırla şarkıcı erlere baktı, sonra gözlerini kıstı. Bütün gözlerin kendisine çevrilmiş olduğunu fark edince de sanki, şu anda görünmeyen çok değerli bir şeyi büyük bir özenle başının üzerine kaldırıyormuşçasına yukarı doğru kaldırıp birkaç saniye öyle kaldı; sonra da birdenbire o değerli şeyi öfkeyle yere çarpar gibi bir hareketle, yeni bir türküye başladı:

Yuvam benim, yuvam benim!Küçük yuvam, seni özledim…

Yirmi kişi birden katılmıştı şimdi türküye ve kaşık çalan bir er, sırtındaki techizatın ağırlığına aldırmaksızın çevik bir hareketle ileriye doğru fırladı; omuzlarını kıra kıra, elindeki kaşığı birini tehdit edermişçesine sallaya sallaya, bölüğün önünde geri geri yürümeye başladı. Erler ellerini kollarını sallayarak geniş adımlarla ilerliyor ancak arada bir -ve o da ellerinde olmaksızın- adımlarını birbirine uyduruyorlardı.

Tam o sırada bölüğün arkasından tekerlek sesleri, yay gıcırtıları ve nal tıkırtıları duyuldu: Kutuzof, maiyetiyle birlikte kente dönmekteydi.

Bir an duraksar gibi oldu bölük. Ama Başkomutan, serbest yürüyüşe devam etmelerini işaret etti erlere. Türküyle beraber oynaya oynaya ilerleyen eri ve dinç adımlarla neşe içinde yürüyen bölüğü görünce onun da maiyetindekilerin de yüzünde gerçek bir memnuniyet ifadesi belirmişti.

Başkomutan’ın arabası bölüğün sağ tarafından öne doğru ilerlerken ikinci sırada yer alan mavi gözlü er Dolohof, herkesin dikkatini çekmişti hemen. Öteki erlerden daha da dinç adımlarla ve şarkıya uyarak yürümekte, o anda mutlulukların en büyüğü bölükle birlikte yürümekmiş gibi arabayla geçenlerin yüzüne bu mutluluktan yoksun kaldıkları için acıyarak bakmaktaydı.

Kutuzof’un maiyetinde bulunan ve teftiş sırasında Alay Komutanının taklidini yapmış olan süvari subayı, Başkomutan’ın arabasından biraz geri kalarak atını Dolohof’a doğru sürmüştü.

Adı Jerkof’tu. Bir vakitler Petersburg’da Dolohof’un başını çektiği çılgınca eğlenenler arasında o da vardı. Dolohof’u yurt dışında, bir er olarak karşısında görünce tanımazlıktan gelmeyi uygun bulmuştu. Ama şimdi Başkomutan’ın, rütbesi geri alınmış o subayla, Dolohof’la nasıl değer vererek konuştuğuna tanıklık ettikten sonra tavrını değiştirmek gerektiğine inanmış olmalı ki eski dostlarına kavuşanlara özgü bir sevinç içinde “Aslan arkadaşım benim, nasılsın bakalım?” diye sordu.

Bir yandan da atının adımlarını, bölüğün adımlarına uydurmaya çalışmaktaydı.

Soğuk bir sesle cevap verdi Dolohof:

“Nasıl mıyım? Gördüğün gibiyim işte!”

Askerlerin hep bir ağızdan okuduğu hareketli türkünün sesi, Jerkof’un kaygıdan uzak neşeli tavrına da Dolohof’un bilerek ve isteyerek verdiği soğuk cevaplarına da apayrı bir anlam kazandırıyordu.

Yeniden sordu Jerkof:

“Eee, komutanlarınla aran nasıl bakalım?”

Dolohof, aynı soğuk tavırla “Fena sayılmaz…” dedi. “İyi insanlar…”

Sonra da hafif alaycı bir sesle o sordu:

“Sen nasıl oldu da karargâha kadar sokulabildin bakalım?”

Aynı kaygısızlıkla cevap verdi Jerkof:

“Görevli gönderildim. Nöbetçiyim.”

Bir süre sustular.

Şahini salıverdim sağ kolumun altından… diye başlayan türkü tüm canlılığıyla devam ediyor, taze bir neşe uyandırıyordu herkeste. Bu türkünün sesleri arasında konuşmamış olsalar, birbirlerine bambaşka şeyler söyleyebilirlerdi şüphesiz.

Dolohof sordu yeniden:

“Doğru mu Avusturyalıların mağlup olduğu?”

Jerkof kayıtsızlıkla “Doğrusunu bilen yok…” diye cevap verdi. “Öyle diyorlar.”

Dolohof türküyü mırıldanırken kesin bir sesle “Sevindim işte buna.” dedi kısaca.

Ayrılmaya hazırlandı Jerkof.

“Bir akşam çık gel istersen…” dedi gülerek. “Birlikte bir firavun partisi çeviririz.”

“Paranız çok galiba?”

“Gel dedik ya…”

“İmkânsız. Yemin ettim. Rütbemi geri alıncaya kadar içki ve kumar yok!”

“Öyleyse uzun sürmez. İlk savaşta tamamdır o iş!”

“O zaman görüşürüz…”

Sustular yine. Sonra Jerkof, “Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa karargâha gel hiç çekinmeden. Orada herkes sana yardım eder.” dedi.

Güldü Dolohof.

“Beni kafana takma! Herhangi bir şeye ihtiyacım olursa kimseye sormam, alırım…”

“Laf olsun diye söyledim canım…”

“Al benden de o kadar!”

“Hadi hoşça kal!

“Hadi güle güle!”

Yücelere, uzaklara,Ana yurduma doğru…

Atını mahmuzlamıştı Jerkof. Hayvan üst üste üç kez ayak değiştirdi, sonra toparlayabildi kendisini ve türküye uyarak dörtnala bölüğün yanından geçip arabaya yetişmek için ileri atıldı.

III

Teftişten döndükten sonra, yanındaki Avusturyalı General’le birlikte çalışma odasına giren Kutuzof; yaverini çağırtarak yeni gelen birliklerin durumu ile ilgili bazı belgeleri ve öncü kuvvetlere başkanlık eden Arşidük Ferdinand’ın gönderdiği mektupları istemişti. Çok geçmeden de Prens Andrey Bolkonski, elinde Başkomutan’ın istediği evrakla çalışma odasına giriyordu. Kutuzof, masanın üzerine yayılmış bir haritanın önünde Avusturya Savaş Şûrası’nın üyesiyle karşılıklı oturmaktaydı.

Başını hafifçe çevirip Bolkonski’ye baktı Başkomutan ve yaverine biraz beklemesini belirten bir baş işaretiyle “Haa.” dedi.

Sonra da Fransızca olarak devam etti konuşmasına:

“Sadece bir tek şey söylemek istiyorum General…”

Hiç acele etmeksizin karşısındakini söylediği her sözü dinlemeye zorlayan hoş bir ifade ve alabildiğine nazik bir tavırla konuşmaktaydı. Kendi sesini dinlemekten zevk duyduğu hemen belli oluyordu. Aynı rahatlık içinde devam etti:

“Evet General, sadece bir tek şey söylemek istiyorum. Eğer iş yalnız benim irademe bağlı olsaydı İmparator Franz hazretlerinin emirleri çoktan yerine getirilmişti ve ben çoktan Arşidük’ün kuvvetlerine katılmış olacaktım. Size şerefim üzerine yemin edebilirim ki ordulara komuta etmek görevini Avusturya’daki üstün beceri ve bilgi sahibi sayısız komutandan herhangi birine teslim etmek ve böylece üzerimdeki bu ağır sorumluluğu atmak, benim için gerçek bir mutluluk olurdu. Ama şartlar bizim irademizden de güçlü oluyor, General…”

Bunları söyledikten sonra, “İsterseniz bana inanmayabilirsiniz; dahası, bana inanıp inanmamanız da umurumda değil; yalnız bana inanmadığınızı burada açıkça söylemenize fırsat vermem; işte bütün iş de burada zaten!” der gibi gülümsemişti.

Hemen bir hoşnutsuzluk belirmişti Avusturyalı General’in yüzünde. Ama o da Kutuzof’a aynı tonda cevap vermekten başka bir şey yapamadı. Sözlerinin nazik ve seçkin ifadesine tamamıyla ters düşen somurtkan bir çehre ve kızgın bir sesle “Tam tersine…” diye başladı. “Evet, tam tersine, İmparator hazretleri bu hepimizi ilgilendiren işe katılmanıza büyük bir değer veriyorlar.”

Bir an sustuktan sonra önceden hazırladığı besbelli olan şu cümleyle bağladı sözlerini:

“Ama biz öyle sanıyoruz ki şanlı Rus ordularının ve komutanlarının durumu sürüncemede bırakacak şekilde ağır davranmaları, onları, savaşlarda kazanmaya alışmış bulundukları zaferlerden yoksun bırakmaktadır.”

Kutuzof, dudaklarındaki gülümseyişi olduğu gibi koruyarak hafifçe eğilmekle yetindi.

“Bense Arşidük Ferdinand hazretlerinin bana göndermekle şeref kazandırdıkları son mektuplarını okuyunca o kanıya vardım ki General Mack gibi çok usta bir yardımcısının emri altındaki Avusturya orduları şu anda kesin bir zafer kazanmışlardır ve artık bizim yardımımıza ihtiyaçları yoktur.”

Viyanalı General, kaşlarını çatmıştı. Avusturyalıların yenilgiye uğradığını bildiren kaynağı güvenilir bir haber yoktu gerçi ama hiç de iyimser olmaya meydan bırakmayan söylentilerin doğruluğunu gösteren pek çok işaret vardı. Dolayısıyla da Kutuzof’un Avusturya ordularının zaferi kazandığı yolundaki sözleri bir tahminden çok, acı bir alay gibiydi.

Ama Kutuzof kendinden oldukça emin bir şekilde tatlı tatlı gülümsüyor ve böyle bir tahminde bulunmakta ne kadar haklı olduğunu ispatlayan tavrını değiştirmiyordu. Gerçekten de Mack’ten aldığı son mektup ona, Avusturya ordusunun stratejik olarak son derece elverişli durumda olduğunu bildirmekte ve zaferi müjdelemekteydi.

Nitekim Prens Andrey’e dönerek “Şu mektubu bana versene.” dedi.

Yaverinin uzattığı kâğıdı, dudaklarının ucunda belli belirsiz alaycı bir gülümseyişle alıp Avusturyalı meslektaşına baktı.

“Buyurun dinleyin.” dedikten sonra Arşidük Ferdinand’ın mektubundan şu kısmı, Almanca aslından okumaya başladı:

Wir haben volkommen zusammengehaltene Kräfte, nahe an 70000 Mann, um den Feind, wenn er den Lech passierte, angreifen und schlagen zu können. Wir können, da wir Meister von Ulm sind, den Vorteil, auch beiden Ufern der Donau Meister zu bleiben, nicht verlieren; mithin auch jeden Augenblick, wenn der Feind den Lech nicht passierte, die Donau übersetzen, uns auf seine Communications-Linie werfen, die Donau unterhalb repassieren und dem Feinde, wenn er sich gegen unsere treue Allierte mit ganzer macht wenden wollte, seine Ansicht alsbald vereiteln. Wir werden auf solche Weise dem Zeitpunk, wodie Kaiserlich-Russische Armee ausgerüstet sein Wird, mutig entgegenharren, und sodann leicht gemeinschaftlich die Möglichkeit finden, dem Feinde das Schicksal zuzubereiten, so er verdient.

Elimizde tam teçhizatlı 70.000 kadar erden meydana gelen bir kuvvet var. Böylece, düşman Lech’in öbür tarafına geçerse ona saldırabilir ve onu bozguna uğratabiliriz. Ulm zaten elimizde bulunduğu için Tuna’nın her iki kıyısındaki kuvvetlere kumanda ederek durumdan yararlanabiliriz. Düşman Lech’in öbür kıyısına ulaşır ve Tuna’yı geçerse onun ana ikmal yollarını kesebiliriz. Yine düşman, Tuna’nın daha aşağılarına inerek öbür kıyısına geçip sadık müttefiklerimize saldırmaya niyetlenirse onun bu niyetini gerçekleştirmesine engel olabiliriz. Böylece Rus İmparatorluğu ordusunun bir bütün hâlinde hazırlanmasını, kuvvetimize olan inancımızı yitirmeden beklemiş olacağız; sonra da düşmanı müstahak olduğu akıbete kolayca sürükleme imkânını bulacağız.

Okumayı bitirdikten sonra derin derin içini çekti Kutuzof ve yumuşak bakışlarını Avusturya Yüksek Savaş Şûrası üyesinin gözlerine dikti büyük bir dikkatle.

Avusturyalı General; şakayı bırakıp ciddi konulara geçmek istediğini belirten bir tavırla “Ama Ekselans…” dedi. “Gayet iyi bilirsiniz ki işin kötüsünü hesaba katmak, mantığa çok daha uygun olur.”

Bunu söylerken bir üçüncü şahısla bir arada bulunmaktan hoşnut olmadığını belirtecek şekilde Başkomutan’ın yaverine bakmıştı.

Kutuzof hemen atılıp sözünü kesti Avusturyalının:

“Özür dilerim Generalim.” dedi.

Sonra da Prens Andrey’e döndü:

“Dinle evladım. Kozlovski’den keşif kollarındaki en iyi gözcülerden gelen bütün raporları al. İşte sana Kont Nostits’ten iki mektup. Şu da Arşidük Ferdinand hazretlerinden. Al hepsini. Dur, birkaç tane daha vereyim…”

Bunları söylerken bir yandan da bir tomar kâğıt sıkıştırmıştı Andrey’in eline:

“Bunların bir özetini çıkarıver…” dedi. “Hepsini Fransızca olarak tertemiz bir memorandum hâline sok. Böylece, Avusturya ordusunun harekâtı konusunda aldığımız bütün haberleri içerecek olan o notu getirir, Ekselans’a sunarsın.”

Daha ilk sözlerden, Kutuzof’un yalnız söylediğini değil; asıl söylemek istediğini de anlamıştı Prens Andrey. Nitekim bunu belirtecek şekilde başını eğdi. Kâğıtları toplayıp komutanları selamladıktan sonra halının üzerinden sessiz adımlarla ilerleyerek bekleme salonuna yöneldi.

Prens Andrey Rusya’dan ayrılalı pek o kadar uzun bir süre geçmemişti gerçi ama bu süre içinde çok değişmişti. Yüzünde, davranışlarında, yürüyüşünde; o yapmacıklı hava, o yorgunluk ve uyuşukluk ifadesi yoktu eskisi gibi artık. Şimdi gülümseyişi de bakışları da çok daha farklı, daha neşeli ve daha çekiciydi.

Kutuzof’a Polonya’da yetişmişti Andrey. Başkomutan onu sıcak bir sevgiyle karşılaşmış, onunla ilgileneceğine söz vermiş, onu başka yaverlerden ayrı tutmuş, Viyana’ya götürmüş ve ona daha önemli görevler vermişti. Aynı Kutuzof, eski arkadaşı Prens Bolkonski’ye Viyana’dan yazdığı bir mektupta Prens Andrey hakkında şunları söylemekteydi:

Oğlunuz; bilgi dağarcığının zenginliği, karakter sağlamlığı, emirleri harfi harfine yerine getirmedeki şaşmazlığı ile sıradan bir subay olmayıp sürekli yükseleceği umudunu veriyor. Maiyetimde böyle birisi bulunduğu için kendimi mutlu sayıyorum.

Prens Andrey’in gerek Kutuzof’un karargâhındaki görev arkadaşları arasında gerek genel olarak orduda, tıpkı Petersburg yüksek sosyetesinde olduğu gibi birbirine tamamıyla karşıt iki ünü vardı: Arkadaşlarının küçük bir kısmı Prens Andrey’i kendilerinden de öbür insanlardan da bambaşka bir varlık olarak kabul etmekte, ondan büyük başarılar beklemekte, onun sözünü cankulağıyla dinlemekte, ona hayranlık duymaktaydı ve onun davranışlarını taklide kadar vardırmaktaydı işi. Bu gibi kimselere karşı Andrey çok sade, çok cana yakın bir tavır takınıyordu… Sayıca çoğunlukta olan görev arkadaşları ise Prens Andrey’i hiç mi hiç sevmemekte; onu kibirli, soğuk, sevimsiz bir insan olarak görmekteydiler. Buna karşın Prens Andrey de bu gibi insanlarda saygı, hatta korku uyandıran bir tavır takınmayı kolayca başarabiliyordu.

Kutuzof’un çalışma odasından elinde kâğıtlarla çıkan Prens Andrey, bekleme salonunda pencerenin önüne oturmuş kitap karıştıran nöbetçi Yaver Kozlovski’ye yaklaştı.

Kozlovski, “Yeni bir haber var mı Prens?” diye sordu.

“Neden ilerlemediğimizi açıklayan bir yazı hazırlamam emrediliyor.”

“Biliniyor muymuş ki o nedenler?”

Andrey omuz silkti.

Kozlovski bu sefer, “Mack’ten haber yok muymuş?” diye sordu.

“Yok.”

“Bozguna uğradığı doğru olsaydı, haberi çoktan gelirdi!”

Çıkış kapısına doğru yürürken “Orası öyle, evet…” dedi Prens Andrey.

İşte tam o anda karşısına; kapıyı çarparak hızla içeri dalan uzun boylu, başı siyah bir fularla bağlanmış, boynunda bir Marié-Thérèse nişanı bulunan, redingot giymiş ve buraya yeni geldiği her hâlinden belli olan Avusturyalı bir general çıktı. Prens Andrey durdu.

На страницу:
16 из 20