
Полная версия
Üç Silahşörler
“Hepsi aşağıdalar efendim. İzin verirseniz La Chesnaye gelmelerini söylesin.”
“Evet, hemen gelsinler. Saat neredeyse sekiz oldu. Dokuzda bir ziyaretçim var. Hoşça kalın dük. Sık sık gelin. Buyrun Mösyö de Treville.”
Dük selam vererek oradan ayrıldı. La Chesnaye’nin eşlik ettiği silahşorler ve Dartanyan merdivenlerin başındaydı.
“İçeri girin yiğitlerim.” dedi Kral. “İçeri girin. Sizi azarlayacağım.”
Silahşorler eğilerek içeri girdi. Dartanyan onları takip ediyordu.
“Hayret bir şey!” diye devam etti Kral. “İki gün içinde Kardinal’in yedi adamını alt etti bu dört kişi. Bu çok fazla beyler. Çok fazla! Böyle devam ederseniz Kardinal’in bütün kuvvetlerini üç hafta içinde yenilemem gerekecek. Ben de daha sert buyruklar çıkaracağım. Arada bir olsa bir şey demem ama iki günde yedi kişi, dediğim gibi, çok fazla. Çok çok fazla!”
“Bu sebepten efendim buraya pişman bir vaziyette sizden özür dilemeye geldiler.”
“Gerçekten de pişmanlar hani!” dedi Kral. “Bu riyakâr suratlara güvenmiyorum. Özellikle de şu Gaskonluya. Buraya gelin mösyö.”
Kendisine hitap edildiğini anlayan Dartanyan zavallı bir vaziyette yaklaştı.
“Neden onun genç bir adam olduğunu söylediniz? Bu bir çocuk Treville, sadece bir çocuk! Jussac’a o şiddetli darbeyi o mu vurdu yani?”
“Bernajoux’a iki darbeyi vuran da o. Ta kendisi.”
“Gerçekten mi!”
“Eğer ki beni Cahusac’ın elinden kurtarmasaydı karşınızda saygıyla eğilme onuruna erişemezdim majesteleri.” dedi Athos.
“Babam olsa ‘Bu Bearnlü tam bir şeytan!’ derdi Mösyö de Treville. Bu şekilde çalışan birinin çok ceketi parçalanmış, çok kılıcı kırılmıştır. Gasconlular her zaman fakir olurlar, değil mi?”
“Efendim diyebilirim ki şimdiye kadar dağlarında altın buldukları vaki değil. Her ne kadar babanızı destekledikleri için Tanrı’nın onlara böylesi bir mucize borçlu olduğunu düşünsem de.”
“Ben de babamın oğlu olduğuma göre Gaskonlular beni Kral yapmışlar demektir. Öyle mi Treville? Pekâlâ, buna ‘Hayır.’ demem. La Chesnaye git ve ceplerimi karıştır bakalım. Kırk altınım olması lazım. Onları getir bana. Hadi şimdi elini vicdanını koy da anlat delikanlı. Nasıl oldu?”
Dartanyan, bir önceki gün yaşadıkları her şeyi ayrıntılarıyla anlattı.
“Pekâlâ.” dedi Kral. “Dük de olayı bu şekilde tarif etti. Zavallı Kardinal! Yedi günde iki adam… Hem de en iyileri… Fakat bu kadarı yeterli beyler. Ferou Caddesi’ndeki olayın intikamını fazlasıyla aldınız. Bu size yetmeli.”
“Eğer majesteleri için yeterliyse. Bizim için de yeterli.” dedi Treville.
“Ah! Evet yeterli.” dedi Kral, La Chesnaye’nin getirdiği bir avuç altını delikanlının eline koyarken.
“İşte memnuniyetimin delili.” dedi.
O dönemde gurur ile ilgili fikirler şimdikinden farklıydı. Kral’ın elinden para alan bir delikanlı en ufak bir mahcubiyet yaşamıyordu. Dartanyan tereddütsüz bir şekilde parayı cebine koyarken majestelerine teşekkür etti.
Saate bakan Kral, “Evet saat sekiz buçuk oldu. Çekilebilirsiniz. Dediğim gibi dokuzda beklediğim biri var. Sadakatiniz için teşekkürler beyler. Size güvenmeye devam edebilirim değil mi?”
“Ah efendim!” dedi dört arkadaş bir ağızdan, “Sizin için gerekirse parçalara bölünürüz.”
“Tamam, tamam. Ama yine de tek parça kalmaya bakın. Bu şekilde daha çok işime yararsınız.” diyen Kral dört savaşçı çekilirken şöyle dedi:
“Treville, silahşorler arasında yer olmadığından ve çıraklık dönemi kararı aldığımızdan bu delikanlıyı kayınbiraderiniz Mösyö Dessessart’ın birliğine yerleştirin. Aman aman… Kardinal’in suratının hâli beni şimdiden mutlu ediyor. Öfkeden kuduracak ama umrumda değil. Ben doğru olan şeyi yapıyorum.”
Kral, yanından ayrılarak Kral’ın Dartanyan’a verdiği parayı paylaşan silahşorlere katılan Treville’e el salladı.
Kardinal, Kral’ın dediği gibi öfkeden çılgına dönmüştü. O kadar ki sekiz gün boyunca Kral’ın oyun masasına dâhil olmadı. Yine de Kral onunla karşılaştığında nezaketli bir hâlde, “Peki Kardinal sizin zavallı Jussac ve zavallı Bernajoux’un sıhhati nasıl?” diye sormaya devam etti.
7
Silahşorlerin Hayatları
Louvre’dan ayrılan Dartanyan, arkadaşlarına paranın kendi payına düşen kısmını nasıl değerlendirmesi gerektiğini sordu. Athos ona güzel bir yemek yemesini, Porthos uşak bulmasını, Aramis ise uygun bir metres tutmasını tavsiye etti.
Yemek o gün yendi ve uşak masayı bekledi. Yemek Athos, Picardlı uşaksa Porthos tarafından tedarik edilmişti. Tournelle Köprüsü’nde suya tükürerek halkalar oluştururken Porthos bulmuştu onu.
Porthos, bu eylemin düşünce gücü gerektiren bir şey olduğunu bildiğinden başka bir tavsiyeye gerek duymadan onu işe aldı. Kendisi için çalışacağını düşündüğü beyefendinin asil havası ismi Planchet olan uşak için yeterli olmuştu. Ne var ki Porthos’un çoktan bir uşağı olduğunu ve iki hizmetçiye birden bakamayacağını bu yüzden Dartanyan’a hizmet etmesini söylemesi üzerine ufak bir hayal kırıklığı yaşadı. Daha sonra yemek sırasında efendisinin kendisine verdiği altınlar geleceğinin kurtulduğunu düşünmesine sebep oldu. Kalanlarıyla kendi açlığını doyurduğu yemek sonrasında da bu düşüncesini muhafaza etti.
Planchet’in olumlu düşünceleri akşam olup da efendisinin yatağını yaptığında dağıldı. Bir oda bir salondan oluşan dairede sadece bir yatak vardı. Kendisi salonda, Dartanyan’ın yatağından alınma bir yatak örtüsünün üzerinde uyumak zorunda kalmıştı.
Athos’un oldukça tuhaf bir şekilde eğittiği Grimaud isimli bir uşağı vardı. Sessiz bir beyefendiydi bu adam. Athos’tan bahsediyoruz ne de olsa. Yakın arkadaşları Porthos ve Aramis, birlikte geçirdikleri beş ya da altı sene boyunca onun sık sık gülümsediğini hatırlasalar da kahkaha attığına hiç şahit olmamışlardı.
Kısa ve net ifadelerle konuşurdu. Söyleyeceğini söyler daha fazlasına gerek duymazdı. Süslemeden, işlemeden konuşurdu.
Henüz 30 yaşında olan kişilikli ve zeki Athos’un metresi olduğuna dair hiç kimse bir şey işitmemişti. Kadınlardan hiç bahsetmese de başkalarının bahsetmesine mani olmazdı. Sert sözler ve insan düşmanı ifadelerle dâhil olduğu türden konuşmalardan hoşlanmadığı belliydi. Kendi hâlindeliği, sessizliği ve kabalığı onu neredeyse yaşlı bir adama dönüştürmüş gibiydi. Bu sebepten Grimaud’u basit bir el ya da dudak hareketi ile itaat ettirebilecek bir şekilde eğitmişti. Onunla olağanüstü durumlar hariç asla konuşmazdı.
Efendisinden ateşten korkar gibi korkan, yeteneklerine saygı duyan ve kendisine güçlü bir bağlılık hisseden Grimaud, bazen kendisine verilen emri çok iyi anladığını düşünüp istenen şeyin tam tersini yapardı. Böyle durumlarda omuz silken Athos, Grimaud’u döverdi. O günlerde çok az konuşurdu.
Porthos gördüğümüz gibi Athos’un tam tersiydi. Sadece çok değil gürültülü konuşurdu. Dinlenip dinlenmediğini umursamazdı. Sadece konuşmuş olmanın ve kendi konuşmasını dinliyor olmanın zevkine varmak için konuşurdu. Bilim dışında her konu hakkında konuşurdu. Bu konu hakkında konuşmamasının sebebi ise çocukken edindiği âlim nefretiydi. Athos gibi asil bir havası yoktu ve bu sebepten ilişkilerinin başlarında bu beyefendiye sık sık haksızlık eder, gösterişli giyimiyle ona üstün gelmeye çalışırdı. Ne var ki Athos, basit üniformasıyla dahi Porthos’u geride bırakabiliyordu. Porthos ise Treville’in salonunda ya da Louvre’ın muhafız odasında anlattığı aşk hikâyeleriyle teselli buluyordu. Hatta kendisine pek düşkün yabancı bir prensesten bahsederdi.
Eski bir deyiş der ki, “Uşak efendisine benzer.” Şimdi de Porthos’un uşağı Mousqueton’dan bahsedelim. Asıl ismi Boniface olan Mousqueton, aslen Normandiyalıydı. Efendisi ona daha etkileyici olduğunu düşündüğü “Mousqueton” adını vermişti. Porthos’un emrine giyinme ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması için girmişti. Diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere günde iki saat başka bir işte çalışırdı. Porthos, kendisinin de pekâlâ uygun bulduğu bu durumu kabul etmişti. Maharetli bir terzi yardımıyla eski kıyafetlerinden yepyeni giysiler diktiriyordu. Böylece Mousqueton, efendisine çok güzel bir giyimle hizmet etmiş oluyordu.
Karakteri hakkında yeterince bilgi sunulan Aramis’in yardımcısının adı Bazin’di. Patronunun bir gün bir kilisede görev alacağı umudunu taşıdığıdan, din adamlarının uşakları gibi siyah giyinirdi. Berrichonlu bu adam otuz beş kırk yaşlarındaydı. Uysal, yumuşak biriydi. Boş zamanlarında din kitapları okur, gerektiğinde iki kişilik muhteşem yemekler hazırlardı. Sadakatinden şüphe edilmeyen Ba-zin, gerektiğinde kör, sağır ve dilsiz oluverirdi.
Uşaklarını yüzeysel bir şekilde de olsa anlattığımız silahşorlerin evlerinden bahsedebiliriz artık.
Athos, Lüksemburg yakınlarında, Ferou Caddesi’nde bir evde yaşardı. Hâlâ genç ve oldukça güzel olan ev sahibesinin boş yere hisli bakışlar attığı genç adamın iki odadan oluşan evi oldukça iyi döşenmişti. Gösterişsiz bu evin bazı köşelerinde görkemli bir geçmişe ait parçalar bulmak mümkündü. Örneğin, 1.Francis zamanlarına ait kabartma bir kılıç vardı. Değeri iki yüz altını bulan kabzası kıymetli taşlarla süslü bu kılıcı en zor anlarında dahi satmayı düşünmemişti Athos. Porthos’un uzun zamandır bu kılıçta gözü vardı ve ona sahip olabilmek için hayatından on yılını feda ederdi.
Günlerden bir gün, bir düşesle randevusu olan Porthos, bu kılıcı ödünç almak istedi. Bunun üzerine Athos, tek söz etmeden ceplerini boşalttı ve bütün mücevherleri ile altınlarını Porthos’a vermeyi teklif etti. Kılıcın ise yerine sabitlendiğini ve ancak sahibi evden ayrılırsa yerinden çıkacağını söyledi. Bir de 3. Henry zamanlarından kalma bir asili resmeden bir portre vardı. Bu portrenin Athos ile olan bazı benzerlikleri, resmedilen kişinin silahşorün atalarından biri olduğunu gösteriyordu.
Bütün bunların yanı sıra, kılıçta ve resimde bulunan armanın aynısını taşıyan altın bir kutu şöminenin üzerinde durmaktaydı. Athos, bu kutunun anahtarını her zaman yanında taşırdı. Kutuyu bir gün Porthos’un gözü önünde açtı. İçinde aşk mektubu ile aile evrakları vardı.
Porthos, Vieux-Colombie Caddesi’nde büyük ve ihtişamlı bir dairede yaşardı. Ne zaman buranın önünden bir arkadaşıyla geçse, “Burası benim mekânım!” derdi. Ne var ki kendisini evde bulmak mümkün değildi. Hiç kimseyi davet etmediği gösterişli dairesinin içinde ne tür bir zenginlik olduğunu ya da olmadığını takdir etmek mümkün değildi.
Aramis’in zemin katındaki evi, giyinme odası, yemek odası ve yatak odasından oluşmaktaydı. Komşuların bakışlarının tesir edemeyeceği bu ev, yeşil bir bahçeye açılıyordu.
Dartanyan’a gelince, onun nerede yaşadığını ve uşağının nasıl biri olduğunu zaten biliyoruz.
Entrika çevirme dehasına sahip herkes gibi doğuştan meraklı olan Dartanyan, Athos, Porthos ve Aramis’in (silahşorler takma adları sayesinde gerçek kimliklerini saklıyorlardı) kim olduğunu öğrenmek için fazlasıyla çabalıyordu. Özellikle de Athos, bir soylu görüntüsü veriyordu. Bu sebepten Athos ve Aramis hakkında bilgi almak için Porthos’a, Porthos hakkında bilgi almak için Aramis’e başvuruyordu.
Ne var ki Porthos sessiz dostu hakkında kendisinin söyledikleri dışında hiçbir malumata sahip değildi. Aşk hayatında ihanete uğradığı söylenen bu yürekli adamın hayatı bu sebepten zehir olmuştu. Ne var ki bu ihanetin ne olduğu konusunda hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Diğer ikisi gibi asıl adı farklı olan Porthos’un yaşamı herkesçe bilinirdi. Kibirli ve patavatsız olan bu adamın içini görmek çok kolaydı. Dartanyan’ı araştırmasında yanıltacak tek şey, adamın kendi hakkında söylediği olumlu şeylere inanıyor olmasıydı.
Aramis’e gelince, her ne kadar kendisi hakkında hiçbir sır olmadığı görüntüsü verse de genç adam gizemlerle doluydu. Kendisi hakkında pek bilgi vermiyordu. Porthos’un prensesle olan ilişkisindeki başarısından bahsettiği bir gün Dartanyan ona aşk hayatıyla ilgili şu soruyu sormuştu:
“Peki, siz Sevgili Dostum, baroneslerden, konteslerden ve başkalarının prenseslerinden bahsediyorsunuz.”
“Tanrı aşkına! Onlardan bahsediyorum çünkü Porthos bahsetti. Fakat emin ol Mösyö Dartanyan eğer onları başkasından duymuş olsaydım ve bana sır olarak emanet edilmiş olsalardı ağzımı açmazdım.”
“Ah! Bundan şüphe etmiyorum.” dedi Dartanyan. “Ama gördüğüm kadarıyla sen de soylu armalarına pek aşinasın. Seni tanıma şerefine sayesinde sahip olduğum işlemeli mendil mesela.”
Bu kez sinirlenmeyen Aramis, mütevazi bir tavır takındı ve dostça bir ses tonuyla,
“Sevgili Dostum, kiliseye ait olma isteğimi unutma. Bütün dünyevi zevklerden kaçınıyorum. Gördüğün mendil bana ait değildi. Başka bir arkadaşım evimde unutmuştu. Onun ve sevdiği hanımefendinin adını lekelememek için almak zorunda kaldım. Bana gelince ne metresim ne de bir metrese sahip olma arzum var. Aklı başında dostum Athos’un izinden gidiyorum. Onun ne kadar sevgilisi varsa benim de o kadar var.”
“Ne alakası var ama! Sen papaz değil silahşorsün!”
“Geçici bir süre için dostum. Kardinalin dediği gibi, kendi isteğim dışında silahşorüm ama kalbimde bir papazım. Buna inan. Beni bu yola oyalanmam için Athos ve Porthos soktu. Tam din adamı olmak üzereyken bir sorun yaşadım ama bu senin ilgini çekmez, değerli vaktini almak istemem.”
“Kesinlikle hayır. Bu beni çok ilgilendiriyor!” dedi Dartanyan. “Ayrıca şu anda yapacağım hiçbir şey yok.”
“Evet, ama benim okumam gereken dua kitabım var.” diye cevap verdi Aramis. “Sonra Madame de Aiguillon’un rica ettiği şeyleri yazmam gerek. Sonra St. Honore Caddesi’nden Madame de Chev-reuse için ruj alacağım. Görüyorsun Sevgili Dostum, senin vaktin olsa bile benim yok.”
Elini içtenlikle arkadaşına uzatan Aramis oradan ayrıldı.
Dartanyan bütün çabalarına rağmen yeni arkadaşlarıyla ilgili daha fazla şey öğrenememişti. Gelecekte daha fazla şey bilmek umuduyla onlar ile ilgili anlatılanlara inanma kararı aldı. Üç silahşorlere kahraman gözüyle bakıyordu.
Hayat, bu dört arkadaş için yeterince eğlenceliydi. Maalesef sürekli kumar oynayan Athos, kendisine borç vermeye dünden razı olsalar da arkadaşlarından bir kuruş borç almamıştı. Olur da birine borçlanırsa ertesi sabah saat altıda borcunu ödemek üzere alacaklıyı uyandırıyordu.
Kazandığı zamanlarda küstah ve kibirli olan Porthos, kaybettiğinde günlerce ortadan kaybolup solgun bir yüzle zayıflamış bir hâlde geri dönüyordu. Parası yeniden cüzdanındaydı bir şekilde.
Aramis ise asla oynamazdı. Hatta canlılığı en az olan silahşorün o olduğu söylenebilirdi. Her zaman yapacak başka bir işi olurdu. Şarabın keyiflendirdiği masadan, yemeğin ortasında kalktığı olurdu. Bazen ilmî yazılar yazmak üzere evine döner, arkadaşlarına kendisini rahatsız etmemelerini söylerdi.
Bunun üzerine Athos, çekici ve hüzünlü bir şekilde gülümser, Porthos ise Aramis’in ancak bir köy papazı olabileceğine yemin ederdi.
Parasını alan Dartanyan’ın uşağı Planchet hayatından memnun gibiydi. Her ay kendi evine dönmek üzere ayrılsa da geri döndüğünde efendisini arkadaşça karşılıyordu. Ne var ki Kral’ın verdiği paralar azalınca can sıkıcı terslikler yaşanmaya başladı. Athos’un mide bulandırıcı olduğunu düşündüğü, Porthos’un kaba bulduğu, Aramis’in ise “Saçma!” olarak nitelendirdiği şikâyetler başladı. Athos onu kovmasını, Porthos kovmadan önce sağlam bir dayak atmasını Aramis ise bir efendinin böyle şeyler duymaması gerektiğini söyledi.
“Sizin için böyle söylemek kolay.” dedi Dartanyan. “Siz Athos, konuşmayı yasakladığınız Grimaud ile dilsiz misali bir yaşam sürüyor, kötü konuşmalar yapmıyorsunuz. Siz Porthos, uşağınız için âdeta bir Tanrı’sınız. Sürekli dinî çalışmalarla meşgul siz Aramis ise yumuşak dindar Bazin’e ilham veriyorsunuz ve onun saygısını kazanıyorsunuz. Fakat ben parasız biri olarak bir silahşor değilim, muhafız bile değilim. Hâl böyleyken uşağımın beni sevmesini, saymasını ya da benden korkmasını sağlayacak ne yapabilirim?”
“Bu ciddi bir durum.” diye cevap verdi üç arkadaş. “Bu bir aile meselesi. Eğer uşağının kalmasını istiyorsan demir yumruğunu hissettirmelisin. Bunun üzerine düşün bakalım.”
Durum üzerine düşünen Dartanyan onu geçici olmak üzere dövme kararı verdi. Bunu da olağan titizliğiyle yaptı. Dayak attıktan sonra ona kendi hizmetinden ayrılmasını yasakladı. “Çünkü, gelecek mutlaka her şeyi düzeltecek ve ben iyi zamanları bekliyorum. Bu sebepten istikbalin benimle kalmana bağlı ve ben bu şansı kaçırmana müsaade etmeyecek kadar iyi bir efendiyim.” dedi.
Bu durum, silahşorlerin Dartanyan’a olan saygısını arttırdı. Planchet de aynı şekilde ona hayranlık duymaya başladı ve ayrılmak ile ilgili hiçbir şey söylemedi bir daha.
Dört arkadaş kardeş gibi olmaya başladılar. Yabancı bir yere geldiğinden kendine ait alışkanlıkları henüz oturtmayan Dartanyan, arkadaşlarının rutinine dâhil oldu.
Kışları sekiz, yazları altıda uyanarak Treville’in yanına gider, gerekli talimatları alırlardı. Dartanyan, silahşor olmasa dahi görevlerini takdire şayan bir dakiklikle yerine getirirdi. Silahşorlerin konağında herkesçe tanınır, iyi bir arkadaş olarak bilinirdi. Kendisini ilk bakışta takdir eden Treville ise onu Kral’a tavsiye etmekten geri kalmıyordu.
Silahşorler de genç arkadaşlarına bağlanmışlardı. Arkadaşlık bağıyla bağlı olan dört adam düello, iş ya da eğlence gibi sebeplerden birbirlerini günde dört kez görme ihtiyacı hissederlerdi. Âdeta gölge gibi peşindelerdi birbirlerinin.
Bu arada Mösyö De Treville’in vaatleri de olumlu bir şekilde sonuçlanıyordu. Bir sabah Kral, Mösyö de Chevalier Dessessart’a Dartanyan’ı muhafız alayına öğrenci olarak almasını emretti. Dartanyan iç çekerek üniformasını giydi. Bunun yerine bir silahşor üniforması giyebilmek için hayatından on yılını verirdi hâlbuki. Fakat Treville, silahşor olabilmesi için iki yıllık bir acemilik dönemi atlatması gerektiğini söylemişti. Bu, Kral’a hizmet ya da olağanüstü başarı gibi bazı koşullar sağlandığında kısalabilecek bir acemilikti. Bu söz üzerine Dartanyan, ertesi gün görevine başladı.
Athos, Porthos ve Aramis de delikanlının kendilerine eşlik ettiği gibi nöbetlerinde ona eşlik ettiler. Bu sayede Mösyö de Chevalier Dessessart’ın birliği bir değil, dört kişi kabul etmiş gibi oldu.
8
Bir Saray Entrikası
Hayattaki başlangıcı ve sonu olan her şey gibi Kral’ın verdiği para da tükenince dört arkadaş maddi sıkıntılar çekmeye başladı.
Athos bir müddet kendi imkânlarıyla arkadaşlarına destek oldu. Daha sonra alışkanlığı üzerine bir süre ortadan kaybolan Porthos, geri döndüğünde iki hafta boyunca dostlarının ihtiyaçlarını karşıladı. Son olarak Aramis kendi dediğine göre kitaplarını satarak elde ettiği parayla iyi yürekliliğini ispatladı.
Bu arada alışkanlıkları üzere Treville’e başvurup para aldılar. Fakat bu miktar zaten borç içinde olan silahşorlerle hiç parası olmayan Dartanyan’a uzun süre dayanmadı.
Gerçekten sıkıntıya düştüklerinde ise son çare olarak sekiz altınlık bir miktarı kumar oynaması için Porthos’a verdiler. Ne var ki şansı yaver gitmemekle kalmadı bir de yirmi beş altın borca girdi.
Bu durum adamları sıkıntıya sokmuştu. Böylece uşakları ile birlikte iskeledeki muhafızların verdiği yemek davetlerini kovalamaya başladılar. Aramis, varlık zamanlarında verilen yemeklerin karşılığını yokluk zamanlarında almanın akıllıca olduğunu söylüyordu.
Athos aldığı dört davete arkadaşları ve uşaklarını götürmüştü. Porthos aynı şekilde altı, Aramis ise sekiz davete katılmıştı. Her ne kadar gürültücü bir adam olmasa da fazlasıyla aranan bir isimdi.
Şehirde kimseyi tanımayan Dartanyan hemşehrisi olan bir papazın evinde bir kahvaltıya ve muhafız birliğinden birinin verdiği bir yemek davetine katılabilmişti. Papazın evine götürdüğü ordusu adamın iki ayda tüketeceği yemeği tüketmişti. Muhafızın evinde de aynı şekilde yemişti. Yine de Planchet, “Ne kadar yese de insan bir ömürlük yiyemiyor.” demişti.
Athos, Porthos ve Aramis’in kendisine verdiği ziyafetlere hakkıyla karşılık veremediğini düşünen Dartanyan utanmıştı. Kendisini bir yük olarak görüyordu. Kral’ın verdiği para sayesinde arkadaşlarına tam bir ay yetecek maddi imkânı sağladığını ise unutuyordu. Bu sebepten çalışma kararı aldı. Bu cesur ve girişken dört adamdan oluşan birliğin, kasılarak yürümek, kılıç savurmak ve şaka yapmaktan başka amaçları da olmalı diye düşündü.
Kalplerini ve cüzdanlarını paylaşan, birbirlerine her daim destek olup asla teslim olmayan, ekip olarak aldıkları kararı bireysel ve toplu olarak hayata geçiren bu dört adamın gizli ya da açık bir şekilde, kurnazlıkla ya da zor kullanarak ulaşmak istedikleri bir hedefe ne kadar zor ve uzak da olsa varmak için çabalamayı düşünmemeleri Dartanyan’ı şaşırtıyordu.
Böylesine bir gücü yönlendirmek için kafa patlatmıştı delikanlı. Daha kapısı nazikçe çalınan Dartanyan, Planchet’i uyandırıp kapıyı açmasını emretti.
Ne var ki vakit gece değildi hatta geceye yakın bile değildi. Dartanyan kendisinden yemek isteyen uşağına, “Uyku yemektir.” demişti. Planchet de yemek niyetine uyumuştu.
İçeri giren kişinin basit bir yüzü vardı. Adam bir tüccara benziyordu. Tatlı niyetine konuşmayı dinlemek isteyen Planchet, adamın söyleyeceği şeyin önemli ve özel olduğunu söylemesi üzerine Dartanyan’ın talimatıyla çekildi. Dartanyan ziyaretçisini buyur etti.
Ortalığı kaplayan kısa süreli sessizlik boyunca iki adam, karşılarındaki kişiyi tanımak istercesine birbirine baktı. Daha sonra Dartanyan, bir baş selamı ile dinlemeye hazır olduğunu işaret etti.
“Mösyö Dartanyan’dan cesur bir adam olarak bahsedildiğini işittim.” dedi. “Bu şöhretten hakkıyla faydalanan bu adama bir sır emanet etme kararı aldım.”
“Buyrun, beyefendi. Buyrun.” diyen Dartanyan menfaat sağlayacak bir şeyin kokusunu almıştı.
Bir kez daha duraksayan adam konuşmasına şöyle devam etti. “Eşim Kraliçe’nin terzisidir beyefendi. Kendisi hem güzel hem de erdemlidir. Çeyiz olarak çok bir şeyi olmadığı hâlde üç yıl önce onunla evlendim. Çünkü kendisi Kraliçe’nin pelerincisi Mösyö Laport’ın vaftiz kızı ve arkadaşıdır.”
“Evet beyefendi?”
“Peki, beyefendi. Eşim dün çalışma odasından çıkarken kaçırıldı.”
“Peki eşinizi kim kaçırdı acaba?”
“Bundan emin olmasam da bir kişiden şüpheleniyorum beyefendi.”
“Peki kimden şüpheleniyorsunuz?”
“Uzun zamandır peşinde koşan birinden.”
“Kahretsin!”
“Müsaade edin anlatayım beyefendi.” diye devam etti adam. “Bu işin içinde aşktan çok politika olduğuna inanıyorum.”
“Aşktan çok politika demek!” dedi Dartanyan düşünceli bir hâlde. “Peki kimden şüpheleniyorsunuz?”
“Size bunu söylemeli miyim? Bilmiyorum.”
“Şunu anlamanızı isterim ki beyefendi, ben sizden bir şey istemiyorum. Bana gelen sizsiniz ve bana bir sır emanet etmek istediğinizi siz söylediniz. Bu durumda nasıl münasip görürseniz o şekilde davranın. Hâlâ vazgeçme imkânınız var.”
“Hayır, beyefendi. Hayır. Siz dürüst birine benziyorsunuz ve size itimatım tam. Karımın kaçırılma sebebinin kendi hayatındaki bir entrika olmadığını düşünüyorum. Kendisinden çok daha büyük bir hanımefendiden dolayı kaçırıldı.”
“Ah! Madame de Bois-Tracy’nin aşk maceralarından dolayı olabilir mi acaba?” diyen Dartanyan, saraylı dedikodularından haberdar bir görüntü vermek istiyordu.
“Çok daha yüksek beyefendi, çok daha yüksek.”
“Madame de Aiguillon’dan dolayı mı?”
“Daha yüksek.”
“Madame de Chevreuse?”
“Daha da yüksek.”
“Peki acaba?” diyen Dartanyan durakladı.
“Evet, beyefendi.” dedi dehşete düşmüş adam. Güç bela işitilen alçak bir sesle.
“Peki kiminle?”
“Kiminle olabilir, dük… ile”
“Dük…”
“Evet beyefendi.” diye daha zayıf bir ses tonuyla cevap verdi adam.
“Peki bunu nasıl bilebiliyorsunuz?”
“Nasıl mı biliyorum?”
“Evet nasıl biliyorsunuz. Yarım yamalak anlatmamanız gerektiğinin farkındasınız.”
“Eşimden biliyorum beyefendi, eşimden dolayı.”
“O kimden öğrenmiş.”
“Mösyö Laporte’dan. Kraliçe’nin mahremini anlattığı bu adamın vaftiz kızı olduğunu söylemiştim ya. Şöyle, Mösyö Laporte Kral tarafından terkedilmiş, Kardinal tarafından gözetlenen, herkesin ihanetine uğrayan zavallı majestelerinin güvenebileceği biri olsun diye eşimi Kraliçe’nin yakınına yerleştirmiş.”
“Ah! Şimdi anlıyorum.” dedi Dartanyan.
“Eşim dört gün önce geldi. Beni haftada iki kez ziyaret etmesi koşulu vardı. Size söylemekten şeref duyarım ki eşim beni çok sever. İşte o zaman bana Kraliçe’nin çok korktuğunu söyledi.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, öyle görünüyor ki Kardinal onu daha yakından izliyor ve ona daha çok baskı uyguluyor. Saraband olayından dolayı onu affetmiyor. Saraband’ı biliyorsunuz değil mi?”
“Tabii ki biliyorum!” diyen Dartanyan konu hakkında hiçbir şey duymamış olsa da olan bitenden haberdar olduğu izlenimini vermek istiyordu.
“Olay artık nefret değil, intikam meselesi.”
“Gerçekten mi?”
“Kraliçe şuna inanıyor ki…”
“Peki, Kraliçe neye inanıyor?”
“Birinin Buckingham düküne kendi adına yazdığına inanıyor.”