
Полная версия
Üç Silahşörler
“Çiçek hastalığı demek! Ne kadar da güzel bir hikâye Porthos. Bu yaşta çiçek hastalığı demek! Hayır, hayır… Kendisi şüphesiz ki yaralandı. Hatta belki öldürüldü. Ah bir bilseydim. Kahretsin! Silahşor beyler! Kötü yerlerde dolanma, sokaklarda kavga, yollarda kılıç oyunu istemiyorum. En önemlisi Kardinal’in cesur, sessiz, hünerli, kendilerini hiçbir zaman tutuklanacak duruma düşürmeyen ve asla tutuklanmalarına izin vermeyen adamlarının size güleceği bir duruma düşmenizi istemiyorum. Eminim ki tutuklanmak ya da geri adım atmak yerine ölmeyi tercih ederdi onlar. Kendini kurtarmak, kaçmak, tüymek… Tam da Kral’ın muhafızlarına göre bir şey doğrusu!”
Porthos ve Aramis öfkeyle titredi. Eğer böyle konuşmasının sebebinin kendilerine duyduğu büyük sevgi olduğunu bilmeseler Treville’i oracıkta boğabilirlerdi. Ayaklarını halıya vurdular, dudaklarını ısırdılar ve kılıçlarının kabzasını bütün güçleriyle kavradılar. Salondakiler söylenenlere dair hiçbir şey duymadıkları hâlde Athos, Porthos ve Aramis’i çağıran Treville’in ses tonundan bir şeye sinirlendiğini anlamışlardı. Kulağını kapıya yaslayıp Treville’in söylediği her bir kelimeyi dinleyenler öfkeden deliye dönüyordu. Bu arada liderlerinin söyledikleri giriş salonundaki herkese iletiliyordu. Bütün otel bir an içinde çalkalanmaya başladı.
“Aman aman! Demek Kral’ın silahşorleri Kardinal’in muhafızları tarafından tutuklandılar!” diye devam etti Mösyö de Treville. Askerleri kadar öfke doluydu. Kelimeleri özellikle vurgulayarak söylüyordu. Öyle ki her bir sözcük dinleyicilerinin göğsüne bıçak gibi saplanıyordu. “Ne yani, Sayın Kardinal altı adamı altı silahşorü tutukladı mı? Kahretsin! Derhâl Louvre’a gidip silahşorlerin liderliğinden istifa edeceğim ve Kardinalin birliğine dâhil olmak isteyeceğim. Eğer majesterleri beni reddederse papaz olurum.”
Bu sözler, dışarıdaki uğultunun gürültüye dönüşmesine sebep oldu. Lanetler ve küfürlerden başka bir şey duyulmaz oldu. “Lanet olsunlar”, “Kahretsinler” havada uçuştu. Dartanyan, arkasına saklanabileceği bir duvara bakındı. Masanın altına saklanmak istedi.
Porthos, kendini kaybetmiş vaziyette, “İyi de komutanım, işin aslı altı kişiye karşı altı kişiydik biz. Ama bizi adil bir şekilde ele geçirmediler. Biz daha kılıcımızı çekmeye fırsat bulamadan adamlarımızdan ikisi ölmüştü. Athos ise çok ciddi yara aldı. Athos’u bilirsiniz komutanım. Tam iki kez ayağa kalkmak için mücadele etti ama ikisinde de tekrardan düştü. Bizi zorla sürüklediler. Biz yolda kaçtık. Athos’u ise öldüğünü düşündükleri için olay yerinde bıraktılar. Onu taşıma zahmetine girmek istemediler! Hikâye bundan ibaret. İşte böyle komutanım her girdiğiniz savaşı kazanamazsınız ki!”
“Ben de size şunu söyleme şerefine sahibim ki içlerinden birini kendi kılıcıyla öldürdüm.” dedi Aramis. “Çünkü benimki ilk darbeyi savuşturduğum sırada kırıldı. Onu öldürdüm, ya da hançerledim. Hangisi daha çok hoşunuza giderse efendim.”
“Bunu bilmiyordum.” diye cevap verdi Mösyö de Treville bir miktar yumuşamış bir tonla. “Gördüğüm kadarıyla Kardinal abartmış.”
“Ama rica ederim efendim.” diyen Aramis komutanın yatıştığını görünce ricada bulunma riskine girdi. “Athos’un yaralandığını söylemeyin. Eğer Kral’ın kulağına giderse çok üzülür. Çünkü yarası çok ciddi. Kılıç omzundan geçip göğsünü delmiş.”
İşte bu sırada asil ve yakışıklı biri kafasını içeri uzattı. Korkutucu derecede solgundu.
“Athos!” diye haykırdı iki silahşor.
“Athos!” diye tekrar etti Mösyö de Treville.
“Beni çağırtmışsınız efendim.” dedi Athos zayıf ama sakin bir sesle. “Arkadaşlarımın dediğine göre beni çağırtmışsınız. Emrinizi işitir işitmez geldim. İşte buradayım. Ne buyurmuştunuz?”
Silahşorün kıyafeti kusursuzdu. Müsamaha gösterilebilir düzeyde sert bir adımla içeri girdi. Savaşçının bu cesur davranışından etkilenen Treville ona doğru fırladı.
“Bu silahşorlere hayatlarını gereksiz yere tehlikeye atmalarını yasakladığımı söylemek üzereydim. Çünkü cesur adamlar Kral için çok önemlidir. Kral, silahşorlerinin yeryüzündeki en cesur adamlar olduğunu bilir. Elinizi uzatın Athos!”
Athos’un bu şefkat ifadesine karşılık vermesini beklemeden sağ elini yakaladı ve bütün gücüyle sıktı. Bu arada Athos’un çıkardığı ufak acı çekme sesini işitmedi. Silahşor daha da solmuştu.
Kapı açık kalmıştı. Athos’un gelmesinin yarattığı heyecan o kadar büyüktü ki saklamaları gereken sır herkese malum oldu. Olayın heyecanıyla bir iki kafa içeri daldı. Treville bu davranış ihlaline tepki göstermek üzereydi ki Athos, çektiği acıya karşı verdiği mücadelede yenik düştü ve ölü misali yere yığıldı.
“Doktor!” diye bağırdı Mösyö de Treville, “Benim doktorum, Kral’ın doktoru. En iyi doktoru bulun! Lanet olsun cesur Athos’um ölecek. Eğer ki yüksek sesle çağırılan doktor tesadüf eseri otelde bulunmasaydı bütün bu yakın ilgi boşa gidecekti.
Mösyö De Treville’in bağırışı üzerine salondaki herkes içeri girdi ve yaralının etrafında toplandı. Kalabalığı yararak bilinçsiz yatan Athos’a yaklaştı. Etrafındaki gürültü rahat hareket etmesini engellediğinden ilk olarak silahşorün başka bir odaya taşınmasını istedi. Bunun üzerine derhâl kapıyı açan Treville, arkadaşlarını taşıyan Porthos ve Aramis’e yandaki odayı gösterdi. Grubun arkasında doktor vardı. İçeri girince kapıyı kapattılar.
Mösyö De Treville’in hürmetle yaklaşılan çalışma odası bir anda giriş salonuna eklenmiş gibiydi. İnsanlar konuşuyor, nutuk çekiyor, bağırıp çağırıyor, küfürler savuruyor ve Kardinal’e lanet okuyorlardı.
Bir müddet sonra Porthos ve Aramis yeniden odaya girdi. Mösyö de Treville ile doktor yaralının yanında kalmaya devam etti.
En sonunda Mösyö de Treville da döndü. Yaralı adam kendine gelmişti. Doktor Silahşor’ün rahatsızlığının aldığı yarayla ilgili değil de kaybettiği kan ile ilgili olduğunu açıkladı.
Daha sonra Treville’in bir el işaretiyle Dartanyan dışında herkes çekildi. Gasconlu inatçılığıyla görüşmesini bekliyordu.
Herkes çıkıp da kapı kapandıktan sonra arkasını dönen Treville, karşısında delikanlıyı buldu. Şahit olduğu olay fikirlerinde bir miktar değişikliğe sebep olmuştu. Komutan, inatçı ziyaretçisinin ne istediğini sordu. Dartanyan isimini tekrar etti. Bir an içinde şimdiye ve geçmişe dair bildiklerini yeniden hatırlayan Treville durumu idare etti. “Kusura bakma.” dedi gülümseyerek. “Kusuruma bakma değerli hemşehrim. Seni tamamen unuttum. Ama ne yaparsın… Kumandan dediğin aile babası gibidir. Hatta bir babadan daha fazla sorumluluğu vardır. Askerler kocaman çocuklardır. Ama ben Kral’ın daha da önemlisi Kardinalin emirlerine…”
Dartanyan gülümsemekten kendini alamadı. Bu gülümseme üzerine bir aptalla muhatap olmadığını anlayan Treville konuyu değiştirerek sadede geldi.
“Babana saygım büyüktür.” dedi. “Oğlu için ne yapabilirim? Bana çabucak anlat. Zamanım bana ait değil sadece.”
“Mösyö!” dedi Dartanyan. “Tarbes’ten ayrılıp buraya gelmemdeki amacım unutmadığınız arkadaşlığınız hatırına bana bir üniforma vermenizi rica etmekti. Ancak son iki saatte şahit olduklarım bu ricanın çok büyük bir lütuf olduğunu anlamamı sağladı. Bunu hak etmediğimi düşünüyorum.”
“Gerçekten de büyük bir lütuftur.” diye cevap verdi Mösyö de Treville. “Ama ümit edebileceğinin ötesinde de değildir. Ancak majestelerinin onayı gereklidir her zaman için. Sana üzülerek söylemem gerekir ki bir kaç muharebeye girişip, muhteşem performanslar göstermeden ya da bizimkinden daha düşük başka bir birlikte iki yıl hizmet etmeden silahşor olmak mümkün değildir.”
Dartanyan konuşmadan başını eğdi. Silahşor üniformasına sahip olmanın zorluğu onu daha da arzulamasına sebebiyet vermişti.
“Ancak…” diye devam etti. Kumandan hemşehrisine kalbinden geçenleri okumak istercesine delici bir bakış atarak. “Eski dostum babanın hatırına, senin için bir şeyler yapacağım genç adam. Bearn’den topladığımız adamlar genelde pek engin olmazlar. Şehrimizden ayrıldığımdan beri durumun pek değiştiğini de sanmıyorum. Yanında çok para getirmediğini söyleme cüretinde bulunacağım.”
Dartanyan, mağrur bir havaya bürünerek, “Ben kimseden sadaka istemiyorum.” dedi kısaca.
“Çok iyi genç adam.” diye devam etti Treville. “Çok çok iyi hem de. Bu durumu bilirim. Ben de Paris’e cebimde dört ekü ile gelmiştim. Louvre’u satın alamayacağımı söyleyen herkesle de savaşmaya hazırdım.”
Dartanyan daha da mağrur bir havaya büründü. Atını satarak elde ettiği paradan dolayı Mösyö de Treville’in yaptığı başlangıçtan daha iyi bir başlangıç yapabilecekti.
“O zaman miktarı ne kadar çok olursa olsun sahip olduğun parayı idareli kullanman gerekecek. Ayrıca bir beyefendi olabilmek için kendini geliştirmen gerek. Kraliyet Akademisi’nin müdürüne bugün bir mektup yazacağım. Yarın hiçbir masraf olmadan kabul edecektir seni. Bu küçük yardımı reddetme. Çünkü bu iyi yetişmiş ve zengin beyefendilerin bile bazen istedikleri hâlde erişemedikleri bir şey. At binmeyi, kılıç kullanmayı ve dans etmeyi öğreneceksin. Zaman zaman neler yaptığını bildirmek ya da yardım istemek üzere bana gelirsin.”
Dartanyan, her ne kadar saray kaidelerine yabancı olsa da bu teklifteki ufak soğukluğu fark etti.
“Maalesef beyefendi.” dedi. “Babamın size sunmam için bana verdiği tavsiye mektubunu kaybettim. Bunun için çok üzgünüm.”
“Buna gerçekten şaşırdım.” diye cevap verdi Treville. “Böylesi bir yolculuğa gereken belgeler olmadan çıkmana şaşırdım yani. Bizim gibi fakir Bearnlülerin elinde başka ne vardır ki?”
“Elimde bir mektup vardı efendim. Tanrı’ya şükür tam da istediğim gibiydi hem de!” diye haykırdı Dartanyan. “Fakat kalleşçe çaldılar onu benden.”
Daha sonra Meung’da başından geçenleri anlattı, orada tanıdığı beyefendiyi en ufak ayrıntısına kadar, Treville’i memnun eden bir sıcaklık ve dürüstlükle tarif etti.
“Bu çok tuhaf.” dedi Mösyö de Treville bir dakika kadar düşündükten sonra. “Demek adımı yüksek sesle söyledin.”
“Evet, efendim. Bu akılsızlığı yaptım. Ama neden yapmayayım ki? Sizinki gibi bir isim bana yolculuğumda kalkan olur. Bu korumayı istiyor olmamı anlayabilirsiniz.”
Bu sözler Treville’in hoşuna gitmişti. Pohpohlanmayı o da Kral, hatta Kardinal kadar severdi. Memnuniyetini ortaya koyan tebessümü saklayamadı bile. Ne var ki bu tebessüm kısa süre sonra yok oldu. Ve konu Meung’da yaşananlara geldi.
“Söyleyin bana.” diye devam etti. “Bu adamın yanağında hafif bir yara izi var mıydı?”
“Evet.”
“Yakışıklı mıydı?”
“Evet.”
“İri yarıydı?”
“Evet.”
“Açık tenli ve kumraldı?”
“Evet, evet. Bu o! Peki bu adamı nereden tanıyorsunuz efendim? Eğer onu bir kez daha bulacak olursam ki bulacağım. Yemin ederim onu bulacağım, cehennemde olsa bile.”
“Bir kadını mı bekliyordu?” diye devam etti Treville.
“Beklediği kişiyle bir dakika kadar konuştuktan sonra derhâl oradan ayrıldı.”
“Konuşmanın konusunu biliyor musun?”
“Ona bir kutu verdi ve Londra’ya ulaşmadan açmamasını söyledi.”
“Kadın İngiliz miydi?”
“Ona ‘Milady’ diyordu.”
“O zaman bu o. Bu o olmalı!” diye homurdandı Treville. “Ben onun hâlâ Brüksel’de olduğunu zannediyordum.”
“Efendim, eğer bu adamın kim olduğunu biliyorsanız. Lütfen bana söyleyin. Nerede olduğunu da söyleyin. Sizden olan bütün ricalarımdan vazgeçerim. Hatta silahşor olma istediğimden bile vazgeçerim. Her şeyden önce intikam almak istiyorum çünkü.”
“Dikkatli ol genç adam!” diye haykırdı Treville. “Eğer yolda onun karşıdan geldiğini görürsen yolunu değiştir. Kendini böyle bir kayanın üzerine atma. Seni cam misali kırar.”
“Bu bana engel olamaz.” diye cevap verdi Dartanyan. “Eğer onu bulursam…”
“Bu arada…” dedi Treville. “Onu arama derim. Eğer sana nasihatte bulunma hakkım varsa.”
Kumandan ani bir şüpheye kapılmışçasına durakladı. Bu delikanlının adama karşı ilan ettiği – çok da muhtemel olmayan – nefret, babasının verdiği mektubu çalmış olması. Acaba bu nefretin altında yatan bir kalleşlik mi vardı. Yoksa bu genç adam Kardinal hazretlerinin mi adamıydı? Kendisine tuzak kurma amacı mı vardı acaba? Bu sözde Dartanyan, Kardinal’in evine soktuğu bir casus muydu? Acaba güvenini kazanıp kendisini mahvetmek miydi amacı? Dartanyan’ı daha bir dikkatli incelemeye koyuldu. Zeki yüzü ve sahte alçak gönüllülüğü ona pek de güven vermedi. “Gasconlu olduğunu biliyorum.” diye düşündü. “Yine de Kardinal’in adamı olması mümkün. Onu bir sınayayım hele.”
“Dostum!” dedi yavaşça. “Mektubu kaybettiğine inanıyorum ve eski bir arkadaşımın oğlu olarak seni kabul etmemdeki soğukluğu telafi etmek istiyorum. Bu yüzden sana siyasi sırlarımızdan bahsedeceğim. Kral ve Kardinal birbirlerinin en iyi dostudurlar. Görünen anlaşmazlıkları sadece aptalları kandırmak içindir. Senin gibi bir hem-şehrimin, yakışıklı bir süvarinin, cesur bir delikanlının, istikbali parlak bir adamın, birçoklarının düştüğü yanılgıya düşüp aldanmasını istemem. Emin ol ki ben bu güçlü efendilere sadık biriyim. Bütün samimi çabalarım Kral’a ve Kardinal’e hizmet etmek için. O Kardinal ki Fransa’nın gelmiş geçmiş en büyük dehalarından biridir.”
“Şimdi genç adam, kendini buna göre ayarla. Eğer ailende, akrabalarında ya da sen de Kardinal’e karşı bir düşmanlık varsa bana veda et ve yolumuza gidelim. Sana birçok konuda yardımcı olurum ama seninle bağ kurmadan. En azından samimiyetimin seni benim dostum yapacağına inanıyorum. Çünkü bugüne kadar hiçbir genç adamla seninle konuştuğum gibi konuşmadım.”
Treville kendi kendine şöyle düşündü, “Eğer ki Kardinal bu genç tilkiyi üzerime saldıysa bana yaklaşmanın tek yolunun kendisine saldırmaktan geçtiğini mutlaka söylemiştir. Kendisinden ne kadar iğrendiğimi biliyor çünkü. Bu sebepten eğer şüphelendiğim gibiyse kurnaz dedikoducum Kardinal hazretleriyle ilgili kötü şeyler söyleyecektir.”
Durum tam aksiydi, Dartanyan büyük bir sadelikle cevap verdi. “Ben de Paris’e bu niyetlerle geldim. Babam bana Kral’ın, Kardinal’in ve sizin dışında hiç kimsenin önünde eğilmememi söyledi. Bu üç kişi ona göre Fransa’nın en önemli insanlarıdır.”
Dartanyan diğer ikisine Treville’i da eklemekte sakınca bulmadı.
“Kardinal’e derin bir saygım var.” diye devam etti. “En çok da yaptığı işlere saygı duyuyorum. Bu sebepten eğer iddia ettiğiniz gibi sözlerinizde samimiyseniz bana da aynı samimiyetle konuşma şerefini vermişsiniz demektir. Lakin eğer haklı olarak azıcık da olsa şüpheye kapıldıysanız doğruları söyleyerek kendime zarar verdiğimi düşünüyorum. Yine de bana saygınızın azalmadığına inanıyorum. Her şeyden önce benim için önemli olan bu.”
Mösyö de Treville, fazlasıyla şaşırmıştı. Böylesi bir zekâ ve samimiyete hayran olmamak mümkün değildi. Yine de şüpheleri tamamen sona ermemişti. Bu adamın diğerlerinden daha üstün olması kendisini kandırması tehlikesini devam ettiriyordu. Yine de Dartanyan’ın elini sıktı ve şöyle dedi: “Sen dürüst bir delikanlısın. Fakat şu an senin için yapabileceklerim az önce teklif ettiğim şeyle sınırlı. Otelim her zaman sana açık. Bundan sonra istediğin her vakit görüşme talebinde bulunabilir, her türlü imkândan yararlanabilirsin. Muhtemelen istediğine ulaşacaksın.”
“O zaman…” dedi Dartanyan. “Size kendimi kanıtlayacağım zamana kadar bekleyeceksiniz. Şuna emin olun ki…” diye ekledi Gasconluların bilinen samimiyetiyle, “Çok fazla beklemeyeceksiniz.” Daha sonra eğilerek oradan ayrıldı. Geleceğinin kendisine bağlı olduğunu biliyor gibiydi.
“Dur bir dakika.” dedi Treville. “Sana Kraliyet Akademisi müdürüne verilmek üzere bir mektup yazacağıma söz vermiştim. Bu mektubu kabul edemeyecek kadar mağrur musunuz genç delikanlı?”
“Hayır efendim. Üstelik mektubu o kadar iyi koruyacağım ki adresine muhakkak ulaşacak. Onu benden almaya teşebbüs edecek olana yazıklar olsun.”
Mösyö de Treville, bu abartılı tepki karşısında gülümsedi. Sonra da bir masaya oturdu ve delikanlıya vaat ettiği mektubu yazdı. Bu arada yapacak başka bir şeyi olmayan Dartanyan pencereden silahşorleri izlemeye koyuldu.
Mektubu yazıp mühürledikten sonra kalkan Treville, delikanlıya yaklaştı. Bu sırada mektubu almak üzere elini uzatan Dartanyan, öfkeden kızarmış bir hâlde aniden çalışma odasına fırladığını hayretler içinde izledi.
“Lanet herif. Bu kez kaçamayacaksın benden.”
“Kim?” diye sordu Treville.
“O. Hırsız.” diye cevap verdi Dartanyan. “Adi herif!” dedi ve oradan kayboldu.
“Deli adam!” diye homurdandı Treville. “Belki de hedefine ulaşamadığı için kurnazca kaçıyor!”
4
Athos’un Omzu, Porthos’un Kayışı, Aramis’in Mendili
Öfkeli Dartanyan giriş salonunu geçti ve dörder dörder inmeyi planladığı merdivenlere doğru fırladı. Ne var ki dikkatsiz hareket ettiğinden silahşorlerden biriyle çarpıştı. Adamın omzuna aldığı darbe bağırmasına daha doğrusu kükremesine sebep oldu.
“Afedersiniz.” dedi yoluna devam etmeye çalışan Dartanyan. “Kusuruma bakmayın ama acelem var.”
Daha henüz merdivenden aşağı bir adım atmamıştı ki çelik bir bilek onu yakalayarak durdurdu.
“Acelen var öyle mi?” dedi solgun yüzlü bir silahşor. “Bu bahaneyle de bana çarpıyorsun yani. ‘Afedersiniz’ diyorsun ve bunun yeterli olduğuna inanıyorsun. Öyle bir dünya yok genç adam. Mösyö de Treville’in bizimle rahat bir üslupla konuştuğunu işittin diye herkesin bize onun gibi davrandığını mı zannettin? Kendine gel dostum, sen Mösyö de Treville değilsin.”
Dartanyan, kendisiyle konuşan kişinin pansuman yapılmış Athos olduğunu fark etmişti.
“Emin olun ki bunu isteyerek yapmadım. Size ‘Afedersiniz’ dedim. Anladığım kadarıyla bu yeterli değil. Tekrar ediyorum ve bu kez şerefim üzerine söz veriyorum. Sanırım bazen çok aceleci davranıyorum. Beni bırakmanızı rica ediyorum. Bırakın da beni bekleyen işimle meşgul olayım.”
Onu bırakan Athos, “Beyefendi, siz kibar değilsiniz. Uzaklardan geldiğinizi anlamak kolay.” dedi.
Athos son sözünü söylediğinde üç ya da dört basamak inen delikanlı kısa bir süre için durdu.
“Beyefendi!” dedi. “Ne kadar uzaktan gelmiş olsam da bana terbiye dersi vermek sizin işiniz değil. Sizi uyarıyorum.”
“Belki de.” dedi Athos.
“Acelem olmasaydı ve yakalamam gereken biri olmasaydı.” dedi Dartanyan.
“Bay aceleci, beni koşmadan da bulabilirsiniz. Anladınız mı?”
“Peki nerede bulabilirim acaba?
“Carmes-Deschaux yakınlarında.”
“Saat kaçta?”
“Öğlen civarı.”
“Öğlen civarı. Bu olur. Orada olacağım.”
“Beni bekletmeyin. Saat on ikiyi çeyrek geçe siz kaçarken kulaklarınızı kesiyor olacağım.”
“İyi! Saat on ikiye on kala orada olacağım.” diyen Dartanyan, içine şeytan kaçmışçasına koşmaya başladı. Hâlâ Yabancı’yı yakalama ümidindeydi. Yavaş adımları onu çok uzağa götürmüş olamazdı.
Ne var ki Porthos, sokak kapısında bir muhafızla konuşmaktaydı. Aralarında bir adamın geçebileceği kadar mesafe ancak vardı. Dartanyan bunun kendisi için yeterli olacağını düşündü ve ok gibi fırladı. Fakat rüzgârı hesaplamamıştı. Tam da geçmek üzereyken rüzgâr Porthos’un uzun pelerinini havalandırınca delikanlı pelerinin içinde kaldı. Kıyafetine ait bu parçadan vazgeçmek istemeyen Port-hos pelerinini çekmeye başladı. Böylece Dartanyan pelerinin içinde dönmeye başladı.
Silahşorün küfrettiğini işiten Dartanyan kendisini kör eden pelerinden kaçmak istedi. Pelerinin kıvrımları arasından kurtulmaya çalışıyordu. Hepimizin pek iyi tanıdığı kılıç kayışından uzak durmak istiyordu. Ne var ki ürkek bir şekilde gözlerini açtığında Porthos’un kayışını burnunun dibinde buldu.
Görüntüsü dışında hiçbir faydası olmayan birçok şey gibi kılıç kayışının sadece önü altın kaplamaydı. Geri kalanı ise basit deriydi. Mağrur Porthos tamamen altın olan bir kayışa güç yetirememiş, yarı altın bir kayış alabilmişti. Nezle olmasının sebebi de pelerinin gerekliliği de şimdi anlaşılabilir.
Kendisini kıvranan Dartanyan’dan kurtarmak için büyük mücadele veren Porthos, “Kahretsin! İnsanlara bu şekilde çarptığınıza göre çıldırmış olmalısınız.”
“Kusura bakmayın.” dedi Dartanyan. “Ama acelem var. Birini kovalıyordum ve…”
“Koştuğunuz zamanlarda gözlerinizi mi unutursunuz?”
“Hayır.” dedi kendisiyle alay edildiğini düşünen Dartanyan. “Gözlerim sayesinde başka insanların göremediklerini görebiliyorum.”
Onu anlasa da anlamasa da öfkesine yenik düşen Porthos, “Eğer silahşorlere bu şekilde bulaşırsanız sonunuz sopa yemek olur.”
“Sopa yemek mi mösyö?” dedi Dartanyan. “Bu çok kuvvetli bir ifade!”
“Düşmanlarının yüzüne bakan adama layık olan budur.”
“Aman aman! Sizin de düşmanlarınıza arkanızı dönmediğinizi biliyorum.”
Yaptığı espriden hoşlanan genç adam yüksek sesle gülmeye başladı.
Öfkeden köpüren Porthos ise Dartanyan’a bir hareket yaptı.
“Belki sonra!” diye bağırdı delikanlı. “Üzerinizde pelerin yokken.”
“Saat birde, Lüksemburg Sarayı’nın arkasında.”
“Pekâlâ saat birde o zaman.” diye cevap verdi Dartanyan caddenin köşesinden geçerken.
Ne var ki Dartanyan ne geçtiği caddede ne de ilerisinde hiç kimseyi göremedi. Yabancı çok yavaş yürüyor olsa bile çoktan kaybolmuştu. Belki de bir evden içeri girmişti. Dartanyan karşısına çıkan herkese sordu. İskeleye indi. Seine Caddesi ve Croix-Rouge boyunca ilerledi. Ama hiçbir şey bulamadı. Yine de bu kovalamacanın bir faydası olmuştu. Alnından dökülen terler yüreğini soğutuyordu.
Başına gelen çok sayıda uğursuz hadiseyi düşünmeye başladı. Saat daha on bir bile olmadığı hâlde çoktan Mösyö de Treville’in gözünden düşmüştü. Dartanyan adamın yanından az biraz saygısızca ayrıldığını düşünmekten kendini alamadı.
Dahası her biri üç tane Dartanyan’ı öldürme kapasitesinde olan iki iyi adamla düelloya tutuşacaktı. Büyük saygı duyduğu iki silahşorle yani…
Durum vahimdi. Athos’un kendisini öldüreceğinden emin olduğundan Porthos konusunda çok da huzursuz değildi. Ne var ki ümit bir insanın kalbinde yok olan son şey olduğundan büyük yaralar alarak olsa dahi hayatta kalabileceğine dair inancı hâlâ vardı. Olur da yaşamaya devam ederse diye kendini şu şekilde eleştirmeye başladı:
“Nasıl da deli, nasıl da ahmak bir adamım ben! Cesur ve talihsiz Athos’un yaralı omzuna çarptım. Beni şaşırtan şey ise tek bir darbe ile beni öldürmemiş olması. Bunu yapmak için çok makul bir sebebi vardı hâlbuki. Kim bilir ona nasıl bir acı yaşatırım. Porthos’a gelince. Ah Porthos… Gerçekten de bu tuhaf bir durum…”
Genç adam kendini kontrol edemeyerek sesli kahkahalar atmaya başladı. Daha sonra dikkatlice etrafını inceledi. Gülüşünün kimseyi rahatsız etmediğinden emin olmak istiyordu.
“Porthos’a gelince, bu gerçekten gülünç bir durum olsa da ben de az aptal değilim. İnsanlara uyarmadan çarpmak da ne. Hem pelerininin altında ne olduğuna bakmak benim ne haddime! Eğer o lanet kayışla ilgili o belirsiz sözleri söylemeseydim beni muhtemelen affederdi. Ben nasıl da lanetlenmiş bir Gasconluyum öyle! Bir beladan kurtulup başkasına kapılıyorum. Dostum Dartanyan…” diye devam etti. Kendisine hak ettiğini düşündüğü bir tatlılıkla hitap ediyordu. “Yüksek ihtimal olmasa da kaçmayı başarırsan geleceğin için kibar olmanı tavsiye ederim sana. Bundan sonra sana bu özelliğinle hayran olmalılar. Nezaketinle örnek olmalısın. Nazik ve kibar olmak bir adamı korkak yapmaz. Aramis’e baksana. Kendisi yumuşak ve ince. Şimdiye kadar herhangi bir kimse ona korkak demeyi aklına getirmiş midir acaba? Hayır, kesinlikle hayır… Bu andan itibaren kendime onu örnek alacağım. A! Ne tuhaf… Kendisi de burada.
Kendi kendine konuşurken yürüyen Dartanyan, de Arguillon Oteli’nin yakınına gelmişti. Otelin önünde ise Aramis’in üç adamla neşe içinde konuştuğunu gördü. Ne var ki Mösyö de Treville’in kendisinin yanında öfkelendiğini unutmamıştı. Silahşorlerin işittiği azar hoşa giden bir şey olmadığından Aramis görmezden geldi. Ne var ki uzlaşmacı ve nazik bir insan olma kararı alan Dartanyan genç adamlara yaklaştı ve yüzünde kibar bir gülümseme ile eğilerek selam verdi. Hepsi de konuşmayı kestiler.
Dartanyan haddini aştığını anlayacak kadar akıllı olsa da kendini içine düşürdüğü tuhaf durumlardan uygun bir şekilde çıkarabilecek kadar ince biri değildi. Doğru düzgün tanımadığı insanların arasına karışıp kendisini ilgilendirmeyen bir konuşmadan nazikçe nasıl kurtulabileceğini bilemiyordu. Geri çekilmenin en az tuhaf yolunu düşündüğü sırada Aramis’in yere düşmüş mendilinin üzerine bastığını söyledi. Bu durumu uygunsuz davranışını telafi etmek üzere bir fırsat olarak gördüğünden eğildi. Takınabildiği en nazik tavıra bürünüp silahşorün ayağının altında tutmaya çalıştığı mendili çekti ve
“Öyle sanıyorum ki bu mendili kaybetmek sizi üzerdi beyefendi.” dedi.
Mendil özenle işlenmişti ve köşelerinde armalar vardı. Fazlasıyla kızaran Aramis, mendili delikanlının elinden almak yerine âdeta kapıverdi.
Bu arada muhafızlardan biri, “Aman aman… Sizin gibi ketum biri Madame de Bois-Tracy ile arasını iyi tuttuğunu inkâr mı edecek yani? Hem de bu asil hanım mendillerinden birini size verdiği hâlde.”
Aramis, Dartanyan’a ölümcül bir düşman kazandığını ilan eden bir bakış fırlattı. Sonra da yumuşak tavrına tekrar bürünerek. “Yanılıyorsunuz beyler.” dedi. “Bu mendil bana ait değil. Bu beyefendinin mendili sizden birine değil de bana vermesine anlam veremiyorum doğrusu. Bu söylediklerime delil olarak cebimdeki mendilimi göstereceğim.”