
Полная версия
Üç Silahşörler
“İçinde İspanya devlet tahvili mi vardı?”
“Majestelerinin şahsi hazinesinin tahvilleri vardı.” diye cevap veren Dartanyan bu tavsiye mektubu sayesinde Kral’ın hizmetine gireceğini düşünerek bu tehlikeli ifadeyi kullanmada sakınca bulmadı.
“İblis!” diye bağırdı hayretler içindeki Hancı.
“Para olsa sıkıntı değil.” diye devam etti Dartanyan. “Para sıkıntı değil. Para hiçbir şey ama mektup her şey. Onu kaybedeceğime bin tane tabanca kaybetmeyi tercih ederim.”
O sırada lanet okumakta olan Hancı’nın beyninde bir şimşek çaktı.
“Mektup kaybolmadı.” diye bağırdı.
“Ne!” diye haykırdı Dartanyan.
“Hayır çalındı.”
“Çalındı mı? Kim tarafından?”
“Dün burada bulunan beyefendi tarafından. Kendisi ceketinizin (doublet) bulunduğu mutfağa indi ve bir süre tek başına durdu. Bahse girerim o çaldı.”
“Öyle mi dersiniz?” diye cevap veren Dartanyan çok da ikna olmamıştı. Mektubun değerinin şahsi olduğunun farkındaydı ve çalınmasını gerektiren bir sebep göremiyordu. Ne adamın hizmetçileri ne de diğer yolcular o mektuba sahip olarak bir şey elde edemezlerdi.
“Yani siz…” diye devam etti Dartanyan. “O münasebetsiz beyefendiden mi şüpheleniyorsunuz?”
“Size bundan emin olduğumu söylüyorum.” diye devam etti Hancı. “Zatıalinizin Mösyö de Treville’in öğrencisi olduğunu, bu şanlı adama verilmek üzere bir mektup taşıdığınızı söylediğimde çok rahatsız olmuş gibi göründü. Bana mektubun nerede olduğunu sordu ve derhâl mutfağa indi. Ceketinizin orada olduğunu biliyordu.”
“O zaman hırsız o.” diye cevap verdi Dartanyan. “Mösyö de Treville’e şikâyet edeceğim. Kendisi de Kral’a şikâyet edecek.” Daha sonra haşmetli bir tavırla cüzdanından iki ekü çıkardı ve Hancı’ya verdi. Hancı da bir elinde şapkası kapıya kadar delikanlıya eşlik etti. Dartanyan sarı atına atladı ve Paris, St. Antoine’a kadar olaysız seyahat etti. Delikanlı atı üç ekü karşılığında sattı. Dartanyan’ın atı son seferinde zorladığı hesaba katılacak olursa bunun iyi bir fiyat olduğuna şüphe yoktu. Alıcı ise atı satın almasının asıl sebebinin renginin sıra dışılığı olduğunu söyledi.
Böylece Dartanyan şehre yaya olarak giriş yaptı. Küçük çantasını koltuk altına sıkıştırmış vaziyette bütçesine uygun bir daire buluncaya kadar yürüdü. Bulduğu daire tavan arasındaydı ve Lüksemburg yakınlarında bir bölgedeydi.
Ödemeyi yapar yapmaz odasına çekilen delikanlı günün kalanını annesinin, babasına ait neredeyse yeni ceketten söküp kendisine gizlice verdiği süslemeleri ceketine dikmekle geçirdi. Daha sonra kılıcını yaptırıp Louvre’a doğru yol aldı. Karşısına çıkan ilk silahşore Mösyö de Treville’in nerede kaldığını sordu. Treville’in Vieux-Colombier Caddesi’nde bir yerde olduğunu öğrendi. Burası delikanlının kiraladığı odaya yakındı. Bu durum yolculuğunun başarıya ulaştığına dair olumlu bir işaret gibiydi.
Bunun üzerine Meung’da kendini ortaya koyma biçiminden memnun bir vaziyette, geçmişe dair pişmanlık duymadan, şimdiden emin ve geleceğe dair ümitkâr bir hâlde yatağına çekildi ve cesurların uykusunu uyudu.
Sabah dokuzda uyandı ve babasının iddiasına göre ülkedeki en önemli üçüncü adam olan Mösyö de Treville’i görmek üzere yola koyuldu.
2
Mösyö de Treville’in Bekleme Salonu
Gascony’de hâlâ Mösyö de Troisville olarak bilinen ve Paris’te adını Mösyö de Treville olarak değiştiren beyefendi Dartanyan’ınkine benzer bir başlangıç yapmıştı: Beş kuruş parası olmadan. Ne var ki cesaret, açık gözlülük ve zekâ fakir bir Gaskonyalıya en zengin adamların sahip olduğundan daha fazla ümit sunabilirdi. Cesareti ve cesaretinden daha fazla olan başarısı ona son basamağı “Saray İnayeti” diye bilinen zorlu merdiveni dörder dörder tırmanmayı getirmişti.
Herkesin bildiği üzere babası IV. Henry’nin hatırasını onurlandıran Kral’ın arkadaşıydı. Mösyö de Treville’in babası Kral’a sadakatle hizmet etmişti. Öyle ki parasız kaldığında, Paris’in düşmesini takiben Kral, üzerinde Latince FIDELIS ET FORTIS (Sadık ve Güçlü) yazılı altın bir armayı taşımasına müsaade etmişti. Bu fazlasıyla şerefli bir durum olsa da zengin bir yaşam sunma konusunda yetersizdi. Bu sebepten Henry’nin şanlı dostu vefat ettiğinde oğluna bıraktığı yegane miras kılıcı ve armaya işlenmiş ‘Sadık ve Güçlü’ sözleriydi. Bu iki hediyeye eşlik eden temiz soyadından dolayı Mösyö de Treville genç Prens’in hayatına dâhil olabilmişti. Kılıcından en iyi şekilde istifade etmiş, babasından miras kalan sloganın hakkını vermişti. Bu sebepten kendisi de krallığın en iyi kılıç savaşçılarından biri olan XIII. Louis dövüşecek arkadaşlarına önce kendisini sonra Treville’i seçmelerini hatta Treville’i kendisinden de önce seçmelerini tavsiye ederdi.
Bu sebepten XIII. Louis, Treville’i gerçekten severdi. Bu çıkarlarına yönelik bir kraliyet usulü sevgiydi. Yine de bir sevgiydi. Talihsiz zamanlarda Treville gibi adamları etrafında bulundurmak akıllıca bir seçimdi. Birçok insan Treville’in sloganlarından GÜÇLÜ sıfatına haiz olabilirdi. Ne var ki ancak çok az beyefendi SADIK sıfatını üzerinde taşıyabilirdi. Treville bu sıfatlardan ikincisine sahipti. Ender rastlanan özellikleri vardı. Köpek misali itaatkârdı. Kör cesareti, çevik gözleri, tez elleri vardı. Öyle ki Kral’ın hoşnutsuz olduğu kişileri kolayca görüp onları yok etmek konusunda iyiydi. Kısacası o zamana kadar Treville’in fırsat dışında her şey geçmişti eline. Öyle ki fırsat ulaşabileceği bir noktaya geldiğinde onu saçlarından yakalayacağına dair kendine söz vermişti. XIII. Louis nihayet Treville’i krallarına sadık silahşorlerinin lideri yapmıştı.
Bu konuda Kardinal de Kral’dan geri kalmamıştı. O da kendisine ait savaşçıları olması gerektiğini düşünüyordu. Bu sebepten tıpkı Kral gibi o da kendi silahşor ekibini kurdu. Böylece bu iki güçlü rakip silahşorler sadece Fransa’da değil yabancı ülkelerde de aralarına alacakları iyi savaşçıları bulmak üzere mücadele etmeye başladılar. Richelieu ve XIII. Louis’in akşamları satranç oynadıkları sırada kendi savaşçılarının meziyetleri üzerine anlaşmazlığa düşmeleri nadiren gerçekleşen bir şey değildi. Her biri kendi adamlarının cesareti ve gücüyle övünüyordu. Her ne kadar düelloya ve kavgaya karşı olduklarını yüksek sesle ilan ediyor olsalar da onları gizliden kavgaya teşvik ediyorlardı. Kendi savaşçılarının galibiyetinden haz alıp yenilgilerine üzülüyorlardı.
Treville, efendisinin zayıf yönünü biliyordu. Bu sebepten sadakat konusunda iyi bir itibarı olmayan Kral’ın sürekli inayetine sahip olmayı başarmıştı. Silahşorlerini, Kardinal Armand Duplessis’in önünde küstah bir tavırla yürüttüğünde din adamının gri bıyıklarının öfkeyle kıvrılmasına sebep olmuştu. Treville o zamanın savaş yöntemini çözmüştü: Düşmanın pahasına yaşayamıyorsan kendi vatandaşlarının pahasına yaşayabilirsin. Kendisi dışında hiç kimseye itaat etmeyen başıboş bir ekip kurmuştu.
Kral’ın, daha doğrusu Treville’in gevşek, yarı ayyaş silahşorleri kabarelerde, kamuya ait yollarda, spor müsabakalarında fink atıyor, Kardinal’in adamlarını kızdırmaktan büyük zevk alıyorlardı. Daha sonra sokaklara dağılıyor, bazen öldürülseler de intikam alıp gözyaşı döküyorlardı. Sık sık başkalarını katletseler dahi hiçbir türlü hapislerde çürümüyorlardı. Çünkü Mösyö de Treville onlara sahip çıkmaktaydı. Bu sebepten en çok Treville’i övüyor ve seviyorlardı. Kendileri kabadayı olan bu adamlar Treville’in karşısında öğretmeninden korkan bir öğrenci misali titriyorlardı. En ufak bir sözüne dahi itaat ediyorlardı. En ufak bir hakaret için dahi kendilerini feda etmeye hazırlardı.
Mösyö de Treville elindeki bu silahı öncelikle Kral için, sonra Kral’ın arkadaşları için en nihayetinde de kendisi ve arkadaşları için kullanıyordu. Düşmanı çok olan beyefendiyi bu durumdan dolayı suçlayan bir tane dahi hatırata rastlamak mümkün değil. Treville’in adamları aracılığı ile menfaat elde ettiğine dair hiçbir örnek yok. Entrikaya bu kadar meyilli dehasına rağmen kendisi dürüst bir adam olarak kaldı. Zayıflatan kılıç darbelerine ve yorucu antrenmanlara rağmen zevk âlemlerinin müdavimi bir çapkın olmayı başarmıştır. İşte böyle… Silahşorlerin lideri hem hayranlık uyandıran, hem korkulan hem de sevilen bir adamdı ki bu bir insanın sahip olabileceği talihin zirve noktasıydı.
Treville’in evinin avlusu askerî bir karargâhı andırıyordu. Elli ya da altmış kadar silah kuşanmış adam sürekli nöbet değiştiriyor, her an savaşa hazır vaziyette sırada bekliyordu. Modern medeniyetin üzerine ayrı bir ev inşa edebileceği devasa merdivenlerden ricada bulunmaya gelen insanlar, silahşorlere katılmak isteyen farklı illerden gelmiş beyefendiler, Mösyö de Treville ile silahşorleri arasındaki haberleşmeyi temin eden hizmetçiler inip çıkıyordu. Evin girişindeki salonda “seçkin” diye adlandırılan kişiler oturmaktaydı. Bu evde sabahtan akşama kadar devam eden bir gürültü vardı. Mösyö de Treville, giriş salonuna yakın ofisinde ziyaretçileri kabul ediyor, şikâyetleri dinliyor, emirler veriyordu. Tıpkı Louvre’daki Kral’ın balkonda oturması misali pencerenin yanına kurulmuştu. Hem adamlarını hem de silahları inceliyordu.
Dartanyan’ın ziyarete geldiği gün müthiş bir kalabalık vardı. Özellikle de taşradan gelen biri için fazla kalabalıktı. Bu taşralının bir Gascon olduğu doğrudur. Üstelik o zaman için Dartanyan’ın hemşehrileri, gözlerinin kolay kolay korkmamasıyla nam salmıştır. Büyük kapıdan içeri girdiğinde birbirine sataşan, bağırıp çağıran, dövüşen ve şakalaşan savaşçıların arasına düştü. Böylesi bir karmaşa ortamından geçebilmek için bir insanın ya bir subay, ya mühim bir soylu ya da güzel bir kadın olması gerekiyordu.
Genç adam işte böyle bir arbede ve düzensizlik ortamında ilerlemek zorunda kalmıştı. Kalbi küt küt atıyordu. Uzun kılıcını ince bacaklarına hizalamıştı ve bir eliyle de şapkasının kenarını tutuyordu. Yüzünde huzursuzluğunu belli etmemeye çalışan bir taşralının hafif gülümsemesi vardı. Her bir grup savaşçıyı geçtiğinde derin bir nefes alıyordu. Ne var ki adamların dönüp ona baktığı gözünden kaçmadı. O güne kadar kendisine dair olumlu fikirleri olan Dartanyan şapşal hissetmekten kendini alamadı.
Ne var ki merdivenler daha kötüydü. Dört silahşor tuhaf bir şekilde eğleniyordu. Bu arada on ya da on iki kadar savaşçı da sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu.
Merdivenin üst tarafındaki bir silahşor elindeki kılıçla diğer üçünün yukarı çıkmasını engelliyor daha doğrusu engellemeye çalışıyordu. Diğer üçü ise ellerindeki çevik kılıçlarla mücadele ediyordu.
Dartanyan ilk bakışta bu kılıçların uçları düğmeli eskrim kılıcı olduğunu zannetse de daha sonra gördüğü sıyrıklar üzerine her bir kılıcın sivriltilmiş ve bilenmiş olduğunu anladı. Her bir sıyrık üzerine sadece izleyiciler değil aynı zamanda savaşçılar da kahkahalar patlatıyordu. Âdeta çılgın gibi…
O sırada merdivenin üst kısmında bulunan savaşçı rakiplerini mükemmel bir şekilde hizada tutmayı başarıyordu. Oyunun kuralları gereği darbe alan kişi yerini darbeyi vuran rakibine bırakıyordu. Beş dakika içinde tam üç kişi ufak yaralar aldı. Biri elinden, diğeri kulağından… Merdiveni savunan ve hiçbir yara almayan savaşçı ise kurallar gereği üç kez kazanmış oluyordu.
Her ne kadar kendisini şaşırtmak zor olsa da (ya da kendisi zor şaşıran biri olduğunu iddia etse de) genç gezginimiz bu oyun karşısında fazlasıyla şaşırmıştı. Herkesin kolayca sinir harbine tutulduğu memleketinde birkaç düello başlangıcına şahit olmuştu. Fakat bu dört kılıç ustasının mücadelesi Gaskonya’dakilerden bile daha güçlü görünmüştü gözüne. Bir an için kendini Güliver’in meşhur Devler Ülkesi’ne gelmiş gibi hissedip korksa da henüz hedefine ulaşmamıştı. Hâlâ geçmesi gereken merdiven ve giriş salonu vardı.
Merdiven girişindeki kavga bitmişti ve birbirlerine kadınlarla ilgili hikâyeler anlatıyorlardı. Giriş salonunda ise sarayla ilgili konular konuşuluyordu. Merdiven sahanlığında kızaran Dartanyan giriş salonunda ürperdi. Gaskonya’da kendisine zorlu hizmetçiler hatta bazen onların hanımlarını getiren hercai hayal dünyası, burada bazı tanınmış insanlarla ilgili konuşulan aşk hikâyelerinin yarısını bir hezeyan hâlinde dahi üretemezdi. Ne var ki merdiven sahanlığında ahlaki değerleri hayrete düşerken giriş salonunda, Kardinal’e olan saygısı yerle bir olmuştu. Dartanyan bütün Avrupa’yı titreten politikaların yüksek sesle açık bir vaziyette eleştirildiğini işitip hayretler içinde kalmıştı. Dahası Kardinal’in şahsi hayatı da konuşuluyordu. Çok sayıda soylu kişi sırf bu sebepten cezalandırılmıştı. Baba Dartanyan’ın saygı duyduğu bu büyük adam Treville’in silahşorlerinin şaka malzemesi olmuştu. Adamın çarpık bacakları ve kamburuyla alay ediyorlardı. Bazıları Kardinal’in metresi Madame de Aguillon ve yepyeni Madame Cambalet ile ilgili aşk şarkıları söylüyordu. Bazıları ise Kardinal’in muhafızları ve uşaklarını sinir etmek için planlar yapıyordu. Dartanyan’a göre bütün bunlar gerçekleştirilmesi imkânsız olan şeylerdi.
Bu arada Kral’ın adı Kardinal şakaları arasında bilinmeden zikredildiğinde gizli bir ağızlık alaycı ağızları kapatıyor gibiydi. Tereddütle etraflarına bakınıyor, Mösyö de Treville’in odasıyla salonu ayıran duvarın kalınlığını düşünüyorlardı. Ne var ki Kardinal hazretleri ile ilgili yapılan taze bir şaka konuşmaya eski canlılığını getiriyordu. Kahkahalar yeniden patlatılıyor, adamın hayatına dair her detay yeniden mercek altına alınıyordu.
“Bu adamların hapse atılacağı ya da idam edileceği muhakkak.” diye düşündü korkmuş Dartanyan. “Ben de onlarla birlikte kurban edileceğim. Çünkü onları dinledim ya da duydum. Beni de suç ortağı sayacaklar. Peki ya iyi huylu babam ne der? Kendisi Kardinal’e saygı duymamı isterdi benden. Böylesi kâfirlerle aynı ortamda bulunduğumu bilse ne düşünür?”
Dartanyan’ın bu konuşmalara hiçbir şekilde dâhil olmadığını söylemeye gerek yok. Delikanlı gözlerini dört açmış etrafına bakınıyor, cankulağıyla dinliyordu. Beş duyusu da tüm gücüyle harekete geçmiş vaziyetteydi. Dahası, babasının nasihatlerine rağmen hem duyuları hem de içgüdüleri daha önce işitilmemiş bu şeylere hak veriyordu.
Mösyö de Treville’in ahalisine yabancı olduğu ve o yerde ilk kez bulunduğu hâlde en nihayetinde kendisini fark edip ne istediğini soran biri oldu. Bunun üzerine Dartanyan, alçak gönüllü bir şekilde adını verdi ve hemşehri olduğu kısmını vurguladı. Kendisiyle konuşan hizmetçiye Mösyö de Treville ile kısa bir görüşmek istediğini söyledi. Hizmetçi talebini ileteceğini söyleyince ilk baştaki şaşkınlığını üzerinden atan Dartanyan insanların giyimlerini ve görünümlerini inceleyecek zamanı bulmuş oldu.
En hareketli grubun merkezinde heybetli ve mağrur yüzlü bir silahşor vardı. Dikkat çeken bir kıyafete bürünmüştü. Her ne kadar zorunlu olmasa da üniformanın parçası olan pelerini giymemişti. Bunun yerine rengi biraz solmuş ve eskimiş bir ceket giyiyordu. Kıyafetinin üzerinde de güneş ışığında parlayan su misali ışıldayan altın işlemeli görkemli bir kılıç kayışı vardı. Omuzlarında zarafetle dökülen kırmızı, kadife pelerini devasa kılıcını taşıyan kılıfın önünü kapatıyordu. Bu silahşor görevinden henüz dönmüştü ve soğuk algınlığından şikâyet ediyordu. Zaman zaman öksürüyordu. Etrafındakilere bu sebepten pelerinini giymek zorunda olduğunu söyledi. Kibirli bir hava ile konuşurken küçümser bir tavırla bıyıklarını buruyordu. Herkes işlemeli kılıç kayışına hayrandı. Dartanyan ise herkesten daha hayrandı.
“Ne yapacaksın işte.” dedi silahşor. “Moda bu. Aptallık bu kabul ediyorum. Ama hâlâ moda. Ayrıca bir insanın mirasını bir şekilde sergilemesi gerekir.”
Etraftakilerden biri, “Aman Porthos! O kayışı babanın cömertliği sayesinde elde ettiğine inanmamızı bekleme. Kayışı sana geçen Pazar St. Honor’un kapısında peçeli bir kadın verdi.”
“Şerefim üzerine yemin ederim ki bayanlar baylar bunu kendi paramla aldım.” diye cevap verdi Porthos isimli silahşor.
“Evet, aynı şekilde ben de bu cüzdanı hanımımın eski cüzdanıma koyduğu parayla aldım.” dedi bir başka silahşor.
“Bu doğru ama!” dedi Porthos. “Kanıtı ise bunun için on iki altın ödemiş olmam.”
İnsanlardaki şüphe devam etse de merak artmaya başlamıştı.
“Doğru değil mi Aramis?” dedi Porthos başka bir silahşore dönerek.
Adı Aramis olan bu silahşor soruyu soranla müthiş bir tezat oluşturuyordu. Yirmi iki yirmi üç yaşlarında iri yarı bir adamdı. Masum bir yüzü, siyah ve yumuşak gözleri vardı. Pembe yanakları sonbahar şeftalisini andırıyordu. Üst dudağının üzerinde dümdüz bir çizgi şeklinde duran hassas bıyıkları vardı. Damarlarının şişmesinden endişe ettiğinden ellerini indirmeye korkuyor gibiydi. Kulaklarının pembe şeffaflığını muhafaza etmek için uçlarını zaman zaman çimdikliyordu. Alışkanlık edindiği üzere az ve yavaş yavaş konuşuyor, sık sık baş selamı veriyor, gürültü çıkarmadan dişlerini göstererek gülüyordu. Dişleri de geri kalan her şeyi gibi bakımlıydı. Arkadaşına başını “olumlu” anlamında sallayarak cevap verdi.
Bu onay ifadesi kayışla ilgili bütün şüpheleri ortadan kaldırmış gibi görünüyordu. Kayışa hayran olmaya devam eden ahali konuyla ilgili daha fazla bir şey söylemedi. Hızlıca başka bir şeyden bahsetmeye başladılar.
“Chalais’inin binicilik hocasının anlattığı hikâyeye ne demeli?” diye sordu bir başka silahşor herhangi bir kimseye özellikle hitap etmeyip herkesle konuşarak.
“Ne diyor peki?” diye sordu Porthos kendinden emin bir tavırla.
“Bürüksel’de Kardinal’in adamı Rochefort’u fransisken rahibi kılığında görmüş. Kendini gizlediği için Mösyö de Laigues’i kandırmış. Âdeta bir sersem gibi…”
“Hem de ne sersem…” diyen Porthos: “Peki bu kesin mi?” dedi.
“Ben de Aramis’ten duydum.” diye cevap verdi silahşor.
“Gerçekten mi?”
“Sen de biliyorsun ki…” dedi Aramis. “Sana dün anlattım. Bu konu ile ilgili daha fazla konuşmayalım.”
“Konuşmayalım mı? Bu senin düşüncen!” diye cevap verdi Porthos.
“Konuşmayalım! Ne de çabuk hüküm veriyorsun öyle. Ne yani Kardinal bir beyefendiye bir casus göndererek tuzak kurup mektuplarını çaldırıyor, sonra da bu mektubu kullanarak Chalais’in Kral’ı öldürüp beyefendiyi Kraliçe’yle evlendireceği bahanesiyle idam ettiriyor. Üstelik bu gizemli olaya dair hiçbir şey bilinmiyor. Dün bunu açıklayarak herkesi memnun ettin. Bizler hâlâ bu duruma şaşırırken bugün gelmiş, ‘Bu konuyla ilgili daha fazla konuşmayalım.’ diyorsun.”
“İyi o zaman hepimiz bunu konuşalım, eğer öyle istiyorsan.” diye cevap verdi Aramis sabırla.
“Bu Rochefort!” diye bağırdı Porthos. “Eğer ben zavallı Chalais’in yanında olsaydım benimle çok zor bir iki dakika geçirirdi.”
“Kızıl dükle çok üzücü bir on beş dakika geçirirdiniz.” diye cevap verdi Aramis.
“Aman aman kızıl dük! Bravo! Bravo! Kızıl dük!” diye haykıran Port-hos ellerini çırpıyor ve başını sallıyordu. “Kızıl dük çok mühim. Bunu herkese söyleyeceğim için rahat olsun Sevgili Dostum. Aramis’in akıllı olmadığını kim söylemiş? İlk mesleğine devam etmemen kötü olmuş. Ne de iyi bir manastır papazı olurdun hâlbuki…”
“Bunu sadece geçici olarak erteledim.” diye cevap verdi Aramis. “Bir gün papaz olacağım. Çok iyi biliyorsun Porthos teoloji öğrenimime devam edeceğim bunun için.”
“Bir gün papaz olacakmış!” diye bağırdı Porthos. “Er ya da geç papaz olacak.”
“Yakında olacağım.” dedi Aramis.
“Üniformasının arkasında asılı duran papaz cübbesini geri giymek için beklediği tek bir şey var.” dedi bir başka silahşor.
“Neyi bekliyor?” diye sordu bir başkası.
“Kraliçe’nin tahta bir vâris vermesini.”
“Bu konu hakkında şaka yapmayın beyler.” dedi Porthos. “Şükürler olsun ki Kraliçe hâlâ çocuk doğurabilecek yaşta.”
“Mösyö de Buckingham’ın Fransa’da olduğu söyleniyor.” diye cevap verdi Aramis skandal bir şey söylediğini ortaya koyan belirgin bir gülümsemeyle.
“Değerli dostum Aramis, bu kez yanılıyorsun.” diye araya girdi Porthos. “Aklın her zaman haddini aştırıyor. Eğer Mösyö de Treville bu söylediğini duyarsa pişman olursun.”
“Bana ders mi vereceksin Porthos?” diye haykırdı Aramis. Genellikle yumuşak olan gözlerinde şimşekler çaktı.
“Sevgili Dostum, ya silahşorsündür ya papaz. İkisinden biri ol; ama ikisi birden olma.” diye cevap verdi Porthos. “Athos geçen sefer ne söylediğini biliyorsun. Çok sayıda şeyle meşgulsünüz. Aman bana kızmayın. Sizden rica ediyorum, kızmanız işe yaramaz. Siz ben ve Athos’un anlaşmasını biliyorsunuz. Madame de Aguillon’a gider onunla flörtleşirsiniz sonra Madame de Chevreuse’nin kuzeni Madame de Bois-Tracy’in letafetine erişirsiniz. Aman Tanrı’m. Ne kadar talihli olduğunuzu açık etme zahmetine girmeyin. Kimse size sırlarınızı sormuyor. Bütün dünya ne kadar ketum olduğunuzu biliyor zaten. Ama mademki bu fazilete sahipsiniz bunu neden majesteleri için kullanmıyorsunuz? Bırakın Kral ya da Kardinal ile ilgili olarak isteyen istediğini söylesin. Fakat Kraliçe kutsaldır. Eğer hakkında konuşulacaksa saygıyla konuşulmalıdır.”
“Porthos sen Narkisos kadar kibirlisin. Sana sadece bunu derim.” diye cevap verdi Aramis. “Ahlak bekçiliğinden nefret ettiğimi bilirsiniz. Athos tarafından yapılan hariç. Sana gelince beyefendi senin de fazlasıyla görkemli bir kılıç kayışın var. Eğer istersem papaz olurum. Fakat bu arada silahşor olacağım. Bu sebepten istediğimi söylerim. Şu noktada söylemek istediğimse beni yoruyor olmanız.”
“Aramis!”
“Porthos!”
“Beyler, beyler!” diye haykırdı etraftakiler.
“Mösyö de Treville, Mösyö Dartanyan’ı bekliyor.” diye bağırdı odanın kapısını açan bir uşak.
Bu ses üzerine herkes sustu. Delikanlı sessizlik içinde bekleme salonunu geçip silahşorlerin liderininin odasına girdi. Bu tuhaf kavganın sonundan güç bela kaçmayı başardığı için kendini tebrik ediyordu.”
3
Görüşme
O sırada keyifsiz görünen Mösyö de Treville yine de kendisini eğilerek selamlayan delikanlıya nazikçe selam verdi. Dartanyan’ın kendisine gençliğini ve memleketini hatırlatan Bearnlü aksanını işitince gülümsedi. Böylesi bir çifte hatıra her yaştan kişiyi gülümsetmeye yeterlidir. Yine de giriş salonuna çıkarak iznini almak istercesine Dartanyan’a el işareti yaptı. Diğerleriyle ilgili bir meseleyi bitirmek ister gibiydi. Üç kez bağırdı. Her seferinde sesi daha da yükseldi. Sesi gittikçe daha öfkeli çıkıyordu.
“Athos! Porthos! Aramis!”
Çoktan tanımış olduğumuz iki silahşor bulundukları gruptan derhâl ayrılıp Treville’in odasına girdiler. Kapı onlar içeri girer girmez kapandı.
Her ne kadar rahatsız görünseler de Dartanyan’ın gözünde âdeta yarı tanrıydı bu iki savaşçı. Liderleriyse yıldırımlarla donatılmış Tanrıların kralı Jüpiter gibiydi.
Treville’in adamlarını çağırması, iki silahşor odaya girip de kapı kapandıktan sonra giriş salonundaki uğultunun yeniden başlamasına sebep olmuştu. Ahali yeni malzeme bulmuştu. Treville çatık kaşlarıyla odanın içinde sessizce gidip gelmeye başladı. Porthos ve Aramis, o sırada geçit törenindeymişçesine sessiz ve dik duruyorlardı. Bir anda ikisinin önünde durdu ve öfkeli bakışlarla onları baştan aşağı süzdükten sonra,
“Kral’ın bana ne söylediğini biliyor musunuz?” diye bağırdı. “Hem de daha geçen gece… Ne söylediğini biliyor musunuz beyler?”
“Hayır.” cevabını veren iki silahşor kısa süreli sessizlikten sonra, “Hayır efendim bilmiyoruz.”
“Ama söyleyerek bizleri şereflendireceğinizi ümit ediyorum.” diye ekledi Aramis en zarif ses tonu ve en asil reveransıyla.
“Bana artık silahşorlerini Mösyö Kardinal’in adamları arasından seçmesi gerektiğini söyledi.”
“Kardinal’in adamları demek! Peki ama neden?” diye sordu Port-hos.
“Ucuz şarabını kaliteli bir şarap katarak canlandırmak istiyor.”
İki silahşor, gözlerinin akına kadar kızardı. Nerede olduğunu bilmeyen Dartanyan yerin dibine girmeyi diledi.
“Evet, evet.” diye devam eden Mösyö de Treville gittikçe daha da hiddetlenerek, “Ve majesteleri haklı. Şerefim üzerine yemin ederim ki silahşorlerin sarayda hiç itibarı yok. Kardinal dün Kral’la satranç oynarken bana rahatsızlık veren teselli edici bir ses tonuyla dedi ki evvelsi gün o lanet silahşorlerin, deli heriflerin – bu sözleri beni daha da rahatsız eden alaycı bir tonla söyledi – o kabadayıların diye ekledi – bu sırada bana kaplan misali bakışlar attı – Ferou Caddesi’ndeki bir meyhanede taşkınlık yaptığını söyledi. (Yüzüme güleceğini sandım!) Kendi adamları taşkınlık yapanları tutuklamak zorunda kalmış. Lanet olsun! Bu konuyla ilgili bir şeyler biliyorsunuzdur. Silahşorler tutuklanmış. Siz de onların arasındaydınız. Siz de! İnkar etmeyin. Sizi tanımışlar. Kardinal isimlerinizi verdi. Ama hepsi benim hatam. Evet hepsi benim hatam!.. Çünkü kendi adamlarımı ben seçtim. Sen Aramis, papaz cübbesi içinde daha iyi görünecekken neden benden üniforma istedin sanki? Sen Porthos gösterişli kılıç kayışında saman sapı mı taşıyorsun? Ve sen Athos. Athos’u göremiyorum. Nerede o?”
Aramis üzgünce cevap verdi, “Kendisi hasta, çok hasta.”
“Çok hasta demek. Ne hastası peki?”
“Çiçek hastalığı olmasından korkuluyor, efendim.” diye cevap verdi konuşmaya dâhil olmak üzere sırasını alan Porthos. “Kesin olan şey yüzünde izler kalacağı.”