
Полная версия
Uğultulu Tepeler
Somurtkan, sabırlı bir çocuğa benziyordu; belki de kötü muamele görmeye alışmıştı. Hindley’in tokatlarına gözlerini kırpmadan, bir damla gözyaşı akıtmadan dayanırdı. Benim çimdiklerime de sanki kimsenin suçu olmadan kazara kendi canını yakmış gibi gözlerini kapayıp bir kere içini çekerek katlanırdı.
İhtiyar Bay Earnshaw, kendi deyimiyle bu “zavallı babasız çocuğa” oğlunun işkence ettiğini, onun da her şeye dayandığını öğrenince deliye döndü. Heathcliff’e karşı garip bir düşkünlüğü vardı. Onun her söylediğine de inanırdı. Şunu da söyleyeyim ki çocuk az konuşurdu ama çoğunlukla da doğruyu söylerdi. Bey, onu Cathy’den daha çok severdi. Hoş, Cathy de babasının gözdesi olamayacak derecede yaramaz, inatçı bir kızdı ya…
Böylece Heathcliff, daha başlangıçta evin içine bir tatsızlık getirmişti. İki yıl sonra Bayan Earnshaw ölünce evin oğlu, babasını bir arkadaş gibi değil, bir zorba gibi; Heathcliff’i de onu baba sevgisinden yoksun bırakıp onun yerini almaya çalışan biri olarak görmeye başlamış, uğradığı haksızlıkları düşüne düşüne de huysuz bir insan olmuş çıkmıştı. Ben, bir süre ona hak verdim ama çocukların hepsi, kızamığa yakalanıp da onların her şeyiyle benim ilgilenmem gerekince fikrim değişti. Heathcliff’in durumu çok tehlikeliydi, hastalığının en ağır zamanlarında benim başından ayrılmamamı istedi; ona büyük bir iyilikte bulunduğumu sanıyor, bu şekilde davranmamın görevim olduğunu aklına bile getirmiyordu besbelli. Her neyse şunu da söyleyeyim, bakıma muhtaç hasta çocukların en uslusu, en söz dinleyeni oydu. Onunla ötekiler arasındaki fark, beni daha tarafsız davranmaya zorladı. Cathy ile ağabeyi beni müthiş yoruyordu; öbürü ise sert yaratılmış olmaktan çok, uysal yaradılışlı olduğu için kuzu gibi sesini çıkarmadan yatıyordu.
Hastalığı yendi. Doktor, bunun büyük ölçüde benim sayemde olduğunu söylüyor, hasta bakıcılığımı övüyordu. Bu sözler beni çok sevindirdi, sayesinde iltifat kazandığım çocuğa karşı da içimde bir yakınlık duymaya başladım. Böylece Hindley, son müttefikini de kaybetmiş oluyordu. Yalnız ben gene de Heathcliff’e fazla düşkün değildim; çoğu kere efendimin bu, hiçbir zaman minnet duygusu beslemeyen somurtkan çocuğa neden bu derece değer verdiğine de akıl erdiremezdim. Kurtarıcısına karşı saygısız davranmazdı; sadece duygusuzdu. Yalnız, Bey’in kalbindeki yerini de bir sözle, bütün ev halkının onun isteğini yapmak için seferber olacağını da pekâlâ bilirdi.
Bir keresinde Bay Earnshaw’nun kasaba panayırından bir çift tay satın alıp her birini oğlanlara hediye ettiğini hatırlarım. Heathcliff hayvanların en güzelini seçmişti ama çok geçmeden tayı topallamaya başlayınca Hindley’e: “Tayını benimkiyle değiştireceksin!” demişti. “Benimki hoşuma gitmiyor. Dediğimi yapmazsan bu hafta içinde beni üç kere kırbaçladığını babana anlatır, kolumun omuzuma kadar nasıl çürüdüğünü gösteririm.”
Hindley, oğlana dilini çıkardı sonra kulaklarına birer tokat patlattı. Heathcliff verandaya doğru koşarken -bunlar ahırda oluyordu-: “Bu işi hemen yapmalısın.” diyordu. “Yapmak zorundasın da! Bu tokatları da anlatırsam onları da faizleriyle ödersin.”
Hindley onu patates, tahıl gibi şeyler tartarken kullanılan demir ağırlıklarla tehdit ederek: “Defol! Köpek!” diye haykırdı.
Heathcliff yerinden kıpırdamadan: “Atsana!” dedi. “Ben de babana o öldükten sonra beni kapı dışarı edeceğini, nasıl böbürlene böbürlene anlattığını açıklayıvereyim de hemen seni kovuversin.”
Hindley demiri fırlattı, Heathcliff’i tam göğsünden vurup yere yıktı ama oğlan hemen, sendeleye sendeleye gene doğruldu. Soluğu kesilmiş, yüzü bembeyaz olmuştu. Ben önlemeseydim, o hâlde doğruca efendisine gidecek, durumuna kimin sebep olduğunu anlatıp öcünü alacaktı.
Hindley: “Öyleyse al tayımı, Çingene!” dedi. “Dilerim Allah’tan, bu hayvana biner de kafanı kırarsın. Al da hayrını görme, dilenci herif! Babama da yaltaklan, nesi var nesi yoksa al, sonra da şeytanın art bacağı olduğunu göster ona. İşte o zaman senin ne mal olduğunu anlasın da beynini dağıtsın!”
Heathcliff, tayı kendi bölmesine götürmek için çözmeye gitmişti… Hindley sözlerini bitirdiği sırada tayın arkasından geçiyordu. Hindley, onu bir itişte ayaklarının dibine yuvarladı, umduğunun gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmadan olanca gücüyle koşup oradan uzaklaştı.
Ben ise çocuğun, kendini toplayıp soğukkanlılıkla eyerleri değiştirmeye; daha başka işler yapmaya koyulmasına, sonra da eve girmeden önce yediği darbenin yarattığı bulantıyı geçirmek için bir kuru ot yığınının üzerine oturmasına şaşmıştım.
Yara berelerinin suçunu, ata yüklemeye onu kolayca razı ettim. O istediğine kavuşmuştu ya, bundan sonra ne denirse denilsin umurunda değildi. Bu gibi olaylardan o kadar az şikâyet ederdi ki onun gerçekten kinci olmadığına inanmaya başlamıştım. Ama siz de göreceksiniz ya, bu konuda tam manasıyla aldandım.
5
Zamanla Bay Earnshaw çökmeye başladı. Aslında çok hareketli, sağlam bir adamdı ama birdenbire takati kesilivermişti; ocakbaşında oturmaya zorlanınca da pek huysuz bir insan olup çıktı. Bir hiç yüzünden sinirleniyor, sözlerinin dinlenmediğinden biraz kuşkulansa küplere biniyordu. Bu hırçınlığı, gözdesine birisi tesir etmek ya da onu hükmü altına almak istediği zamanlar daha da artıyordu. Onun haberi olmadan bir kelime söylenecek diye ödü kopuyor, kıskançlıktan kıvranıyordu. Heathcliff’i seviyor diye herkesin çocuktan nefret ettiği, ona bir kötülük yapmak istediği fikri de nasılsa zihnine saplanmış kalmıştı.
Yalnız, bu da çocuğun aleyhine olmuştu çünkü aramızdaki yufka yürekliler Bey’i üzmemek için çocuğa yakınlık gösteriyorlardı, bu yakınlık gösterisi de çocuğun şımarmasına, böbürlenmesine yol açıyordu. Fakat gene de başka çare yoktu; iki-üç kere babası yakındayken Hindley’in oğlanı azarlamaya kalkması ihtiyar adamı müthiş öfkelendirmişti. Oğlunu dövmek için bastonunu eline almış, vuramayınca da öfkeden tir tir titremişti.
Nihayet bizim köy papazı -o zamanlar küçük Lintonlarla Earnshawlara öğretmenlik edip kendi toprağını sürerek geçimini sağlayan bir papazımız vardı- delikanlının koleje gönderilmesini tavsiye etti, Bay Earnshaw da istemeye istemeye razı oldu:
“Hindley, işe yaramazın biridir.” demişti. “Nereye giderse gitsin adam olmaz.”
Artık rahata kavuşacağımızı canıgönülden umuyordum. Bey’in iyi niyetleri yüzünden fenalık gördüğünü düşünmek bana azap veriyordu. Onun sırf ev halkı arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden çöktüğünü, hastalandığını düşünüyordum. O da bunu böyle biliyordu. Gerçekte ise hastalık, onun çökmekte olan gövdesindeydi.
İki kişi, Bayan Cathy ile Uşak Joseph olmasaydı, her şey bir yana, biz gene iyi kötü geçinir giderdik. Uşağı orada görmüşsünüzdür sanırım. O günlerde, şimdi de öyledir ya, sadece kendisinin doğru düşündüğüne inanan, İncil’i kendine uydurmak için altını üstüne getiren, kötülüklerin hepsini komşularına bırakmak isteyen çekilmez bir softa idi. Vaaz verme huyu ile sözüm ona dindarca konuşmalarıyla Bay Earnshaw’ya büyük ölçüde tesir etmeyi başarmıştı. Bey kuvvetten düştükçe Joseph’in sözü geçerliği de artıyordu.
Hiç insaf etmeden ona ruhunun selameti konusunda, çocuklarına sert muamele etmesi gerektiği hususunda durmadan konuşuyordu. Onu, Hindley’in bir günahkâr olduğuna da inandırmaya çalışıyor, ihtiyarın bu konudaki düşüncelerini körüklüyordu. Her gece aralık vermeden uzun uzun Heathcliff’le Catherine’i kötüleyici hikâyeler anlatmaktan geri kalmıyordu ama bu arada kabahatin daima Catherine’de olduğunu ima ederek Earnshaw’nun duygularını kollamayı da unutmuyordu.
Doğrusu ya, kızın da öyle hâlleri vardı ki bunları hiçbir çocukta görmemişimdir. Günde belki elli kere hatta daha bile fazla, hepimizin sabrını taşırırdı. Aşağıya indiği saatten yatağına yatmak için yukarı çıktığı saate kadar bir muzırlık yapacak diye, bir saniye olsun içimiz rahat etmezdi. Daima neşeliydi, durmadan konuşur, şarkı söyler, güler, onun neşesine katılmayanlara çatardı. Vahşi, ele avuca sığmaz bir şeytandı. Yalnız, bu dolaylarda görülmedik derecede güzel gözleri, tatlı bir gülümseyişi, kıvrak yürüyüşü vardı. Zaten ben onun kötülük yapmak istemediğine inanıyorum; çünkü ne zaman sizi hüngür hüngür ağlatmış olsa yanınızdan ayrılmaz, kendisini rahata kavuşturmak için susmaya sizi zorlardı.
Heathcliff’e de haddinden fazla düşkündü. Ona verebileceğimiz en büyük ceza, Heathcliff’ten ayrı tutmaktı; öyleyken gene de içimizde bu oğlan yüzünden en fazla azar işiten de oydu.
Oyun oynarken evin küçük hanımı olmaktan pek hoşlanırdı, arkadaşlarına sebepli sebepsiz tokatlar atar, emirler yağdırırdı. Bana da öyle yapıyordu ama dayağa da emre de dayanamayacağımı anlamıştı; bunu kendisine de açıkça söylemiştim.
Bay Earnshaw, çocuklarının şakalarından anlamazdı. Onlara karşı daima çok sert, çok ciddi davranırdı. Catherine ise babasının hastalık zamanında öncekinden çok daha öfkeli, sabırsız olmasına bir türlü akıl erdiremiyordu.
Babanın öfkeli çıkışmaları çocuğun onu, daha fazla kızdırmak istemesine yol açar. Cathy bundan bambaşka bir zevk duyardı. Hepimizin birden ona çatması kadar hoşuna giden bir şey de yoktu diyebilirim. Korkusuz bakışlarıyla hepimize meydan okur, cevap yetiştirirdi; Joseph’in sofuca lanetlemelerini alaya alır, bana tuzaklar kurar, babasının en çok nefret ettiği şeyi yapmaktan çekinmezdi. Bu da onun kendi insafsızlığının, Heathcliff üzerinde babasının yufka yürekliliğinden daha büyük bir tesir yarattığına adamcağızı inandırmaktı. Aslında onun insafsızlığı yapmacıktı ama babası bunun doğruluğuna inanmıştı. Oğlanın her istediğini derhâl yerine getirdiğini, babasınınkileri ancak canı isterse yaptığını ispatlamaya bakardı.
Bütün gün akla gelen her kötülüğü yaptıktan sonra bazı geceler, kendini bağışlatmak için uysal bir tavırla sokulurdu.
İhtiyar adam o zaman: “Yo, Cathy…” derdi. “Seni sevemem; sen, ağabeyinden de betersin. Hadi, yavrum git dua et de Tanrı seni bağışlasın. Galiba ananla ben, seni dünyaya getirdiğimize pişman olacağız.”
İlk zamanlar, bu sözler kızcağızı ağlatırdı ama devamlı olarak horlanınca buna alıştı, umursamaz hâle geldi hatta ondan kabahatleri için üzüldüğünü söylemesini, af dilemesini istediğim zamanlarda bana gülüyordu.
En sonunda, Bay Earnshaw’nun dünya üzerindeki dertlerinin sona ereceği zaman da geldi. Bir ekim akşamı, ocağın başındaki koltuğunda otururken sessizce ölüverdi.
Evin çevresinde korkunç bir fırtına esiyor, rüzgâr bacanın içinde uğulduyordu. Rüzgâr sert, çılgın sesler çıkarıyordu ama hava soğuk değildi. Hepimiz de bir aradaydık. Ben, ocaktan biraz uzakta yünümü örmekle meşguldüm. Joseph de masanın yanı başında İncil’ini okuyordu. O zamanlar çoğunlukla uşaklar, işlerini bitirdikten sonra evde otururlardı. Cathy hastaydı, onun için sesi çıkmıyordu; babasının dizine dayanmıştı. Heathcliff de başı Cathy’nin kucağında, yerde yatıyordu.
Bey’in, uyuklamaya başlamadan önce kızının güzel saçlarını okşadığını hatırlıyorum. Pek seyrek de olsa onu, böyle sakin görmekten hoşlanırdı.
“Niye her zaman böyle uslu bir çocuk olmuyorsun, Cathy?” diye sordu.
Cathy başını yukarı kaldırarak güldü.
“Ya sen, babacığım niye her zaman iyi bir insan olamıyorsun?” dedi.
Onun gene kızdığını görür görmez de elini öptü, uyuması için bir şarkı söyleyeceğini bildirdi. Babasının parmakları, onun parmaklarından sıyrılıp başı göğsüne düşünceye kadar çok alçak bir sesle şarkı söyledi. O zaman ben de babasını uyandırır korkusuyla artık susmasını, yerinden kıpırdamamasını tembih ettim. Tam yarım saat, hepimiz çıt çıkarmadan oturduk. Belki daha da oturacaktık ama Joseph, okuduğu duayı bitirip ayağa kalkmış, dua edip yatağına yatması için efendisini uyandıracağını söylemişti. Bir adım ilerledi; efendisini adıyla çağırdı, elini omuzuna değdirdi. Bey kıpırdamıyordu… Joseph, mumu alıp yüzüne baktı.
O mumu, yerine koyarken kötü bir şeyler olduğunu anlamıştım. Çocukları kollarından tutup fısıldayarak, gürültü etmeden yukarı çıkmalarını, o gecelik dualarını kendi kendilerine okuyabileceklerini, Joseph’in işinin olduğunu söyledim. Bizim engel olmamıza kalmadan Catherine, kollarını babasının boynuna doladı.
“Ben önce babama, iyi geceler dileyeceğim.” dedi.
Zavallı yavrucak uğradığı kaybı, derhâl fark etmişti. Avaz avaz bağırdı:
“Ah! Babam ölmüş, Heathcliff… Babam ölmüş!”
İkisi birden yürek paralayıcı bir ağlama tutturdu.
Benim acı çığlıklarım, onlarınkine karışmaktaydı. Joseph, cennetteki azizlerden biri için bu derece feryat etmemizin faydasız olduğunu söylüyordu.
Bana da hemen mantomu sırtıma geçirip doktorla papazı çağırmak için Gimmerton’a gitmemi söyledi. Ben ikisinin de ne işe yarayabileceğini kestirememiştim ama gene de yağmur, rüzgâr altında gittim; bir tanesini, doktoru getirdim. Öbürü de sabahleyin geleceğini söyledi.
Durumu doktora açıklamayı Joseph’e bırakıp çocukların odasına koştum. Kapıları ardına kadar açıktı, vakit gece yarısını geçtiği hâlde hiçbirinin yatmadığını gördüm. Yalnız, biraz daha sakinleşmişlerdi, benim onları yatıştırmama lüzum yoktu. Yavrucaklar, birbirlerini benim hiçbir zaman aklıma gelmeyecek derecede güzel düşüncelerle avutuyorlardı. Hiçbir papaz, cenneti onların çocuksu konuşmalarında anlattıkları kadar güzel tarif edemezdi. Ben de bir yandan hıçkırıp bir yandan onları dinlerken o anda, hep beraber cennette olmayı istemekten kendimi alamadım.
6
Bay Hindley cenaze töreni için eve geldi. Bizi şaşırtan, komşuları da doğru yanlış bir sürü dedikodu yapmaya zorlayan bir şey oldu: Yanında karısını da getirmişti.
Kadın neyin nesiydi, nerede doğmuştu; bunları bize hiç açıklamadı. Belliydi ki kadının parası da doğru dürüst bir ailesi de yoktu; öyle olmasa Küçük Bey, evlendiğini babasından gizlemezdi.
Kadın, kendi hevesleri uğruna evde tedirginlik yaratacak bir kimse değildi. Kapının eşiğinden içeri adımını attığı andan itibaren gördüğü her şeyden, her olaydan hoşlanmışa benziyordu. Yalnız cenaze hazırlığıyla yas tutucuların varlığı, onun hoşuna gitmemişti.
Bu işler sırasında takındığı tavırlara bakınca onun, biraz kaçık olduğunu düşündüm çünkü odasına koşarken o sırada çocukları giydirmem gerektiği hâlde, beni de peşinden sürüklemişti. Odada tir tir titreyerek oturmuş, ellerini ovuştura ovuştura, boyuna: “Daha gitmediler mi?” diye sorup durmuştu.
Sonra da siyah rengin onda nasıl sinirli duygular uyandırdığını anlatmaya başlamıştı. Sonra durakladı, bir an korkuyla titredi, nihayet hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Niye ağladığını sorunca da bilmediğini, yalnız ölmekten pek çok korktuğunu söyledi.
Bana sorarsanız ölüm, ondan en az benden olduğu kadar uzaktı. Epey zayıftı ama dipdiri bir görünüşü vardı, gözleri de pırlantalar gibi parlıyordu. Merdivenleri çıktıktan sonra soluk soluğa kaldığını, küçücük bir gürültüyle titreyip ürperdiğini, bazen de kötü kötü öksürdüğünü fark etmiştim. Yalnız bu belirtilerin neye işaret olduğunu bilmiyordum. Ona acımaya da hiç niyetli değildim. Zaten biz burada genellikle yabancılara pek sokulganlık göstermeyiz Bay Lockwood; onlar önce bize sokulmazsa demek istiyorum.
Hindley Earnshaw, üç yıllık yokluğu sırasında bir hayli değişmişti. Daha solmuş, incelmişti; konuşması da giyinişi de adamakıllı başkalaşmıştı. Daha eve geldiği gün de Joseph’le bana, bundan sonra mutfağın arka bölümüne yerleşmemizi, evi ona bırakmamızı söyledi. Ona kalsa boş küçük odalardan birine halı döşeyecek, duvarlarını kâğıtla kaplatıp bir oturma odası hâline getirecekti ama karısı; beyaz döşemeyi, kocaman ocağı, kalaylı kap kacakları, köpek kulübesini ayrıca oturacakları yerin böyle geniş olmasını pek beğendiğinden Hindley de karısını rahat ettirmek için, bu işlere girişmeye lüzum görmedi.
Genç kadın, yeni akrabaları arasında bir de kız kardeşin bulunmasına başlangıçta pek sevinmiş gibiydi. Catherine’le durmadan çene çalıyor, onu okşuyor, beraberce oraya buraya koşuyor, sık sık da ona hediyeler veriyordu. Derken bu sevgi de çabucak sönüverdi, kadın hırçınlaşınca Hindley de zorbalığa başladı. Karısının Heathcliff’ten hoşlanmadığını belli eden bir-iki sözü, onun çocuğa karşı beslediği eski nefretin gene uyanmasına yetmişti. Küçük Bey, onu kendilerinin yanından ayırıp hizmetçilerin arasına gönderdi, papazdan aldığı derslerden yoksun etti, bunun yerine de çiftliğin işleriyle uğraşmasını emretti, onu bir çiftçi yamağıymış gibi çalışmaya zorladı.
Catherine, kendi öğrendiklerini ona öğretti; tarlalarda onunla oyunlar oynadığı için Heathcliff, bu hakir görülme işini önceleri pek önemsememişti. İkisi de vahşiler gibi kaba birer insan olacağa benziyorlardı. Genç Bey onların davranışlarıyla, yaptıkları işlerle hiç ilgilenmiyordu, çocuklar da ondan uzak durmaya bakıyorlardı. Pazarları kiliseye gidip gitmediklerini bile araştırmazdı ancak Joseph’le papaz, çocukların kiliseye gelmediğini görüp de ona ilgisizliğinden dolayı çıkışırlarsa o da Heathcliff’in kırbaçlanmasını, Catherine’in de öğle ya da akşam yemeğinde aç bırakılmasını emrederdi.
Sabahtan kırlara kaçıp bütün gün orada kalmak, çocukların büyük eğlencelerinden biriydi. Sonradan yiyecekleri cezaya da gülüp geçilecek basit bir şey gözüyle bakıyorlardı. Papaz, Catherine’in İncil’den dilediği kadar bölümü ezberlemesini isteyebilirdi, Joseph de kollarının kuvveti kesilinceye kadar Heathcliff’i dövebilirdi; onlar tekrar bir araya gelir gelmez hiç olmazsa şeytanca bir öç alma tasarlamaya başladıkları an, her şeyi unutuyorlardı.
Ben de birçok kereler çocukların her geçen gün biraz daha kötüye gittiklerini görerek ağlamıştım ama bu dostsuz yaratıklar üzerinde az da olsa sözüm geçiyordu, bunu kaybetmekten korktuğum için bir tek kelime bile söyleyemiyordum.
Bir pazar akşamıydı. Ya çok gürültü yaptıkları için ya da buna benzer basit bir kabahat yüzünden odadan dışarı çıkarılmışlardı. Onları yemeğe çağırmak üzere aradığım zaman hiçbir yerde bulamadım.
Evin üstüne, altına, bahçeye, ahırlara baktık; görünürlerde yoklardı. Nihayet Hindley de öfke içinde, bize kapıları sürgülememizi, o gece kimsenin çocukları içeri almamasını söyledi.
Ev halkı odalarına çekildi; ben ise yatamayacak kadar tasalıydım. Penceremi açtım, yağmura aldırmadan başımı dışarı uzatıp dinlemeye koyuldum. Gelirlerse yasağa rağmen onları içeri almaya kararlıydım.
Biraz sonra, yoldan ayak seslerinin geldiğini duydum. Bahçe kapısının aralığından bir lambanın ışığı sızdı.
Başıma bir şal alıp koştum. Kapıyı vurup Hindley’i uyandırmalarını önlemek istiyordum. Heathcliff yalnızdı. Onu böyle tek başına görünce korkmuştum. Telaşla bağırdım:
“Catherine nerede? Kazaya falan uğramadı ya?”
Heathcliff: “O Thrushcross Çiftliği’nde.” dedi. “Ben de orada kalacaktım ama beni davet etmek nezaketini göstermediler.”
“Eh, öyle bir azar işiteceksin ki!” dedim. “Zaten laf işitmedikçe de rahat edemiyorsunuz bir türlü. Thrushcross Çiftliği’ne kadar gitmenizin sebebi neydi?”
“Önce şu ıslak elbiselerimi çıkarayım, ondan sonra sana her şeyi anlatırım, Nelly.” dedi.
Bey’i uyandırmamaya dikkat etmesini söyledim. O soyunurken, ben de mumu söndürmek için beklerken, Heathcliff hikâyesine devam etti:
“Cathy ile ben, şöyle serbest serbest dolaşmak için çamaşırhaneden dışarı kaçmıştık. Derken çiftliğin ışıklarını gördük. Oraya kadar gidip bir bakmak istedik. Acaba küçük Lintonlar da pazar akşamlarını, anneleriyle babaları ocakbaşında yiyip içip eğlenirlerken köşelerde, titreye titreye mi geçiriyorlar diye merak ediyorduk. Acaba öyle miydi yoksa ilahiler okuyarak evin kâhyasından ders alıp sorularına doğru cevap veremeyince de bir sütun dolusu peygamber adı ezberlemek zorunda mı kalıyorlardı?..”
“Belki de öyle geçirmiyorlardır.” dedim. “Onlar, uslu çocuklar olsa gerek, sizin gibi kabahat işleyip cezayı hak etmiyorlardır elbet.”
“Hadi hadi, saçmalama Nelly! Tepeden parka kadar hiç durmadan koştuk. Catherine yalın ayak olduğu için koşarken helak oldu. Yarın onun ayakkabılarını bataklıkta araman gerekecek. Çalılıkların arasından bir gedik bulup geçtik, dar bir keçi yolundan yürümeye başladık.
Salonun penceresinin altındaki çiçekliğe gizlendik. İçeriden ışık geliyordu; panjurları henüz kapamışlardı, perdeler de yarı yarıya çekiliydi. İkimiz de eşiğin üzerinde durup pencerenin çıkıntısına asılarak içeriyi seyredebiliyorduk. Ah, içerisi çok güzeldi! Kırmızı halıyla kaplı çok güzel bir yerdi… Üzerleri kırmızı kumaşla kaplı koltuklar, masalar, kenarları sarı yaldızla kaplı bembeyaz bir tavan, ortasında da aşağıya doğru gümüş zincirlerle cam sağanağı hâlinde sarkan bir avize. İşte böyle, insanın gözlerini kamaştıran bir yer. İhtiyar Bay Linton’la Bayan Linton orada değillerdi; salon, Edgar ile kız kardeşine kalmıştı. Onların mutlu olmaları gerekmez mi? Biz olsak kendimizi cennette sanırdık… Şimdi de tahmin et bakalım, senin cici çocukların ne yapıyorlardı? Isabella, -yanılmıyorsam on bir yaşında var, Cathy’den bir yaş küçük- odanın bir köşesinde kendini yere atmış sanki büyücüler vücuduna kızgın iğneler sokuyormuş gibi avaz avaz bağırıyordu. Edgar da ocağın başında durmuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Masanın ortasında da küçük bir köpek vardı, o da kuyruğunu sallaya sallaya havlıyordu. İkisinin durmadan birbirini suçlamasından anladık ki az kalsın hayvanı aralarında ikiye biçeceklermiş. Budalalar! Onların da eğlenceleri buydu işte. Bütün kavgaları, bir tutam sıcacık tüyü hangisi önce tutacak diye tartışmaktan çıkmış. İkisi de bunu önce kendisi yapmak için çırpınmış ama sonradan da vazgeçtikleri için ağlamaya koyulmuşlar. Bu ana kuzularıyla bir güzel alay ettik. Catherine’in istediği bir şeyi, benim almaya kalkıştığımı hiç gördün mü? Ya da birimiz odanın bir köşesinde, öbürümüz öteki köşesinde ağlayıp sızlamakla vakit geçirdiğimizi gören var mı? Bana binlerce hayat bağışlasalar buradaki durumumu, Thrushcross Çiftliği’nde Edgar Linton’ın yeriyle değişmeye razı olmam. Hatta Joseph’i evin en üst katından aşağıya atmak, evin cephesini Hindley’in kanıyla boyamak fırsatını bile verseler.”
“Sus bakayım!” diye onun sözünü kestim. “Catherine’in neden orada kaldığını bana hâlâ anlatmadın, Heathcliff.”
“Güldük dedim ya!” diye cevap verdi. “Lintonlar bizim sesimizi duymuşlar, ikisi birden ok gibi kapıya koştu. Derken önce bir sessizlik oldu, sonra da bir feryattır koptu: ‘Ah, anne, anne! Ah, anne! Gelin buraya. Ah, baba ah!’ diye haykırmaya başladılar. Biz de onları biraz daha korkutmak için daha korkunç sesler çıkarmaya başladık ama birisinin sürgüleri çektiğini duyunca kendimizi aşağıya attık. Hemen kaçmamızın doğru olacağını düşünüyorduk. Ben Cathy’yi elinden tutmuş, hızlanmaya zorluyordum birdenbire yere yıkılıverdi. ‘Kaç, Heathcliff, kaç!’ diye fısıldadı. ‘Köpeği ardımızdan salmışlar, o da beni yakaladı.’
O yezit, Cathy’yi ayak bileğinden yakalamıştı, Nelly. Korkunç hırıltılarını da duyuyordum. Cathy bağırmadı, hayır. Azgın bir boğanın boynuzuna takılmış bile olsa böyle bir şey yapmayı küçüklük sayardı. Ama ben haykırdım. Hristiyanlık dünyasındaki zebanilerin hepsini bir anda yok etmeye yetecek kadar lanet yağdırdım. Sonra bir taş alıp köpeğin ağzına soktum, olanca gücümle boğazından aşağıya itmeye çalıştım. Derken hayvan gibi bir uşak, elinde feneriyle göründü. ‘Sıkı tut Skulker, sıkı tut!’ diye bağırdı.”
“Sonra, Skulker’ın ne yakaladığını görünce sesi değişti. Köpeğin soluğu kesilmişti, koca pembe dili bir karış dışarı sarkmıştı, dudaklarında köpük köpük kanlı salya vardı.
Adam Cathy’yi kaldırdı. Kız bayılacak gibiydi; korkudan değil, acıdan. Adam onu içeri götürdü; ben de lanetler, küfürler savurarak arkalarından gittim.
Linton, kapının ağzından: ‘Ne avladınız, Robert?’ diye sordu. Uşak: ‘Skulker küçük bir kız yakaladı, efendim.’ dedi. Sonra: ‘Burada bir de oğlan var.’ diyerek beni kolumdan tuttu. ‘Tıpkı bir sokak köpeğine benziyor. Haydutlar herkes uyuduktan sonra, bunları pencereden içeri sokup kapıları açtırabilirlerdi pekâlâ. Böylece de bizi kolayca öldürebilirlerdi. Tut çeneni, ağzı bozuk hırsız yamağı! Sen bunun hesabını, darağacında vereceksin!’ diyordu. Sonra: ‘Bay Linton, sakın silahınızı bir yana bırakayım demeyin.’ dedi. İhtiyar budala da: ‘Hayır, bırakmam, Robert.’ dedi. ‘Bu alçaklar, dün benim kira toplama günüm olduğunu biliyorlardı; beni kurnazca yakalamak istediler. Gelin içeri; onlara güzel bir ziyafet çekeceğim. Hadi, John sen kapıların zincirlerini tak. Skulker’a biraz su ver, Jenny. Bir yargıcı evinde, hem de kutsal günde, soymak ha? Bunların hiç utanmaları yok mu? Mary, şuraya bak! Korkma canım, alt tarafı bir çocuk ama yüzünden kötülük akıyor. İçinden geçenleri yapmaya kalkışmadan bunu hemen asıvermek memlekete de bir iyilik olmaz mı?’ ”
“Beni avizenin altına çekti. Bayan Linton gözlüğünü taktı, ellerini dehşet içinde havaya kaldırdı. Ödlek çocuklar da yaklaşmışlardı. Isabella peltek peltek: ‘Ne korkunç şey!’ dedi. ‘Onu mahzene kapat, baba. Tıpkı benim terbiyeli sülünümü çalan falcının oğluna benziyor, değil mi, Edgar?’
Onlar beni tepeden tırnağa süzerlerken Cathy de göründü. Son konuşmayı duymuş, gülüyordu. Edgar Linton, onu meraklı meraklı şöyle bir süzdükten sonra çok şükür, tanıdı. Biliyorsun, başka yerde pek karşılaşmasak bile kilisede karşılaşıyoruz onlarla. Annesine: ‘Earnshawların kızı bu.’ diye fısıldadı. ‘Bak, köpek onu nasıl da ısırmış… Ayağı nasıl da kanıyor!’ Annesi: ‘Earnshawların kızı mı dedin? Olamaz!’ diye bağırdı. ‘Öyle bir kız, bir Çingene çocuğuyla kırda, bayırda dolaşır mı hiç! Ama dur bakayım, bu çocuk yas elbiseleri giymiş. Evet, öyle… Ömrü boyunca da topal kalabilir.’