bannerbanner
Uğultulu Tepeler
Uğultulu Tepeler

Полная версия

Uğultulu Tepeler

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 7

Bay Linton, beni bırakıp Catherine’e dönmüştü. ‘Ağabeyinin dikkatsizliğine, ilgisizliğine de diyecek yok!’ diye haykırdı. ‘Shielders’tan duyduğuma göre…’ Shielders dediği bizim papaz. ‘…Ağabeyi kızın tam bir putperest gibi yetişmesine göz yumuyormuş. Ama bu da kim? Kız bu arkadaşı nereden buldu? Ha, anladım. Komşumun vaktiyle Liverpool’da bulup getirdiği çocuk bu, kalıbımı basarım! Ya Hint ya da Amerika’dan, belki de İspanya’dan sürülmüş bir yumurcak.’

İhtiyar kadın: ‘Kimin nesi olursa olsun, kötü bir çocuk!’ dedi. ‘Kendini bilen derli toplu bir aileye yakışmaz. Konuşmasına dikkat ettin mi, Linton? Söylediği sözleri çocuklarımın da işittiklerini hatırladıkça aklım başımdan gidiyor.’

Yeniden küfretmeye başladım -kızma bana sakın, Nelly- onun için de Robert’ın beni alıp götürmesi emredildi. Ben Cathysiz yerimden kıpırdamak istemiyordum. Beni zorla bahçeye sürükledi, elime feneri tutuşturdu, yaptıklarımı Bay Earnshaw’ya anlatılacağını söyledikten sonra, yürümemi emretti, arkamdan kapıyı güzelce kapadı.

Pencerenin perdesi, hâlâ bir köşeye toplanmış duruyordu, ben gözetleme işine yeniden başladım çünkü Catherine dönmek isteyip de onu dışarı bırakmazlarsa o koca camları milyonlarca parçaya bölmeye kararlıydım. Catherine, sessiz sessiz kanepede oturuyordu. Bayan Linton, gezi için sütçü kadından aldığımız kurşuni pelerini Catherine’in üzerinden çekti çıkardı. Bir yandan da başını sallıyor, ona çıkışıp duruyordu. Catherine genç bir hanımefendiydi, ona karşı takındıkları tavırla bana karşı takındıkları tavır arasında mutlaka büyük bir fark olmalıydı. Derken bir hizmetçi bir tas dolusu ılık su getirdi, Catherine’in ayağını yıkadı. Bay Linton da bir ilaç hazırladı. Isabella kucağına bir tabak bisküvi boşalttı. Edgar ise ağzı bir karış açık, uzaktan olanları seyre dalmıştı. Daha sonra Catherine’in o güzel saçlarını kurulayıp taradılar, bir çift kocaman terlik verdiler, ocakbaşına götürdüler. Onu bıraktığımda pek neşeliydi; bisküvilerini ara sıra burnunu sıktığı küçük köpek Skulker ile arasında pay ediyordu. Böylece Lintonların da boş bakışlı mavi gözlerinde, neşe pırıltıları yaratmıştı. Onu budalaca bir hayranlık içinde seyrettiklerini gördüm. Cathy, onlardan öylesine üstün görünüyordu ki… Zaten o, dünyada herkesten üstündür, öyle değil mi Nelly?”

Oğlanın üstünü örtüp ışığı söndürürken: “Bu işin sonunda senin sandığından daha büyük şeyler çıkacak.” dedim. “Sen adam olmazsın, Heathcliff. Bay Hindley de sana kim bilir daha neler yapacak, göreceksin.”

Sözlerim ne yazık ki pek doğru çıktı. Uğursuz serüven, Earnshaw’yu küplere bindirmişti. Ertesi gün Bay Linton, işleri düzeltmek için bizi görmeye geldi. Bizim Küçük Bey’e ailesini çekip çevirme konusunda öyle bir ders verdi ki Bey, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi.

Heathcliff’i kırbaçlamadılar ama Catherine’le bir kelime bile konuşursa hemen kapı dışarı edileceğini söylediler. Bayan Frances Earnshaw da görümcesine gerektiği gibi göz kulak olma işini üzerine aldı, yalnız bu işi zor kullanarak değil, tatlılıkla yapacaktı; zaten zor kullanmaya kalksa hiçbir şey yapamazdı.

7

Cathy, Thrushcross Çiftliği’nde Noel’e kadar, yani beş hafta kaldı. Bu süre içinde ayak bileği tamamıyla iyileşmiş, hâli hareketi de hayli düzelmişti. Hanım da onu, sık sık görmeye gidip güzel elbiselerle, benliğini okşayacak sözlerle onda kendine karşı güven uyandırarak onu yeniden kendine getirme işine girişmişti. Cathy de bunu seve seve kabul etmişti. Öyle ki evden içeri koşarak hepimizin soluğunu kesecek bir telaşla giren başı açık, küçük yabani yerine, pek ağırbaşlı bir hanımefendi geldi. Yağız bir midilliden inerken kestane rengi bukleleri; tüylü, kunduz kürklü şapkasından iki yana sarkıyordu. Üzerindeki binici elbisesinin uzun eteklerini, iki eliyle tutmak zorunda kalmıştı.

Hindley, sevinçle haykırarak onu attan indirdi:

“Aman Cathy, ne kadar güzelleşmişsin! Seni az kalsın tanımayacaktım. Şimdi tam bir hanımefendiye benzemişsin. Isabella Linton onunla mukayese edilemez bile değil mi, Frances?”

Hindley’in karısı cevap verdi: “Isabella’da onun doğal üstünlüğü yok ki!” dedi. “Yalnız, burada gene o eski yırtıcılığına dönmemeye dikkat etmesi gerekir. Catherine’in soyunmasına yardım et, Ellen. Dur şekerim, buklelerin bozulacak, şapkanı ben çıkarıvereyim.”

Kızın uzun etekli binici kıyafetini ben çıkardım, altından pırıl pırıl parlayan kareli ipekli kumaştan bir bluz, beyaz golf pantolon ve cilalı çizmeler göründü. Onu karşılamaya koşuşan köpeklere sevinçten parlayan gözlerle baktığı hâlde o güzelim elbiseleri kirlenir korkusuyla hayvancağızlara dokunmadı bile…

Beni de çekine çekine öptü çünkü Noel pastasını yaparken una bulanmıştım; bana sarılması doğru olmazdı. Sonra etrafına bakınıp Heathcliff’i aradı. Bay ve Bayan Earnshaw, iki arkadaşı ayırma işinin başarıya ulaşıp ulaşmayacağını bir dereceye kadar anlayabilmek için, onların karşılaşmalarını bekliyorlardı.

Heathcliff’i hemen bulmak çok güç oldu. Catherine gitmeden önce ona bakılmamış, ilgi gösterilmemişse kızın yokluğunda bu ilgisizlik, on kat daha artmıştı.

Benden başka hiç kimse ona pis bir çocuk olduğunu söylemek, haftada bir kere yıkanmasını hatırlatmak iyiliğinde bulunmuyordu; onun yaşındaki çocukların da sabunu, suyu kendiliğinden sevdikleri pek nadir görülür. Bu yüzden üç aydan beri giydiği elbiseleri, tarak girmemiş gür saçları bir yana, eli, yüzü de acınacak derecede kirliydi. Kendisine benzeyen kaba saba bir kızın gelmesini beklerken eve kibar, pırıl pırıl bir hanım kızın girdiğini görünce divanın arkasına gizlenmeyi uygun bulmuştu.

Cathy, eldivenlerini çekip iş yapmadan evde oturmak yüzünden bembeyaz olan ellerini gözler önüne sererken: “Heathcliff yok mu?” diye sordu.

Hindley, oğlanı o berbat hâliyle ortaya çıkarmakla nasıl küçük düşüreceğini düşünerek sevinçle bağırdı:

“Heathcliff, ortaya çıkabilirsin. Buraya gel de öteki uşaklar gibi sen de Catherine’e hoş geldin de!”

Cathy, arkadaşının gizlendiği yerden çıktığını görünce koşup onunla kucaklaştı. Yanaklarını bir saniyede yedi-sekiz kere öptü. Sonra durakladı, biraz gerileyip bir kahkaha attı:

“Ayol, sen kapkara olmuşsun böyle! Ne de öfkeli görünüyorsun! Çok tuhafsın… Çok da durgunsun… Ama ben Edgar’la Isabella Linton’a alıştığım için seni böyle görüyorum besbelli. E, Heathcliff, beni unuttun mu yoksa?”

Kız bu soruyu sormakta haklıydı çünkü utanç ve gurur oğlanın yüzündeki kasvetli ifadeyi iki kat arttırmış, kıpırdamasına imkân bırakmamıştı.

Hindley sanki büyük bir alçak gönüllülük gösterisinde bulunuyormuş gibi: “Tokalaşabilirsin, Heathcliff.” dedi. “Arada bir olmak şartıyla, buna izin var.”

Çocuk nihayet konuşma gücünü bularak: “Hayır.” diye söylendi. “Tokalaşmayacağım. Burada durup beni alaya almalarına meydan bırakmayacağım. Hayır, buna gelemem!”

Hemen aralarından sıyrılacaktı ama Cathy onu gene yakaladı.

“Ben seninle alay etmek istemedim ki…” dedi. “Yalnız kendimi tutamadım. Heathcliff, hiç olmazsa elini ver. Niye kızdın sanki? Sadece, gözüme tuhaf göründün… Yüzünü yıkayıp saçlarını fırçalarsan mesele kalmaz. Ama o kadar da kirlisin ki!”

Parmakları arasında tuttuğu o kapkara ele, bu elin değip de kirlenmesinden korktuğu elbiselerine düşünceli düşünceli baktı.

Heathcliff onun bakışlarını görmüştü.

“Bana dokunman şart değil ki…” dedi ve elini kızın elinden hızla çekti. “Ben canımın istediği kadar kirli olacağım, kirli olmaktan hoşlanıyorum, hep de kirli kalacağım!”

Bundan sonra hızla odadan dışarı çıktı. Bey’le hanım, buna pek sevinmişti. Catherine ise sözlerinin niçin böyle bir öfke gösterisine sebep olduğuna akıl erdiremediği için çok üzgündü.

Evine dönen Küçük Hanım’a oda hizmetçiliği yapıp pastaları fırına koyduktan, evin ve mutfağın ocaklarını Noel gününe yakışacak şekilde yaktıktan sonra, oturup Noel ilahileri söyleyerek kendi kendime eğlenmeye başladım. Joseph, bu ilahileri neşeli şarkılardan farksız bulduğunu söylüyordu ama ben buna hiç aldırmadım.

Joseph de dua etmek için odasına çekilmişti. Bay ve Bayan Earnshaw, küçük Lintonlara yaptıkları iyilikleri karşılamak için aldıkları cicili bicili hediyeleri göstererek Küçük Hanım’ı oyalamaya çalışıyorlardı.

Küçük Lintonlar ertesi gün için Uğultulu Tepeler’e davet edilmişler, bu davet de bir şartla kabul edilmişti: Bayan Linton sevgili yavrularının o yaramaz, küfürbaz çocuktan uzak tutulmalarına özellikle dikkat edilmesini istiyordu.

Bu durumda, ben yalnız kalmıştım. Pişmekte olan yemeklerin güzel kokuları burnuma geliyordu; pırıl pırıl parlayan mutfak kaplarını, defne dallarıyla süslü mutfak saatini, akşam yemeğinde köpüklü birayla doldurulmaya hazır tepside dizili duran gümüş bira dublelerini, bunların hepsinden daha önemlisi, hamaratlığımın aynası gibi pırıl pırıl parlayan döşemeyi hayran hayran seyrediyordum.

İçimden her şeyi ayrı ayrı alkışlıyordum. Birdenbire vaktiyle işler bittikten sonra ihtiyar Earnshaw’nun içeri girişini, Noel harçlığı olarak avucuma para sıkıştırışını hatırlayıverdim. Derken onun Heathcliff’e karşı aşırı düşkünlüğü, kendi öldükten sonra onun bakımsız kalacağından yana tasalanması aklıma geldi; bu da zavallı yavrucağın içinde bulunduğu durumu düşünmeme sebep oldu elbette. Şarkı söylerken ağlamaya başladım. Arası çok geçmeden de oğlanın uğradığı haksızlıklar için gözyaşı dökmektense bunları, biraz olsun gidermeye çalışmanın daha doğru olacağını düşündüm. Yerimden kalktım, onu bulmak için taşlığa çıktım.

Oğlan uzakta değildi; onu ahırdaki yeni atı tımar ederken, hayvanlara her zamanki yemlerini verirken buldum.

“Çabuk ol, Heathcliff!” dedim. “Mutfak çok rahat… Joseph de yukarıda, elini çabuk tut da Küçük Hanım aşağıya inmeden seni bir güzel giydireyim. Sonra da ocağın karşısında onunla baş başa oturup yatma vakti gelinceye kadar, uzun zaman çene çalabilirsiniz.”

İşine devam etti, başını bir kere olsun benden yana çevirmedi.

“Hadi geliyor musun?” diye bir daha sordum. “İkinize de birer küçük pasta var, bu da size yeter sanırım. Hazırlanman da yarım saat sürer.”

Beş dakika bekledim, cevap alamayınca ben de bırakıp gittim.

Catherine, akşam yemeğini ağabeyiyle ve yengesiyle yedi. Joseph’le ben de kavgalı, patırtılı, huzursuz bir yemek yedik. Onun pastasıyla peyniri ise periler gelip yesinler diye bütün gece masanın üzerinde durdu. Dokuza kadar işiyle oyalandı; sonra, hiç kimseye bir şey söylemeden asık suratla odasına çekildi.

Cathy, gece geç vakitlere kadar oturdu. Yeni arkadaşlarına vereceği ziyafet için bir sürü hazırlık yapması gerekmişti. Bir kere de eski arkadaşıyla bir-iki kelime konuşmak için mutfağa uğradı ama o gitmişti. Kız da sadece arkadaşının nesi olduğunu sorup geri döndü.

Ertesi sabah, oğlan erken kalktı. Tatil olduğu için, dertli başını alıp kırlara çıktı. Ev halkı, kiliseye gidinceye kadar da ortalıkta görünmedi. Oruç tutmak, düşünmek ona iyi gelmişti. Bir süre çevremde dolaştıktan sonra cesaretini toplayıp birdenbire şöyle dedi:

“Bana çekidüzen ver, Nelly. Artık düzelmek istiyorum.”

“Geç bile kaldın, Heathcliff.” dedim. “Catherine’i de üzdün. Bana sorarsan kız eve döndüğüne de pişman oldu. Galiba, onunla senden daha çok ilgilendikleri için de onu kıskandın.”

Catherine’i kıskanmak onun anlayamadığı bir duyguydu ama onu üzmek meselesine, pekâlâ aklı yatmıştı.

Gayet ciddi bir tavırla: “Üzüldüğünü mü söyledi?” diye sordu.

“Bu sabah senin gene gittiğini söylediğim zaman ağladı.”

“E, dün gece de ben ağladım.” diye karşılık verdi. “Hem benim ağlamam için de onunkinden çok sebep vardı.”

“Evet, gururlu bir kalple, bomboş mideyle yatağa yatmanın sebebi vardı. Gururlu insanlar, kendi başlarına dert açarlar. Ama alınganlığından utandıysan o gelince hemen özür dilemelisin. Yukarı çıkıp onu öpmelisin, demelisin ki… Ne demen gerektiğini sen daha iyi bilirsin. Yalnız, bunları içinden gelerek söylemelisin. Şık elbisenin, onu yabancı bir insan yaptığını gördüğün için böyle yapıyormuş gibi davranmamalısın. Şimdi de yemeği hazırlamam gerektiği hâlde, ne yapıp yapıp seni şıklaştırmaya çalışacağım. Öyle bir hâle geleceksin ki senin yanında Edgar Linton, yapma bir bebek gibi kalacak, zaten de öyle ya… Ondan daha küçüksün ama bence sen ondan daha uzun boylusun, omuzların da iki misli daha geniş; bir çırpıda onu yere serebilirsin. Bunu yapabileceğine senin de aklın yatmıyor mu?”

Heathcliff’in yüzü, bir an için aydınlandı; sonra yeniden bulutlanıverdi, içini çekti:

“İyi ama Nelly, ben onu yirmi kere de yere sersem onun yakışıklılığına halel gelmez, ben de daha çok yakışıklı olamam. Keşke saçlarımın rengi açık, tenim beyaz olsaydı, onun kadar güzel giyinip kibar davranabilseydim, onun gibi benim de günün birinde zengin olma ihtimalim bulunsaydı.”

“Bir de her fırsatta, ‘Anneciğim, anneciğim!’ diye ağlayabilseydin.” dedim. “Bir köylü çocuk, sana yumruğunu gösterir göstermez korkudan tir tir titremeye başlasaydın, birazcık yağmur yağdı diye bütün gün eve kapanmayı âdet edinseydin, değil mi? Aman, Heathcliff pek kötümser görünüyorsun. Aynanın önüne gel de sana neler istemen gerektiğini göstereyim. Gözlerinin arasındaki iki çizginin, yay gibi kıvrık olacak yerde, üstlerinden basılmış gibi dümdüz duran gür kaşlarının, şeytanın casusları gibi derine gömülüp pencerelerini bir kere bile açmadan altına gizlenen bir çift kara cinin farkında mısın? Şu kederli kırışıkları düzeltmeyi, kaşlarını içtenlikle kaldırmayı; cinleri de güven dolu, hiçbir şeyden kuşkulanmayan, tasalanmayan, her yerde dostlar gören birer melek hâline getirmeyi istemeli, öğrenmelisin. Yediği her tekmeyi nimet sayar gibi göründüğü hâlde tekmeyi atandan da bütün dünyadan da nefret edip küfürler yağdıran adi bir köpeğe benzememelisin.”

“Yani Edgar Linton’ın iri mavi gözlerine, geniş alnına sahip olmayı mı istemeliyim?” diye sordu. “Bunu istemesine istiyorum ama istemek, onları elde etmemi sağlamıyor ki…”

“Kapkara bir insan bile olsan temiz kalp, güzel yüzü kazanmanı sağlar, oğulcağızım. Kötü bir kalp ise en güzel yüzü bile çirkinden daha beter yapar. Şimdi yıkanmayı, taranmayı; homurdanmayı bitirdiğimize göre söyle bakalım, kendini daha yakışıklı bulmuyor musun? Bence öylesin. Tanınmamak için kıyafet değiştirmiş bir prense benziyorsun. Hem kim bilir belki de baban, Çin imparatoru, annen de bir Hint prensesiydi, her birinin bir haftalık geliri Uğultulu Tepeler’le Thrushcross Çiftliği’ni satın almalarına yeterdi. Seni de o kötü denizciler kaçırıp İngiltere’ye getirmiş olamazlar mı sanki? Ben, senin yerinde olsam asil bir kimse olarak doğduğuma inanır, bu inançla da küçük bir çiftlik sahibinin heveslerine direnme cesaretini kazanırdım.”

Böylece gevezeliğe devam ettim. Zamanla, Heathcliff’in de yüzündeki keder kayboldu, çok tatlı bir hâl almaya başladı. Derken yokuşu çıkıp avluya giren bir arabanın tangırtısı konuşmamızı yarım bıraktırdı.

Tam zamanında o, pencereye ben de kapıya koştuk. Lintonların; pelerinler, kürkler içinde aile arabalarından, Earnshawların da atlarından inişlerini seyrettik. Earnshawlar kışın kiliseye çoğu vakit atla giderlerdi. Catherine çocukların ikisini de ellerinden tuttu, eve aldı, doğruca ocağın başına götürdü. Çocukların beyaz yüzlerine hemen renk gelmişti.

Ben de yanımdakine, hemen gidip onlara güler yüzlülüğünü göstermesini söyledim, o da hevesle bu emri yerine getirdi ama aksilik bu ya, o bir yandan mutfağın kapısını açmaya çalışırken Hindley öbür yandan kapıyı açıverdi, karşı karşıya geldiler. Bey, onu böyle temiz ve neşeli görünce titizlendi belki de Bayan Linton’a verdiği sözü tutmuş olmak için ani bir hareketle çocuğu geriye itti. Öfkeli öfkeli Joseph’e: “Bu çocuğu odaya yaklaştırma, yemeğin sonuna kadar tavan arasında kalsın. Yoksa bir dakika onlarla yalnız kalırsa pastaları avuçlayıp meyveleri çalmaya kalkışır!” diye söylendi.

Ben de: “Hayır, efendim yanılıyorsunuz.” diye karşılık vermeden edemedim. “O hiçbir şeye dokunmaz… Böyle bir şey yapmaz… Hem bana kalırsa dünya güzelliklerinden payını almak bizler kadar onun da hakkıdır.”

Hindley bağırdı:

“Hava kararmadan önce onu bir kere daha aşağıda yakalarsam, elimin payını alacak! Defol, serseri! Vay, şimdi de sıra züppeliğe mi geldi? Dur bak, ben o fiyakalı bukleleri bir yakalayayım da gör, nasıl çeke çeke uzatacağım!”

Küçük Linton, kapıdan süzülerek: “Zaten bukleler yeteri kadar uzun.” diye söze karıştı. “Acaba başını ağrıtmıyorlar mı? Tay püskülü gibi gözlerinin üstüne düşmüşler.”

Çocuk bu sözleri, ötekine hakaret olsun diye söylememişti ama Heathcliff’in sert tabiatı daha o zaman kendine rakip gördüğü için nefret ettiği bir kimsenin, küstahlığına katlanmasına imkân bırakmıyordu. Elinin altına ilk gelen şeyi, sıcak elma ezmesi dolu bir kâseyi, tuttuğu gibi çocuğun yüzüne fırlattı. O da öyle bir feryat kopardı ki Catherine’le Isabella telaş içinde oraya koştular.

Hindley Earnshaw suçluyu hemen yakalayıp odasına götürdü, orada da öfkesini bastırmak için bir hayli çaba harcamış olmalı ki yüzü kıpkırmızı, soluğu kesilmiş bir hâlde geri döndü. Ben de bulaşık bezini aldım, lafa karıştığı için bu cezayı hak etmiş olduğunu düşündüğüm Edgar’ın yüzünü, gözünü temizlemeye koyuldum. Kız kardeşi evlerine gitmek için ağlamaya başladı, Cathy de hepimiz adına çok utanmış ve üzülmüştü.

Edgar Linton’a: “Onunla konuşmamalıydın!” diye çıkıştı. “Öfkesi üstündeydi, şimdi sen ziyaretin tadını kaçırdın, onu da kırbaçlayacaklar. Ben ise onun kırbaçlanmasını hiç istemem. Yemek de yiyemeyeceğim. Onunla niçin konuştun, Edgar?”

Çocuk, elimden kurtulup yüzünü mendiliyle temizlemeye devam ederek: “Ben konuşmadım.” diye hıçkırdı. “Onunla bir kelime bile konuşmayacağıma anneme söz vermiştim, konuşmadım da.”

Catherine de kızgın kızgın: “Öyleyse ağlama!” dedi. “Ölmedin ya… Hadi, bir daha kötülük etme. Ağabeyim de geliyor. Kes sesini! Sen de sus, Isabella… Sana bir kötülük yapan oldu mu?”

Hindley, telaşla içeri girerek: “Hadi bakayım çocuklar, yerlerinize dönün!” diye bağırdı. “Bu canavar çocuk, beni iyice kızdırdı. Bir dahaki sefere de kendi yumruklarınla işini halledersin, Edgar. Hem iştahın da açılır…”

Küçükler, muhteşem ziyafet karşısında tekrar eski havalarını buldular. Araba yolculuğu onları acıktırmıştı, büyük bir zarara da uğramadıkları için kolayca avundular.

Hindley Earnshaw güzel yemekleri tabaklara tepeleme dolduruyordu, evin hanımı da neşeli konuşmalarıyla masayı şenlendiriyordu. Ben hanımın sandalyesinin arkasında ayakta beklerken Catherine’in kupkuru gözlerle, hiçbir şeye aldırmadan önündeki kazın kanadını kesmeye çalıştığını üzüntüyle seyrettim.

Kendi kendime: “Düşüncesiz, duygusuz bir çocuk…” diyordum. “Eski oyun arkadaşının üzüntülerini nasıl da kolayca aklından çıkarabiliyor! Ben, onun bu derece bencil olduğunu hiç sanmazdım.”

Catherine bir lokmayı dudaklarına götürdü, sonra gene tabağa bıraktı. Yanakları kızarmış, gözyaşları yüzünden aşağıya süzülmeye başlamıştı. Duygularını gizlemek için kasten çatalını yere düşürdü, hemen masa örtüsünün altına eğildi. Böylece ona duygusuz demem uzun sürmedi çünkü bütün gün, cehennem azabı çektiğini, yalnız kalıp evin beyi tarafından odasına kilitlenen Heathcliff’i görebilmek için imkânlar araştırdığını anlamıştım. Heathcliff’in hapsedildiğini de ona, kendi elimle hazırladığım yemekleri vermek isteyince öğrendim.

Akşama dans vardı. Cathy, Isabella’nın kavalyesi olmadığından Heathcliff’in, dans saatinde serbest bırakılması için yalvardı ama gayretleri boşa çıktı, bu isteği yerine getirilmedi, kavalye noksanını da benim tamamlamam kararlaştırıldı.

Dansın heyecanı içinde bütün üzüntülerimizi unuttuk. Hele Gimmerton bandosunun da gelişiyle neşemiz büsbütün arttı. On beş kişilik bandoda şarkıcılardan başka bir trompet, klarnetler, bombardonlar, borular, bir de basviyola vardı. Bunlar hep Noel yortusunda tanınmış ailelerin evlerini dolaşıp bahşiş toplarlardı; onları dinlemek de bizler için başlıca eğlenceydi. Her zamanki ilahiler söylendikten sonra şarkılara, çok sesli havalara geçildi. Bayan Earnshaw müziği severdi; onun için, bandocular da bol bol çaldılar.

Catherine de müziği severdi ama merdivenin en üst basamağından daha iyi dinlediğini ileri sürerek karanlıkta yukarı çıktı; ben de peşinden gittim. Aşağıda evin kapısını kapamışlardı, bu kalabalıkta da bizim yokluğumuzu fark etmelerine imkân yoktu. Catherine merdivenlerin üst basamağında durmadı, daha yukarı gitti, Heathcliff’in hapsedildiği tavan arasına çıkıp ona seslendi. Heathcliff, bir süre karşılık vermemekte ayak diredi ama sonunda Küçük Hanım, onu tahtaların arasından konuşmaya zorladı. Şarkıların kesilip şarkıcıların bir şeyler yiyip içmek için büfeye gidecekleri ana kadar zavallı yavrucaklar rahat rahat konuşsunlar diye hiç ses çıkarmadan bekledim. Sonra Küçük Hanım’ı uyarmak için merdiveni tırmandım.

Onu, dışarıda bulacağımı sanırken içeriden geldiğini duydum. Küçük maymun kiremitlikteki kapancaların birinden ötekine geçerek içeriye girmişti, onu dışarı çıkarmam da çok zor oldu. Heathcliff’i de yanında getirmişti. Küçük Hanım onu ille mutfağa götürmemi istedi. Kapı yoldaşım da “şeytan ilahileri” dediği şarkılarımızı duymamak için komşuya gitmişti. Onlara dalaverelerine hiçbir zaman alet olmayacağımızı söyledim ama küçük mahluk, bir önceki öğle yemeğinden beri ağzına bir lokma koymadığı için bir kerelik onun, Hindley’i aldatmasına ses çıkarmayacağımı bildirdim.

Oğlan, aşağıya indi. Ocakbaşına bir iskemle çekip onu oturttum, türlü türlü yiyecekler verdim fakat çocukcağız hastaydı, pek az yemek yiyebildi. Onu eğlendirmek için sarf ettiğim gayretler de boşa gitti. Dirseklerini dizlerine dayamış, çenesini avuçları içine almış, derin düşüncelere dalmıştı.

Ne düşündüğünü sorduğum zaman da ciddi ciddi şu cevabı verdi:

“Hindley’den öcümü nasıl alacağımı kararlaştırmaya çalışıyorum. Ne kadar beklemem gerekirse gereksin, sonunda hıncımı alabileceksem sabırla beklerim. İnşallah ben hıncımı almadan ölmez.”

“Ayıp, Heathcliff, ayıp!” dedim. “Kötüleri cezalandırmak Tanrı’nın işidir; biz sadece bağışlamasını öğrenmeliyiz.”

Oğlan itiraz etti:

“Hayır, Tanrı onu cezalandırmaktan benim alacağım zevki alamaz. Ah, bir de bu iş için en iyi yolu seçebilsem! Beni yalnız bırak da plan kurayım. Bunu düşünürken acılarımı unutuyorum.”

“Ah, Bay Lockwood, bu hikâyelerin sizi oyalayamayacağını unuttum. Böyle durmadan gevezelik ettiğim için de özür dilerim. Lapanız soğumuş, uyukluyorsunuz. Heathcliff’in hikâyesini, daha doğrusu sizi ilgilendirecek kısımlarını yarım düzine kelimeyle de anlatabilirdim.”

***

Böylece konuşmasına ara veren kâhya kadın, ayağa kalktı, dikişini kaldırmaya koyuldu. Ben ocağın başından ayrılabilecek durumda değildim, hem uyukladığım da yoktu.

“Oturun, Bayan Dean!” diye bağırdım. “Yarım saatçik daha oturun. Hikâyeyi uzun uzun anlatmakla da çok iyi ettiniz. Benim beğendiğim usul de budur. Hikâyeyi aynı şekilde tamamlamalısınız. Sözünü ettiğiniz herkese karşı da az çok ilgi duyuyorum.”

“Saat neredeyse on biri vuracak efendim.”

“Ziyanı yok… Erken yatmaya zaten alışık değilim. Sabah ona kadar yataktan kalkmayan bir kimse için gece birde, ikide yatmak geç sayılmaz.”

“Sabahları da ona kadar yatmamalısınız. Sabahın en güzel zamanı o saate kadar çoktan geçmiş olur. Saat ona kadar günlük işinin yarısını tamamlamamış olan bir kimse, çoğunlukla öbür yarıyı da ertesi güne bırakmak zorunda kalır.”

“Her ne hâl ise siz sandalyenize oturun Bayan Dean. Çünkü yarın, geceyi öğleden sonraya kadar uzatmak niyetindeyim. Kendimde müzmin bir soğuk algınlığının belirtilerini teşhis ettim.”

“Umarım yanılmışsınızdır, efendim. Neyse şimdi izin verirseniz üç yıllık bir süreyi atlayacağım. Bu süre içinde de Bayan Earnshaw…”

“Hayır hayır, böyle bir şeye asla izin veremem. Siz hiç yalnız başınıza oturup bir kedinin yavrusunu yalayarak temizlediğini seyrederken nasıl bir ruh hâli içinde bulunduğunuzu bilir misiniz? Bu manzarayı öyle büyük bir dikkatle seyredersiniz ki kedi, tesadüfen bir kulağı temizlemeden bırakırsa iyice sinirleriniz bozulur.”

“Bence bu dediğiniz ruh hâli, pek tembellere yakışan bir şeydir.”

“Tam tersine, çok yorucu denebilecek kadar hareketli bir ruh hâlidir bu. Ben şimdi bu hâldeyim; onun için hikâyeyi dakikası dakikasına anlatmaya devam edin. Bence buralarda yaşayan insanlar, şehirde yaşayanlardan, tıpkı zindandaki örümceğin zindanda yatan bir insan için taşıdığı önemin, kulübedeki örümceğin kulübede yaşayan bir kimse için taşıdığı önemden üstün oluşu gibi, daha büyük bir kıymet taşımaktadır. Ama gittikçe artan ilgi dışarıdan seyredenin durumundan doğmamaktadır. Buradakiler daha gerçek, daha kendilerince, daha içten yaşıyorlar; sade, göz alıcı değişikliklerden uzak bulunuyorlar. Burada aşkın ömür boyunca sürebileceğine de inanırım; eskiden ise bir aşk macerasının ancak bir yıl devam edebileceğini düşünürdüm. Buradaki durum, tıpkı aç bir adamın önüne bir tabak yemek konup karnını bununla doyurmasının istenmesine, bir başkasının da Fransız aşçının hazırladığı yemeklerle donatılmış bir masanın başına geçirilmesine benziyor. Masadaki yemeklerin hepsinden tadarak sofranın zevkini çıkarmış olur ama her tabağın bu zevk içindeki payı pek küçük kalır.”

На страницу:
5 из 7