bannerbanner
Uğultulu Tepeler
Uğultulu Tepeler

Полная версия

Uğultulu Tepeler

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

Nihayet: “Seni içeri nasıl alabilirim?” dedim. “Seni içeri almamı istiyorsan beni rahat bırak.”

Parmakları gevşedi; elimi hemen içeri çektim, kitapları acele acele pencerenin önüne üst üste dizdim, sonra da o acıklı yalvarışları duymamak için kulaklarımı tıkadım.

Bir çeyrek saatten fazla kulaklarım tıkalı kaldı, sonra tekrar dışarıyı dinleyince o acıklı iniltilerin devam ettiğini duydum.

“Defol!” diye haykırdım. “Seni asla içeri almam, yirmi yıl yalvarsan gene almam!”

Dışarıdaki ses kederli kederli: “Zaten yirmi yıl oldu.” diye söylendi. “Ben yirmi yıldır kayıp bir çocuğum.”

Derken dışarıdan hafif bir tırmalama sesi geldi, biri itmiş gibi kitaplar oynadı.

Yerimden fırlamaya çalıştım, bir parmağımı bile yerinden kıpırdatamadım; bunun üzerine, korku içinde bir çığlık kopardım.

Çığlık koparmanın hiç de bir kurtuluş yolu olmadığını anlayınca büsbütün şaşırdım. Yatak odama telaşlı ayak sesleri yaklaşıyordu. Birisi güçlü bir elle kapıyı itip açtı, yatağın üstündeki dört köşe deliklerden içeri ışık sızdı. Oturduğum yerde titriyor, bir yandan da alnımda biriken terleri siliyordum. İçeri giren de ne yapacağına karar verememiş gibiydi, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.

En sonunda, yarı fısıltılı bir sesle konuştu. Sorusuna karşılık beklemediği belliydi.

“Kimse var mı burada?”

En iyisi orada olduğumu açıkça söylemekti çünkü gelenin Heathcliff olduğunu sesinden, konuşmasından anlamıştım; sessiz durursam, içeriyi aramak isteyeceğinden korkuyordum.

Bu düşünceyle, dönüp hücremin kapaklarını açtım. Bu davranışımın yarattığı etkiyi kolay kolay unutamayacağım.

Heathcliff, oda kapısına yakın duruyordu; üstünde bir gömlek, bir pantolon vardı. Elindeki mum eridikçe parmaklarına akıyordu, yüzü de arkasındaki duvar gibi bembeyazdı. Meşe kapaklar gıcırdamaya başlayınca yıldırım çarpmış gibi sarsıldı; mum elinden fırlayıp birkaç adım ötesine düştü; öylesine şaşkın ve heyecanlıydı ki eğilip mumu alacak hâli yoktu.

Onu bu korkaklığının daha fazla görülmesinden duyacağı utançtan kurtarmak için:

“Burada misafirinizden başka kimse yok.” dedim. “Uykuda korkunç bir rüya görürken bağırmak talihsizliğine uğradım. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.”

“Tanrı kahretsin seni, Lockwood! Keşke burada olacağına…” Ev sahibim mumu elinde dik tutamayacağını anlayınca bir sandalyenin üzerine bıraktı.

Sonra tırnaklarını avuçlarına geçirerek sordu:

“Seni bu odaya kim soktu?” Dişlerini sıkmış, gıcırdatıyordu. “Kim soktu? Onları hemen şimdi evimden defedeceğim!”

Kendimi yere atıp acele acele üstümü başımı giymeye çalışırken: “Hizmetçiniz, Zillah getirdi.” dedim. “Onu kovsanız da umurumda değil Bay Heathcliff, o çoktan bunu hak etti. Bana öyle geliyor ki kadın beni kullanıp buranın tekin olup olmadığını anlamak istedi. Eh, doğrusu burası tekin değil. Hayaletlerle, gulyabanilerle dolu… Burayı kapalı tutmakta haklısınız, emin olun. Hiç kimse böyle bir inde uyumasına izin verildi diye size teşekkür etmez.”

Heathcliff: “Ne demek istiyorsun?” dedi. “Burada ne yapıyorsun? Buraya geldiğine göre bari yat da geceyi geçir ama Tanrı aşkına bir daha öyle korkunç çığlık koparma… Gırtlağın kesilmedikçe bu sesi çıkarman mazur görülmez.”

“O küçük şeytan, pencereden içeri girebilseydi belki de beni boğazlayacaktı.” diye karşılık verdim. “Konuksever dedelerinizin işkencelerine artık katlanmayacağım. Sayın Rahip Jabez Branderham, anne tarafından akrabanız değil miydi? Ya o küçük yaramaz Catherine Linton ya da Earnshaw mu, her neyse -durmadan isim değiştiriyordu herhâlde- kötü ruhlu küçük?.. Yirmi yıldır dünyayı yürüye yürüye dolaşıyormuş, bana öyle dedi. İşlediği günahların cezasını böylelikle çektiğine şüphem yok.”

Bu sözleri söyler söylemez, kitapta Heathcliff ile Catherine’in adları arasında yakın bir bağlantı bulunduğunu hatırladım, bunu nasılsa unutmuşum. Düşüncesizliğimden ötürü yüzüm kızardı, kırdığım potun farkında olduğumu daha fazla belli etmeden acele acele şöyle dedim:

“Gerçek şu, efendim: Gecenin bir kısmını…” Sözlerimin burasında gene durdum. “Eski kitapları karıştırarak geçirdim.” diyecektim ama böylece, eski kitapların asıl konularıyla beraber boş yerlerine elle yazılmış olanlarını da okumuş olduğumu açığa vurmuş olacaktım. Onun için, potumu düzeltmek üzere: “Pencere kenarına çiziktirilmiş isimleri heceleyerek geçirdim.” dedim. “Çok can sıkıcı, sayı saymak kabîlinden uyku getirici bir iş. Ya da…”

Heathcliff, çılgın bir vahşi gibi gürledi:

“Benimle bu şekilde konuşmaktan maksadın ne olabilir? Benim çatımın altında buna nasıl cesaret edebiliyorsun? Tanrı’m, bu adamın böyle konuşması için çıldırmış olması gerek!”

Heathcliff, öfkeyle elini alnına vurdu. Bu sözlere kızmak mı yoksa konuşmaya devam etmek mi gerektiğini bilmiyordum fakat sözlerimden öylesine etkilenmiş görünüyordu ki ona acıdım, sözü gene gördüğüm rüyalara getirdim. Daha önce Catherine Linton’ın adını bile duymadığımı fakat tekrar tekrar okuduğum için hayal gücümün irademin dışına çıktığı bir sırada, bu isme uygun bir şekli görür gibi olduğumu anlattım.

Ben konuşurken Heathcliff de ağır ağır yatağın gerideki hücresine doğru çekilmiş, nihayet oturmuştu. Bulunduğu yerden görünmüyordu. Kesik kesik, düzensiz soluk alışlarından aşırı heyecanını gidermeye çalıştığını anlamıştım.

Şaşkınlığını fark ettiğimi belli etmek istemediğim için, giyinirken kasten fazla gürültü yaptım; saatime baktım, gecenin uzunluğu konusunda bir şeyler söylemeye koyuldum.

“Saat daha üç bile olmamış. Altıya geldiğine yemin edebilirdim. Burada zaman duruyor… Herhâlde akşam saat sekizde odalarımıza çekilmiş olacağız.”

Ev sahibim iniltisini güçlükle bastırıp duvara vuran gölgesinden anladığıma göre de koluyla gözlerinin yaşını silerek: “Kışın daima dokuzda yatıp dörtte kalkarız.” dedi. “Benim odama gidebilirsiniz, Bay Lockwood. Bu kadar erken aşağıya inerseniz, herkes rahatsız olur. Sizin o çocukça bağırışınız bana uykuyu haram etti.”

“Benim de uykum kaçtı.” dedim. “Gün ağarıncaya kadar bahçede dolaşacağım, sonra gideceğim. Bir daha da sizi tedirgin edecek değilim, korkmayın. Köyde olsun şehirde olsun, insanlar arasında yaşamanın zevkli bir tarafını araştırmak derdinden artık kurtuldum. Aklı başında bir kimse, dostluk konusunda kendi kendine yetmeli.”

Heathcliff: “Aman ne hoş bir dostluk!” dedi. “Mumu al, canın nereye istiyorsa git. Ben de hemen yanına geleceğim. Yalnız avludan uzak dur; köpekler bağlı değil, eve de girme, Juno orada nöbette… Hayır, hayır; sen sadece merdivenlerle koridorlarda dolaşabilirsin. Tamam, yürü bakalım. İki dakika sonra ben de geleceğim.”

Emrin, odadan çıkmama dair olan kısmını yerine getirdim. Dar koridordan nereye gidildiğini bilmediğim için olduğum yerde, kımıldamadan durdum. Ev sahibimin aklı başında görünüşüyle hiç de bağdaşmayan boş inançları olduğunu görüyordum.

Yatağın üzerine çıktı, kanatları hızla açtı, gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı.

“Gir içeri, gir içeri!” diye hıçkırdı. “Cathy, ne olur gel… Ah, ne olur bir kere daha gel… Ah, benim biricik sevgilim! Bu defa beni duy. Catherine, nihayet!”

Hayalet gene kendisinden beklenen oyunu oynamıştı. Varlığını göstermiyordu ama karla karışık rüzgâr, hızla içeriye girmiş hatta benim bulunduğum yere kadar gelip ışığı söndürmüştü.

Bu rüzgâr dalgasıyla beraber gelen rahatlama duygusunda öyle ürkütücü bir şey vardı ki heyecanımdan bunun saçmalığını fark edemedim. Adamın anlattıklarını dinlediğim için kendi kendime kızarak, üzüntüye sebebiyet verdiğimden ötürü o saçma rüyalarımı anlatmış olmaktan dolayı da pişmanlık duyarak, oradan ayrıldım ama bu üzüntünün sebebini de anlamaktan âcizdim.

Dikkatli dikkatli aşağıya indim, arka mutfağa girdim, üzeri külle örtülmüş ateşten elimdeki mumu yaktım.

Burada, beni kızgın kızgın tıslayarak karşılayan çizgili bir tekir kediden başka kimse yoktu.

Daire dilimleri biçiminde iki tahta kanepe, ocağın başını hemen hemen kaplamış gibiydi; bunlardan bir tanesine ben uzandım, öbürüne de tekir kedi yerleşti. Bulunduğumuz yere başka biri gelmeden ikimiz de uyuklamaya başlamıştık. Derken Joseph, tavan arasına çıkıp gözden kaybolan ağaç merdivenden inmeye başladı. Bu merdiven onun inine gidiyordu besbelli.

Çalı çırpı ile tutuşturduğum ocağa kötü kötü baktıktan sonra kediyi yere itip ondan boşalan yere kendisi yerleşti. Yedi buçuk santim uzunluğundaki piposunu tütünle doldurmaya koyuldu. Onun kutsal yerinde benim de bulunmamı, bir şey söylemeye değmeyecek kadar küstahça bir davranış sayıyor olmalıydı. Sesini çıkarmadan piposunu dudaklarına yerleştirdi, kollarını kavuşturdu, piposunu tüttürmeye koyuldu.

Keyfini bozmak istemedim. O da piposunun son nefesini çektikten sonra derin derin içini çekti, ayağa kalktı, geldiği gibi sessizce gitti.

Derken daha atik adımlarla başka biri geldi, bu defa ben de “Günaydın.” demek için ağzımı açmışken bir şey söylemeden tekrar kapadım çünkü Hareton Earnshaw dokunduğu her eşya için bir sürü küfür savurarak sabah dualarını tekrarlıyordu, bir yandan da karları küremek için kürek ya da kazma arıyordu. Burun deliklerini şişirerek kanepenin arkasına şöyle bir göz attı, benimle de dostum kediyle de selamlaşmayı aklından bile geçirmedi.

Onun hazırlıklarını görünce gitmeme izin çıktığını tahmin ettim, kanepeden kalkıp onun peşinden gitmeye koyuldum. O da bunu fark etti, elindeki küreğin sapıyla iç kapılardan birini itip açtı, birtakım sesler çıkararak bir yere gitmeyi düşünüyorsam oraya gidebileceğimi anlatmaya çalıştı.

Kapı, kadınların çoktan işe koyuldukları eve açılıyordu. Zillah kocaman bir körükle alevleri bacaya kadar yükseltmeye çalışıyordu; Bayan Heathcliff de ocağın önüne diz çökmüş, alevin aydınlığında bir kitap okuyordu.

Ocağın sıcağından korunmak için bir elini yüzüne siper etmişti ancak üstüne kıvılcım sıçrattığı için bir hizmetçiye çıkışmak ya da burnunu onun yüzüne doğru uzatan bir köpeği kovmak için başını kitabından kaldırıyordu.

Heathcliff’in de orada olduğunu görünce şaşırdım. Sırtı bana dönük, ocağın yanında durmuş, zavallı Zillah’yı azarlamakla meşguldü. Kadıncağız ise ikide bir işini bırakıp önlüğünün ucuyla gözlerini kuruluyor, acı acı da inliyordu.

Ben içeri girdiğim sırada Heathcliff gelinine dönerek gürledi:

“Ya sen, ciğeri beş para etmez…” dedikten sonra aslında koyun, ördek cinsinden zararsız bir hayvan olduğu hâlde genellikle adı noktalarla belirtilen bir hayvanın sıfatını ekledi. “Gene oturmuş kim bilir ne dalavereler çeviriyorsun! Ötekilerin hepsi yedikleri ekmeği hak etmek için bir şeyler yapıyorlar, sen ise benim sadakamla yaşıyorsun. At o elindeki süprüntüyü de yapacak bir iş bul. Her gün gözümün önünde bulunmanın karşılığını ödeyeceksin, anlaşıldı mı, lanetli cadı?”

Genç kadın: “Süprüntümü kaldıracağım çünkü ben istemesem bile bunu bana zorla yaptırabilirsin.” diye cevap verdi, kitabını kapayıp koltuklardan birinin üzerine attı. “Ama sen ne dersen de hoşlanmadığım şeyi yapmayacağım.”

Heathcliff, elini havaya kaldırınca kadın da daha tehlikesiz bir köşeye kaçmaya çalıştı. Adamın elinin ağırlığını iyi bildiğine şüphe yoktu.

Kedi köpek kavgasını seyretmeye hiç de niyetli olmadığım için sanki kavgadan haberim yokmuş da sırf ısınmak için ocağa yaklaşıyormuş gibi yaptım. Onlar da savaşı kısa bir süre kesmek nezaketini gösterdiler. Heathcliff, yumruklarını ceplerine sokup kendini tuttu; Bayan Heathcliff dudaklarını kıvırıp uzaktaki kanepeye doğru yürüdü; ben orada olduğum müddetçe de bir heykel gibi hiç yerinden kıpırdamadan oturdu.

Bu da fazla sürmedi. Onlarla birlikte kahvaltıya oturmayı reddettim. Şafak sökerken de bir fırsatını bulup kendimi dışarıya, temiz havaya attım. Hava açık, sakin, buz gibi de soğuktu.

Ben bahçenin sonuna gelmeden ev sahibim arkamdan seslendi. Benimle beraber gelmek istiyordu. İyi ki gelmiş çünkü tepenin hemen ardı göz alabildiğine uzanan dalga dalga bembeyaz bir engin deniz hâlini almıştı. İnişler çıkışlar, toprağın her zamanki normal inişlerine, çıkışlarına benzemiyordu. Çukurların çoğu karla dolmuş, toprak seviyesine gelmişti. Dünkü yürüyüşüm sırasında hafızamda resim gibi işlenmiş olan sıra sıra taş kümeleri de haritadan silinmişti.

Yolun bir kıyısında, her beş-altı metrede bir dikilmiş taşlar gözüme ilişti. Bunlar, gece karanlığında kolayca görülebilsin diye, kireçle sıvanmışlardı. Şimdi ise şurada burada göze çarpan kirli birer noktadan başka bir şey değildiler. Ben yolun dönemeçlerini doğru takip ettiğimi sanırken arkadaşım ya sağa ya da sola gitmemi tembih edip duruyordu.

Yolda pek az konuştuk. Thrushcross’un bahçesine geldiğimiz zaman da kılavuzum durdu, yolun bundan ötesini benim kolayca bulabileceğimi söyledi. Vedalaşmamız birer baş selamından ibaret kaldı, sonra ben tek başıma yürümeye başladım. Kapıcı kulübesi henüz boş olduğu için sadece kendime güvenerek ilerlemek zorundaydım.

Bahçe kapısıyla çiftlik arasındaki uzaklık üç kilometredir ama ağaçlar arasında ikide bir yolumu şaşırarak bazen de çeneme kadar karlara gömülerek bu uzaklığı altı kilometreye çıkardım sanıyorum. Her neyse ben, eve girdiğim zaman saat de on ikiyi vurdu; bu da Uğultulu Tepeler’den eve kadar olan yolun her kilometresine bir saat düştüğünü gösteriyordu.

Bizim kâhya kadınla yardımcıları beni karşılamaya koşuştular. Bir yandan da benden iyice umudu kestiklerini anlatıyorlardı. Herkes o gece donduğumu sandığı için ölümü aramak üzere nasıl yola çıkacaklarını düşünmeye başladıklarını bir ağızdan söylüyorlardı.

Donmadan geldiğimi gördükleri için biraz sakin olmaları gerektiğini anlattım. İliklerime kadar ıslanıp üşümüştüm, yukarı kata zorla çıktım. Kuru elbiseler giydikten sonra da ısınmak için yarım saat kadar aşağı yukarı gezindim, daha sonra da sudan çıkmış bir kedi yavrusu kadar hâlsiz hatta hizmetçinin beni kendime getirebilmek için hazırladığı dumanı üstünde kahveden, güldür güldür yanan ateşten bile zevk alamayacak kadar bitkin bir hâlde çalışma odama çekildim.

4

Bizler ne değersiz, fırıldak gibi dönek insanlarız! Her türlü toplum bağlantılarından uzak kalmayı kararlaştıran ben, istesem de böyle bağlar kurmama imkân olmayan bir yere geldiğim için Tanrı’ya şükreden ben; zavallı sefil yaratık yalnızlıkla, sinir bozukluğuyla ancak akşamın alaca karanlığına kadar mücadele edebildim. Ondan sonra da teslim bayrağını çekerek akşam yemeğini getiren Bayan Dean’i karşıma oturttum, yemeğimi yedim. İçimden de: “İnşallah, iyi bir dedikoducudur da ilgimi çekecek şeyler anlatır, beni oyalar ya da ninni gibi uykumu getirecek şeyler söyler.” diye dua ediyordum.

“Epeyden beri buradasınız değil mi?” diye söze başladım. “On altı yıldır burada olduğunuzu söylememiş miydiniz?”

“On sekiz yıldır buradayım, efendim. Hanımım evlendiği zaman ona yardım etmek için geldim; o öldükten sonra da evin işlerine bakmam için Bey beni alıkoydu.”

“Ya, demek öyle…”

Bir sessizlik oldu. Kendisini ilgilendiren meselelerden söz etmedikçe dedikodu yapmaktan hoşlanmayan bir tip olmasından korkuyordum; onu ilgilendiren meseleler de benim için bir kıymet ifade etmeyecekti.

Fakat elleri dizlerinin üzerinde, pembe yüzünü bir düşünce bulutu kaplamış, bir süre beni süzdükten sonra konuştu:

“O zamandan beri devir çok değişti!”

“Evet.” dedim. “Herhâlde siz de birçok değişikliklere şahit olmuşsunuzdur.”

“Evet… Ayrıca bir sürü de karışıklığa şahit oldum.”

Kendi kendime: “Oh, konuşmayı ev sahibimin ailesine getireceğim!” diye düşündüm. Başlangıç için çok iyi bir konu idi. Şu genç, güzel dulun hikâyesini de öğrenmek isterdim; acaba buraların yerlisi miydi yoksa daha büyük bir ihtimalle, kimin nesi olduğu belirsiz hoppanın biri miydi?

Bunları anlamak niyetiyle Bayan Dean’e, Heathcliff’in Thrushcross Çiftliği’ni neden kiraya verip kendisinin daha kötü şartlar içinde yaşamaya razı olduğunu sordum.

“Malikâneyi gerektiği şekilde çekip çevirmeye yetecek kadar parası mı yok?” dedim.

“Para mı dediniz? Onun ne kadar parası olduğunu hiç kimse bilmiyor, her yıl da parasının miktarı artıyor. Evet, evet o buradan çok daha güzel bir evde rahatça yaşayabilecek kadar zengin. Fakat nasıl diyeyim, biraz eli sıkıdır; Thrushcross Çiftliği’ne iyi bir kiracı buldu mu da birkaç yüz sterlin daha fazla para kazanmak için hiç düşünmeden kiraya verir. İnsanların böyle açgözlü, hele yeryüzünde kimi kimsesi olmayan insanların bu derece açgözlü olmaları pek garip!”

“Bir oğlu varmış galiba?”

“Evet, vardı ama öldü.”

“Bu genç hanım, yani Bayan Heathcliff de onun dul kalan eşi mi?”

“Evet.”

“Onun yeri, yurdu neresi?”

“O mu? Benim ölen efendimin kızıdır. Genç kızlık adı Catherine Linton’dı. Zavallı yavrucağı ben büyüttüm. Bay Heathcliff de buraya taşınsa gene beraber olurduk.”

Hayretle: “Ne! Catherine Linton mı?” diye bağırdım. Fakat bir dakika düşününce onun gördüğüm hayalet Catherine olmadığını anladım. “Demek benden önce burada oturan Bey’in soyadı Linton’dı?” diye devam ettim.

“Öyleydi.”

“Peki, Bay Heathcliff’in evinde oturan şu Earnshaw, Hareton Earnshaw kim? İkisi akraba mı oluyor?”

“Hayır, o ölen Bayan Linton’ın yeğenidir.”

“Öyleyse genç hanımla da kardeş çocuğu oluyorlar, öyle mi?”

“Evet, hanım da kocasıyla kardeş çocuğu olurdu. Biri annesinin tarafından, öbürü de babası tarafından. Heathcliff, Bay Linton’ın kız kardeşiyle evlendi.”

“Uğultulu Tepeler’deki evin kapısının üzerinde Earnshaw yazılı. Eski bir aile mi bunlar?”

“Hem de çok eski, efendim; Hareton da bu ailenin son ferdi. Nasıl ki Cathy’miz de bizim -yani Lintonların- son ferdi. Uğultulu Tepeler’e hiç gittiniz mi? Bunu sorduğum için özür dilerim ama Cathy’nin nasıl olduğunu merak ediyorum da…”

“Bayan Heathcliff mi? Çok iyi görünüyor, çok da güzel fakat bana sorarsan pek de mutlu değil gibi.”

“Vah yavrucak! Buna hiç şaşmam. Bey’i nasıl buldunuz?”

“Biraz kaba bir adam, Bayan Dean. Öyledir, değil mi?”

“Testere ucu gibi kaba, kaya gibi de serttir. Onunla ne kadar az düşüp kalkarsanız o kadar iyi olur.”

“Hayatında pek çok inişlerin çıkışların bulunması onu bu derece kaba bir adam yapmış olmalı. Geçmişi hakkında bir şeyler biliyor musunuz?”

“Onun hayatı guguk kuşunun hayatına benzer, efendim. Nerede doğduğu; anasının, babasının kim olduğu, başlangıçta nasıl para kazandığı bir yana, geri kalan her şeyini bilirim. Zavallı Hareton da tüyü bitmeden yuvadan atılan son leylek yavrusundan farksızdır. Talihsiz çocuğun nasıl insafsızca dolandırıldığını bu dolaylarda kendisinden başka bilmeyen yoktur.”

“Doğrusu Bayan Dean, bana komşularım hakkında biraz bilgi vermekle büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksın. Şimdi yatağa girersem dinlenebileceğimi hiç sanmıyorum; onun için şöyle bir saat kadar otur da gevezelik edelim.”

“A, hayhay efendim. Yalnız, gidip dikişimi alayım, ondan sonra istediğiniz kadar otururum. Ama siz üşütmüşsünüz; titrediğinizi gördüm. Biraz lapa yemelisiniz, iyi gelir.”

İyi yürekli kadın telaşla gitti, ben de ocakbaşına biraz daha yaklaştım. Başım yanıyor, vücudumun geri kalan yerleri üşüyordu; üstelik bütün sinirlerim gerilmiş, budalaca denilebilecek kadar heyecanlanmıştım. Bu ise beni rahatsız etmiyordu ama bugünün, dünün olaylarının üzerinde ciddi bir etki yaratmasından korkuyordum.

Kadın, çok geçmeden dumanı tüten bir kâseyle, bir de dikiş sepetiyle geldi. Kâseyi ocağın üzerine koyduktan sonra iskemlesini çekip oturdu, beni bu derece arkadaş canlısı bulmaktan pek memnun olduğu belliydi.

Hikâyesine başlaması için yeni bir davet beklemeden, anlatmaya koyuldu:

***

Ben buraya gelmeden önce her günüm Uğultulu Tepeler’de geçerdi. Çünkü annem, Hareton’ın babası olan Bay Hindley Earnshaw’nun dadılığını yapmıştı, ben de çocuklarla oynamaya alışkındım. Getir götür işlerine de bakar, hasat işlerine yardım ederdim. Her zaman, kim ne isterse yapmaya hazır, çiftlikte dolanır dururdum.

Güzel bir yaz sabahı -hiç unutmam hasat yeni başlamıştı- Bay Earnshaw yani Büyük Bey, aşağıya indi. Yol kıyafeti giymişti. Joseph’e o gün yapılması gereken işleri sıraladıktan sonra bize yani Hindley’e, Cathy’ye, bana döndü -ben de onlarla beraber yulaf lapası yiyordum- oğluna seslendi:

“E, oğul ben bugün Liverpool’a gidiyorum. Sana ne getireyim? Ne istiyorsan söyleyebilirsin; yalnız, küçük bir şey olsun çünkü oraya yürüyerek gidip geleceğim; gidiş de geliş de yüz kilometre, yani bir hayli uzun yol…”

Hindley, bir keman istedi. Bey sonra da Cathy’ye ne istediğini sordu. Kız o zaman daha altı yaşında bile yoktu ama ahırdaki atların hepsine binebilirdi, o da bir kırbaç istedi.

Bey, beni de unutmamıştı çünkü ara sıra çok sert görünmesine rağmen iyi kalpli bir adamdı. Bana da bir cep dolusu elma ile armut getirmeyi vadetti. Çocuklarıyla öpüşüp vedalaştıktan sonra yola çıktı.

Onun yokluğu pek uzun gelmişti. Yolculuk üç gün sürecekti. Cathycik durmadan babasının ne zaman döneceğini soruyordu. Bayan Earnshaw onun, üçüncü günün akşamı yemek vaktinde eve geleceğini hesaplamıştı, onun için de yemek saatini geciktirdikçe geciktiriyordu. Bey, görünürlerde yoktu. Nihayet çocuklar da boyuna bahçe kapısına koşmaktan usanmışlardı.

Derken hava karardı, hanım onları yatağa yatırmak istedi ama onlar, biraz daha oturmak için acıklı acıklı yalvardılar. Saat on bire doğru, kapının kolu yavaşça kalktı ve Bey içeri girdi. Kendini hemen bir koltuğa attı. Hem gülüyor hem de inildiyordu.

Ev halkına da neredeyse ölecek duruma geldiğini, bunun için ondan uzak durmalarını söyledi. Bir daha da kendisine üç ülkeyi birden bağışlayacak olsalar bile böyle bir yürüyüşe katlanmayacağını söylüyor: “Sonunda ölüme gidecek olduktan sonra ne değeri var!” diyordu.

Sonra, kollarına sarılı olarak tuttuğu paltosunu açarak: “Şuraya bak, hanım!” dedi. “Ben ömrümde böyle şey görmemiştim. Gerçi şeytanın ininden çıkmış gibi kapkara bir şey ama sen onu Tanrı’nın bir hediyesi olarak kabul etmelisin.”

Hepimiz çevresine toplandık. Ben, Cathy’nin başının üstünden bakınca yürüyecek, konuşacak kadar büyük; üstü başı lime lime olmuş, kara saçlı, pis bir çocuk gördüm. Yüzü de onun Catherine’den büyük olduğunu gösteriyordu ama ayaküstü bırakılınca etrafına şaşkın şaşkın bakındı, hiçbirimizin anlamadığı bir şeyler mırıldandı durdu. Ben korkmuştum, Bayan Earnshaw da onu kapı dışarı etmeye hazırdı. Parladı da: Kendi çocuklarının bakımı, büyütülmesi yetmiyormuş gibi bir de bu Çingene piçini eve getirmenin âlemi var mıydı? Bey bu çocuğu ne yapacaktı? Yoksa aklını mı oynatmıştı?

Bey, meseleyi anlatmaya çalıştı ama yorgunluktan yarı ölü gibiydi. Hanımın bağırıp çağırmaları arasında, Bey’in anlattıklarından öğrendiğime göre çocuk evsiz barksızmış, açlıktan ölmek üzere Liverpool sokaklarında dolaşıyormuş. Bey onun kime ait olduğunu araştırmış ama kimsenin sahip çıkmadığını görmüş, parası da vakti de kıt olduğu için oralarda boş yere masraf etmektense yanına alıp evine getirmeyi düşünmüş çünkü orada bırakmamaya bir kere karar vermiş.

Eh, sonunda bizim hanım, bir-iki söylendikten sonra yatıştı. Bay Earnshaw da bana çocuğu bir güzel yıkamamı, temiz üst baş verip çocukların yanına yatırmamı söyledi.

Hindley ile Cathy, ortalık yatışıncaya kadar olup bitenleri seyredip söylenilenleri dinlemekle yetinmişlerdi. Sonra ikisi de babalarının vadettiği hediyeleri aramak üzere ceplerini karıştırmaya başladılar. Hindley, on dört yaşında kocaman bir oğlandı ama babasının paltosunun arasından bir kemanın, kırık dökük parçalarını çıkarınca hüngür hüngür ağlamaya başladı. Cathy de babasının bu yabancı çocukla uğraşayım derken kırbacı düşürüp kaybettiğini öğrenince çocuğa sırıttıktan sonra yüzüne tükürdü, katlandığı bu zahmetlere karşılık da kibar davranmasını öğrenmek için, babasından bir güzel tokat yedi.

Çocuklar yeni geleni, değil yataklarına almak, odalarına bile sokmak istemediler. Ben de başka bir çıkar yol bulamadığım için, çocuğu merdiven başına bırakıverdim. Ertesi sabah, çekip gitmiş olduğunu görürüz diye umuyordum. Tesadüfen mi yoksa Bey’in sesini duyduğu için mi, orasını bilemeyeceğim çocuk, Bay Earnshaw’nun kapısına gelmiş, Bey de dışarı çıkarak onu orada bulmuş. Çocuğun oraya nasıl gittiği araştırıldı. Herkes sorguya çekildi. Ben de suçumu itiraf etmek zorunda kaldım. Korkaklığımdan, insaniyetsizliğimden dolayı evden kovuldum.

İşte Heathcliff’in aile içine ilk girişi, böyle oldu. Kovulmamı süresiz sürgün cezası olarak kabul etmediğim için, birkaç gün sonra eve dönmüştüm. Çocuğa “Heathcliff” adını verdiklerini öğrendim. Bu, bebekken ölen oğullarının adıydı. O zamandan beri de çocuğun hem adı hem de soyadı olarak kaldı.

Cathy ile çocuk artık pek sıkı fıkı dost olmuşlardı. Hindley ise ondan nefret ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de nefret ediyordum. İkimiz de fırsat buldukça canını yakıyorduk çünkü ben yaptıklarımın haksızlık olduğunu akıl edemiyordum. Hanımım da ona karşı haksız davranıldığını gördüğü zamanlar onu korumak için bir tek söz söylemiyordu.

На страницу:
3 из 7