bannerbanner
Acı Gülüş
Acı Gülüş

Полная версия

Acı Gülüş

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 7

“Bu hanımlar hep aileniz insanlarından mı?”

Ahmet: “Biri zevcem, ikisi kerimem, biri hemşirem, ikisi onun kerimeleri, biri biraderimin karısı yengem, ikisi hizmetçi, biri de misafir.”

Kadınların birkaçı sıkılarak yüzlerini duvarlara döndüler. Mahalleli bu örtülü kadınları birkaç kere gözle süzdükten sonra odadaki yükü açtırdılar; döşekleri, yastıkları, yorganları boşalttılar. Bir şey bulamadılar. Dolapları karıştırdılar, insan göremediler. Odanın bir köşesindeki geniş bir karyolanın etekliklerini kaldırıp altına baktılar, boş. Orta kattaki öteki iyi odayı aynı dikkatle aradılar. Her odada iki kişilik birer karyola vardı. Üst kata çıktılar. Oradaki dört odayı aradılar. Burada da bütün odalar süslü kaba şilteler, saten, yazma, işlemeli güzel yorganlar, salkım salkım dantelli, fistonlu yastık başları, örtüler, çarşaflar, döşek yanlarında çoğu Avrupa taklidi halılar, lavabolar, taraklar, fırçalar, küvetler, tuvalet takımları, suları, pudraları, pomatlar, duvarlarda pek dekolte münasebetsiz resimler…

Döşeklerde yatılmış, hatta yuvarlanılmış, didişilmiş, tepişilmiş; yorganlar, örtüler karmakarışık… Her taraf, tekmil eşya, açık açık bütün cümbüş manzarası ile bütün şehvetli görünüşü ile umumhane kokuyordu. Sevda günahı Âdem zamanından beri erkek kadın çift olarak işlenir, bu hiç değişmez bir tabii kanundur. Şu cümbüş evinde bütün eşya görünüşleriyle şehadetleri ile hakikati gösteriyor. Dişiler orada fakat bunların eşleri erkekler nerede?

Sandık odasına girildi. Burası bedesten gibi asılı kadın elbiseleri, eteklikleri, bluzları, ceketleri ile dolu idi. Birkaç iri sandığın insan bulunma ve saklanmaya kabiliyetini düşünerek Hasan Efendi bunların açılmasını söyledi. Ahmet, yağlıkçının bu tuhaf fikrine güldü. Bir demet anahtar getirerek sandıkları açtı ve alaylı alaylı dedi ki:

“İnsaf ediniz efendim böyle meşin kaplı, bir iğne deliğinden bile hava almayacak kadar muhafazalı bir sandığın içinde insan yaşar mı? Birkaç dakikada bozulur. Ama zararı yok, buyurunuz arayınız.”

Sandıklar ağızlarına kadar eşya doluydu. Eşyalar dışarı atıldı. Altından yine tamtakır sandık çıktı. Yerli yersiz böyle her aramanın sonunda Ahmet üstün çıkıyor, arayanların ümitsizlikleri artıyordu. Hatta kadınların o ilk sıkılganlıkları kalmadı. Şimdi bunlardan bazıları biraz yüzlerini açarak, şen, geniş bir serbestlikle ortada dolaşıyorlar, altüst edilen eşyayı topluyorlar, düzeltiyorlar, ara sıra kapı önlerinde durup edilen lakırtıları, fısıltıları işitmeye uğraşıyorlardı. Fakat bunlar hep genç, hep güzel, hep edalı, oynak, fıkır fıkır, boyalı, sürmeli yüzlerdi. Ev bu kadar vesikalarla dolu bulunsun, bu sermayeler, bu nazeninler kırıtarak, gülüşerek muzaffer bir eda ile ortada gezinsinler de hiçbir delikten bir erkek çıkarılamasın, günahkârların kabahatleri ispat edilemez kalsın; kanunun vereceği ceza namuslulara karşı dönsün…

Dışarıdan halk sabırsız, haykırışıyordu:

“Niçin geç kaldınız? Hani ya zamparalar?”

Sokaklarda “İçeride zengin bir zampara varmış, mahalleliye, evde kimseyi bulamadık dedirtmek için rüşvet vermek istiyormuş…” sözleri dolaşmaya başlar.

Halkın böyle coşkunluk zamanlarında bu gibi yalanları hangi kara vicdanlı fesatçılar uydurur? Bu hep böyle olur. Halk bir kalabalık hâline geldi mi hep birden zayıf akıllı bir çocuk kesilir. İşittiği saçma sapan şeylerin garipliğini, akla uygun olmadığını ölçüp biçmeye, düşünmeye hiç lüzum görmez, hemen inanır.

Bu iftira yüzünden kini artmakta olan halk şimdi dışarıda köpürüyor, kuduruyor, eve hakaretler, ağza alınmaz küfürler yağdırıyordu.

Hasan Efendi şaşkınlığından helaları, musluk taşları altındaki dolapları bile bir şey çıkarabilmek ümidiyle karıştırmaktan kendini alamıyordu.

Arama sırası tavan arasına geldi. Bir yük içinden kapak açıldı. Elektrik feneriyle birkaç polis çıkarıldı. Yağlıkçı, polisin arama ve muayenesindeki dikkat ve gayretine bir türlü kanaat getirmeyerek kendi de genç polislerle birlikte çıktı. Tozlara örümceklere bulandı. Tavan arası en kuytu, en dar, saçak aralarına, diplere doğru bütün girinti ve çıkıntıları ile elektriğin ışığı altında gözden geçirildi. İnsan sanılan bazı direk gölgelerine sevinçle saldırıldı. Fakat hep bu ince arama boşa çıktı. Dam bacası açıldı. Kiremitlere çıkıldı. Polislerin ellerindeki fenerlerin yarı mehtap gibi karanlıklar içinde dolaşan konik ışık sütunları birbirini çelerek karanlıkla aydınlık yer değiştiriyor ve bu görünüş aşağıda damı görebilecek kadar açıkta bulunan birtakım halkı eğlendiriyor, türlü yorumlara sebep oluyordu.

Hasan Efendi artık yorulmuş, ümitsizlik helecanı onu güçsüz bırakmıştı. Fakat yine gayreti elden bırakmıyor, baca deliğinden haykırıyordu:

“Her tarafı arayınız… Yağmur oluklarının içine bile bakınız.”

Ahmet aşağıdan eğleniyordu:

“Kuburları, lağımları sakın unutmayınız.”

Arama heyeti aşağı kata indi. Bütün odaları, mutfağı, baca içini, kömürlüğü, zahire dolaplarına varıncaya kadar her deliği, kovuğu büyük bir dikkatle gözden geçirdi. Sıra bahçeye geldi. Ağaçların üzerlerini, en sıkı dal aralarını, duvar üstünü hep aradılar. Kuyunun önüne geldiler. Bileziğin üstünden kapağını kaldırarak bu boru gibi derin çukurun yosunlu duvarından aşağı ışık salıverdiler. Dipte ayna gibi durgun, tekerlek su yüzü tutulan fenerin bütün ışığı ile vurdu. Birkaç iri taş attılar. Suyun yüzü alaylı bir çehre gibi hemen buruştu; kendi sessiz karanlığı içinde, zampara arayanların saflıklarıyla bu beyhude zahmetleriyle sanki eğlendi.

5

ŞAİR ZENNUBİ

Bu arada bahçe duvarının ötesindeki bostanda bir gürültü oldu:

“İşte buldum. Buldum. Zamparalardan birini yakaladım!” diye bir muvaffakiyet narası işitildi.

Sevicinden dizlerinin bağı çözülen Hasan Efendi hemen “Elhamdülillah… Aman sıkı tutunuz evlatlarım. Kaçmasın. Geliyoruz…” diye çabuk çabuk ve tedbirlice cevap verdi.

Zavallı yağlıkçı kederinin büyüklüğünden birdenbire o kadar hayale kapılmıştı ki evin dışı demek olan bostanda tutulmuş bir adamın zamparalığının ispat edilemeyeceğini düşünemiyordu.

Çok sürmedi. Bu zafer çığlığının arkasından birçok gürültülü uzun kahkahalar koptu. Hasan Efendi duvara yaklaşarak bostandaki halka doğru:

“Patırtı lazım değil… Gülmeyiniz kuzum. Bu belalı işin iyi gitmeye başlamasının daha ucundayız. Ciddi işlere alay yakışmaz. Sıkı tutunuz, sıkı… Belki melun azılıdır.”

Yağlıkçının bu saf sözlerine karşı bir ses bostandan şu cevabı verdi:

“Nasıl gülmeyelim baba? Sarhoşun biri tarladan bostan korkuluğunu yakalamış, zampara diye zaptiyeye teslim ediyordu.”

Bu ilk ve galiba da son olan sevinci boşa çıkan Hasan Efendi kederden boğulur gibi haykırdı:

“Allah belanızı versin, bu gece zaten içinizde ayık adam yok. Uncu bu akşamki zamparalarını bu duvarlardan bostana azatladı. Siz orada bir şey göremediniz. Şimdi de insan diye korkuluklara, fasulye sırıklarına sarılıyorsunuz. Siz buraya iş görmeye değil, eğlenmeye gelmişsiniz, kepazeler…”

Bostandan sedalar: “Baba kızma… Biz buradan kuş uçurtmadık. Eğer evde zampara var idiyse mutlak hâlâ içeridedir. Emin ol. İyi arayınız.”

Hasan Efendi lahavle çekerek: “İğne deliği bırakmadık, her tarafı aradık. Evin döşeme tahtalarını sökecek değiliz ya… Bu habisler tahtakurusu olsalardı yine bulunurlardı.”

“Kerhaneci dalaveresine akıl ermez. Herif elbette siz akılda yağlıkçıları, yorgancıları papağan gibi kafese kor. Bu ince sanattır. Köpoğluları gözbağcılık da bilirler. Gözlerinizin çapaklarını silip evi bir daha dolaşınız.”

Hasan Efendi’nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çatlayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı bütün bütün çıldırttı.

Başka yapacak bir şey olmadığı için arama heyeti tekrar eve girdi. Uncu karşılarına çıktı. Pek meydan okur bir tavırla kollarını çapraz, göğsüne götürdü. Komedyasını tam muvaffakiyetle tamamlamış bir sanatkâr aktör vaziyeti alarak: “Efendiler, zannederim artık burada yapacak bir işiniz kalmadı. Çoluğum çocuğum akşamdan beri geçirdikleri can dayanmaz helecanlarla bitkin hâldedirler. Artık merhamet ediniz, biraz uyusunlar. Ben karakola geliyorum. Komiser efendi hazretleri şimdi de benim davamı dinlesin. Masum bir ev halkına bu kadar işkenceli bir gece geçirtmenin cezası büyüktür; ayaklar altına alınan namusumu namuskârlıklarıyla iftihar edenlere ödeteceğim.”

Hasan Efendi hiddetten bir volkan kesildi. Artık gözü dünyayı görmüyordu. Ümitsizlikle bağırdı:

“Vay gidi masum ev halkı… Vay gidi namuslu aile babası vay!.. Yukarıdaki içki sofrası nedir? O, her odadaki karyolalar, lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri ile mahalleyi dolduran cümbüş ne idi? Evinin Galata’daki umumhanelerden ne farkı var?”

Uncu: “Hezeyan ediyorsun. Bu sözlerin hep zabıt varakasına geçecektir. Bir evin içindeki sofra ile karyolaların sayısına karışmak mahallelinin hiçbir surette yapabileceği bir iş değildir. Bunu yasak eden bir kanun maddesi var mı? Evime istersem üç yüz tane karyola koyarım, sana ne?”

Hasan Efendi: “İçeride kadın panayırı mı var? O on iki karı ne olacak?”

Uncu: “Bir evdeki nüfus sayısını tahdit31 hakkı kimseye verilmemiştir. Otuz kadın da bulunabilir, sen beslemiyorsun ya!”

Hasan Efendi: “Yukarıdaki o okkalarla rakıları kimler içiyordu?”

Uncu: “O benim keyfime ait bir iş. Evimde yenilen içilen şeyler hakkında kimseye hesap vermek zorunda değilim. Saçmalıyorsun. Haydi efendi çık dışarı, sahibi razı değilken bir evde bu kadar durulmaz. Ahlakça terbiyesizlik, kanunca da ‘tecavüz’ sayılır. Haydi bakalım yallah!..”

Hasan Efendi, öfkesinden zangır zangır titreyerek: “Ulan Uncu, senin yüzündeki bu sahte vakar, namuskârlık maskesini düşürmedikçe bu gece bu evden çıkmam, öldürseler çıkmam.”

“Çıkarmak polisin vazifesidir.”

Hasan Efendi sinirli bir coşkunlukla merdivenden yukarı fırlayarak en içe dokunacak tesirli, inandırıcı ve yalvarır sesi ile orta kattan evin içine doğru şöyle haykırmaya başlar:

“Müşteri beyler, din kardeşleri, her nerede iseniz ses veriniz. Gençlikte bu gibi şeyler olağandır, bağışlanmaz bir günah değildir. Hatalı bile olsanız uncu huyundaki namussuz bir herifin namuslulara üstün gelmesini vicdanlarınızın caiz görmemesi lazım gelir. Hakikatin meydana çıkmasına bu geceki hizmetinizle günahınızın kefaretini vermiş olursunuz. Meydana çıkınız. İşte mahalleli tarafından vekil olarak size söz veriyorum, baskın rezaletinden tamamıyla kurtararak sizi evlerinize göndereceğiz. Eğer ceza lazımsa sizin yerinize ben geleyim, ben mahpus yatayım… Razıyım. Aman beyefendiler hamiyetinize, insaniyetinize müracaat ediyorum.”

Yağlıkçı susar. Yalvarır yoldaki nutkunun, bütün duvarlarda meydana getireceği aksin tesirini helecanlarla bekler.

Cevap yok. Kadınların alaylı kahkahalarından başka bir şey işitilmez. Büyük bir keder içinde kendi kendine: “Bu uncunun kerhanecilikten başka simya bilgisi de mi var? Gözlere görünmemek için zamparalarının başlarına efsunlu, tılsımlı külahlar mı giydirdi? Bunlar aramızda dolaşıyorlar da biz mi göremiyoruz?”

Böyle söylene söylene, eli ayağı titreye titreye aşağıya iner. İddiasını ispat etmedikçe bu gece diri olarak bu evden çıkmayacağını ve dışarıdaki kalabalığı, her bir tahtayı ayrı sökerek aralarını aramak için evi yıkmaya kadar teşvik edeceğini, hiçbir şey çıkmazsa en büyük cezaya razı olduğunu büyük bir inatla bildirir.

Ev altındaki komiser, imam, muhtarlar, birkaç mahalleli ve Uncu Ahmet, birbirlerine girerler. Şiddetli bir çekişme başlar.

Bu sırada dışarıda bir gürültü olur. Sokaklar kahkahalarla dolar. Bostanda korkuluğu yakalamış olan sarhoş, yakaladığını sallasırt eyleyerek arka sokaktan dolaşır, “Zampara yakaladım!” yaygarasıyla onu uzun fes, pis ceket, yırtık pantolonu ile halkın şaşkın bakışları önüne serer. “Zamparanın biri tutulmuş!” sözü bir anda ağızdan ağıza halk arasına yayılır. Akşamdan beri yüzüne hasret oldukları bu adamı görmek için ahali birbirini çiğner. Meşru olmayan bir hevesinden dolayı gürültülü “zampara” adını kazanmış olan kimsenin vücudunda şekilce ansızın tabii olmayan ve acayip bir değişiklik husule gelmeyerek bunun da öteki insanlardan bir farkı olmayacağını unutan halk, görülmemiş bir garip şey yahut korkunç bir canavar seyrine koşar gibi bir saldırma acelesi gösterir.

Korkuluğu gayretle sırtında tutan sarhoş, dili dolaşa dolaşa sevinçle söze başlayarak: “Efendiler, beyler, ağalar… Uncunun evinde, devlethanesinde değil ama… Ha, lafa dikkat; umumhanesinde… Bu ne demek anlıyorsunuz ya! ‘Umumhane’, ‘kerhane’nin resmî adıdır. Belediyelerde böyle kaydolunur, gazetelerde böyle geçer. ‘Kerhane’ demek ayıptır, isim değiştirilince ayıplık kalmaz… Bu da bir inanma… Olur a… Bana kalsa düpedüz ‘bevilhane’32 demek daha uygundur. Fennî olanı böyle. Ama hani ya Tünel’den Beyoğlu’na çıkınca Altıncı Daire’nin33 arkasında kurulmuş, yuvarlak ve madenden bir küçük yapı vardır.34 Batıya bakan kapısından girersiniz. Önünüze daire biçiminde ufak bir koridor çıkar. Bunun merkez kısmı ahır gibi bölmelere ayrılmıştır. Dışarıdan içerisi görülmez fakat merak edilince içinde herkes birbirini işediği sırada görebilir. Evet bunlar birbirinden müteferriktir, infereka, yenferiku, infirakan, inkisar da bunun gibidir. Arabi’yi unutmamak için laf arasında fiile rastladıkça böyle çekerim, çekerim… Çekerim de ölmem. Bilgili kimselerdenim. Fakat memlekette böylelerine rağbet yok… Kadro hariciyim, yani kâinatın geçim çerçevesinden dışarı atıldık. Geçim çerçevesi yanlış mı? Kusura bakmayınız mestim, mest… Ama softaların ayaklarına giydikleri siyah mestlerden değil, mest-i lâ-ya’kılım… Mest-i arifim… (Sırtındaki korkuluk kaçmak için debeleniyormuş gibi ona doğru) Dur ulan kıpırdama, salıvermem, dur… Efendilere evvela kendi bilgimi anlatayım da sonra seni takdim edeceğim. Vay canına sözün ucunu kaçırdık. Evet… Emsile okudum. Binaya çıktım, sonra tepetaklak yuvarlandım. ‘Bir şair-i ter-zebanım, felekzede-i zamanım.’ Bizim eski aruzun vezinleri. Şimdiki parmak hesabına gelemiyorum. Ortada ne şiir kaldı ne şuur. Sonra ‘Ger bana uymazsa eyyam, uyarım eyyama ben.’ dedim, çalıştım. Orta ve başparmaklarım vezne girmedi. Nihayet yedi parmak bir tutam usulünde nazımlar yaptım. Gazeteleri, kitapçıları dolaştım. Para veren yok. İstersen mecmualardan birine bedava gönder. Herif sana bir para vermedikten başka şiirin altına bir döşenir, alafranga ‘kritik’ yapar. Cehlini meydana kor, senden ziyade kepaze olur. Bunların nüshaları hamalların ciğer kebabı gibi beş paraya indi, alan yok. Ağırbaşlı mecmualar, ücreti kuruştan aşağı para ile öderler. Matbuat âlemimiz edep ve para kıtlığı ile bitiktir. Meyhanede şişesi altmış paraya rakı iç, sonra mısrası on paraya şiir söyle… Kurtarmaz. Sermayeden ziyan yok… Efendime söyleyeyim, edebiyat cemiyetlerinden birine girmek istedim. ‘İhtiyar alınmıyor.’ dediler. Saçları boyadım, bıyıkları kırptım. Nüfus kâğıdımı kazıtarak yirmi beşe indirdim, ‘Fecr-i şimalî subh-i kazibi’ cemiyetine usulü dairesinde imtihanım yapılarak kabul olunmam için bir istida verdim. İmlama baktılar, bozuk buldular. Her kelimenin söylenildiği gibi ayrık harflerle yazılacağını söylediler. Sembolizmden imtihana çektiler. Şöyle sual cevap başladı:

‘Kayışdağı deyince bundan ne anlarsın?’

‘Kayışdağı denince en evvel akla suyu gelir.’

‘Bahis sulandı. Fazla laftan çekinmek lazım. Bu, yalnız kendisine benzetilen şey söylenip de benzetileni bulmak gibi bir edebiyat muammasıdır. Kayışdağı adamdır, edebiyatçıların en büyüklerindendir.’

Şaşırıp kaldım, acaba Çamlıca kimdir? Aydos, İcadiye, Yuşa tepeleri hangi yüksek şair ve edebiyatçılarımızı temsil ediyor? Elmadağı’na söversem kime sövmüş oluyorum?

Estetiğe geçtik:

‘Mösyö Gogo’nun beden ifrazatı hakkındaki estetik bahsini okudun mu?’ ‘Tıbba çalışmadım.’

‘Gözyaşı vücudun ifraz ettiği bir su değil midir? Ağlama, estetik heyecanın en parlak bir tercümanıdır.’

‘Estetik olmayan beden ifrazatına ne buyurulacak?’

Kızdılar. Sembolizmden, estetikten sıfır aldım. Yeni ölçüde yaptığım yedilik şiirleri gösterdim. Mezürü tamam fakat sözleri bayat buldular.

Yine sual cevap başladı:

‘Yeni fiiller hakkındaki bilgin?’

‘Hiç yok.’

‘Demek sen edebiyat hareketi ile uyanmış değilsin? Bilmiyorsan öğren. Fiillerden lazım’ı kaldırdık, şimdi hepsi müteaddi’dir. Mesela yaşamak, eskiden lazımdı.’

‘Şimdi değil mi efendim?’

‘Değil…’

‘Evet pek zorlaştı… Hele edebiyat muhitinde…’

‘Eskiden, Bir hicran saati yahut bir haz ve sefa günü yaşadım. denemezdi, şimdi denir. Buna lüzum vardır. Lisan zenginlenmeli. Mesela, Ben bir mihnet gecesi uyudum. Ben bir dehşet sevdası öldüm. demek fesahate35 aykırı değildir.’

‘Evet… Biri denildikten sonra ötekiler niçin denilmesin? Bildiklerim genişliyor. Mersi…’

‘Arapça, Farisi, Türkçe fiillerin Fransızca conjugasion’larla36 yeni çekilişini görmedin mi?’

‘Asla… Neler işitiyorum efendim!’

‘Biz darabe’yi birinci conjugasion’a geçirdik.’

‘İsabet buyrulmuş. Lisan alafrangalaşacaksa bütün bütün olsun gitsin vesselam…’

‘Bu usulle şimdiki zamandan darabe’yi çek bakalım.’

‘Jü darabe, tü darabe, il darabe, nu darabon, vü darabe, il darab.’

‘Gözü açık bir adama benziyorsun. Çabuk kavradın. Bu hâlde takdir fiili hangi çekimdendir?’

‘İkinci…’

‘Bravo… Evet, finir gibi çekilir. Çek bakalım. Fakat zamirleri Türkçe kullan. Söylenişteki ağırlığı yok etmek için de radikal’e te’den sonra bir elif kat.’

‘İlal-i zammîyi37 hiç işitmemiştim. Peki hatırınız için bunu da yapalım.’

“Ben takdi. Sen takdi. O takdi. Biz takdison. Siz takdise. Onlar takdis.’

O akşam benim için meyhanede laf sermayesi çıktı. Ama bu saçmalardan canım da sıkılmaya başladı. O aralık cemiyetin kâtibi geldi. Reisten sordu:

‘Efendim, nazım şubesinde yalak kelimesine kafiye aranıyor.’

Reis: ‘Bulamıyorlar mı?’ dedi ve parlak, kaymak, bardak, mızrak kafiyelerini saymaya başladı. Kâtip cevap verdi: ‘Bunları hep kullandık.’ Reis düşünürken artık dayanamadım. ‘Yalak’a bir kafiye de ben söyledim. Bunu da kullandınız mıydı? dedim.’ Beni kapı dışarı kovdular.

Ben çıkarken arkamdan şöyle söyleniyorlardı, işittim:

‘Bu herif kırklık var. Nasıl olmuş da gebermemiş. Edebiyatımızı böylelerinin vücudundan temizlemeli. Bunlar Muallim Naci’nin Ateş-pare’siyle yanıp tutuşmuşlardır. Eski kelimeler mahzenine benzerler. Fikir sermayeleri olan rakıyı, bizim gibi Beyoğlu tarafında değil, İstanbul meyhanelerinde içerler. Bu herifler tamamıyla öldürülmedikçe dil, bayat edadan kurtulamaz. Ona karşı öldürücü bir makale yazılsın. Medeni bir ölümle öldürülsün.’

Allah’ıma çok şükür, hâlâ ben ölmedim. Medeni ölümle kendileri cavlağı çektiler. Çok sürmedi, cemiyet dağıldı. Çünkü onlar benden daha açtı. İçlerinden kimi reji kolcusu oldu, kimi gümrük gözcüsü, kimi doktor, kimi avukat… Memleket akademisiz kaldı. Şimdi yeni bir akademya açılacakmış. Girmek için onu bekliyorum. Jön Türkler’den biriyle Samatya meyhanelerinde dost olmuştuk. İstibdat zamanında gizli gizli görüşür, dertleşirdik. Zamanın zulümleri bize rakı içmek vesilesi olurdu. Şimdi de içmek için bahane mi, dert mi yok? Fakat arkadaşım ilerledi, ben sarhoşlukta demir attım. Ben kimim anladınız ya? Şimdi sırtımdaki zamparanın başından geçenlere gelelim: Bu da rakıdan kendinden geçmiş bir meslektaşımdır. Akşamdan yutmuş, yutmuş parasız zamparalığa gitmiş. Uncunun evinde bunun ceplerini aramışlar, taramışlar, bakmışlar ki dişe dokunur mangır yok… Eyvallah, tıpkı fakiriniz gibi… Parası olmayanın rağbeti olur mu? Zavallıyı, günah işlemeye meydan vermeden, bir bohça gibi duvardan bostana fırlattılar. Hemen yamyassı yere yapıştı. Canı pek bir mahluk, bir şey olmadı. Kaldırmak için gittim baktım ki üstü başı mis gibi rakı kokuyor. Ha anladım ki canlardan… Gözlerini açtım. ‘Şu yakınlarda meyhane yok mu?’ dedi. ‘Ulan olsa benim burada ne işim var? Hepsi kapandı.’ dedim. ‘Arkadaş, rakı süngeri gibi burnuma kokun geliyor. Gel seni doya doya içer gibi koklayayım. Rakı bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir.’ dedi. Uzun uzun koklaştık. Benim iğrenç kokum herifi bütün bütün sarhoş, âdeta deli etti. Birdenbire aklını sapıttı, besbelli kendisini uncunun evinde sanarak beni sermayelerden birine mi benzetti ne yaptı, gerdanımdan öyle bir ısırış ısırdı ki parçası ağzında kaldı sandım. Bu vahşiliğinden sonra bana ayıp bir şey teklif etmez mi? Ne yapsın akşamdan hızını alamamış. O zaman sabrım yandı, ‘Zaptiye!’ diye bağırdım.

Zaptiye yok. Sonra habisi arkama yüklenerek buraya kadar getirdim. İşte size teslim. Cezasını siz veriniz. Raporunu da yazdım.”

Ezberden okuyarak:

Zenpare-i merkum ansızın bir göktaşı gibi Ahmet’in evinden bostana sukut ve gerden-i ahkaranemi kelp akur misali rencide-i dendan-i hırs ü buhur eylemekle müteşeffi olamayarak vadi-i tasallutta puyan ve kesr-i namus-i acizanemi mucip nice hezeyan etmiş ve mangır teklifine kadar cüretini tezyit eylemiş olduğundan ve sabah zamanı ortalık ağarmağa başladığı hâlde evdeki araştırma heyetinin muhterem insanları esef olunacak hâlde henüz evde erkek fare bile elde edememiş bulunduğundan hane-i mezburdan sukutu şahitlerle sabit ve aslında hıyar tarlasında nabit olan merkum acurun zihinleri galeyan hâlinde olan halkı teskine medar ve yakalanması kabil olmayan bütün hempalarının yerine kaim olmak üzere hemen tevkifiyle gizlenenlerin derdestlerine zabite kudreti yetmediği takdirde cümlesinin cezayı sezalarını bu şahs-i leime çektirerek adaletin hükmü icra olunmak ve veridi pelid-i âcizanemin namusumla birlikte serian icra-yı tamiri zımnında icap eden zarar ve ziyan merhameten nakesi merkumdan istifa buyurulmak marazında ve olbapta emir ve ferman.

İmzaŞair Zennubi

Ahali bu olgun meyhane edibinin coşkun acayip nutkunu, “zampara-i merkum” aleyhinde ceza isteyen istida raporunu kahkahalar ile dinledi. Fakat kalabalık arasında daha hayli kimse, sırtta taşınan kabahatlinin bostandan sallasırt edilmiş zavallı bir korkuluk olduğunu anlayamamıştı. “Zavallı zamparayı dayakla öldürmüşler!” havadisi yayıldı. Bu kara haber, halkı çabuk acımaya sürükledi. Biraz önce bütün kızgınlıkları ile gıcırdadıkları zamparalardan birinin bu suretle gözlerinden kurtulmuş olmasına esefleniyorlar: “Vah vah, zavallı adamı birkaç saatlik eğlence yoluna kurban gitti.” diyorlardı. Besbelli, bir kedinin tuttuğu fareyi oynayarak pençeleri arasında azar azar, saatlerle dişleyip tırnaklayarak doya doya intikam tadını aldıktan sonra öldürülmesi gibi ahali de tevkif zamanını bekleyerek sokaklarda uzun zaman geçirdikleri kabahatlinin eğlenilmeden böyle kaybına kan ağlıyorlardı.

Seyirciler arasında bulunan iki Frenk… İlkin onlar da şaşırdılar. Fakat bunun bir korkuluk olduğunu çabuk anladılar.

Bu tuhaf manzara karşısında aralarında Fransızca şöyle bir konuşma başladı:

“O nedir? Öldürülmüş bir adam mı?”

“Hayır. Kabahatsiz bir korkuluk.”

“Bu aralık korkuluk ahaliye niçin gösterildi ve bu uzun nutuk ne olacak?”

“Dur, işin içyüzünü anlayayım.”

Biraz Türkçe bilen, kırık dökük cümleler ile etraftan işi anlamak için sormaya girişir. Kendisi, yoluyla sualler soramadığı gibi verilen cevapları da iyice kavrayamaz. Fakat anlayamadıklarını aklınca tamamlayarak araştırdıklarını anlatır:

“Şark âdetlerinden tuhaf bir şey öğrendim.”

“Nedir?”

“Bir baskında zampara yakalanmazsa onun yerine korkuluk konarak ceza verilmesi Türk âdetlerindenmiş. Çünkü zina eden biri mutlaka ceza görecek ve taşlanacaktır.”

“Tuhaf şey…”

“O kadar tuhaf değil. Bu, derin bir din felsefesidir. Bizim, kiliselerdeki azizlerin resimlerine karşı olan ibadetimiz, onların temsil ettikleri mübarek vücutlarının ruhaniyetleri itibariyle değil midir? İşte bu da onun tam olarak aksi… Bazı dinlerde şeytanı, cinleri, perileri, habis ruhları taşlamazlar mı? Şeytan bundan tesir duyar mı? Duymaz mı? O başka mesele… Halk içinin kinini, öfkesini, lanetini gösterecek ortada bir şekil görür. Bu suretle oh der, bu bahis mühimdir. Sonra görüşürüz.”

“Herif nutkunda ne dedi?”

“Yaptıklarını sayıp dökerek halk karşısında korkuluğu temize çıkardı. Bilinemez, bu gece hangi saatte ve belli olmayan bir vakitte, gizlenmiş veya kaçmış olan günahlıların ruhları mutlaka bu korkuluğa gireceğinden ‘Ey ahali ümitsizlenmeyiniz, buna yapılmış ceza aynı ötekilere yapılmış gibi tesir eder.’ dedi. Akıl ve nakil ile bunu anlattı.”

“Şark bir gariplikler hazinesidir. Ne acayip itikatları var!”

Frenkler magnezyum aydınlığında korkuluğun çeşitli hâllerde fotoğrafını çektiler. Bu Şark gariplikleri vesikalarını bastıracakları gazete, mecmua veya kitapta resimlerin altına yazılmak için cep defterlerine şu ibareyi kaydeylediler:

Şarkta basılan bir evde kadın ve erkek zanilerin 38 tutulmaları kabil olmazsa onların yerine ceza görmek üzere yakalanması âdet olan korkuluğun resmidir.

На страницу:
5 из 7