bannerbanner
Acı Gülüş
Acı Gülüş

Полная версия

Acı Gülüş

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

“ ‘Karahola, karahola!’ dedi. Anladım ki karakola gidecek. Sopasını savurarak fertiğini verdi. Yolda kolları daha idmanlı bir acarına çatarsa kim kimi karakola götürür, artık orasını bilmem.”

Bu esnada rap… Rap… Rap… Düzgün adım sesleriyle karışık otuz kırk kişinin birden şarkı sesleri işitildi. Uzaktan kopan kasırga gibi giderek ses dalgalanmaları büyüyor, gürültü çoğalıyordu. Şamatalı makam içinde seçilebilen nakarat şu idi:

Aman, yavaş susalımArş, uncuyu basalımArslan gibi salalım.

Yağlıkçı işi anladı. Öfkeden baştan ayağa bir titreme kesildi. O da şamatayı önlemek için bağırmak istiyor fakat hırsından sesi çıkmıyordu. Boğulacak gibi bir hâle gelmişti.

Tosun, mahalle delikanlılarından bir tabur kurarak bir kumandan cesaretiyle öne düşmüş geliyordu. Hasan Efendi’ye yaklaşınca, Tosun bağırdı: “İstoper!”

Rappp… Adım sesleriyle beraber şarkı da kesildi. Kederinden söz söyleyemeyerek hâlâ titreyen yağlıkçıya karşı yorgancı kalfası neşeli bir seda ile: “Allah devlete millete zeval vermesin, arkadaşlar hep talimli. Vaktiyle hep silah taşıdık. Onbaşımdan yediğim tokat aklıma gelince hâlâ dumanı gözümde tüter. Çorba gibi yola çıkmaktansa böyle taburla gelmeyi münasip gördük. Langa dönüşü bu… İçimizde tütsülü kafalar da var… Şuara da eksik değil… Şarkı ebelerinden biri çarçabuk bir köfte (güfte) doğurdu. Beyit düzdü. Hanende beylerden biri de ezgili bir makam uydurdu. Söyleyerek geldik. Ne var? Kızdın mı baba? Baskına da nikâha gidilir gibi efendice gidilmez a… Bıçkınız işte. Allah böyle yaratmış. Tutuldunsa iskambilini ver çık… Bu böyledir… Biz kasavet tutmayız.”

Hasan Efendi nihayet söz söyleyebilecek hâle gelerek: “Allah belanı versin. Ben sana böyle mi tembih ettim? Bir kere başını çevir de arkana bak. Sokaklar adam almıyor. Yedi mahallenin halkını birden kaldırmışsın. ‘Aman susalım!’ yaygarasıyla bütün dünyayı velveleye veriyorsunuz. Bu ne kepazelik!”

“Kepazelik olmazsa biz ne ile yaşarız baba? Mangiz yok… Aftos yok… Gönül sevdalı, cepler boş… Ona buna sırıtınca bunun adı ‘tecavüz’. Sokaklarda bağırıp da sevdanı dışarı verince bu da ‘kepazelik’, ne yapalım? Baskın bu, boru değil… Bizim gibi tosunların başka ne eğlenceleri var? Yangın bir, baskın iki… Parasız tiyatora.”

“Sus… Biz buraya külhanbeyi loncası açmaya gelmedik. Diskuru kes şimdi… Lafıma kulak ver. Uncunun evinin arkasında bir bostan var… Çiçekçi bostanı…”

“İçinde semizotundan başka çiçek yok a… Adı böyle…”

“Her ne ise… Arkadaşlarınla beraber o bostana atlamalı. Fakat taburla, şarkı söyleyerek değil, gayet sessizce… Âdeta hırsızlama…”

“Hırsızlama mı? Bostandan ne aşıracağız?”

“Ananın örekesini… Ulan ben sizi alayla gece yarısı hırsızlığa mı gönderiyorum sanıyorsun? Yediği herzeye bak!”

“Ne bileyim ben? Hırsızlama dedin de…”

“Bir ot parçası bile koparmayacaksınız, anlıyor musun? Sonra burnunuzdan getiririm.”

“İçimizde bu kadar rakı yangını var. Ağaçlarda yemiş görürsek diş oynatmadan durabilir miyiz?”

“Hay sizin gözünüze dişinize şimdi ha…”

“Eh, eh… Alt tarafını salıverme. İçinde dursun.”

“İnnallaha maassabirin, ne laf anlamazlara çattık! Hüsnü Efendi sizinle nasıl geçiniyor bilmem ki?”

“Ustanın adı şimdi ‘efendi’dir ama o da bizim gibi çekirdekten yetişmedir. Biz birbirimizi anlarız, sen onun efendiliğine bakma. Gazeteyi kör dilenci gibi makamla şavullama okur. Elifi yan yatırsan tanıyamaz. Mutlaka kazık gibi dikine durmalı ki gözüne girsin. Geçenlerde Beyoğlu’nda bir Şişli kibarını ‘şiş kebabı’ okudu da gülmeden bayıldık. Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ‘Mahalle’yi ‘muhallebeli’ diye heceledi. Ne yaparsın? Ustadır, şiş kebabının üstüne muhallebiyi de piyizlendik oturduk. Yorgancının âlimi, efendisi bu kadar olur.”

“Tosun bu akşam sen nerede içtin bu kadar?”

“İçmedik. Sağanak geçiren mortocu hırkası gibi ta iliklerimize kadar çektik, şişmiş süngere döndük. Akşamüstü gelirken Langa’dan doğru bir lamelif çevirelim dedik, lamelifin fiyongası Uzunodalar’a düştü. Lafın kısası içeri daldık, meyhane değil burası, batakhaneye benzer. İç kapının arkasında bir enez küpü vardır. İçmek lazım değil, kapağını aç bir kokla, oraya uzanırsın; baldıran kökü hülasası… Miçoya, ‘Doldur!’ dedik. Miço dersem ellilik kıranta bir herif… O meyhanede ondan aşağı yaşta çırak kullanmaya gelmez, tehlikelidir. Rakı en ziyade sevda damarına dokunur. Göze bir şey görünmez. ‘Civanım, bir daha doldur fakat dört kadehi bir yap da bardağa akıt. Bu akşam baskına gidiyoruz laf değil.’ dedim. Getirdi, yuvarladım. Bir daha… Bir daha… Vay geçmişine üflediğimin meredi be… Tezgâh başında zelzele olmaya başladı. Fırtınada demir tarayan gemi gibi sallanıyordum. Emin, kolumdan çekti. ‘Yetişir, gidelim!’ dedi. ‘Arkadaş kapıyı bul da çıkalım.’ dedim. Üç adım attım. Bu sefer de gözlemeci merdanesi gibi rakı beni yuvarladı.”

“Lafı kes. Şimdi aklın başında ya?”

“Ne demek? Tosun’un aklı dört beş bardakla oynar mı? İşte ayıklığımın mostrası meydanda… Laflarımda sarhoşluk nişanesi var mı? Bak bu kadar delikanlı kumandamı bekliyor. Bir işaret edersem şimdi mahallenin altını üstüne getiririm.”

“Sakın ha habis… Sonra seni elebaşı diye polise veririm.”

“Elebaşı mı? Hamam kızdı mı oynayacağız?”

“Hamam değil benim başım kızdı. Susar mısın? Yoksa susturayım mı?”

“Kızma babacığım… Daha marta çok var. İşte sustuk. Elhap…18 (Başını arkaya çevirerek) Arkadaşlar dikiz gelin. Dilsiz oyunu var.”

Arkadaki kalabalık hep birden: “Elhap…”

“Maşallah arkadakiler de sana uygun… Bu akşam Uzunodalar’daki küplerde zırnık bırakmamışsınız.”

Hasan Efendi birkaç lahavle ile başını sağa sola salladıktan sonra arkadaki delikanlı kalabalığına doğru: “İçinizde sarhoş olmayanlar yahut razıyım, söz anlayacak derecede çakır keyif bulunanlar varsa ileri gelsin.”

Kalabalık arasında şu sözler dolaşır:

“Ne diyor? Ne diyor?”

“ ‘İçinizde çakaralmazlar19 varsa ileri gelsin.’ diyor.”

“Vay kahpe oğlu be… Bizi Diyarbakır çakmaklısı diye ona kim anlatmış? Çakarız baba fakat almayız. Bize fitil işlemez.”

“Biçimsizlenme ulan… Elhapı neden bozuyorsun?”

“Laf soruyor be… Ona fesimin ibiği cevap verecek değil ya? Elbette ağzım söyleyecek…”

Birkaç delikanlı Hasan Efendi’ye yaklaşarak: “Biz ayığız efendi… Ne emriniz varsa söyleyiniz.”

Arkadan kahkahalar: “Ulan Faik’e bak… Şamandıra gibi sallanıyor da aval ‘Ayığız.’ diyor.”

“Ayıktır… Ayık… Efendi cin içer. Matarası cebindedir. Salak Eyüp vapuru gibi islimi üç saat sonra tutar. Bir kere uskuru dönerse hem tornahit işler, hem tornistan… Halıcıoğlu, Balat… İki tarafa çatarak gider. Fener’e uğramaz, Yemiş’e abanırsa artık kalkamaz. Orada sızar.”

“Moruğu gömdüğümüz zaman bu enayi vapura ben de bindim. Eyüp iskelesinde biletçi kulübesinin önüne geldik. On altı kişi… Otuzar paradan hesapla. Paraları uçlandık. Masrafı cenaze sahibi verirmiş. Herifler otuzar paralık yük taşıdılar mı be? Yekûn hiç aklımdan çıkmaz. On ikiyi bayıldık. Mecidiye farkı da caba… Moruğun acısı o zaman içime çöktü. Hayırsız evlat demesinler diye mezar başında bir fantazya ağlama yapayım dedim. Vay babasının canına be… Vakıf çeşmeleri gibi bütün suyum kurumuş, gözümden yaş gelmedi. Fakat biletçinin önünde ter ile karışık sızmaya başladım. Sonra bizi bir dolaba koydular. Demir kapanın arasına sıkıştık, belimin ortasında bir şey çıt dedi. ‘Ne oluyoruz?’ dedim. Arkadaşım cevap verdi: ‘Zımbaladılar.’ Vay cenaze pulu da mı çıktı? Merak ediyordum. Acaba zımbayı neremden yedim? Namusa dokunur bir şey yok ya? Sonra defterdara, halıcıya uğrayarak yollandık. Meğerse vapurumuz dilenci imiş… Eyüp’ün havasından vapurları bile öyle oluyor. Nereye çıkarsan otuzluk… Müsavat var.”

Mangaların her birinde konuşmalar olurken Hasan Efendi bin zorlukla söz anlatabilecek bir iki kişi bularak talimatına girişti:

“Arka sokaktaki kapısından bostana girmeli. Bahçıvanlar tembihlidir, ses çıkarmayacaklar ama ekili zerzevatı çiğnememeye son derece dikkat etmeli. Her biriniz bir tarafa sinerek Ahmet’in evini o taraftan ablukaya almalısınız. Evin bostana bakar birkaç alçak penceresi vardır. İşte buralarda zampara kaçmasına meydan vermeyip hemen yakalayacaksınız. İşte vazifeniz bu… Öyle cin içmiş peri tutmuş sarhoşları da içinizden çıkarınız. Hizmet büyük, vazife mühimdir. İki dünyada da sevap almış olursunuz. İşin iyi gitmesini bozacak hâllerden sakınınız. Haydi bakalım, İnayet bârî’den…”20

Bu kumanda üzerine bir arbededir koptu. Sarhoşu ayıktan ayırmak kabil değildi. Bostan sokağına doğru bir kalabalık akmaya başladı.

Yangına gider gibi naralar da işitiliyordu:

“Şan verdi cihane Kara Mehmet Paşalılar…”

“Sizi su gibi içer Yakupağalılar…”

“Borucu Halil musluğu aç. Her ikinizi de sular Hoşkademliler…”

“Dünyaya duman attırır Horhorlular… Habire imanım yuuuuu…” övünmeleriyle çıngar alametleri mis gibi tütmeye başladı.

Söz anlar takımı pek azdı. Bunlar bostana girdikleri sırada kapının önünde Kara Mehmet Paşalılarla Horhorlular salaya21 tutuşurlar. Küfürlerin en işitilmemişi, en alışılmamışı, en yakası açılmadıkları arasında taşlar savrulur, gırla kafa göz yarılır. Arada bir yakındaki evlerin camları yürek oynatıcı bir şangırtı ile patlar, sokaklara dökülür. Kadınlar feryada başlar.

Hasan Efendi hâlâ çeşme başındaki baskın ve cesaret diskurunda devam eder. Polisler, zaptiyeler yetişir. İmam, bekçi, muhtarlar hep tamam…

Komiser, mahalle ileri gelenleri tarafından mühürlü bir mazbata olmadıkça baskına girişemeyeceğini söyler. Hasan Efendi elleri titreyerek, alt kısmı yirmi otuz kadar mühür ile karalanmış mazbatayı gösterir.

Bu dava burada sürülürken Hüsnü Efendi bereket versin ki hatırı sayılır sayılmaz birçok kişi toplayarak uncunun evini sokak tarafından muhasara etmiş bulur.

Öbür taraftan imamıyla muhtarıyla polisiyle toplanan halk da yürür, muhasaracılara katılır. Polislerin bir kısmı salaya tutuşanları ayırmaya gider.

3

BASKINA DOĞRU

Vaka yerine çıkan bütün sokaklar mahşer gibi insanla dolar, girilip çıkılmaz bir kalabalık peyda olur. Mahalle, binlerce kişinin kin ve küfür avazıyla inim inim inlerken bir mezar karanlığı ve sessizliği içine dalmış uncunun evinden çıt işitilmez. Perdeler inik, hiçbir tarafta ışık ve ses yok. Sokak fenerinden vuran titrek ışık altında, ahalinin bu öfkeli saldırışına karşı ev, korkusundan titriyor sanılır.

Mahallelinin teklifi üzerine imam kapıyı çalar. Cevap verilmez. Artan bir hızla birkaç defa daha vurur. Kapı açılmaz. Halkayı koparacak gibi kudurmuşça bir şiddet ile birbiri ardınca vurur durur. Hiçbir karşılık yok. Bu inatçı sessizlik halkın öfkesini bütün bütün artırır.

Kiminin alnı buruşuk bir mendil ile gözüne doğru eğrice sarılı, kiminin kolu bir bez ile boynuna asılı, saladan dönerek oraya bir sıraya dizilmiş olan bıçkın alayı içinden birkaç ses birden: “Vay geçmişine maval okuduğumun pezevengi, aç kapıyı… Yoksa şimdi omuzlar gireriz.”

Komiser vakarlı ve resmî bir seda ile: “Yok… Yok… Ahaliden kimse işe karışmayacak. Sonra şiddetle mesul olursunuz. Hükûmet vazifesini bilir.”

Bıçkınlar:

“Herif burada altı aydır insan çiftleştiriyor da…”

“Ne dedi? Ne dedi?”

“ ‘Mesul olursunuz.’ diyor be… Sesi kes…”

“Kerhaneyi uncu işletsin, biz mesul olalım, öyle mi? Hükûmet vazifesini güzel biliyor doğrusu…”

“Herif kim bilir kimlere parmak yalatmıştır. Başka türlü mahalle arasında ırz ticareti olur mu?”

Tokmak vuruşlarına imam, pazısının var kuvvetiyle devam eder. Ev değil bir mezar vesselam.

Pıt duyulmaz. Mahalle kodamanları ile polis memurları kapının önünde bir top teşkil ederek bu inatçı sessizliğe karşı alacakları tedbirleri konuşmaya girişirler. Kimi kapıyı kırmak, kimi bostan tarafından eve birkaç zaptiye indirmek, kimi merdiven dayayıp pencerelerin birinden içeri hücum etmek fikrinde bulunmakta iken kalabalık içinden fırlatılan bir taş pencerelerden birine rastlayarak şangır şungur cam kırıklarını ahalinin başına yağmur gibi indirir. Polislerden birkaçı külhanbeyi alayına doğru koşarak: “Kimdir o?”

“Ne bileyim anam babam? Burada binlerce adam var. Her birinin bir çift eli, on da parmağı var… Ara da bul.”

Polis: “Yakalarsam şimdi tevkif ederim.”

Beylerden biri kahkaha ile: “Yakalarsan tevkif kolay… Uncu evinden çıkmasın, hempalarla22 aftoslar hâlâ içeride çift yatsınlar. Biz burada ‘tevkif’ olalım. Kıyak iş.”

Bu sırada öteden beriden birkaç taş daha fırlatılır. Kimi evin kaplamalarında gümledikten sonra ahalinin başına düşer. Kimi gümbürtülerle cam kırıkları yağdırır.

Kalabalığın içinden acı bir seda:

“Aman… Aman… Vallahi beynim delindi. Hangi eline yestehlediğimin çapkını attı onu. Baskının ilk kurbanı biz mi olduk?”

Polis kızgınlıkla: “Gördünüz mü yediğiniz haltı?..”

Külhanbeyi boynunu çarpıtarak: “Kim yedi kardeşim? Bir Rabb’imin hakkı için inan, sabahtan beri gırtlağıma elleme lokma düşmedi. Otuzluk tütünle iştah ürkütüyorum. Görmüyor musun? Mum gibi hâlâ karşındayım. Ne elim oynadı, ne dişim. Kabahatliyi bul da laf söyle.”

Polis, taşlayanları bulmak için kalabalık içine saldırınca halk bir siyah deniz gibi dalgalandı. Kopan gürültü bir uğultu hâlinde akisler yaparak ondan ona geçen bir kızgınlık gibi büyüyor, yayılıyordu.

Etraftan sedalar:

“Polis efendi Sadık attı… Mahmut’a bak, viraneden daha taş topluyor.”

Polisler Sadık’ı Mahmut’u bulmaya uğraşırlarken çat çat… Birkaç taş mermisi daha savruldu. Yine şangırtılar. Yine döküntülere uğrayanlarda şikâyet gürültüleri… Fakat artık evin sokak tarafındaki yüzünde sağlam pencere kalmamış gibiydi. Şimdi taşlar bu camsız pencerelerden doğrudan doğruya içeri fırlayarak evin duvarlarında, döşeme tahtalarında gümlüyordu.

Sokak yüzünden püskürtülen taşçıların birtakımı arkaya, bostan tarafına geçti. Bu taraftan da taş yağdırmaya başladılar. Bahçenin semizotu, yeşil salata, taze soğan, sarımsak tarlaları cirit meydanına döndü. Harçsız kırıntı taşlarla örülmüş duvarın bir kısmı bir anda yarım arşın kadar alçaldı. Çünkü atılan taşlar hep oradan alınıyordu. Çok kuvvetle atılan taşlar evin damına düşüyor, kiremitleri paramparça ediyordu. Karanlıkta oynayan bu azgın elleri görmek, durdurmak kabil değildi.

Bu şiddetli hücuma karşı öyle eskimiş tahtadan bir evin değil taştan bir kalenin bile pek karşı koyamayacağı anlaşıldı. Bu korkunç hakikat ev halkınca bilindiğinden Uncu Ahmet ister istemez sokak yüzündeki kırık pencerelerden birinin kafesini sürerek kirli suratını ahaliye göstermek cesaretinde bulundu.

Arkasında kürkü, başında takkesiyle ağlayarak: “Allah’tan korkmaz mısınız? Bu nedir?”

Sokaktan birçok haykırmalar:

“Allah lafını ağzına alma habis…”

İmam efendi: “İçerideki karılar çarşaflansınlar, herifler de hazır olsunlar. Sen de beraber, hep gelin. Karakola gideceğiz.”

Ahmet: “Hangi karılar, herifler? İçeride çoluk çocuğumdan başka kimse yok.”

Ahaliden biri: “Hangi karılar herifler olacak? Zamparalar ile fahişeler…”

Ahmet: “Neuzübillah o nasıl söz? Elli senelik namusumu lekeliyorsunuz. Hepinizi dava edeceğim.”

Külhanbeyleri kahkahalarla: “Yıllanmış Yahudi şarabı gibi herifin ne eski namusu varmış be! Haydi aynasızlanma… Nazlıları hempalarıyla beraber aşağı indir. Geceliği beş liraya aftos nasıl olurmuş bir görelim. Seyrine de para yok ya…”

Ahmet: “İçeride ailem halkından başka kimseyi bulamaz iseniz ne yapacaksınız?”

Bir ses: “Senin ailenin sayısı belli mi? İçeridekilere amcamın oğlu, teyzemin kızı diye birer hısımlık takarak işin içinden çıkmak istiyorsan böyle kerhaneci martavalına kimsenin kanmayacağını bil.”

Hasan Efendi: “Yaya, arabalı akşamdan beri gelenleri hep gördük. Beyhude ısrar etme.”

Ahmet: “Onlar misafirdi, gittiler.”

Hasan Efendi: “Aç kapıyı… Hükm-i nizam icra olunacak… Bu kadar halk burada bekliyor.”

Ahmet: “Halkı ben davet etmedim ya, beklemesinler.”

Hasan Efendi: “Böyle küstahça sözler ile halkı kızdırma. Sonra hâlin pek fena olur. Herkes senin aleyhinde ayaklanmış. Baksana kalabalığı zor tutuyoruz. Çürük kapına güvenme.”

Ahmet: “Ahaliden sorarım… Şu mahalleye geldim geleli hangisinin gönlünü incittim? Kimseyle bir geçmişim var mı? Benden ne istiyorlar?”

Hasan Efendi: “Namuslu bir mahalle içinde senin gibi ırz ticaretini kazanç yolu yapmış bir adam yaşayamaz.”

Ahmet: “Benim böyle bir ticaret yaptığımı nasıl ispat edersin?”

Hasan Efendi: “Sen aç kapıyı, ispat kolay.”

Ahmet: “Ya edemezseniz?”

Hasan Efendi: “Edemez isek senin için âlâ ya! Bu kadar halkın gözünde temize çıkmış olursun. Senin için başka kurtuluş yolu yok. Masum olduğunu ispat etmeli, kurtulmalı.”

Ahmet: “Bir cinayet mi var? Evinde namusu ile oturan bir adam, hiç sebepsiz kapısının önünde toplanmış, öfkesinin sebebini ve böyle bir işe karışmaktaki salahiyetinin derecesini bilmeyerek sövüp sayan, taşlarla camları, kiremitleri indiren cahil bir halka karşı masum olduğunu ispat etmeye ne mecburiyeti vardır? Hükûmet yok mu? Adalet yok mu? Bana bulaştırmak istediğiniz pis işle tutalım suçlu bulunsam bile cezamın tayini ahaliye mi düşer? Herhangi bir davada, ahaliye böyle toplanarak icraatta bulunma iznini veren hangi kanundur? Böyle bir nizam hangi memlekette vardır? Bana yüklemek istediniz iş şu saatte sabit mi? Değil. Öyle ise meydana çıkmadan, sabit olmamış bir şey için evimin camları, çerçeveleri niçin indiriliyor? Çeşit çeşit küfürler ve tehditler ile evime karşı yapılan bu saldırmadan korkarak ailem insanlarından, çocuklarımdan birkaçı, bir derde uğrasa veya ölse maddi ve manevi bunun mesulü kim olacak? Hâkim huzurunda bunun cevabını kim verecek?”

Ahmet’in bu son sözleri üzerine komiser bıyıklarını karıştırmaya, Hasan Efendi de terlemeye başladı.

Etraftan gürültüler:

“Vay köpoğlu herif be… Ne apukatmış (avukatmış)… Namusluyum diye durmuş da bize kantin atıyor. Ben öyle namusun üstüne…”

Polislerden biri:

“Sus edepsiz… (Maiyeti bir polise) Böyle uygunsuz uygunsuz söylenenler olursa yakasından yakala zaptiyelere teslim et.”

Kalabalık içinden biri:

“Uncu Ahmet otuz kırk kişiyi deliğe tıktırmadıkça teslim olmayacağa benziyor. Zamane bu, ne dersin! Namussuzdan namusunu satın almalı derler. Böyle sözlerin her birinde bir hikmet vardır.”

Hasan Efendi, Ahmet’i cevapsız bırakmamak için birkaç defa yutkunduktan sonra: “Burada icra-yı vazife eden ahali değildir. Merkez komiseri, polisler, zaptiyeler, imam ve muhtarlar hep mevcut… Vakaya sebep olan da sensin. Mahallemiz mahalle olalı böyle bir suç ile kimsenin kapısı önünde toplanmamış, bu yolda bir kabahat yüzünden bir insanın burnu kanamamıştır. Senin evinin camları yalnız bu gece değil, birkaç aydan beridir kırılıp duruyor.”

Ahmet: “Bu gecekiler polisin gözü önünde kırıldı. Komiserin buraya gelmesi böyle esef edilecek hâllere göz yummak için değildir. Mercisine çağrıldığı vakit elbette bunun cevabını verecektir. Küçük kızım korkudan bayıldı, yatıyor. Nabızları durmuş gibi ağırlaştı. Giderek hâli fenalaşıyor. Bizi düşürdüğünüz şu tehlikeli durum bir doktor getirmeye bile hiç müsait değildir.”

Hasan Efendi: “Sen kapıyı aç, biz doktor buluruz.”

Ahmet: “İçine girdiği tehlikenin şiddetli mesuliyetini anlayamayan bir halka kapıyı açıp da çoluğumu çocuğumu diri diri öfkeli ayakların altında çiğnetemem.”

Hasan Efendi: “Burada polis var, korkma.”

Ahmet: “Bu kadar zamandır durmadan evimi taş yağmurundan kurtaramayan polise ailemin hayatını emniyet edemem.”

Hasan Efendi: “Taş atanlar birkaç çapkındı. Polislerin peşlerine düşmeleri üzerine hepsi defolup gitti.”

Ahmet: “Onlar defedilmemeli. Cezalarını görmek için hepsi tutulmalı idiler. Onlar kaçtıysa vakanın asıl tertipçisini ve sebep olanlarını isterim. Komiser efendi size söylüyorum. Tahkik ederek bir fezleke yapınız. Mahalleden bu işe ön ayak olanlar kimlerdir? Davacıyım.”

Komiser: “Ben vazifemi senden öğrenecek değilim.”

Ahmet: “Sizin vazifeniz merkezinizin idaresi altındaki mahallelerde bu gibi vakalar olunca meydana gelecek olan müracaatları dinlemektir. Şu anda en büyük memur olmanız dolayısıyla canımızın, ırzımızın, evimizin, malımızın korunması size aittir. Davamı kayıt ve zapt etmeye mecbursunuz.”

Kalabalıktan biri:

“Söyletmeyiniz artık şu kerhaneciyi be… Ne duruyoruz, kapıyı kırıp girelim.”

Bunun üzerine ahali hücum için dalgalanır. Fakat işin almakta olduğu nezaket üzerine sayıları artırılmış olan polisler, zaptiyeler var kuvvetleriyle kalabalığa dayanarak halkın saldırmasını güçlükle önlerler.

Ahmet: “Komiser efendi, yine size hitap ediyorum, bana halkın önünde ‘kerhaneci’ diye ayıp bir sözle laf söyleyen o kimseyi tutunuz. Davacıyım.”

Ne yapacağını şaşırmış bulunan komiser, bir penceredeki Ahmet’in yüzüne, bir Hasan Efendi’ye, bir de halka ne yapılması lazım geldiğini sorar gibi bir kere baktıktan sonra polislere tutma işareti verir. Polisler saldırırlar. Fakat uncuya hakaret etmiş olan ne olur ne olmaz diye oradan sıvışmış bulunur. Onun yerine başka bir kişiyi yakalamak isterler.

“Billahi ben söylemedim. Söyleyen zıvladı.”

“Benim neme lazım birader? Ağzımı bile açmadım. Öyle bir sanat yapıyorsa kendine… Her koyun kendi bacağından asılacak, bana ne?”

“Murdarın günahı üstünde kalsın… Bu zamanda nizam var kanun var. Beyoğlu’nda, Doğruyol’da dolaşanlara bile ‘muhabbet tellalı’ deniyor. Enayi miyim ben? Mahalle aralarındakilere ‘sevda taciri’ mi denecek, ne denecek? Elbette uygun bir lakap bulunacak… Hiç öyle kaba laf çıkar mı ağzımdan?”

Bu yoldaki suçlamaları reddetmek için müdafaa sözleri işitilir. Fakat bu sual-cevap kapıdan uzak bulunan halk arasında, ileri doğru gitgide asıl ve şeklini değiştirerek yayılmaya başlar:

“Ne olmuş? Ne diyor?”

“Uncu Ahmet ahaliden namus davası ediyormuş. Pezevenk diyeni yakalayıp götürüyorlarmış.”

“Namuslular, namussuzlardan nasıl ayrılacak? Bu kelimeyi Türkçemizde niçin icat etmişler? Yiğit lakabıyla anılır. Uncuya söylemezsek lügatimizde kimin için saklayacağım? Bir insan ne kadar aşağılık meslekte olsa ‘Ben bu sözün anlattığı adamım.’ der mi? Hayâsızlık ve namussuzluk kötü sanatları ile apaçıkta olanlar hakkında kullanılacak sıfatlar bu gibileri gücendirmemek için nizama uygun olarak izinleri alındıktan sonra mı ağza alınacak? Hangi tabiri nerede kullanacağımız hakkında kanunlar yapsınlar. Biz de ne diyeceğimizi bilelim.”

Temiz, kaba sözlerle herkes bu iş için fikrini yanındakine anlatmaya girişir. O aralık kalabalık arasından gecelik kürk ve entarili, sakallı, zayıf bir efendi, uncunun bu iffet ve namus davası karşısında son derece asabileşir. Yaydan kurtulmuş ok gibi ahaliyi çiğneyerek kapının önüne, polislerin karşısına atılır. Ve söylenmesi yasak sözü haykıra haykıra sekiz on defa tekrar ile:

“Bu herifin iğrenç sıfatını işte söylüyorum. Beni tutunuz. Burada söylediğimi yalnız mahkemede değil Allah’ın huzuruna çıksam tekrar etmeye hazırım. Namusla namussuzluk karşı karşıya gelince söz hakkı yalnız kötü tarafa verilmez. Bu herif iğrenç sanatıyla ortaya çıkarılacak, isteyen yüzüne tükürecektir. Aylardan beri mahallenin rahatını, temizliğini bozan böyle bir edepsiz hiçbir suretle müdafaa edilemez. Bu iğrenç davayı dinlemekten artık bütün namuslu kimselerin sabrı tükenmiştir. Ne duruyoruz. Kapıyı kıralım.”

Ahmet: “Kıramazsınız. Ahalinin evime girme hakkı yoktur. Kanun bazı hâllerde bir eve girme hakkı verirse bunu yalnız zabıtaya verir, halka değil. Komiser efendi, bu adamın adını sanını ve işini zapt edin ve bana kaç defa ‘pezevenk’ diye kötü kötü söylediğini kaydediniz. Davacıyım.”

O efendi: “Polis buraya senin ahaliye karşı olacak ithamını zabıt tutmak ve kayıt için gelmemiştir. Kapıyı aç, evvela yüzünün aklığı meydana çıksın. Davayı sonra edersin.”

Ahmet: “Açmayacağım.”

Efendi: “Kırarız.”

Ahmet: “Kıramazsınız. Polis mesul olur.”

Efendi: “Senin gibi bir kerataya karşı haşa zabıta mesul olamaz.”

Ahmet: “Bu adam en azılı önayaklardandır, komiser efendi, kaydediniz.”

Efendi: “Daha söyleniyor musun melun! Burada davacı, senin namussuzluğundan yaka silken mahallelidir. Görmüyor musun, binlerce kişi sana karşı ayaklanıp tonlanmış, buradaki zabıta çalışanı on beş yirmi kişiden ibaret. Namusun bu kızgınlığına karşı ne yapılabilir? Kapıya hücum edilmesinin önüne geçebilir mi?”

Ahmet: “Biraz kanun öğren de sonra lafa karış. Zabıtanın kuvveti sayı ile ölçülmez. Şehrinin kanununu iyi bilen terbiyeli halk sayıca on bin de olsa yine tek bir polis neferine itaat eder, buna mecburdur. Her insan için medeniyet vazifesi budur. Bunu bilmeyenlere medeni denemez. Ahalisi en kalabalık memleketlerde zabıta çalışanları en azdır. Terbiyeli memleketlerde zabıta teşkilatındaki maksadın halk ile boğuşmak olmadığını anlamalısın zavallı adam.”

Kalabalıktan başka biri:

“Biz bu heriften terbiye, medeniyet, kanun, namus dersleri mi almaya geldik? Söyletmeyiniz artık uğursuzu. Namus dersini kim kime verecek? Mahalleli haydi bakalım arş…”

На страницу:
3 из 7