
Полная версия
Acı Gülüş
6
SAKALLI KADIN
Halk dışarıda Şair Zennubi’nin sırtındaki korkulukla uğraşır ve bu sarhoşun abuk sabuk sözlerine hayran olur iken komedyaların en ekstrası uncunun evinde geçiyordu.
Evin avlusunda ahali, polisler ve Ahmet birbirine girmekte idi. Uncu, “Arama bitti, çıkınız evimden!” iddiasıyla şirretlik ve edepsizlik perdelerinin en üstlerinde dolaşıyor; Hasan Efendi aramanın boşa çıkması hakikati önünde hiçbir suretle silahını teslim etmek istemeyerek, adam yakalamadan o gece evden çıkmayacağını söz kabul etmez en kestirme inat ve ısrarıyla bildiriyor; zavallı komiser, akıl ve kanun dairesinde her iki tarafa da söz anlatmaya çalışıyordu.
İçeride ve dışarıda bu çekişmeler, beklemeler, meraklar, heyecanlar, seyirler sırasında hâlâ meclis odasında içki ile vakit geçiren Tosun ile Emin’i herkes unutmuştu, bunların keyiflerine karışan, dokunan yoktu.
Emin iyice olgunlaştı. O, şişelere saldırdıkça bir dereceye kadar bulundukları hâlin ehemmiyetini anlayabilen Tosun, arkadaşını içmekten alıkoymaya uğraşıyor.
Aman da of kemiklerimSızlıyor iliklerim.kantosuyla Laz horası tepmeye kalktıkça, susturmak için ağzını tutmaya, horadan vazgeçirmeye atılıyordu. Bunların bu kepazelik ve çekişmelerini işiten beriki odadaki çarşaflı nazeninler de ara sıra kapıya kadar yaklaşarak içeriye meraklı ve ürkek bakışlar attıktan sonra kaçışıyorlardı.
İki sarhoş, kadınlardaki bu fıkırdak merakın farkına vardılar. Fakat cesaretlerini kırmamak için görmemezlikten geliyorlardı. Gerçekten de az vakit sonra dışarıda fıkırtı arttı. Evvelce yarım görülen başlar şimdi omuzlara kadar uzanıyordu.
Sonunda Emin yavaşça dedi ki:
“Tosun…”
“Ne var?”
“Türk’ün karnı doyduktan sonra ne olur bilirsin ya?”
“Malum…”
“Ben dayanamıyorum. Anasını satayım, ne olursa olsun kapının önündekilerden birine yapışacağım.”
“Sus be itoğlu… Başımıza bela mı getireceksin?”
“Talihime Topsalata çıkarsa ne âlâ… Çıkmazsa karı değil mi hepsi makbulüm. Bu matizliğimde isterse en kötüsü olsun.”
“Aynasızlanma diyorum.”
“Sen aynasızlanıyorsun hımbıl oğlu hımbıl; mezeleri piyizlendik, bulutumuzu verdik, nefistir bu kabardı. Zevkin öte tarafı kaldı. Böyle fırsat her zaman ele geçer mi? Bu evde her şey var ulan… Ne duruyoruz?”
“Aşağıdakilerin seslerini duymuyor musun?”
“Bırak avalları be… Ahmet hiç guguğa gelir mi? Ona ‘uncu’ demişler. Çoktan zamparaları un gibi dışarı eledi. Apukatlığa (avukatlığa) gelince kanunnamenin bu işe dikiz eden cihetini o hepsinden mükemmel biliyor. Sonunda kim kimi kafese koyacak görürsün.”
“Ulan, Allah belanı versin… Kokmuş pavurya gibi lafların benim de midemi bozdu. Şimdi kapıdan bir tanesi baktı. Vay anam vay… Ay parçasına benziyordu, uğursuz oğlu…”
“Kalkalım bir sirto oynayalım. O zaman seyretmek için tavukların hepsi kapının önüne birikir. Hint horozu gibi birdenbire saldıralım, elimize hangisi geçerse…”
Kapıdan görünen afet gibi biri Tosun’da da dayanmaya kuvvet bırakmadı.
Ah seni doğuran anaOlsun bana kaynana.havasıyla oyuna kalktılar.
Şimdi rakı, beyinlerini iyice sarmaya başladı. Ağızlar yayıldı. Gözler bayıldı. Kol kol üstüne atıldı. Boş kalan ellerin parmakları çal-paralık ediyor, biri yıkıldığı zaman ötekini de beraber deviriyordu. Söyledikleri hava değil bir sarhoşluk fırtınası, raksları oyun değil bir rezalet külçesiydi. Çağırdıkları havanın temposuna hiç uymayan raks adımlarını kah birbirine, kâh duvara çarpıyorlar kâh sıçrıyorlar, kâh suya batan bir ördek gibi havaya dalıp dalıp ayakta durmaya uğraşıyorlar, kâh göbek atışlarını parmak şıkırtısına uydurmaya uğraşarak derin derin kıvırıyorlardı.
Bu oda panayırını seyretmek için kapının önü tepeli tavuklarla doldu. Kadınlar baskın felaketini hiç umursamaz hâlde gülüşüyorlar, fıkırdaşıyorlar, kullanmadan tutmaya alışamamış oldukları elleriyle çimdikleşiyorlardı.
Emin, şimdi rakıdan çok sevda taşkınlığıyla bulanan, kararan gözlerini bu cilvelilerin üzerinde iştahlı iştahlı bir dolaştırdıktan sonra arkadaşının kulağına “Hücuma hazır ol Tosun!” kumandasını verir vermez yorgancıların piri saydıkları ‘Sümbül Sinan’a sığınarak “Ya hazreti pir imdat…” çığlığıyla ikisi birden saldırdı.
Fakat pirin ruhu ikisini birden çarptı. Biri kapının eşiğine yığıldı, öteki sofanın ortasına… Oynak tavuklar çil yavrusu gibi dağıldı. Avsız, elleri boş kalmış olan sarhoşlar hemen davrandılar fakat tavuklar folluklarına kaçıp kapıyı kapamışlardı. Arkadaşları kadar ayağına çabuk olamayan bir tanesi, bir şişmancası koşarken ayağına çarşaf dolaşarak yıkılmış, davranıncaya kadar oda kapısı kapanmış, ortada kalmıştı.
Şimdi iki horoz, yüzünü çarşafıyla sımsıkı örten bu tek tavuğun etrafında böbürlenmeye başladı. Bütün bütün saldırma hırsıyla dönen gözünü bu tek av üzerine diken Emin:
“Tek olsun zararı yok… Kısmet kısmettir.”
“Sana mı bana mı ulan?..”
“Gözünü en evvel açana…” diye alaylı alaylı söylenerek çarçabuk sıçrar, nazenine sarılmak ister. Fakat güzel kadın, cinsinden umulmayacak bir kuvvetle saldırması geri itilerek, ortaoyunu zennelerinin taklit seslerine benzer inceyle kaba karışık, galiz bir eda ile: “Çekil musibet… Ben senin anladığın sarhoş kaşığı karılardan değilim.”
Emin şaşırarak: “Topsalata sen misin?”
Kadın çarşafıyla sımsıkı yüzünü örtmeye uğraşarak: “Şimdi topunuzun da kemiğine ha…”
Emin: “Ne küfürbaz şey be!.. Ulan salata, seni bahçıvan tarlada tohumluk mu bıraktı?”
Kadın: “Şimdi salata gibi seni tuzlarım kerata…”
Tosun: “Vay geçmişine… Bu nasıl karı be? Babahindi gibi gulukluyor.”
Emin: “İster guluklasın ister anırsın. İster tohumluk olsun ister damızlık… Elimden kurtulamaz.”
Kadın: “Hoşt köpek, biberim çoktur, ağzının tavanını yakarım.”
Emin: “Vay ölüsü porsuk… Karıya değil bir omuzdaşa çattık. Sen hiç sandık kaldırdın mı arkadaş?”
Kadın: “Kalksın vücudun dört kollu ile…”
Emin: “Benim vücudum dört kollu ile kalkmaz, o havasını bilir.”
Emin, bu acayip şeyin orasını burasını gıdıklamaya atılır. Karı, kendisine saldıranın eline bir iki yumruk vurarak: “Oynama, safralıyım. İçim kabarır…”
Emin, tosa hazırlanan bir koç gibi başını çarpıtıp bir iki adım açılarak: “Vay baharlı orospu… Ben senin gibi kabadayıların safralarını çabuk kustururum.”
Karı: “Eyvallah… Ben de senin gibi eli yumuşağını arıyordum.”
Emin: “Yumruğumu avurduna bir yersen elimin nasırlı olduğunu anlarsın. Karıların da tulumbacısı varmış be… Aksi işe bak o bana hıyızlanıyor. Karı mısın tosun musun söyle. Gel şurada bir omuz tutuşalım kim kimi yenerse…”
Tosun: “Ah elmasım, ne kadar tosun olsan yine Yorgancı Tosun olamazsın. Karısın. En babayiğit erkekleri cilvelerinle yenersin. Karıların azmanı ol, zararı yok. Alışkınız ne yapalım… Kısmetimize sen çıktın. Aç şu dilber yüzünü de dikiz gelelim. Has boya mı? Bakkam mı? Zaten ne olursa makbulümüz. Dedik ya bir kere, sevdaya karar verdik, elimizden kurtulamazsın.”
Kadın: “Şimdi sizin elinizi de yüzünüzü de salçalarım hanım evlatları. Açınız başı bakalım meyhane pilakileri.”
Emin: “Gedikpaşa külhanından şehadetnamelisine çattık. Ne acur karı be! İmtihan mı olacağız? Ne söyletiyoruz kaltağı… Ne kadar azgın olsa o tek, biz çiftiz. Haydi be karmanyolaya alalım.”
Yorgancı kalfaları sevda öpüşünden ziyade düşman dişiyle ısırmak için bu bıçkın karının üzerine bu defa hazret-i pirden yardım istemeksizin şiddetle atılırlar. Karı, çarşafının yüze yakın yerini sıkı sıkıya tuttuğu elini yine oradan kımıldatmaksızın tek kolu ile sarhoşlardan birinin suratına bir yumruk, ötekinin karnı ortasına kuvvetli bir tekme indirerek ikisini de yere serer, bundan sonra açık odalardan birine kapanmak için koşar. Bu umulmadık vuruşların acısıyla ayılan iki delikanlı, intikam almak deliliği ile teker teker, fakat yay gibi bir hızla yerden fırlayarak, odaya kaçmasına meydan bırakmadan var hınçlarıyla karıyı biri omuzundan, öteki eteklerinden kavrar. Çarşafı, fırtınalı havada yelken toplar gibi yukarıdan aşağı bir sıyırıverince ortaya kırmızı yüzlü, top sakallı, parlak gözlü bir herif çıkar.
Emin yumruğuna tükürerek: “Vay babasının meze çanağına… Vay sakallı orospu seni… Bizi habersiz avladın. Muştayı böyle inerler!” karşılığıyla herifin ağzı ortasına doğru bir yapıştırır. Hemen o kara sakal kan akıntısıyla Acemlerin kınalı sakalları gibi kıpkızıl kesilir.
O anda, Tosun da, düşmanının gövdesinin ortasına bir tekme aşk ile: “Biz borçlu durmak istemeyiz. İşte al sana yumruğa yumruk, tekmeye tekme… Biz helalzadeyiz, aldığımız gibi öderiz.”
“Ne kadar tatlı şeymiş, bak pekmezi suratına aktı.”
İlk intikam ve hiddet taşkınlığıyla ne yaptıklarını bilmeyen iki yorgancı kalfası bu manzaranın garipliği karşısında şimdi akıllarını başlarına almaya, hâl ve hakikati anlamaya uğraşarak üst üste iki vuruşla sersemleyen sakallıyı sofanın ortasına çekerler, kadınlık kılıfından dışarı çıkmış olan bu erkeğin karşısına geçerek büyük bir şaşkınlıkla: “Vay babasının canına, ulan bu ne be? Topsalata’yı ararken deve dikenine rastladık. Bu da top ama çemeni tersine bitmiş… Arkadaş sen bu evde sermaye misin?”
“Karagöz’ün Ters Evlenme’sindeki kıyafetine benziyor. Sen kendini bilmeyen sarhoş müşterileri avutmak için yedek sermayesi misin?”
“Yoksa evinizde bu akşam karnaval mı var? Cevap versene enayi… Dilini mi ısırdın?”
Sakallı karı bu sefer gür bir erkek sesiyle: “Ben laflarınızı koçan gibi ağzınıza tıkardım ama ah ne yapayım? (Eliyle ağzını göstererek) İki ön dişim birden kırıldı. Mevkim gayet tehlikeli, ses çıkarmaya gelmez. Ben de sizin gibi hovardayım. Hovardalıkta amana bıçak olmaz. Aman arkadaşlar ocağınıza düştüm.”
Tosun: “Korkma… Hiç kasavet çekme…”
Sakallı: “Bu akşam bizi kurtarırsanız avcunuz mangizle dolar.”
Emin: “Sizi mi kurtaralım? Dadaş kaç kişisiniz? Vay babasının lülesine üfürdüğümün be… İçeride daha çarşaflı herifler mi var?”
Sakallı: “Arife tarif lazım değil…”
Tosun: “Biz işi çaktık. Mahalleliden kurtulmak için siz zamparalar, karı kıyafetine girmişsiniz. Bu kepazelik babayiğitliğe yaraşır mı? Kamalarınızı, rovelverlerinizi çekip buradan erkekçe çıkmalıydınız.”
Emin: “Affedersin birader, biz seni çarşafın altında tombalakça gördük. Az kalsın silah çatacaktık. Ters bir iş olacaktı. Senden ziyade bizim namusumuza yuf olurdu. Karhanede karı kılığına girmek tehlikelidir. Sarhoşu var, körü var, aptalı var… Ne ise ucuz kurtuldun. Diş tamir olunur ama namus bozulunca meramete gelmez.
Emin: “Susarsak bize ne var?
Sakallı: “İkinize de birer tane beşi bir arada…
Tosun eliyle bir tokat işareti vererek: “Böylesi mi? Biz öyle beşi bir arada çok yedik. Ona karnımız tok, lezzetini biliriz. Bazı mirasyedi hovardalar, sarraf dükkânı bulamayınca beşibiraradayı insanın suratında bozarlar.”
Sakallı: “Öylesi değil, nal gibi lira… Sapsarı… parıl parıl…”
Emin: “Yağma yok… Biz beş liraya boynuz takmayız. Fakiriz ama para için bu sanatı yapamayız.”
Tosun: “Beşibiraradaları ceplerimize, karıları koyunlarımıza koymalı. İşte o zaman susarız.”
Sakallı: “Bu gece sırası mı ya? Mahalleli bizi fare gibi kapana koydu. Aşağıda bekliyor. İşte size parol39 dönmez… Sonra bir akşam rakısıyla, mezesiyle, çalgısıyla, aftosuyla size bir ziyafet çekmeye söz veriyorum. Hovarda raconunun ne olduğunu bilirsiniz.”
Tosun: “Olmaz… Yoksa şimdi sizi polise teslim ederiz.”
Sakallı: “Hele şu odaya sofra başına geliniz. Birer tezgâh önü yapalım. Uyuşuruz.”
Emin: “Ne tezgâhı kaldı ne önü ne arkası… Biz rakıların hepsini çektik. Su gibi kuvvetsiz bir anzorot… Tutmuyor. Şişeler de ikişer parmak hanım şişesi… Biz Küplü’de maşrapa ile kayık düzü içmeye alışığız. Eğer bizi matiz edip de keşe boğmak istiyorsan böyle ümide düşme… Boş yere yorulursun. Sen sakalınla sızarsın, biz çivi gibi dikine dururuz. Anladın mı çarşaflı moruk?”
Sakallı: “Bu evde rakı mı yok? Şimdi binlikle getiririm.”
Tosun: “Binlik, beş yüzlük… Rakı olsun da kaçlık olursa olsun, eyvallah çekeriz. Liralarla beraber Topsalata meydan görmeli. Biz öyle susarız. Çaktın mı lafı?”
Sakallı: “Canım, Topsalata’ya gelinceye kadar ne karılar var. Bunu o kadar neden beğendiniz?”
Tosun: “Suratını görmedik, kulaktan âşık olduk. İsmi iştahımızı kabarttı.”
Sakallı, “Geliniz, geliniz dayılar…” davetiyle kollarından çekerek ikisini de meclis odasına götürür.
“Ben şimdi geliyorum.” ihtarıyla kendisi tekrar dışarı çıkar. Erkek, kadın, zampara ve sermaye, bütün ev halkının çarşaflı olarak topluca bulundukları odaya girer. Orada uzun uzun fısıltılar, müzakereler olur. Kadınlardan biri avluya iner. Ahmet’i bir köşeye çekerek tehlikeyi kulağına fısıldar. Herifin benzi atar. Kadın daha der ki:
“Ne yaparsan yap, bu mahalleliyi dışarı savmanın bir kolayına bak… Savamazsan lakırtıyı uzat, yukarıya çıkmalarına meydan verme. Biz o iki sarhoşu şimdi sızdırırız.”
Kadın, Ahmet’i bu suretle uyandırdıktan sonra alt kattaki kilere girer. Çarşafının altına bir binlik rakıyla birçok meze sıkıştırarak yukarı çıkar. Sakallıya teslim eder. Sakallı tekrar çarşafına bürünerek yükü ile meclis odasına döner. Boş şişeler dolar, meze tabakları donanır.
Yorgancı ustaları bu sakallı ikramcılarını tekrar çarşaflı görünce sorar:
“Ne var arkadaş… Yine namahremliğin mi tuttu? Neye örtünüyorsun? Sana kem gözle bakanın gözü çıksın. Hovarda lafı laftır. Dünya ve ahiret istersen babamız ol, istersen anamız ol… Hangisi keyfine gelirse… Ne kadar sarhoş olsak sana karı muamelesi etmeyiz. Kuruntuya düşme…”
Sakallı gülerek: “Yok, sizden kendimi sakındığım için değil… Aşağıdan yukarı bir polis filan çıkıverirse beni kadın zannetsinler diye çarşaflandım.”
“Öyle ise aman sakalını iyi ört… Ele verirsen kepazelik olur. Mahalleliden biri sana sataşırsa öyle bize yaptığın gibi sertlenip bıçkınlaşma. Hele o akordu bozuk dilenci armoniğine benzeyen kartal sesini hiç çıkarma. Biraz kırıl, dökül, fıkırda… Hi hi hi yapıver. Yalnız çarşafa girmek para etmez. Sokakta sarhoş çok. Bir zorlusuna rast gelirsen sakalını da göstersen fayda vermez. Tehlikeden kurtulmak için seni suratına maske koymuş zannederler. Kim vurduya gidersin. Vücudun meşe kütüğüne benziyor ama hoşur meraklısı da vardır. Deminden biz bile aldandık.”
Sakallı kadehi doldurur. Birer tane misafirlere verir. Bir de kendi alır.
Tosun: “Ver elmasım, nazik elinizden içelim. Orta oyununda mıyız? Kerhanede mi? Baskında mı? Biz de şaşırdık.”
Sakallı meze vermede acele eder.
Emin: “Aman nazlım, meze için yorulma. Biz birkaç rakı içer sekiz tabak meze yeriz. Ortada ne varsa ellerimiz hepsini dolaşır. O senin verdiğin dişimizin kovuğuna gitmez. Fakat mezelerden biri eksik. Topsalata!”
Biraz muhabbetten sonra birer daha, birer daha yuvarlarlar. Yorgancıların midelerindeki eski maya tazelenir.
Tosun, sarhoş bir söylenişle: “Baksana bu… Buraya sakallı aftosum. Eğer sana hışırın biri kötü gözle bakarsa be… Be… Beni göster. Umurunda olmasın. Dünyayı ya… Yakarım alimallah! Sa… Sa… Sakalını da alazlarım kurtulursun… Bana Yorgancı Tosun demişler. Do… Doğduğum zaman ba… Ba… Babam ha… Hani o benim babam, asıl babam… Daha kundakta iken benim ne mal olduğumu anlamış adıma To… Tosun demiş… Asgısar?”40
Emin el şakasına başlar. Sakallıyı gıdıklayarak: “Ah, aman biraz cilvelen bakalım… To… Topsalata gelinceye kadar boş duramayacağım.”
Sakallı bir iki gerdan kırıp raks eder gibi vücudunu titreterek zenne sedasıyla: “Ay aman hıyanet, etme, sen gıdıkladıkça yok mu vallahi içim…”
Tosun: “Eh… Eh elverir… Cilveyi kes. Arada bir sakalını göster. Mertliğe söz verdik ama… Sarhoşluktur bu… Kalbim aldanıyor. Sen Zuhuride41 baskın oynadın mı? Çarşaff… Altında iyi vücut depreştiriyorsun.”
Birer tane daha çekerler. Emin meze tabaklarından birini çekerek içindekileri hep yalar yutar.
Tosun: “Ra… Rakı var. Mezeler de bol. Aftos da gelecek… Fakat, çalgı yok… Böyle eğlentiye bir zırıltı ister.”
Emin avurdunu nefesiyle şişirip dümbelek gibi parmaklarıyla üzerine vurarak:
“Güm… Bla… Bla… Bla… Bla…”
Tosun’a: “Ulan sen de zurna gibi zırla.”
Tosun iki avucunu birleştirip ağzına götürerek gayet genizden: “Gına ya ya ya gıya ya ya…”
Bu çifte nara ile zurnanın birbirine uymaz iki sedasından meydana çıkan sarhoşça edalı bir düzme ahenktir başlar.
“Ah yelelam” ara nağmesiyle beraber “Karga da seni tutarım aman!” raks havasına girişilir.
Sakallı oyuna kalkar. Zavallı herif bu iki büyük belayı sızdırmak için her hakarete, her saldırmaya, yer yer vücudunu çürüten o buram buram çimdik acılarına, gıdıklamalara katlanarak üzerinde henüz iki kırık dişinin kanları duran sakalını sağa sola kıra kıra gözlerini süze süze hiç durmadan göbek hoplatarak sahibinin sopasından titreyen ayı gibi oynar.
Emin coşkunlukla boğuk bir nara attıktan sonra: “Göbek fırtınası olacak… Bilirsin ya akşamki gibi…”
Tosun, ağız zurnasını uzun, gunneli42 bir nağme ile keserek: “Bozukluğum olsa yapıştırırdım.”
Dışarı ses gitmemesi için oda kapısı kapatılmıştı. Fakat bu havranın şamatasının aşağıdan işitilmemesi mümkün değildi. Polisler yukarıda iki olgun yorgancı gencin bulunduğunu biliyorlardı ama Uncu Ahmet’in namusunu müdafaa için verdiği heyecanlı nutuk, mahalleliye karşı söylediği korkunç sözler zihinlere o kadar hararet vermişti ki kimse bir saniye oradan ayrılamıyordu.
Kendi âlemlerine bırakılmış sarhoşlar içtikçe azıyorlardı. Bunların öyle üç dört şişe ile sızan boydan olmadıklarını gören sakallı arada bir göbek atmasına aralık vererek, kadeh sayısının artmasıyla muvaffakiyet ümidinin değil işin kötülüğünün büyüdüğünü görüyor, ne yapacağını bilemiyor, hatta zavallı herif beraber içmek zorunda olduğundan dolayı onlardan evvel kendisinin sarhoş olacağını anlıyordu.
Tosun ayağa kalkmak ister, sendeler. Düşmemek için sofraya tutunarak şangır şungur birkaç bardak, kadeh devirir. Ağırlıkları başka başka iki kefe arasında denkliğini bulamayan bir şaşkın terazi gibi kollarını uzatır. Birkaç yalpa ile ağır ağır gözlerini kapadıktan sonra:
“Zararı yok… Uğurdur. Göz kafa patlamasın da cam şişe kırılsın… Hovardalıktır bu…”
Sakallı: “Umurunda olmasın yiğidim… Sizin gibi tosunlara can feda…”
Emin: “Anasını satayım… Parasını biz vermedik ya…”
Tosun: “Ulan moruk bizi bardak kırıntısıyla piyazlama… Hani ya mangiz?.. Karı lafını kestik? Ceplerimize beşibiraradalar, koynumuza karılar girecekti?”
Sakallı: “Hele biraz daha keyiflenelim. Hepsi olur, hepsi…”
Tosun: “Biz zom olduktan sonra mı? Niyetin bizi sızdırmak mı? Verdiğin lafı tut, sakalını haşlanmış hindi gibi yolarız. O zaman Tüysüz Haçik’e43 benzersin.”
Sakallı: “Böyle işte acele olmaz. Aşağıda mahalleli var. Böyle zamanda ortaya nasıl karı çıkarılır?”
Tosun: “Ha ha… Anladım, bu herif bize kantin atıyor. Aval, aklınca To… Tosun’u tuzlama yapacak?”
Tosun düşe kalka yürür. Minderin üzerindeki udu alır, Emin de tefi yakalar.
Tosun: “Gel şu aa… Andavallının üzerine birkaç mani söyleyelim.”
Tosun, fesini kaşlarının üzerine yıkar, diz diz üstüne atar. Tam Tavukpazarı şairlerinin çalımını aldıktan sonra, udun tellerini tırmalayarak ve bütün sarhoşluk avazıyla gönlüne doğanları söylemeye başlar:
Adam aman vardaHovardayız hovardaSandıkçılardan sonra gelir nazlı GalataHani ya hinoğluÜçü beşi bir arada?Gelmiyor nerede kaldıSevgilim Topsalata?Ut, tef beraber ara nağmesi:Düm terelelli yalelamMatiz olduk vay babam.Sonra dört yana tehdit tükürükleri saçarak boğuk bir nara: “Brooooooooo yakarım.”
Ondan sonra Emin:
Adam aman ekşi vişneAtarım kantarlıyı gelmişine geçmişineBir yumruk aşk edersemSenin çürük dişineİster it gibi bağırİster at gibi kişne.Sazla beraber ara nağmesi ve nara.
Sakallı son derece şaşırarak: “Mahalleliden gelecek bela sizin yanınızda saadet gibi kalır. Bu ağızda birkaç beyit daha okursanız bu evi bir daha basarlar.”
Tosun büyük bir öfkeyle ayağa kalkar. Sapından tuttuğu udun şişkin tarafını herifin beyni ortası budur diye bir indirir. Çalgının bütün bedeninin tahtaları yere ayrı ayrı dökülür. Sakallı neye uğradığını anlamadan hakaret ve vuruşun hedefi olan o kafaya Emin de tefle bir saldırır. Hemen kursak patlar, kasnak da bir lanet halkası gibi zavallının boynuna geçer.
Tosun bağırarak: “Bela mı? Bize mi söylüyorsun? Belanın suratını tanır mısın? O nasıl şeydir gördün mü hiç? Vay geçmişine be… Bize ‘bela’ diyor. İki dişini kırdık, başka ne yaptık? Teşekkür etsene ulan ağzın burnun daha yerinde duruyor!”
Arka arkaya inen bu iki vuruş altında sakallının başı sızlar, döner. Alnı yaralanır. Gözleri kararır. Sağa sola sallanır. Hazmedilemez zehirli bir içki gibi tepesinden aşağı içtiği bu haşlamaların ağır ve acı tesiriyle o anda bir deliliğe tutulur, bulunduğu yeri, baskını, arkadaşlarını, mahalleliyi, o tehlikeli saatin nezaketini, sonunun belasını hep unutur; hemen, yakaladığı bir sürahiyi olanca intikam hırsı ile Tosun’un başına fırlatır.
Fakat Tosun hayli olgun bulunmakla beraber meyhanelerde iskemle iskemleye, yumruk yumruğa, bıçak bıçağa geçirdiği böyle zorlu vakalardaki tecrübeleriyle pek çevikleşmiş, tetikleşmiş olduğundan karşısındakinin niyetini anlar anlamaz iki kolunu yan yana getirerek başına siper eder, bu sürahi şarapnelinden yalnız birazcık bilekleri zedelenip, kanamak zararıyla kurtulur. İkinci bir hücuma meydan vermeden düşmanının üzerine bir yırtıcı hayvan gibi saldırır. Sakallı da pazısı güçlü bir azılı olduğundan alt alta üst üste korkunç bir boğuşmadır başlar.
Vadedilen beşibiraradaların hesap sonunda böyle sürahi kırıklarıyla ödenmeye girişildiğini gören Emin, haber verme vaktinin gelmiş olduğunu anlar. Duvardan duvara volta vurarak alt kat merdiveninin ortasına kadar koşar bağırır:
“Aşağıda ne kadar mahalleli… Muhallebi… Aşure… Sarığıburma… Baba tatlısı varsa yukarı geliniz. Hem erkek hem dişi, hem sakallı hem çarşaflı… Böyle bir mahluk… Seyri on paraya…”
Uncu Ahmet’in safsatadan ibaret nutku karşısında artık âciz, yorgun, ispatsız ve tahammülsüz kalan Hasan Efendi’nin kulağına bu “Zampara yakaladık!” diye birdenbire bağırılan bu müjde gelince adamcağız şaşaladı.
Haberin arasındaki sarhoşça bir eda ile karıştırılan “sarığıburma, baba tatlısı” gibi sözler müjdenin ciddiliğini bozuyordu.
Zavallı yağlıkçı biraz önce bostandaki korkuluk vakasını hatırlayarak şimdi de yakalandığı müjdelenenin de o çeşit bir zampara karikatürü olmasını aklına getirerek:
“Kahrolunuz… Biz sizi buraya bir yararlık umarak getirdik, siz körkütük oldunuz. Ne yaptığınızı biliyorsunuz, ne söylediğinizi…”
Emin: “Vallahi değil, baba! Zamparaların en azılısını, en babacanını yakaladık.”
Hasan Efendi: “Zampara diye tırabzan babalarını mı yakaladınız, ne yaptınız?”
Uncu: “İçmiş içmiş sızmış… Besbelli rüyasında tatlıcı dükkânıyla zampara görmüş… Şimdi de uyanmış saçmalıyor.”
Komiser, sarhoşun haberleri arasındaki “muhallebi, aşure” gibi fazla sözlerden çok “hem sakallı, hem çarşaflı” sözlerine dikkat ile bir anda ayılmıştı. Polislere başıyla hafif bir işaret verdi. Onlarla birlikte merdivenden yukarı fırladı. Ahmet’in sözünün gerisi ağzında kaldı. Mahalleli de polislerin arkasına takıldı.
Uncu, o anda bir felaket kurşunu ile vurulmuşa döndü Artık işin safsataya, şirretliğe, atılganlığa, küstahça sözlere gelecek hiçbir tarafı kalmamıştı. Hakikat, bütün açıklığıyla, gülünçlüğüyle, acılığıyla, rezaletiyle şimdi anlaşılacaktı. “Ailem halkı” dediği on iki çarşaflının sonlarının ne olacağını asla düşünmeyerek yalnız kendi başı için bir kurtuluş çaresi arıyordu. Evde araştırma ile uğraşanların telaşlarından istifade ederek kaçmak istedi. Fakat nasıl ve nereden kaçabilecekti? Sokaktan ve bostandan fırlamak mümkün değildi. Çalyaka edileceğini biliyordu. Herif aşağıda kaçacağı yolu düşünürken komiser onun orada olmadığının farkına vararak nerede ise yakalayıp getirmeleri için iki polis saldırdı. Ahmet’i çekerek orta kat sofasına çıkardılar.
Mahalleli meclis odasına geldiği zaman Tosun ile sakallıyı birbirinin canına kanına susamış bir kudurganlıkla soluk soluğa boğuşurken buldular. Saçlar ürpermiş, benizler atmış, gözler büyümüş, körük gibi kabarıp inen göğüslerin havasını alıp boşaltmaya yetmeyen ağızları açılmıştı. İki düşman birbirini ezmekte, koparmakta, ısırmakta kuvvetçe pata gelmiş, ikisinde de üst baş lime lime olmuş, iler tutar yerleri kalmamış, ortadaki masa devrilmiş, pencerelerden birinin alt camları kırılmıştı.
Dövüşenleri birbirinden zorla ayırabildiler. Birbirine geçmiş iki harf gibi bacaklar, kollar sanki kenetlenmişti, öfke baldan tatlıdır atasözüne bundan daha açık bir örnek olamazdı. Vücutlarındaki yaraların berelerin acısını hiç duymuyorlardı. Her ikisini de birer tarafa çekmeye uğraşılırken hiddetin tadına kanamamış bu iki titrek vücut, aralarına giren insanları iteleyerek pozitif negatif iki mıknatıs noktası gibi birbirini çekiyor, hâlâ birbiri üzerine atılmaya uğraşıyordu.