
Полная версия
Acı Gülüş

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Acı Gülüş
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
ÖN SÖZ
YANGINDAN KURTULAN HAKİKATLER
Aksaray korkunç yangınının, ev bark yakan o büyük ateşin haftasında idi, Emirgan’da kiracı olarak bulunduğumuz evin denize bakan penceresi önünde arkadaşlardan bir zatla oturuyorduk. Boğaziçi’nin Arnavutköy Burnu’ndan Beykoz koyuna doğru uzanan cennet gibi iki yeşil kıyısını, güneşin hareli mavi sular üzerine saçtığı pırlantaları, işlediği altından nakışları, tabiatın bu güzellik ihtişamı üzerinde koşan vapurları, beyaz kanatlarıyla uçan kotraları neşe ve sefa içinde oynayarak dolaşan bu irili ufaklı tekneleri hararetle seyredip dururken önümüzdeki rıhtıma bir yük kayığı yanaştı. Yanan evimizden kurtulabilen eşyanın geldiğini haber verdiler; belleri bükük hamallar, dar ve dik merdivenli yokuştan yukarı, ağır, ölçülü, sağlam ve ihtiyatlı adımlarla taşımaya başladılar.
Aman ya Rabbi! Gelen bu eşya ne hâlde idi? Bunlara eşya değil döküntü bile denemezdi. Çamurlar içinde, otları, pamukları fırlamış minderler, döşekler, hurdahaş iskemleler, etajerler, eğrilmiş büğrülmüş karyola parçaları, yalnız çerçeve kalmış aynalar, kapakları açılmış, dişleri dökülmüş piyano…
Hep bunları temiz ve sağlam olarak bırakıp çıkmış bir ev sahibi için bu ne acı bir manzara idi. Bu döküntüleri, hamallar evin alt kat sofasına ağır ağır yığıyorlardı. Aşağıya indim. Eşyayı taşıtan zatın iki eline sarılarak: “Kitaplarım…” dedim. “Hani ya kitaplarım?”
Üzüntülü bir özür dileme ile şu cevabı aldım:
“Çok yazık ama kitaplarınızdan mevcuda nispeten hemen hiçbiri çıkarılamadı. Sizi tanıyanlardan bazı kimseler kitap kurtarmak için çuvallar ile gelmişler, fakat evi bekleyen Kürt bunları içeri bırakmamış, sonradan pek ziyade zorlayanlara karşı ‘Kitabı ne yapacaksınız? Kâğıt parçalarından ne olur? Kaç para eder? Kurtaracaksanız eşya kurtarınız.’ diye cahilce cevap vermiş. Yangının sizin eve kadar geleceği umulmadığı için biz geç kaldık. Sahiden de sizin evler yangının son haddini teşkil etti. Orada söndü. Biz yetiştiğimiz zaman yanındaki yer ateş almış, ev âdeta kızmıştı. Polisler, dışarı çıkmamız için kapının önünde durmadan düdük çalıyorlardı. Beş on dakika içinde elimize ne geçirebildikse dışarı attık. Kitap olarak ufak bir yatak bağıyla, bir soba odunluğu içine bazı ciltler doldurabildim. İşte bundan ibaret…”
Hemen soba odunluğunu aradım. İçinde bir yığın siyah ciltler yatıyordu. Voltaire’in bütün eserleri… Numara sırasıyla ciltleri saydım. Her ikisi bir arada ciltli olmak üzere doksan iki ciltten yalnız sonuncusu, fihrist cildi yoktu, ötekiler tamamdı. Bütün hikmetlerine karıştırdığı ince alayları ile hayatımın en hüzünlü zamanlarında beni oyalayan, güldüren, derin derin düşünmeye mecbur eden bu kıymetli arkadaşım, sanki o günü, o siyah ciltler arasında beni şöyle teselli ediyordu:
“Aziz dostum, seninle buluşmak için alevler içinden kaçarak işte geldim. Parlamak üzere olan bir evin, kurtarmak için kızgın köşe bucağında dolaşan aceleci bir himmet eline, hemen ‘manevi’ denecek bir iyi tesadüfle binlerce cildin arasında ben, sokularak kurtuldum. Senin akşama yaklaşan ömrünün kalan kısmını geçirtip de artacak daha bende çok sayfalar bulabilirsin.”
Fakat hikmet devresi eskimiş bu ihtiyar dostumdan başka ne kadar vefalı sevgili başka feylesoflarım, hikâyecilerim, ne sevimli meslek arkadaşlarım, sanatımı ben yalnız başıma erişemeyeceğim incelikleriyle, güzellikleriyle bana öğreten ne büyük üstatlarım vardı. Hep bunların kütüphanemdeki varlıkları birer avuç kül olmuştu.
Üç büyük yerli ve camlı dolap, bir yük, iki büyük etajer, bir kütüphane ağız ağıza bunlarla dolu idi. Kitap kıymetini bilmeye başladığım otuz senelik bir hayat devremde, en vazgeçilmez ihtiyaçlarımdan kısarak gururlu bir sevinçle cilt cilt üzerine yığdığım, bazıları az bulunmalarından dolayı vaktiyle aldığım fiyatlara göre bugün sekiz on kat kıymet peyda etmiş öyleleri vardı ki hazinesini karıştıran bir hasis gibi gözümden sakınarak, hürmetten titreyen ellerimle vakit vakit severek, perestiş ederek1 yine yerlerine koyardım.
Henüz on dokuz yirmi yaşında bulunduğum sırada benim bu kitap sevgimi bilen müşirlerden2 Vidinli rahmetli Tevfik Paşa bir gün beni Vefa’daki konağına çağırarak bir kütüphane dolusu Fransızca kitap hediye etmişti. Ben onları uşaklar ile kucak kucak büyük bir yük arabasına taşıyarak evime götürmüş, sevincimden bir hafta uyuyamamıştım.
Bunları tekrar elde etmek imkânı yok. Pek çok emek vererek meydana getirdiğim dört beş hikâyem, piyeslerim, notlarım vardı. Yatak bağına koştum, açıp karıştırdım. Aradıklarımdan hiçbirini bulamadım. Birtakım lüzumsuz kitap ve gazete döküntülerinden başka bir şey yoktu. Bu kitaplardan çoğunun sayfa kenarlarında notlarım, düşüncelerim vardı. Bunlar uzun yılların okuma mahsulleri idi. Mekteplerde okuduğum kitaplar, defterlerim, mükâfatlarım, zikr-i cemillerim,3 en ilk zamanlardaki resim ‘kaye’lerine4 varıncaya kadar hepsi vardı. En küçük yaşımdan beri aldırılmış olan birçok fotoğraflarım bulunan albüm de yoktu. Bu can yakıcı ateş beni ta bebeklik zamanıma kadar bağlayan en tatlı, en ruh okşayıcı bütün çocukluk ve gençlik vesikalarından, yadigârlarından bir anda ayırmıştı.
Başımı duvara dayadım. Bir çocuk gibi ağlamaya başladım. Misafirim olan zat teselli verebilecek değerli bir şey keşfedebilmek ümidiyle o da bir yandan döküntüleri karıştırıyordu.
Nihayet bağırdı:
“Çocuk olma birader, sen ki bu hayatın hiçliğini bilmeyenlere göstermeye uğraşırken böyle bir felaket karşısında niçin metanetini kaybediyorsun? Bilenler de bilmeyenler gibi aynı zayıflıkla yenildikten sonra tecrübelerin neye yarayacak? İşte bu saat senin için bir imtihan günüdür. Sen bunu cezaya çarpılmış bir mektep çocuğu gibi gözyaşlarıyla değil hâlden anlar bir feylesof gülüşüyle geçiştirmelisin. Gel bak… Gel işte al sana bir cilt daha… Belki işe yarar bir şeydir.”
Misafirim, hotozu, camlı kanatları kırılmış, bir yaralı gibi arkası üstü yerde yatan küçük bir büfenin önünde duruyordu. Sütlüğünün, şekerliğinin kulpları, ağızları kopmuş bir çay takımının arasına gizlenmiş koyu renkli meşin kaplı bir cildi oradan alarak bana uzattı.
Baktım: 1899 yılının Almanach Hachette’i. “Ne yapayım bunu?” öfkesiyle cildi yere fırlattım. Arkadaş tekrar aldı. Yapraklarını karıştırmaya başladı. Bazı satırlarını okuyarak: “Bunda senin için tükenmez bir düşünce hazinesi, bir tetebbu5 sermayesi görüyorum. Zaten bu cildin böyle çay takımı arasına karışarak buraya kadar gelmesinde bir hikmet var. Bundan mutlaka bir şey çıkacak.” dedi.
“Almanach Hachettelerin hepsi, ta ilk çıktığı yıldan beri vardı. Şimdi böyle bir tek cildi ne yapayım?”
“Hele sen iki kahve ısmarla. Yukarıda pencerenin önüne çıkalım da görürsün.”
Pencerenin önüne çıktık. Sigaraları tellendirdik. Kahvelerimiz de geldi. Misafirim, bir hikmet incisi keşfedebilmek için cildin yapraklarını sinirli parmaklar ile çeviriyor ve arada bir durarak yüksek sesle birkaç satır okuyordu.
Nihayet dedi ki:
“Her sayfanın altında ve üstünde birer darbımesel ve büyüklerin sözleri var. İşte bak!”
Fransızcalarını okuyarak şöyle tercüme etmeye başladı:
“Hakikatin hiç aldanmayan bir anlatış şivesi vardır.”
“Hakikat, zamanın kızıdır.”
“İnsanın; kalbinin, tecrübelerinin, kanaatlerinin meydana getirdiği bir yaşı vardır.”
“Batıl fikirler, insanlar arasına ayrılık düşürmek için cahilliğin uydurduğu zincirlerdir.”
“Hakiki felaketimizi hazırlayan, dış vakalardan ziyade kendi içimizin sürüklemeleridir.”
“Küçük tasaların acısından kendimizi sakınalım. Çünkü bu gibi şeyler mesut kimselere mahsus bir hastalıktır.”
“Namusluca bir fedakârlık, ani gelen bir acıdır.”
“Birçok defalar uğradığımız talih lütuflarını fark etmez geçeriz.”
“Nankörlükten şikâyet etmeyelim. Çünkü o, cihanı kaplamıştır. Başkalarında olduğu kadar kendimizde de vardır.”
“Kötü ahlak ve kötü alışkanlıklarımızın teşkil ettiği fenalıklardan her sene birini kendimizden söküp atabilseydik çabuk olgunlaşırdık.”
“Hayatı dayanılmaz bulmamak için iki şeye alışmak lazımdır: Zamanın gadrine, insanların haksızlığına.”
“İyi adam, var olmayandır.”
Misafirim birdenbire durdu. Gözlerini karşı kıyıdaki Hidiv’in6 kulesine çevirerek birkaç defa kırpıştırdı. Sigarasını birbiri üzerine çekti. Aramızda duman helisleri dolaşırken ehemmiyetli ve ani bir kararını bildirmek için bana döndü:
“Sana bir şey teklif edeceğim. Fakat bunu kabul etmekte hiç tereddüt göstermemelisin.”
“Nedir, anlayayım.”
“Şimdi fal bakar gibi bu Almanach’ın bir sayfasını açacağım. Sol sayfanın sol üst tarafında nasıl bir söz çıkarsa sen bunun hükmünü bir hikâye ile anlatacak ve bir mevzuya bağlayacaksın.”
“Bu teklifin tuhaf olduğu kadar da zor. İki satırdan koca bir hikâye nasıl çıkar?”
“Çıkar. Hayal kuvvetine inanırım. İşte sana yanan kitaplarına karşı bir avunma yolu. Hem şu aralık bu işle avunur, acısını unutursun.”
“Biraz düşüneyim.”
“Yok… Yok… Düşünmeye lüzum yok. İşte açıyorum.”
“Peki.”
Dostum, elindeki cildin rastgele bir sayfasını açtı. Kararlaştırdığımız şartlara uygun olarak şu söz çıktı:
Il ya dans la douleur quelque chose de plus affreux à voir que ses larmes: C’est son sourire.
Bu satırları ikimiz birlikte şöyle tercüme ettik:
“Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendisinin ‘tebessüm-i elem’ini (acı gülüşünü) görmesidir.”
Bu cümleyi birkaç defa tekrar ederek bir zaman düşündükten sonra cevap verdim:
“Öyle bir tez bulup çıkardın ki bütün kuvveti ve genişliğiyle bir hikâyeye tatbik edilmesi gayet zor. Hem bütün o muhterem üstatlarım, muavinlerim, kılavuzlarım da yanımda yok.”
“Adam… Bunlar kuru laftır. Böyle bir işi başaramayacak istidatsız7 bir adama seksen feylesofu muavin versen yine bir şey yapmaz.”
“Sen bu cümleden ne anladın? Söyle. Bari ilk kılavuzluğu senden görmüş olayım.”
“Bu işte senin kılavuzun kendi kafandır. Kimsenin himmetine muhtaç değilsin. Bu sanatta benim de biraz alışkanlığım olsaydı bir iki cilt de ben yazardım. Biz, okuruz. Bazı, bir eseri enine boyuna tenkit ederiz. Fakat elimize kalemi verip de bizi sanat yolunun o dolaşması zor tasvirlerinin sırları içine bırakırsanız nereden girip nereden çıkacağımızı bilemeyiz. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki ‘okuyuculuk’ da bir sanattır. Yazmadım fakat çok okudum. Sizin ‘göstermek’te bizim ‘görmek’te alışkanlığımız var. Her ikisi de birer ustalıktır. Ruhumuz hikâyelerinizde tatlı acı teessürler, titremeler arar. İçinde bunaldığımız bazı zorluklar, bazı karışıklıklar vardır. Eserlerinizde onlara dair neticeler bulmak isteriz. Her zaman duyduğumuz birçok şey olur ki bunlara kendiliğimizden belli birer şekil veremeyiz. Sonra bunları pek sade birer tasvir şeklinde gözümüzün önünde görünce pek seviniriz. ‘İşte bunu tıpkı böyle ben de duydumdu.’ deriz. Herkes birçok şey görür fakat resmini çizemez. İnsan tanıdığı bir yerin resmini görünce tanış çıktığı tafsilatı orada birer birer keşfetmekten lezzet duyar. ‘Eser’ ile ‘meydana getiren’ birbirine karışık gibidir. Aralarında bir çeşit birlik vardır. Biz, yani uzaktan bakanlar, sanat manzaralarındaki şekillerin kuvvetli ve zayıf yerlerini tarafsız bir tetkikle seçebiliriz.”
“Bu ‘tebessüm-i elem’den ne anladığımı da söyleyeyim. Tabiatta ‘ağlama’, çocuktan büyüğe kadar ümitsizliğin ve ızdırabın en ilk alametidir. Yaşa, vücut yapısına, sinire ait farklar ile hemen herkes acısını bununla açığa vurur. Sevinç ağlaması olduğu gibi ümitsizlik kahkahası da vardır. Böyle ters bir surette insanın içinin ifadesi ters olmayandan daha şiddetlidir. Bir insan en adi içerlemesinde de ağlayabilir. Fakat bu ‘tebessüm-i elem’ acılığın en yüksek tepesidir. İnsan, çok kere, kendi yaptıklarının ahmaklığı, yanlış hareketinin sonu olarak uğradığı felaketlerde kafasını yumruklaya yumruklaya acı acı güler. Bu gibi ümitsizce şiddetli kızmalarda ağlamak hiçtir. Bu, tebessümdeki ızdırabı anlatamaz. Adi acıların anlatma vasıtası ve yatıştırma yolu olan gözyaşları kurur, gülmeye, kahkahaya döner.”
“İşte azizim, aklımın erdiği kadarını söyledim. Fakat sen bu acı, can dağlayan gülüşü göstermek için ne gibi vakalar ve insanlar icat edeceksin? Bunları hangi elemler içinde dolaştıracaksın? Eserine nasıl bir sanat ruhu üfürebileceksin? İşin bu yanına aklım hiç ermez. Bu zorluklara karşı göstereceğin çabalama azmini, güreşecek olan kaleminle açmaya uğraşacağın taşlı, dikenli yolları düşündükçe seni beğenmekle beraber, hayretlere düşüyorum. İki satırdan üç yüz dört yüz sayfa çıkarmak… İnsanı şaşırtacak bir iş…”
Dostum sustu. Şimdi ben, dalgın… Etrafımda uçuşan ilham perilerinin gaipten konuşmalarına bütün ruhumu vermiş dinliyordum. Her biri bir şey söylüyordu. Bakışım denizden süzülerek karşı yakanın gökle birleşen yeşilliği içinde ilhamının avını arıyordu. Nihayet kederimi unutup şevk ile çırpınarak “Buldum… Buldum!” dedim.
“Nerede?”
“Şu karşıki yamaçta, koyun durgun aynasında, gönül vermişçesine kendi akislerini seyreder gibi birer tatlılıkla eğilmiş, şemsiyevari tepeleri güneşle yaldızlanmış üç büyük fıstık ağacı var. İşte onların ilham gölgeleri altında… Yirmi dakika izin verirsen krokiyi şimdi çizip gösteririm.”
Dostum şaşkınlıkla yüzüme baktı. Masanın kenarına oturdum. Fransızların “alaminüt”8 dedikleri hızla otuz satır kadar yazdım. Kâğıdı uzattım. Okudu. Arkadaşım beni şaşkın bir takdir ile yukarıdan aşağıya birkaç kere süzdükten sonra:
“Bir çocuk doğarken görmüştüm, fakat şimdiye kadar, hikâye doğuşunda hiç bulunmamıştım. Kolay doğuruyorsun, tebrik ederim.” dedi, elimi sıktı.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
ESKİ VE YENİ KAFALAR
Vakit yatsıya yaklaşıyor. Langa’da kafayı tutan sarhoşların oradan buradan sarhoşça naraları, ahları, şarkıları işitiliyor.
Bazen tek, bazen kol kola çift, bazen de üç dört, İmrahor Hamamı’nın köşesinden yola düzülüyorlar. Çoğu o duvar senin bu duvar benim, zikzak gidiyor. Aksaray Caddesi’ni bulduktan sonra birer tarafa dağılıyorlar. Çoğu, caddeyi enine geçerek Valide Cami Sokağı’na yürüyor. İçlerinde kolanı gevşemiş semer gibi birer tarafa sarkmış, kira beygirlerinde ata binmişleri de var. Hayvanın kâh yelesine kâh kuskununa yatıp yine düzelmeye uğraşarak, ayaklarıyla durmadan üzengileri arayarak sapacağı sokağı bindiği hayvanın seçme işindeki zekâ ve tecrübesine bırakmış olanları yahut sürücüden soranları da eksik değil.
Ağayokuşu’nun alt başındaki çeşmenin önünde, bozuk güfte, falso beste ile “Yandım Allah belalısına…” gibi ateşli nağmeler salıverdikten sonra midesindeki ispirto yangınını söndürmek yanıklığı ile ağzını musluğa verenler, abdest bozmak için pantolonu çözerek yarı kapalı gözleriyle araştırıp da bir yer beğenmeyerek nihayet sokağın ortasını sulayanlar, ezan sesi duyunca ellerini kaldırıp ibadet eder gibi başlarını eğerek kelimeişehadet getirenler, ortalarda olmayan bir düşmana atıp tutanlar, boyuna sövüp sayanlar, vakit vakit durup birbirine sarılarak dostluklarını kuvvetlendirmeye uğraşanlar ve daha birçok sarhoşluk faturasının çeşitleri sokaklarda geçit resmi yapıyor.
Yağlıkçı Hasan Efendi, pek ehemmiyetli saydığı bir işi gözlemek için o akşam mahalle camisinde cemaatle namaz kılmayı bırakarak, Çiçekbostanı semtindeki evinin köşe penceresinde bir gözetleme yeri almış bekliyordu.
Karşıki eve bozuk kadınlar taşınmış, her akşam içeriye adam alıyorlardı. Evde erkek olarak kır sakallı, kırk beşlik ellilik bir adam vardı. Bu herifin elinden tespih düşmüyor, girip çıkarken dua ile her vakit dudakları kımıldıyor, çok defa onu camide ön safta görüyorlardı. Hasan Efendi bir zaman bu gösterişten olan ibadet hâline aldandı. Fakat evdeki genç kadınların çoğalmalarını ve sık sık değişmelerini, hele süs ve tuvaletlerini, açık saçıklıklarını, her gün araba ile yaya sokağa taşınmalarını, hangi semtten geldiği belli olmayan bir bakkal çırağının içi bira ve buna benzer içki şişeleriyle dolu, omuzunda getirdiği bir tahta sandıkla içecek ve yiyecek taşımasını, efendinin o Müslümanca tavrıyla bir türlü uyuşturamadı. Daha tuhafı sık sık gelen misafirler hep erkek, genç ve hovarda takımındandı. Misafirlikleri zamanı da her vakit geceye rastlıyordu. Bazı akşamlar evin arkasında, bahçe üzerindeki geniş odasında ut, keman ve ezgili kadın sesleriyle karışık ince bir ahenk işitiliyordu.
Bu tespihli herif doğru görünmeye uğraşan, Allah saklasın, bir münafık mıydı? Yoksa aile halkına söz geçirebilmekten aciz zavallı bir ibadet düşkünü müydü? Hasan Efendi bu iki nokta arasında uzun tereddütler geçirmekte iken bir akşam kapıyı çalan birkaç hovardayı eve almak istemezler. Herifler: “Silsilesini bellediğimin fahişesi aç kapıyı…” naralarıyla mahalleyi çınlatmaya başlarlar.
Mahalleli üşüşür. Sataşanlar kaçarlar. Tespihli adam uzun sakalından aşağı yanıp yakılma yaşları dökerek sokağa çıkar. Ne belaya uğradığını bilemediğini yana yakıla anlatır. İki elini gökyüzüne kaldırarak saldıranları Allah’a, o gerçek intikam alıcıya havale ettiğini söyler. Aile fertlerinden işi anlamak için içeri girer. Biraz sonra tekrar çıkarak olup biteni yine gözyaşlarıyla şöyle anlatır:
“Bugün bizim evin kapısını çocukların tanımadıkları üç genç kadın çalarak içeri girmişler. Sıkışmaları üzerine geldiklerini, bu taraflarda hiç tanıdıkları bulunmadığı için rastgele bir kapı çaldıklarını, bu ihtiyacın herkesin başına gelebilecek bir hâl olduğunu, onun için reddedilmemelerini insanlık namına rica etmişler. Bizimkiler de tabii nazik davranarak kadınlara aradıkları yeri göstermişler. Hatta su, kahve filan da ikram etmişler. Bir hayli zaman oturup görüşmüşler. Bu kadınların bizim eve girmelerindeki maksatları, söyledikleri yolda bir ihtiyaç üzerine değil, peşlerine takılan bir iki edepsiz herifin arkalarından gelmelerinden kurtulmak için olduğu şimdi anlaşılıyor; çapkınlar bizim evi o kadınların oturdukları yer zannederek bu rezalette bulundular…”
Bu anlatılana mahallelinin aklı pek yatmamakla beraber o gece ses çıkarılmaz. Yalnız imam ve muhtarlardan bu kiracıların hangi mahalleden oraya taşındıkları, kefilleri olup olmadığı ve kim olduklarını anlamaya yarayacak bazı şeyler hakkında tahkikat yapılır. Bir dereceye kadar şüpheleri yatıştıracak cevaplar alınır.
Fakat iki gece sonra evin şangır şungur camları indirilir. Mahallenin huzurunu bozan bu tespihli efendinin evden çıkarılması için ahali gıcırtıya başlar. Lakin imamla muhtarın biri mesuliyeti üzerlerine alarak tespihli hakkında “iyidir” diye şahitlikte bulunurlar, mahalleliyi yatıştırırlar.
Yağlıkçı Hasan Efendi, bir gün çarşıdaki dükkânında oturmakta iken tanıdığı müşterilerinden alafranga mizaçlı ve gayet şık, apiko bir genç gelir. Ufak tefek bir iki alışverişten ve hoşbeşten sonra der ki:
“Sizin ev Çiçekbostanı tarafında, filan sokakta değil mi?”
“Evet.”
“Yakında orayı ziyarete geleceğim.”
“Bize mi? Buyurun. Memnun olurum.”
“Size değil canım. Size gelip ne yapacağım? Karşınızdaki eve… Karşınızdaki…”
“Onlar tanıdık mı? Yoksa akraba mı?”
“Gayriresmî akraba… Canciğer…”
“Akrabanın gayriresmîsi olduğunu bilmiyordum.”
“Sersemliğin lüzumu yok Hasan Efendi. Ben seni gözü açık bir şey zannederdim. Meşhur Uncu Ahmet sizin evin karşısına taşınmış. İşletip duruyor. Her gece ahenk, dernek, kıyamet… Uyuyor musunuz yahu?”
Hasan Efendi fena hâlde bozularak: “Ha şimdi anladım. Şu tespihli pezevengi söylüyorsun.”
“İşte onu ya… Herif tespihiyle galiba bir mahalle halkını efsunlayıp uyutuyor.”
“Uyumuyorum beyefendi, hepsinin farkındayım. Ev taşlanıyor, önünde naralar atılıyor. Genç kadın sergisi varmış gibi içerisi yosmalarla dolu… Sandık sandık içkiler geliyor. Ut, keman, şarkı gırla… Kârına kesat, senin gibi zampara beyler geceleri evi hiç boş bırakmıyorlar. Bu kadar işler olduğu hâlde mahalleli hâlâ şüphede… Mahallenin bir iki sözü geçer kimsesi deyyusu tutuyor. Fakat ilk işim o olsun. Bu akşam semte gidince emniyet edebileceğim kimselere hakikati anlatayım. Gizli tertibatta bulunalım. Evi bir âlâ bastırtayım.”
“Adam nene lazım!”
“Bu gibi rezalete karşı nene lazım olur mu?”
“Eski kafasın Hasan Efendi eski… Her gece ahenk dinle, eğlen. Pek o kadar ihtiyar da değilsin, ustalıkla içli dışlı olabilirsen, mahalleli olduğun için korkularından seni her vakit bedava içeri alırlar, kim bilir ne kadar ağırlanırsın, ikram da görürsün. Hiç böyle bir nimet kaçırılır mı? Canına yandığım, bizim mahalleye böyle avlar düşmüyor ki faydalanalım. Bu dünya aksinedir. Böyle talihler gelir de senin gibi kadirbilmezlerin ayaklarına dolaşır.”
“Haydi beyim haydi işine… Ben eski kafayım. Bu yaştan sonra Allah beğendiğin yeniliklerle şeytana uydurmasın.”
“Medeni bir memleket için bu gibi evlerin de lüzumu vardır.”
“Lüzumu varsa Beyoğlu’nda çok… Belediyelerin kontrolü altında doktorlu, patentli, imtiyazlı böyle ticaret evlerinin kıtlığı mı var? Oraları teşrif ediniz, İstanbul’da bu gibi evlerin çoğalması ile olacak medeniyete Allah beni eriştirmesin. Biz, abani sarıklı Türkler hep ölelim, sonra siz medeniyeti istediğiniz gibi anlayınız. Çoluğumla çocuğumla oturduğum evimin karşısında böyle rezaleti, namussuzluğu caiz görerek seyredemem.”
“Kuzum Hasan Efendi, orada bir eğlenti yapmak üzere önümüzdeki perşembe için sözleştik. O güne kadar dişini sık. Dostluk namına senden böyle bir ricada bulunamaz mıyım? Ya ben orada iken böyle bir skandal olursa bana acımaz mısın?”
“Sandal vapur değil ya, içeride babam olsa yine bastırtacağım.”
“Que faire? Il est la bétise même…” (Ne yapmalı, herif aptalın ta kendisi!..)
“Tanrı’ma bin hamdüsenalar olsun, Fransızca anlamam.”
“Eh öyle ise adiyö…”
“Adiyöden de çakmam. Benim bildiğim ‘Allah’a ısmarladık’tır.”
“İşte manasını söylüyorsun ya.”
“Böyle senin gibi tatlısululardan işite işite öğrendik. ‘Mancarna’ yemek, ‘moncorna’ vakitler hayır olsun, ‘olavalava’ nereye gidiyorsun, ‘piyastril’ para, ‘ipsomi’ ekmek…”
Bu söylediklerin benim hiç anlayamadığım bir lisandan; hele bu sonuncusu Rumca…”
“Canım Rumcası mumcası ne olacak? Hepsi bir herzenin soyu değil mi? Yağlıkçıyım. İşlemeli çevreler, uçkurlar, pullu başörtüler, Rodos bezi kırpıntıları daha bilmem neler almak için Yahudi tercümanlarla birlikte dükkâna bazı Frenkler gelir. Antika diye enayilere ne kadar kırpıntı varsa yuttururuz. Frenk aklı bu… Uçkuru donlarına geçirmeyip duvara asarlarmış.”
“Onların çoğu don giymez.”
“El hayâ minel iman, donu ne yapacaklar? Yoksa onlara uymak için sen de donu çıkardın mı?”
Cevap olarak beyefendi sırıtır. Yağlıkçı “lahavle” çeke çeke başını sallayarak: “Haydi beyefendi seninle biraz daha görüşürsek mutlaka dövüşürüz. Rahmetli baban Müslüman bir adamdı, seni böyle donsuz görmektense öldüğü hayırlı olmuş.”
“Sen benim donuma, pantolonuma ne karışırsın, ticaretine bak.”
“Siz böyle üpüryan kızıl Frenk olalı ticarette bet bereket kaldı mı? Anan, hemşiren ne hâlde? Onlar da mı soyundu? Vah… Eyvah bize…”
“Anladım sahiden dövüşeceğiz. Ticaretin bu bereketsizliği, durgunluğu kimin günahıdır, onu da ben bilirim. Ne alıp sattığınıza dair düzgün bir defter bile tutmayı bilmezsiniz. Babanızdan ne görmüş iseniz o çıkmazdan kurtulamazsınız. Pek cahil bir âdete bağlısınız. Dünya esasından değişir, bütün sanat kaideleri, ticaret değişir. Sizin o eski kafanız yine odur. İrticai selamet sanırsınız, Müslümanlıktan dem vurursunuz, müşteri aldatmaktan da çekinmezsiniz. Frenklere kırpıntılar yutturduğunuzu şimdi kendin söylüyordun. Âlemle beraber bütün beyinler de değişmelidir. Ingorance, paresse, fanatisme, superstition, voilà les causes de nos malheurs. (Cehalet, tembellik, taassup, batıl fikirler; işte felaketlerimizin sebepleri.)