
Полная версия
Acı Gülüş
“Oğlum, karşımda Frenkçe sakız çiğneme… Ecdadının dilini neye beğenmiyorsun? Böyle neslini, ırkını, cinsini, millî âdetlerini beğenmemekle iş yürümez. Biz Frenkleri birkaç kırpıntı ile aldatıyorsak onların bize soktukları kazıklardan haberin yok mu? Bu bizimkisi aldatmak değil, bir cins ticaret gazasıdır. Beyoğlu’ndaki ticarethaneleri, o büyük camların arkasında elektrikler içinde parlayan eşyayı görmüyor musun? Hep onların bu fantazyalarını, süslerini, pahalılıklarını bizim kesemiz ödüyor. Bak benim bu fakir dükkânımda ne var? Müşteriyi rahatça oturtabilecek bir yerim bile yok. Onlar mı bizi aldatıyorlar biz mi onları? Bu hakikatlere iyice bak da anla. Frenk, mağazasının ortasına ‘pirepiks’ yani ‘fiyat maktu’9 diye bir levha asar.”
“Pirepiks değil, dilini düzelt.”
“Her ne karın ağrısı ise… Seninle pazarlığa bile tenezzül etmez. O levhayı görünce istediği parayı verip afiyetle kazığı yiyerek çıkarsın. Burada sekiz kuruşluk bir mal için benimle çekişe çekişe pazarlık edersin. Dikkat et, o mağazaya başka bir Frenk girsin, o levhaya hiç aldırış etmez, sıkı sıkıya pazarlık eder. Çünkü o, malın asıl fiyatını bilir. Dolma yutmaz. Bu, ‘fiyat maktudur’ hilesi senin benim gibi kolayca aldanan ahmaklar içindir. Sen bana yaptığın ‘finfon’ cakasıyla orada işini yürütemezsin. Dünya değişiyor ise, değişmiş ise bu hilelere karşı gelecek bilgileri, ağız hünerini niçin kazanamıyorsun? Karşıda bazı mağazalar var ki burada bizden on kuruşa aldıkları bir malı orada yüze satarlar. Evet, itiraf ederim, onlar satmanın yolunu biliyorlar. Fakat bu üstünlük karşısında ezilen yalnız yerli esnaf değildir. Resmî olan veya olmayan bütün varlığımız çiğneniyor. Balık baştan kokar. Bizim mahalledeki kibarlar, çocuklarını cizvit mekteplerine gönderiyorlar. Niçin böyle yaptıkları sorulunca onlar gibi okutma yerlerimiz olmadığını söylüyorlar. ‘Mektep’ adını verdiğimiz, memleketteki o irili ufaklı binalar nedir? Ne içindir? Neden millî tahsil yolunda değil ve olamıyor aklım ermiyor. Frenklerin, çocuklarımızı Türklük için terbiye etmeyecekleri meydanda bir şeydir. Oralarda bir iki ‘fan fan’ öğrenip çıkıyorsunuz. Milliyetimize karşı en büyük düşman siz oluyorsunuz. Ben vaktiyle ‘cami dersi’ gördüm. Muhiddin Arabi hazretlerinin felsefesini okudun mu? Efrenc,10 felsefeyi işte oralardan çalıp ilim metası diye bugün size satıyor. Bu buharlar, elektrikler, tayyareler, fonograflar filanlar kitabımızda birer işaretle hep bildirilmiştir. Onları bulup çıkaracak âlim Müselman yok.”
“Şimdi söze benzer birkaç şey söylediniz. İtiraf ederim, içinde doğruları da var. Ama işin sonunda işte sapıtıyorsunuz. O zamanki felsefe esasları ile bugünkünün ne olduğunu siz bilemezsiniz. Bunda ‘kompetan’ değilsiniz. Buharlar, elektrikler kitapta değil tabiat hazinesinin karanlık sayfalarında yazılıdır. Onları oradan bulup çıkarmak sizin gördüğünüz ‘cami dersi’ ile medrese tahsili ile olacak şeyler değildir. Laf istemem. Bu bahsi geçiniz. Şimdi sinirlenirim.”
“Aman sinirlenme beyim… Sen de benim inandığımı kıracak tavırlarda bulunma; Frenklik âşığı bir donsuzla eski kafada şalvarlı bir Türk hiçbir zaman fikirce birleşemez. Fakat sana bir teklifte bulunayım da barışalım.”
“Nedir?”
“Bu cuma gecesi -heyhat!– evet öyle mübarek bir gecede Uncu Ahmet’in evine misafirliğe gideceğini söylüyorsun.”
“Niyetim öyle…”
“Ben orayı bastırtacağım.”
“Barbarlık…”
“Medeni boynuzlar takınmaktansa namuslu barbarlığı daha iyi bulurum.”
“Fakat barbarlıkla namusun uyuşamadığı çok noktalar vardır. Namus deyince siz bundan yalnız ırz manası anlıyorsunuz. Irz nedir? Mahalle defterinde kayıtlı olarak evlenme şeklinde bir kadın bir erkeğe kendini verirse…”
“Sus… Sus… Alimallah elim ayağım işte par par titriyor.”
“Ne diyeceğimi anlamadan…”
“Anlamak istemem. Bütün Avrupa felsefesini karşımda tekrarlasan evimin önünde geçen bir namussuzluk ticaretini bana caiz dedirtemezsin.”
“Susturmakla bu hakikatler değişemez. Anlaşılmak ancak münakaşa ile olur.”
“Ne olursa olsun! Senin bildiğin sende, benimki bende kalsın.”
“Peki… Teklifin nedir? Barbarlıkta seninle beraber mi olayım?”
“Canım, barbarlık lafını kaldır. Medeni bir şekilde yapılan ne barbarlıklar var… Şimdi siz o evde tabii daha birkaç zampara arkadaşla birlikte bulunacaksınız.”
“Olabilir.”
“Söz birliği edelim. Baskın işinde siz içeriden bize yardım ediniz. Mahalleliye hakikati anlatır, sizi alayla karakola gitmek zahmetinden kurtarırım.”
“Jame11 hiçbir vakitte böyle bir ahlaksızlığı kabul edemem.”
“Ahlaksızlık mı?”
“Hem de en kötüsü…”
“Aman ya Rabbi, gençleriyle ihtiyarları ahlakı böyle iki uçtan gören bir millette fikir anlaşması nasıl meydana gelir?”
Hasan Efendi içinde bu gence karşı çok şiddetli bir nefret ve kin ile sarsılır. İntikama karar verir. Yapma bir sakin tavır alarak: “İçeriden bir el olmadıktan sonra baskından pek muvaffakiyet umulmaz. Başıma bir bela çıkması da var. Çünkü Macuncu taraflarındaki böyle bir kerhanenin idarecisi Rus tabiiyetine girmişti. Kim bilir, bu Uncu Ahmet de hangi bir yabancı koruması altında iğrenç sanatını yürütüyor? Başımı derde sokmak istemem. Allah kahretsin, elbette bir gün kendi kendine belasını bulur. Şimdi baskın, eskisi gibi kolay değil. İçeriden zampara bulup çıkaramazsak sonra Uncu bizden namus davasına kalkar. O, yine ticaretiyle uğraşır. Hapiste biz yatarız.”
“Bravo… Monşer Hasan! Doğru düşünmek işte böyle olur. O adam ırz satıyorsa sermayeyi senden istemiyor ya! Ticaret, serbesttir. Senin evin ayrı, kapın ayrı. Yakınlarda kanunsuz münasebetlerin olması komşular için çok büyük birer günah ise etraftaki evlerde geceleri neler oluyor, haberiniz var mı? Uncu Ahmet ticaretinin ne olduğunun yaftasını kapısının üzerine yazmış demektir. İsteyen kendisini oradan sakınsın. Irzı, namusu, doğruluğu aldatmaya alet edinen gizli kötülerden korkmalıdır.”
“Keramet buyuruyorsunuz beyim.”
“Demek barıştık.”
“Müslüman’ın Müslüman’a dargınlığı bir tülbent kuruyuncaya kadardır.”
“Öyleyse ver elini… Adiyöye kızıyorsun, Allah’a ısmarladık.”
“Sefayı hatırla…”
“Sakın ha niyeti değiştirme. Çünkü cuma gecesi mutlak oradayım.”
“Keyfine bak.”
Bey, dandini bir yürüyüşle çekilip gider.
Yağlıkçı, o ana kadar dayandığı çehresini hemen değiştirerek kendi kendine hıncını etrafına püskürmeye başlar:
“Seni gidi edepsiz seni… ‘Besmelesiz’ desem rahmetli babasının iki defa haccı var. ‘Yabancı katışması’ ise günahı anasının boynuna… Herhâlde cinsinde bir bozukluk var. Züppenin adı da Mehmet Kenan, Müslüman adı… Yediği herzeleri Mösyö Petraki yemez. ‘Medeniyet’ diye çapkın, bana, her mahalleliye besbedava pezevenklik ettirtecek. Ticaret serbest imiş. Kazanç için edepsizliğin yapılması mübah mıdır? Ticaretin şeriate, namusa, ahlaka uygun olması endişesi ortadan kalktıktan sonra dinlerin, mahkemelerin, camilerin, kiliselerin, hocaların, papazların ne lüzumu var? Köpekler gibi birbirinin ağzından kaparak, hiç çekinmeden ırza, namusa saldırarak yaşayalım. Kitaplardan ‘helal’, ‘haram’ sözlerini silelim. Medeniyetine ağzımızın sularını akıttığımız Avrupa, terakkiye bu yoldan giderek mi ermiş? ‘Medeniyet’ diye utanmak kılıfından sıyrılmış seni gidi hayâsız, donsuz kerata seni… Geçen akşam kahvede söylüyorlardı. Beyoğlu sahnelerinin birinde Frenk orospularından bir ahlaksız, haşa sümme haşa, Hazreti Havva’yı gösteriyorum diye ortaya anadan doğma çıplak çıkmış, el şakırtıları, alkışlar içinde kalmış… İnsanların anası yaprak tutunduydu. Hiç rezalet alkışlanır mı? Avret yerini örtmeyi emretmeyen hangi mezhep vardır? Din tarihinden bile ahlaksızlık dersi çıkarıyorlar. Dünyanın yaradılışına ‘tabiat’ diyorlar. Halik sözü yok. Görmüyor musunuz? Hayvanat tüyler, yünler, kıllar ile örtülü. Ah, ah, şimdiki yeni moda kadınların fistanları, çarşafları örtünme değil, birer dar kılıf, vücutlara geçirilmiş birer çeşit eldiven. Etekleri âdeta birer köstek, sanki ayaklarından bağlanmış eşkıya gibi bu moda esirleri sekerek yürüyorlar. Bunun adı ‘giyinme serbestliği…’ Şu son zamanda her isim gösterdiğinin aksi oldu. Cahillere ‘âlim’; inkâra ‘fen’ deniyor. Gazetelerde manalarını anlayamadığımız ne tabirler görüyoruz. Şimdiye kadar hiçbir kitapta ve örf ile âdetlerimizde yer bulamamış açık saçık atılganlıklara, küstahlıklara ‘şahsi teşebbüs’; mesela komşunun ticaretini öldürmek için kanun; ahlak seni kayıtlamışsa ‘şahsi teşebbüs’ diyerek bunun içinden çıkabilirsin. Kelimenin yeniliği sana, bir mazeret olur. Sen eski kafanla bu yeni kelimenin manasını, hayata tatbikini anlayıncaya kadar okkanın altına gidersin, idare makamlarında üst tanınmamaya ‘ademimerkeziyet’, daha bilmem ‘sosyalizm’, ‘kokorizm’ gibi dilimin dönmediği cenabet sözler. Donsuzluk fikri mi yükseltir? Şehremaneti12 Avrupa’ya birkaç düzine çıplak heykel ısmarlamış. Bu cascavlakları şehrin en ayakaltı noktalarına dikecekmiş, ahalinin zihni ancak bunları seyrederek açılabilirmiş diyorlar. Mehmet Kenan alacağın olsun, seni büyük bir rezalet ile bastırtayım da gör.”
2
BASKIN HAZIRLIĞI
Yağlıkçı Hasan Efendi Uncu Ahmet’in evini bastırmak için her sorgu suali üzerine alarak, mahallede kendisine kafadar bulduğu kimseleri teşvik için bütün inandırma ve heveslendirme kuvvetini harcamış ve lazım gelen tertipleri hazırlamıştı.
Muhtarın, bekçinin ve öyle bir eve girmeye pek istekli ve bunu büyük bir iş sayarken kendilerinden başka bunu becermiş olanları kötü gözle görerek oradan rezaletle çıkarmakta büyük bir kin ve gayretle hareket eden mahalle tosunlarının kulaklarını iyice bükmüş, ufak bir işaret verilince hepsini kapının önüne toplayabilmek planını iyice kurmuştu.
Yağlıkçının iple çektiği cuma gecesi nihayet geldi.
Hasan Efendi ağının ortasında kımıldamadan avını bekleyen bir örümcek gibi köşe penceresine geçti. Evinin içinde lambaları söndürttü. Çoluğuna çocuğuna derin bir sessizlik tembihinde bulundu. Kimse çıt etmiyordu.
O akşam bakkal çırağı, Ahmet’in evine yine sandık dolusu içkiler ve mezelikler getirmişti. Bu şişelerin içinde Mehmet Kenan Bey’in de payı bulunduğunu yağlıkçı düşündükçe seviniyor, bu zevk ve sarhoşluk gıdasını beyin boğazında bırakmaya yeminler ediyordu.
Meyhane dönüşü naraları arasında yatsı ezanı okundu. Yakındaki evlerden tek tük öksürüklü, eli değnekli, ağır yürüyüşlü kimseler ağır kunduralarını sürüye sürüye kelimeişehadet getirerek camiye gidiyorlardı.
Gündüzleri bile güneşin iyice aydınlatamadığı bu dar, sıkıntılı, yosun kokan rutubetli sokağın bir köşesinde yanan hava gazı feneri, bir sis sıkıntısı içinde vakit vakit boğuluyor gibi sönmeye benzer ürpermeler geçirerek yine açılıyor, uncunun soluk aşı boyalı evini saçaklarına doğru biraz aydınlatıyor, fakat ışık şahnişin13 altında loşta kalan kapıya kadar varamıyordu.
Bir tıkırtı olur, Hasan Efendi, uncunun kapısının açıldığını anlar. Kafese yapışır. Ahmet, elinde tespihi, samur yakalı paltosuyla birkaç saniye sonra sokağın aydınlığına çıkar. Günahının yükünü çekemeyip önüne eğilmiş kafasıyla yere bakarak mahalle ihtiyarlarının sofuca yürüyüşlerini taklit eden bir sarsaklıkla yürür. Hasan Efendi’nin kapısı önünde durur. Derin derin birkaç defa tekbir alır, sonra cami yolunu tutar. Yağlıkçı içinden şöyle düşünür: Hikmetine kurban olduğum Allah’ım ne kadar sabırlısın! Ulu adını halkı aldatmak için söyleyen bu melun herifin nefesini o anda kesmeyip de müminlerin ibadet neşeleriyle dolu camine girmeye nasıl müsaade ediyorsun? Dışı ikiyüzlü sofuluk ile kaplı, içi kâfirlik! Pislenmiş, aramızda kim bilir daha ne kadar münafıklar var. Onların şerlerinden sen bizi koru.
Hasan Efendi ufak bir ayak sesini, en hafif bir gölgeyi gözünden kaçırmıyordu. Aralıklarla aşağıdan yukarıdan sekiz on yolcu geldi geçti. Arada bir gece satıcıları tablalarının üzerinde yanan sisli fenerleriyle sallana sallana, hususi makamlarıyla uzun uzun bağıra bağıra, bazı durup etrafı dinleyerek geçip sokağın sessizliğini bozuyorlardı.
Nihayet yukarıdan, sokak başından bir insan karaltısı peyda oldu. Etrafı kollayarak, karanlıkların içine girip çıkarak, duvarlara sürtüne sürtüne sessiz, ihtiyatlı, çekingen adımlarla geliyordu. Sokağın en aydınlık kısmına geldiği zaman yağlıkçı bütün dikkatiyle kafese yapıştı. Bunun, fesini burnunun üzerine kadar indirmiş, paltosunun yakasını kaldırarak yüzünü olabildiği kadar kapamaya uğraşan biri olduğunu gördü. Herif, ufak bir duraklamadan sonra uncunun, şahnişin gölgesi altındaki görülmeyen kapısı önünde birdenbire kayboldu. Başka bir şey görülüp işitilmedi, besbelli kapı aralık ve arkasında adam vardı. Zampara içeri alındı. Kapı tıkırtısızca örtüldü.
Hasan Efendi içinden: Hah işte kapana bir fare girdi. İnşallah bu birinci av Mehmet Kenan Bey’dir. Misafirlerin arkası olmalı. Yarın cuma. Kalemler tatil. Beyler boyuna dinlenebilirler. Bu akşam evin kabul gecesi. Tek zamparalı baskının zevki çıkmaz. Ben onları sürü ile polise götürmeliyim ki keyfim gelsin. Geh, geh, haydi kümes, kümes, kümes… Zülüflü horozlarınız, tepeli tavuklarınız ile beraber ben sizi birer birer kafese koyayım da mahalle arasında kurmak istediğiniz medeniyet sehpası nasıl olurmuş görünüz. Tespihli yadigâr camide acaba şimdi “suret-i haktan” 14 nasıl müzevirlik 15 evradı çekiyor? Kerata seni…
Camiden cemaat çıktı. Bazıları evlerine döndü, birtakımı mahalle kahvelerine dağıldı. Uzaktan bekçi, sopasını kaldırımların üzerinde gümleterek dolaşıyor fakat aldığı tembihe göre, uncunun davetlilerini ürkütmemek için sokağa yanaşmıyordu.
Cemaatin dağılmasından yirmi dakika kadar sonra Ahmet, uzun sakal ve tespihiyle iki delikanlının ortasında, sokakta belirdi. Bu iki genç misafir, sahte sofunun ağır ağır attığı riyakâr adımlarına adım uydurarak ağır yürüyorlardı, ama korkusuzca gülüşüp şakalaşıyorlardı. Hava gazının en kuvvetli ışık çemberine girdikleri zaman sağdaki Mehmet Kenan olduğunu yağlıkçı iyiden iyiye fark etti.
Kenan, başından şlik fesini çıkararak alnının üstünden kulağına doğru ince siyah açık bir kuş kanadı yaygınlığı ile yapışık duran son moda taranmış, lusturalı gibi parıldayan saçlarını daha çok yatıştırmak için birkaç defa daha sıvadı. Fesini giydi.
Hasan Efendi büyük bir sevinçle içinden, Süslen beyim, süslen… Sen karılardan çok kendini onlara beğendirmeye uğraş. Fakat ne yazık ki bu gece bu pomatalı, lavantalı saçlarınla polis dairesinde, hiç de rahat olmayan bir yatakta tek yatacaksın. Bana verdiğin medeniyet “diskur”unu polis komiserlerine de oku. Bakalım para eder mi? düşüncelerini geçiriyordu.
Uncu, namuslu bir ev sahibi gibi bir tavırla ev kapısını çaldı. İçeri girdiler. Bu nikâhsız gerdek evinin damatları tamam mıydı? Yoksa daha gelecekler var mıydı? Hasan Efendi bir zaman daha beklemeyi uygun buldu. Bir saat kadar süren bekleme zamanında, iki insan karaltısının daha kapının koyu loşluğu içine dalarak meclise girdiklerini gördü.
Kendi tabirince kümese giren horozların sayısını hesapladı. Evvela bir, sonra ev sahibinin koltuğu altında gelen iki daha üç… İki de sonra gelen, beş… Bu beş erkeğe katılması lazım olan beş de dişi, hepsi on… İçeride ihtiyat olarak fazla nazenin bulunması da akla gelirdi. Mahallelinin taassup heyecanını tutuşturmak için bu kadar günahkârlardan meydana gelecek bir baskın alayı yetmez miydi?
Yağlıkçı, seyircilerini heyecana kaptırmak için mizansenin en küçük noktasını düşünen bir tiyatro direktörü gibi bu rezalet katarı üzerine çekeceği halk öfkesini daha şiddetlendirmek için daha neler yapmak lazım geleceğini düşünürken, galdır guldur bir kira arabası geldi. Uncunun kapısı önünde durdu.
Hasan Efendi kendini kafese verdi. Arabacı yerinden atladı. Kapıyı çaldı. Kapının açılmasından sonra arabanın kapısını açtı. Tenteneli etekleriyle kaldırımları süpürerek koyu çarşaflı iki nazenin indi.
Bunların mostralık birer bebek gibi boyalı yüzlerini, çarşaflara sığmayacak bir gürlükle çepeçevre dışarı fışkırmış saçlarını pek az fark etti. Son çıkan para uzatırken atmış olduğu birkaç kadehin verdiği cesaret ve yılışıklıkla arabacı, nazeninin omuzuna hovardaca insafsız bir çimdik attı. Kadın, “Of, elin kırılsın terbiyesiz!” diye azarlayarak hemen içeri kaçtı.
Arabacı, güzel kokular içindeki bu körpe, oynak vücuda dokunan parmaklarını gülbeşekere batırmış gibi bir hırs ve iştah ile yalayıp emdikten sonra fesini arkaya devirdi. Sermaye taşıdığı bu kâr evinin pencerelerine içini çeke çeke bakarak: “Biz işte böyle suyuna tirit geçiniriz. İmanım araba dolusu gaco taşı, sonra böyle parmaklarını yala. Paradan başka, benim içerideki bıçkınlardan ne eksikliğim var? Mirasyedi doğmadıktan sonra bu dünyaya neye gelmeli? Ne karıydı o be… Çiçek demeti gibi kokuyordu. Benim Eftalya, mezelik turşuya benzer. Kokusuna dayanmaya mide isterim. Koynunda yatarken ahırı özlediğim çok olur. Geceliği, rençper tütünü gibi otuzluğadır. On beşe kırıştığımız da çoktur. Haftalık kalana yarı yarıya iskonto da yapar. Mecidiyeyi düzdüm mü hiç hesaplamam, düşerim. Evvela aftosa,16 sonra hamama, sonra ahıra… Ne uykucu mahalle bu! Kalkınız be yahu… Uncunun evinde çifte gelinler var.”
Arabacı:
Afisi de var yallahCakası da var yallahİki kaşın arasında elifi de varşarkısıyla arabasına atladı. Hayvanları kamçıladı.
Arabacının mahalleliye bu miskinlik iftirası sözü yağlıkçıya dokundu. Kendi kendine: “Elin çapkını bile bize yuf çekiyor. Hakkı yok mu? Hele dur bakalım. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Ismarlama iki yosma daha kapana düştü. Bunlar mutlaka Kenan Bey’le arkadaşı için olmalı. Kapının önündeki rezalet böyle olunca, acaba içerisi ne hâlde olacak? Ne tatlı şeyler ki arabacı bile çimdiklediği parmaklarını yalaya yalaya doyamadı.”
Hasan Efendi bir zaman daha beklemek istiyordu. Saz söz başlasın, içki ile kafalar iyice dumanlansın, cümbüş tam kıvamını bulsun. Yuvalarından, birbirinin sıcak göğüslerinden çıkarılacak bu günahkârlar, neye uğradıklarını bilemeyerek ağız eğri, göz şaşı, felaketlerini bilemez bir sarhoşluk içinde karakola kadar sokak ortalarında şarkı söyleyerek gitsinler.
Çok geçmedi. Evin bahçe üzerindeki meclis odasında ahenk başladı. Pestten fakat pek neşeliydi. Nağmeli, nazik, titrek, ruha işleyen, tatlı, şehvet uyandıran bir kadın sesi gazele girişti. Oldukça ustalıkla bütün makamlara girip çıkıyordu. Saz ara nağmesinden başka uzun, baygın, bağır delen ahlar, oflar, amanlar bu aşk şarkısına dem tutuyordu.
Gazel, kürdilihicazkârda karar kıldı.
Ehl-i aşkın neşvegâhı kûşe-i meyhanedirSakıya uşşakı dilşad eyleyen peymanedirGüft-ü guy-i âleme aldanma hep efsanedir.şarkısıyla fasıl açıldı.
Hasan Efendi güfteyi dinleyerek: “Ehl-i aşkın neşvegâhı kuşe-i meyhane midir? Kerhane midir? Yoksa mehterhane midir? Biraz sonra anlarsınız. İsimleriniz polis jurnaline yazıldıktan sonra gazetelerle teker teker dünyanın dört bucağına ilan edildiği vakit, olacak güft-ü guya aldırmayınız sakın. Ben sizi kulunç muskası gibi erkekli dişili zaptiyelerin, polislerin arasında şimdi yola düzerim. Hele biraz daha neşeleniniz. Kafalarınız dönsün.”
Birkaç şarkı daha okundu. Ahenge çoğu falso, kalın, biçimsiz erkek sesleri de karıştı. Gide gide meclis, düzensiz bir hafif gürültü şekline girdi. Sarhoşça inlemeler, ahlar vahlar çoğaldı.
Oyun havaları başladı. El şakırtıları arasındaki “Aman kızım titreme, canım da beraber oynuyor… Kâfir nigâhını o kadar süzme, billahi bittim…” şikâyetleriyle “Oh, oh kıvır. Ha bakayım, aman elmasım… Biraz daha göbek fırtınası…” yalvarmalarının bini bin paraya işitiliyordu.
Arada bir de “Yavrum Topsalata, bir daha doldur.” “Afet, billahi döverim seni…” “Vuslat, nazlanma, nazlanmaya pek gelemem…” sözleri geldiğinden bunlardan Hasan Efendi meclisi şenlendiren kadınların içinde Topsalata, Afet, Vuslat bulunduğunu anlıyordu.
Bir zaman sonra bu nağmeler, rezil danslar durdu. Şimdi bir taassup titremesiyle komşudaki göbeklerden ziyade titremeye başlayan Yağlıkçı kendi kendine: “Galiba artık çiftehanelere çekildiler. Habislerin zürriyet yetiştirmeleri zamanına kadar bekleyecek değilim ya! Tam vakittir. Halk kahvelerden dağılmadan baskını yapmalı.” dedi.
Yavaşça aşağıya indi. Sokağa çıktı. İki ev aşırı komşusu Yorgancı Hüsnü Efendi’nin kapısını çaldı. Kapı hemen açıldı. Yağlıkçı, yorgancıyı epeyce zamandan beri tıkıp doldurarak bu baskın işi için hazır bir hâle getirmiş olduğundan Hüsnü Efendi o akşam dükkândan Tosun ile Emin’i, iki kalfasını beraber alıp gelmişti.
Evin avlusunda iki komşu yüz yüze gelince Hüsnü Efendi:
“Bu ne rezalet birader? Çoluğu çocuğu, karşımızdaki bu çiftehane kepazeliğini işitmesinler diye utancımdan arka bir odaya kapadım.”
“Bizimkiler de sizinkiler de bu rezaleti bu akşam duymuyorlar. Her gece biz kahvede iken başlıca eğlenceleri bu cümbüşü dinlemek oluyordu zannederim. Fakat şimdi uzun söze vakit yok. Hemen Allah’a sığınarak işe başlayalım. Hani ya Tosun’la Emin nerede?”
“Şurada, sokak üstündeki odadalar.”
Bu iki delikanlı karşıki eğlence yerinin şehvetli hayhuyunu işitmekten öyle bir his coşkunluğuna gelmişlerdi ki Tosun hemen canan diye eline geçirdiği bir duvar yastığını kucağına çekerek kollarındaki yorgancı kuvvetiyle sımsıkı sarılmış, baygın baygın “Aman, biraz daha kıvır göbek fırtınası…” mırıltısıyla can çekişiyor, Emin ilk titremeleri geçirerek şimdi bitkin bir hâlde arkaüstü mindere uzanmış, süzük gözleri tavana dikili, biraz evvel işittiği şehvet dalgaları kabartan operanın en ruhlu parçalarını kafasının içinde canlandırmaya uğraşıyor gibi dalmıştı.
Sokak kapısının açılıp kapandığını, sonra avluda lakırtı edildiğini işitince yorgancı kalfası kendini toplamaya uğraşarak arkadaşından sordu:
“Sabah hamam parasını kimden alacağız?”
“Köpoğlu ben ne bileyim? Ekmekçinin çetelesine bir çentik daha çek.”
Bu esnada Hüsnü Efendi oda kapısına gelerek “Evlatlar haydi bakalım!” davetiyle kalfalarına işlerini hatırlatınca iki delikanlı açık duran düğmelerini el yordamıyla çarçabuk ilikleyerek hemen davrandılar.
Yağlıkçı, kumandasını üstüne aldığı bu baskının ilk emirlerine girişerek: “Oğullarım yemenileri çekin bakalım.”
Tosun, vücudundaki uyuşukluğun kalanını da bir iki gerinme ile gidermeye uğraşarak: “Peki baba, işimiz ne? Çektik, çekeriz. Sonra ne olacak?”
Yağlıkçı, düşünceye yol açar diye ensesini kaşıyarak: “Yavrum Tosun, sen doğru Aksaray Caddesi’ndeki Kuşçu Arif’in kahvesine koş. Mahalle delikanlıları hep orada bekliyor. Onları arkana tak, köşebaşına kadar gel, orada dur. Emir almayınca ilerleme sakın. Gürültü lazım değil.”
Tosun, kuşağı arasından çıkardığı çekecekle yemenilerini giyerek: “Pistonu bozuk lomorkör (römorkör) gibi enayileri peşime takayım. Köşebaşında mola. Öyle mi?”
Yağlıkçı: “Oğlum Emin, sen de çeşmenin yanında dolaşan bekçiyi bul, ‘Haydi!’ de. O ne yapacağını bilir.”
İki yorgancı kalfası tığ gibi kapıdan dışarı fırlar.
Tosun, Ahmet’in evine doğru yumruğunu göstererek: “Geçmişi kınalı topsalatası seni!.. Bu akşam sana, yağ limon koymadan habe kayarım17 alimallah… Beylere, paşalara saz naz… Fıkaraya el peşrevi… Öyle mi?”
Yağlıkçı, şimdi karşısındaki yorgancıya dönerek: “Hüsnü Efendi kardeşim, boş duracak vakit değil, mahalleyi bir dolaş. Hatırlıların kapısını çal, şimdi bir gürültü kopacak. Yangın var zannıyla sakın telaşa düşmesinler. Şu mahallede kaç zamandır geçen bu rezaletten biz erkeklerin, hepimizin bu işte suç payı var. Bu utanılacak şeyi üzerimizden atmak için erkekler yavaş yavaş dışarı çıksın. Herkes payına düşen namus vazifesini kudretince, bu hayâsızlığın temizlenmesine uğraşarak yapsın.”
Hüsnü Efendi kendisine verilen namus vazifesini yerine getirmek için kapı kapı dolaşmaya çıktıktan sonra yağlıkçı sokağa fırladı. Birkaç kol üzerine düzenlediği baskın alayını gelmesini bekleyerek, yaşından umulmaz bir çeviklikle köşebaşından köşebaşına mekik dokuyor, bazı duruyor, bazı koşuyor, fırtına çıkmasını beklemeyen bir kaptan gibi gözleriyle sokakların karanlıklarını yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu.
Birdenbire karşısına soluk soluğa Emin çıktı. Yağlıkçı sordu:
“Ne yaptın oğlum?”
“Bekçiyi buldum. ‘Haydi!’ dedim. Odun yarmaya hazırlanır gibi ‘Ya Allah!’ diye bir haykırdı. İki avucuna tükürerek sopasına yapıştı, ödüm koptu. Beni dövecek zannettim. Olabilir ya… Mahallede kerhana var, beni zampara zanneder de… O sopa suratıma bir inerse sonra kim vurduya gideriz. ‘Ne yapıyorsun bekçi baba, aradığın ben değilim.’ dedim. Üç adım geri sektim. ‘Korhma evlat korhma… İdman ediyorum.’ dedi. ‘Zamparaların marizlerine kayacak mıyız? Bunu evveli söylesenize! Copumu beraber almadım. Fakat kasavet çekme, (yumruğunu göstererek) buna yorgancı muştası derler. Bir inersem insanın suratını köşe minderi gibi yamyassı yaparım. Ben bu yumruklarla ne kerevetler kökledim. Nereye yapıştırsam yumuşatırım. Birkaç kerata tırtıklamak bana iş bile gelmez. Vay geçmişine be… Salatalı baskın nasıl oluyormuş? Hele bir görelim.’ ”
“Ulan çenen pırtı. Lafa yekûn çek. Sonra bekçi ne yaptı? Onu anlat.”