Полная версия
Siyasi Katılım
Tercihli Oy Kullanmalıyız
Geçtiğimiz yılın Mayıs ayında milletvekili seçimleri yapılmıştı. Seçim sonuçlarında ortaya Hollanda siyasî tarihinin alışık olmadığı bir siyasî tablo çıkmıştı. Adeta halk geleneksel partileri cezalandırmıştı. Seçmen kızgındı. Rahatsızdı. Ekonomi kötüye gidiyordu. İnsanlar sokakta kendilerini güvenli hissetmiyorlardı. Sağlık sektörü sekteye uğramıştı. Bürokrasi hantallaşmıştı. Buna benzer problemler vardı.
Ve birileri ortaya çıkarak, bu sorunları yüksek sesle dillendirmişti. Sorunların sebebi olarak bir taraftan yıllardır iş başında bulunan siyasî partileri gösteriyor, diğer taraftan da azınlıkları, göçmenleri, Müslümanları hedef gösteriyordu. Birçok gelişmeden ve gidişattan rahatsız olan halk ise bu senaryoya inanmıştı. Oysa senaryo sadece rahatsızlıkları seslendirmekti. Çözüm ise bir başka bahara bırakılmıştı.
Seçimlerden sonra yıllardır ülke idaresinde tecrübeleri olan Hıristiyan Demokratlar’ın liderliğinde oluşan kadro, liberaller ve yeni partiyle birlikte ülkeyi yönetmeye başladı. Yeni partinin bakanları durmadan azınlıklar üzerine açıklamalar yaparak gündemde kalmaya çalışmışlardı. Bu çabaları tabiri caizse kursaklarında kaldı. Parti içinde çıkan amansız anlaşmazlık ve ayrılık hükümetin düşmesine yol açtı.
Hükümet düşmüş ve yeni seçim kararı alınmışken araştırmacılar da seçimlerde meydana gelen radikal değişikler üzerine çalışmalar yaptılar. Amaç seçmenin tavrını anlamak ve bu isyanın arka plânını ortaya çıkarmaktı.
Bu çerçevede Hükümet Politikası Bilimsel Kurulu’nun isteğiyle sosyolog ve felsefeci Gabriel van den Brink seçmenin tavrını belirleyen saikler üzerine bir araştırma yaptı.
Araştırma sonuçlarına göre 2002 yılındaki seçmenin isyankar tavrı değişmemiştir. “Siyasî tabakaya, Den Haag’a, bürokrasiye karşı tavır devam etmektedir. 1980 – 2000 yılları arasındaki vatandaşın politikaya soğuk durması değişmiş, siyasî katılım ve ilgi son iki yılda alabildiğine artmıştır. Hollanda’da kendilerini tehdit altında hisseden yüzde otuzluk bir halk kesimi mevcuttur. Bunlar düşük eğitimli, düşük gelirli, modern hayatın nimetlerinden çok az faydalanan bir kesimdir. Bir kesim daha var ki bunlar kozmopolitler, rahatları gayet iyi, hükümetten ve vatandaştan saygı beklemekteler. Her iki grup da politikaya olumsuz bakıyor. Pim Fortuyn’in özelliği her iki gruba da hitap edebilmesi ve seslenebilmesiydi.”
Gabriel van der Brink popülist siyasetçilerin hem kendilerini tehdit altında hisseden gruba hem kozmopolit gruba yönelebileceklerini belirtmektedir.
Evet, son günlerde mevcut siyasî partilerin hepsi bu yöne eğilmişlerdi. Günah keçisi de malum olduğu üzere, ülkedeki azınlıklardı. Düne kadar hürriyetten, özgürlükten bahseden Liberal Parti, artık, Hollanda’nın dolu olduğunu açıkça dile getirmekten çekinmiyordu. Düne kadar özel okulları savunan Hıristiyan Demokratlar sıra İslâm okullarına gelince, çıkış noktalarını değiştiriyordu. Yıllardır azınlıklara sempatiyle yaklaşan ya da öyle bir imaj çizen İşçi Partisi de oy kaygısıyla radikalleşiyordu. Geriye kim kaldı. Yeşil Sol ve Sosyalist Parti.
Bütün bunlar sadece oy kaygısı için, kendini tehdit altında hisseden yüzde otuzluk halk kitlesinin yüzer gezer oylarını almak için yapılıyordu. Oysa siyasî partiler, ülkeyi yöneten kadrolar toplumda var olan sıkıntıları ve gerçekleri görmezlikten gelemezler. Bugün Hollanda’da siyasetçi ile halk arasında varolan uçurumun sebebi neden araştırılmıyor ? Halktan kopuk yönetim, halka danışmadan iş, hukuk, eğitim, aile vb. konularda kararlar alıyor. Halk konuşmak istiyor, tavsiyede bulunmak istiyor, yönetime etki etmek istiyor ve bu istekler yerleşik politikacılar tarafından yok sayılıyor. Yerleşik politikacılar bütün bunları örtbas etmek için azınlıklarla ilgili açıklamalar yaparak geniş halk kitlelerinin dikkatlerini bu yöne çekiyor. Rahatsızlıklara çözüm bulma sürekli erteleniyor.
Varolan memnuniyetsizlik suiistimal edilerek oy avcılığı yapmak, güçleri ve kuvvetleri pek fazla olmayan azınlıklara yüklenmek ucuz bir politikanın ürünüdür. Liderler çıkıp televizyonlarda istedikleri gibi konuşuyorlar, programcılar eskiden korka korka gittikleri meselelerin üzerine açık ve ukalaca gidiyorlar. Ancak hedef alınan kitle ise bütün bunlara cevap vermekte zorlanıyor. Konuşuyorlar ama sesleri duyulmuyor. Düşünüyorlar ama herhangi bir basın kuruluşuna düşünceleri yansımıyor. Kızıyorlar, sinirleniyorlar ama sadece çektikleriyle yetinmek zorunda kalıyorlar.
Azınlıklar her alanda katılımı sağlamak için gayret sarf ediyor, en azından bu yönde geçmişe göre mentalite değişikliği ortaya koyarlarken, onları dışlarcasına, toplumun dışına itercesine bir politika yürütülüyor günümüz Hollanda’sında. Basit, kolay, popülist ve çıkarcı politika kol geziyor her yerde.
Oysa Hollanda tarihten gelen bir imajla çok barışçı, toleranslı, insan hak ve hukukuna saygılı bir ülke olarak zihinlerde yer alır. Bugün bunları Hollanda’da görememek insanı üzüyor. Özellikle 11 Eylül olaylarından itibaren Amerika’nın başını çektiği anti-Müslüman propagandadan maalesef, Hollanda da nasibini almış durumda. Artık içinde İslâm geçen, Müslümanlara yönelik her proje reddediliyor, onaylanmıyor.
Amerika ve tüm Avrupa’da azınlıklar ve göçmenler üzerinde dolaşan karabulutlar hiç arzu etmememize rağmen Hollanda’da da var. Birçok ülke siyasetçisi seçim politikasını gözle görülebilen, somut olan göçmenler ve azınlıklar sorunu üzerine kurmaktadır. Kolay politika yapmaktadır.
Hemen hemen her parti, özellikle VVD hattâ CDA ve dahi PvdA televizyon ve radyolarda yapmış oldukları tartışmalarda açık açık azınlıkları, göçmenleri seçim kozu olarak seçmişlerdir. Yeşil Sol biraz ılımlı olup, bazı azınlık grupların sempatisini kazansa da yine de insanın kafasında bir netlik oluşmuyor. Sanki herkes biraz Pim Fortuyn’cü olmuş gibi bir hava esiyor Hollanda’da. Böyle bir ortamda, seçmen olarak yeniden sandık başına giderek, önümüzdeki senelerde Hollanda’yı idare edecek zihniyeti nasıl belirleyeceğiz?
Birçok Hollandalı için önümüzdeki hafta oyunu hangi parti için kullanacağı aşağı yukarı belli iken, Türk kökenli bir Hollandalı olarak hangi partiye oy vereceğimiz hususunda şu ana kadar kafamızda bir netlik oluşmadı.
Partiler mi? Yoksa partilerin listesindeki Türk kökenli adaylara tercihli oy mu ? sorusunu kendimize sormaktayız. İçimizden gelen ses ve yukarıdaki tablo, yani Hollanda gerçekleri, bizi tercihli oy kullanmaya mecbur ediyor. Dolayısıyla oylarımızı sevdiğimiz, bildiğimiz, kalitesine ve kapasitesine güvendiğimiz Türk kökenli bir aday için kullanacağız. Hiç olmazsa bu adaylarımız parlamento düzeyinde hem partilerinin içindeki azınlık ve göçmen karşıtı olanlara, önyargılı olanlara bizi anlatsın hem de genel anlamda azınlıkların konumlarını savunma imkânı bulsun.
Seçim sonuçlarının, iktidara gelecek hükümetin Hollanda’da yaşayan herkese mutlu bir gelecek oluşturmasına vesile olması duasıyla.
Ocak 2003Jan Pronk, Çok Kültürlülük ve Endişeler!
Jan Pronk’u Hollanda’da tanımayan var mıdır bilemiyorum. Uzun yıllar Kalkınma İşbirliği Bakanı ve Mor hükümetin son dönemlerinde Çevre Bakanı olarak görev yapan Pronk Hollanda siyasi litaretürüne dobura dobur ya da açık sözlü bir sosyal demokrat olarak geçmiştir. Şimdilerde öğretim görevlisi olsada, karakteri gereği Pronk sürekli siyasi gündemde kalmayı başaran, hatta bu işi seven biridir. Bunun için olsa gerek, çok sık kalkınma, uluslararası ilişkiler, sürdürülebilirlik, fakirlik ve çatışma gibi konularda fikrine başvurulur. Bu bağlamda Pronk’la onbir eylül olaylarından sonra dünyanın nereye gittiği konulu bir söyleyişi keyif duyarak bir kaç ay önce NMO (Hollanda Müslüman Yayın Kurumu) da izleyebilmiştim. Türk sunucu Nazmiye Oral tarafından yapılan söyleşide Pronk dünyamızın gidişatından ciddi bir şekilde endişe duyduğunu ifade etmişti. Bakanlığı döneminde eski Yugoslavya’da gözler önünde, dünya kamuoyu gözü önünde hunharca öldürülen yedibin müslüman erkeği hala unutamadığını dile getirmişti.
İşçi partisinin koca kurtlarından Jan Pronk, her ne kadar günlük politikada aktif olmasada bir çok konuda, özellikle Batı toplumuyla ve dünya toplumları arasındaki konularda, meselelerde konuşmayı, tartışmayı arzu ediyor, arıyor.
Bu bağlamda Pronk’la, Oikos haberde yapılan bir söyleşiden hareketle tecrübeli politikacının bazı görüşlerini bu satırlara taşımak istiyorum. İlk soru tahmin edileceği gibi dünya gündemiyle ilgili. Son uluslararası sorunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? sorusuna Pronk şu cevabı veriyor: “Son uluslararası sorunlar deyince hemen karşımıza Irak meselesi çıkmaktadır. En önemli uluslararası sorun ise fakirlik ve eşitsizliktir. Bu ise diğer sorunları, güvensizlik ve savaşı berabarinde getirmektedir. Irak meselesine geri dönünce, değişen uluslararası ilişkiler ve münasebetler çerçevesinde meydana gelen bu olay aynı dünyamızda bir takım istikrarsızlıkları da beraberinde getirmiştir. Bence haksız bir müdahaledir. Hele hele şu dönemde uluslararası topluluğu dinlemeden dünya jandarmalığına soyunmak hiç te kabul edilir cinsten değil.“
Irak Krizi, Orta Doğunun hali ve Fanatizm hakkında da Pronk şunları düşünmektedir: “Törer olaylarının beslendiği bir teoriyi en azından kağıt üzerine dökebildim. Benim görüşüm şudur. Fakirlik şiddeti doğurmaz. Ancak sistem içinde bazıları dışlandıysa bunun siyasi yansımaları vardır. İnsanlar kendilerini sistem dışına çekmektedirler. Meseleye Amerika ile Kuzey arasında aşk-nefret ilişkisi olarakta bakmak mümkündür. İnsanlar Amerikan dizilerine bakmalarına, Nike marka giymelerine rağmen Amerika’dan gelen sisteme karşı direnmektedirler. Belki, neye, niçin karşı olduklarını bilmeden. Kaybedecek fazla birşeyleri olmadığı için sisteme karşı gelmekteler. Bu onlar için aslında kazanmanın bir işaretidir. Bu turum ise insanı fanatizme götürür. Bunun çözümü, insanlardaki fanatizmi ve ikili morali oluşturan motifleri ortadan kaldırmaktır. Bu ne demektir? Nasıl gerçekleştrilmelidir ? Her şeyden önce İslam’la (müslümanlarla) eşit şartlarda diyaloga girmek demektir. Sadece karşı tarafın silahlanmasını önlemek değil aynı zamanda kendi silahlanma sisteminide tartışma konusu yapmak demektir. Filistin hakkındaki mevcut tavrın ve duruşun, Arapların ve diğer İslam ülkelerinin şüphelerini ortadan kaldıracak bir şekilde değişmesi demektir.
Her zaman kendi haklılığını düşünmeksizin, aynı konularda farklı bakışların, değerlendirmelerin olabileceğinin idarike varmaktır. Önemli olan kültürel diyalog ve eğitim meselesidir. Yani dünyanın ya da başka yerlerde yaşayan insanların çoğu zaman dünyanın diğer bölümünde yaşayanlardan farklı düşündüklerinin bilinmesidir. Ki, bu ayrı düşüncelerle hem fikir olunmasa da bunların varlığını kabul etmek basit ilişkilerin temelidir. Bu zor bir süreçtir ama bir o kadar da etkilidir’’.
Bu yönde ulusal veya uluslararası bir politika var mıdır, geliştirilmiş midir? Sorusuna ise Pronk şu cevabı veriyor : ‘’Günümüzde siyasi ve kültürel görüşler ekonomik faktörlerin önünde gelmektedir. Dolayısıyle, dominant siyasi bakışta Kuzey sürekli dışlanmakta ve kendi sınırları içinde kendi kimliğiyle başbaşa bırakılmaktadır. Bu ise Kuzey’de, özellikle bazı gruplarda fanatizmi kaçınılmaz kılmaktadır. Günümüz uluslararası kurumsal sitemin mimarisi güçlendirilmeli, İkinci Dünya Savası galiplerinin hakimiyetlerini sürdürdükleri bir sistem ve yapı olmamalıdır”.
Pronk’a göre gruplara, insanlara yaklaşma ve değişme sürecine katkıda bulunma, etki etme eskisi gibi olmamalıdır. “Eskiden olaylara hep kozmopolit yaklaşılırdı. Gençlere veya kadınlara yönelik aydınlatma, bilgilendirme girişimleleri olurdu. Şimdi önemli olan mesele elit grubun nasıl değiştirilebileceği ve bu grubun nasıl etkileneceği meselesidir. Liderlerin, yöneticilerin değişmesi, meselelere, tartışmalara katılımı ciddi bir sorundur. Bu noktada zorluklarım var. Şöyleki, kimlik promlemlerini çözmek ekonomik problemlerden daha zordur. Zıtlıklarla çözmeniz mümkün değil, zira zıtlaşma çatışmayı ve yan etkilerini beraberinde getirir. Bu konuda keskin reçetem olmamakla birlikte ne kazanırsak kardır mantığıyla olaylara yaklaşmayı düşünmekteyim. Bu metodun ana fikri de psikolojiktir yani “diyalog”dur. Diyalog süreci, dominant gücü ve etkiyi sınırlasada başlı başına bir zenginliktir. Zira toplumların sürekli çatışma, adaletsizlik, geri kalmışlık içinde uzun süre hayatlarını sürdürmeleri beklenemez. Bir gün memnuniyetsizlikler o derece ilerlerki o toplum artık büyük bir tehlike arzetmeye başlar. Hiç bir toplum getto halinde yaşamaz. Bu tür bir yaşam kendilerini güven içinde hissedenler içinde bir tehlikedir, bir gün kendilerini olabilecek tehlikelerden koruyamazlar”.
“Politikacılar insanları, onları seçenleri mutlaka dinlemelidirler. Dinlemek demek susmak anlamına gelmemelidir. Kitleyle konuşmaktır. Onları rahatlatmaktır, ikna edebilmektir” diyen Pronk sökonusu değişim ve diyalogun Ukumenik (birlikte hareket etmek) hareketle nasıl başarıya ulaşacağı? Sorusuna şöyle cevap vermektedir: “hiç bir kimseyi dışlamamalıyız. Diyalog’la, sürekli konuşmayı denemekle, kendilerini dışlanmış, horlanmış, itilmiş hissedenlerin gönüllerini alarak siyayi süreçlere etki edilmelidir. Bunun için uzmanlaşmaya gerek vardır.
İnsanların, farklı yollarla önemli meseleler hakkında birlikte konuşabilmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Boş vaaz etme yerine, icraat yapılmalıdır. Bu bilgilenmeyle olabileceği gibi, insanların bu işe inanmaları ve bu işe hazır olmalarıyla gerçekleşi”.
Bir çok konuda, sadece dış politika değil, çok kültürlü toplum, göç, kalkınma işbirliği yardımı, Avrupa Birliğinin geleceği, Avrupa kimliği gibi bir çok konuda tartışmaya ve ortak çalışmaya hazır olunmalıdır. Hollada’da bol bol kunuşulmaktadır, ama icraat, o bir soru işareti. Konuşulan konunun muhatabı dışlanmamalıdır. Onlar hakkında onlardan habersiz tartışmalar yapılmamalı ve kararlar alınmamalıdır”.
Maalesef Hollanda’da hep böyle yapıldı. Göçmenlerin entegrasyonundan tutunda eğitim, gençlik, konut vs. problemine varıncaya dek göçmenlerin fikri alınmadan ilk önce tartışıldı sonra çıkan sonuçlar gereği uygulanan politikalara göçmenlerin uymaları istendi. Sonuç malum. Koskoca bir fiyaska. Geçmiş hükümetler, içinde Jan Pronk’un da bulunduğu hükümetlerin uyguladıkları politikalar, takip ettikleri metodlar hep böyle olmadı mı? Göçmenlerle bırakın konuşmayı, fikirlerini almayı sanki onlar bu ülkede yaşamıyormuşcasına davranıldı. Oysa Hollanda için, diğer Avrupa ülkeleri için farklı kültürlülük bir hayal bir rüya değil apaçık bir gerçekti. Bunu hem günlük hayatta hem kurumlarda hem bireylerde hem caddelerde görmemiz mümkündü. Ama bugüne kadar mümkün olmayan bir gerçek vardı ki, o da dominant kültürün bireylerinin, kurumlarının sahip oldukları güçleri, etkileri belki azalır, zedelenir korkusuyla söz konusu farklılıkla bir türlü diyaloga girme cesaretini gösterememeleriydi. Kaldıki bu süreç onlar içinde bir zenginliğin başlangıcını oluşturabilirdi. Dışlamak, hesaba katmamak, kurumsal red nereye kadar sürer ve bunun kime faydası var, bilemiyorum.
Mart 2003Frits Bolkestein, Birey ve Toplumsal Sorumluluk
Amsterdam’dan Ramazan Yurtsev geçen hafta Jan Pronk ve çok kültürlü toplum başlıklı yazımızdan sonra, elektronik posta adresime şu notu göndermiş. “Sayın Veyis Güngör DÜNYA gazetesinde yayınlanan yazılarınızı okumaktayım. Genellikle Hollanda’daki göçmenlerin, dolayısıyle Türklerin etrafında cereyan eden konularda yazılar yazmaktasınız. Biz de bu toplumda olan gelişmelerden böylece haberdar olmaktayız. Bunun yanısıra gerek geçen haftaki yazınızda İşçi partili Jan Pronk, gerek bundan bir iki ay önceki yazınızda da CDA’nın ideologlarından Anton Zijderveld’in görüşlerine yer verdiniz. Bütün bunları bir plan doğrultusunda mı yapıyorsunuz? Eğer öyleyse sırada kim veya kimler var doğrusu merak etmekteyiz”.
Okuyucumuza teşekkür ederiz. Elbette her yazının bir amacı vardır. Yazıya konu seçilirken verilmek istenen mesaj mutlaka önceden düşünülür. Ben de haftalık konularımı seçerken, eğer o hafta gündemimi Hollanda’daki siyasi gelişmeler belirlememişse, önceden kafamda oluşan bir proje doğrultusunda seçerim.
Okuyucumuzun da dikkatini çeken proje şudur. Hollanda’da yaşayan Türk azınlık olarak çok geçte kalsak, Hollanda düşünce yapısı, felsefesi, siyasilere yön veren ideologları, siyaset ve bilim adamları, kültür ve sanat adamları, tarihi olaylar yani Hollandayı Hollanda yapanlar hakkında bilgi sahibi olmamız, bunları bilmemiz gerektiğini düşünmekteyiz. Buradan hareketle zaman zaman Hollanda tarih felsefesi ve Hollanda sosyal tarihi üzerinde kısa denemelerim olmaktadır. Toplumun düşünce yapısını, akımları, ekolleri, norm ve değerleri bilmeden o toplum hakkında yüzeysel bilgi sahibi olunur. Kaldı ki, bir çoğumuz kendimizi artık Türk kökenli Hollandalı saymaktayız. İşte bugün sıra Hollanda Liberallerinde. Bir çoğumuzun en azından isim olarak tanıdığı liberal Frits Bolkestein’in düşüncelerine yer vereceğiz.
İdeolojiler arasında birey ve üyesi olduğu daha doğrusu meydana getirdiği toplum ve o topluma karşı sorumluluğu hep tartışıla gelmiştir. İçinde yaşadığımız toplumda da son zamanlarda özellikle norm ve değerler, toplumsal sorumluluk tartışma gündeminden düşmemektedir.
‘Her birey yapmış olduğu hareketin sonuçlarından sorumludur’ ilkesiyle sözlerine başlayan Frits Bolkestein klasik liberallerden Adam Smit’e atıfta bulunarak meselenin aslında bir pazar mekanizması olduğunu, esasen bireysel çıkar gibi görünsede sonuçta toplum yararına tüm işlerin yapıldığına dikkatimizi çekmektedir. Hollandalı filozof Bernard Mandeville’ye gönderme yapan Bolkestein, Mandeville’nin ‘bireysel çıkar sağlayan uğraşların mutlaka toplumsal çıkarları bertaraf edeceği diye bir kaide olmadığın’dan bahsettiğini söylemektedir. Zira bireysel alandaymış gibi görünen erdemlilik mikro derecede kalmamaktadır. Tam tersine topluma malolmaktadır. Aynen şu meşhur sözde anlamını bulduğu gibi: “Private vices, public benefits”. Dolayısıyla günümüzde tartışılan toplumsal sorumluluk aslında bireysel sorumluluktur. Bireysel sorumluluk başkalarının da çıkarlarını hesaplayabilmektir.
Klasik liberal modele göre toplumdaki birey ilişkileri mübadele ilişkileridir. İlişkiler zaman içinde anlaşma şekillerini alır. Böylece bir takım normlar üzerinde anlaşma sağlanırken bazı kurallar gelişir.
“Vatandaşlar arasındaki ilişkilerde yeterli derecede bir güven ortamı olması gerekmektedir. Güven ortamının olmadığı yerde ticarette olmaz. Böyle bir durumda ticaret yapan birey, temel bazı kurallarla başkalarınında çıkarlarını gözetmek durumundadır. Başkalarının çıkarlarını korumak aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumak demektir. Bu şu demektir. Birey aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk altındadır. Bu sorumluluk açık ve özgür bir toplumun oluşmasıdır’’.
Bolkestein klasik liberalizme getirmeye çalıştığı yeni yorumlarıyla dikkat çekmektedir. Bolkestein’e göre liberallerin de “İyi yaşam” yaşam hakkında görüşleri olmalı. Bireylerin seçimlerini yapabilmelerinde çevrelerinde olanlar belirleyici olmaktadır. Bu ise insan davranışını da belirlemektedir. Bunun için bazı bireysel erdemlilik toplum çıkarına göre iyiyse, bunlar yayılmalı, tanıtılmalıdır. Kaldıki, günümüz toplumu Adam Smit dönemine göre çok daha açıktır, belirgindir. İletişim sayesinde haber alma ve etkilenme tartışma götürmez bir gerçektir.
Liberal Bolkestein şu sorulara cevap arıyor : İyi vatandaş ne demektir? İyi bir vatandaştan neler bekleyebiliriz? İyi bir vatandaş toplumsal sorumluluğun manasını nasıl verir? Bu noktada karşımıza ahlak meselesi çıkmaktadır. İnsan davranışının şekillenmesi sözkonusudur. Filozof Herbert Spencer ve John Dewey bu konuda sosyolojik evrim ahlak’ı geliştirmişlerdir. “Değer”in bulunmadığını, dogmatik olmadığını, “değer”in uzun bir zaman süresince geliştiğini belirtmişlerdir. Hayatiyetini sürdüren “değer”in ise değişikler karşısında ayakta kalabilen, dayanabilenin “değer” olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Şartlar içinde en güçlü olan değer ancak etkili olan ‘değer’dir. Hızlı değişim karşısında “değer ve ahlak” kendini yenilemelidir.
“Filozof Hayek ve Popper’a göre norm ve değerlerin rasyonalist bir tasarımla birleştirilmesi mümkün değildir. Bunu komünistler denemişler ancak başarılı olamamışlardır”.
Onun için ‘değer’in oluşmasında gelenek önem arzeder. Gelenek ve değişme atbaşı gitmelidir. Bir başka ifadeyle normların yenilenmesi zorlama ve şiddetle olmamaktadır.
Bolkestein’e göre hangi norm ve değerlerden bahsedebiliriz? Toplum yararına olan norm ve değerlerden elbette. “Dürüstlük ve içtenlik/samimi olmak gibi erdemlilik toplumsal güvenin temel taşlarıdır. Beyefendilik ve adaletli davranmak ise toplumsal güvenin diğer iki erdemliliğidir. Ancak bu erdemliliklerin zorluğu ise gerçek manasını bulamamalarıdır. Çoğu zaman, şartlara göre anlam kazanmalarıdır ki, bu erdemliliğin nesillere sanki bir toplumsal emir veya buyrukmuş gibi verilmesini engellemektedir. Toplumsal sorumluluk her vatandaşa onu zorlamadan seçim yapmaya davet eder. Bu noktada özgürlük ve sorumluluk kenetlenmesi devreye girer”.
“Liberaller insanın refleks içinde olduğundan hareket ederler. Bunun için işin başında özgürlüğü seçmeleri ya da özgür olmaları gayet normaldir. Bizim insani gerçekliliğimiz özgürlükle sorumluluğu aynı anda seçmemize hiç bir zaman engel teşkil etmez. Tam aksine bunları birbirini tamamlayan unsurlar, değerler olarak görür.
Böyle bir seçim yapmak problemlerden arınmak manasına gelmez. Sorumluluk, bireysel özgürlükle ne derece uyum içinde olur bilinmez. Öyle olunca her birey, kendi konumu gereği, içinde bulunduğu çevreyi değerledirerek kendisi için toplumsal sorumluluğun ne anlama geldiğini araştırmalıdır”.
Bolkestein’e göre siyasetçiler vatandaş ile devlet arasında bir ikilemdedirler. Bir taraftan onlarda diğer vatandaşlar gibi sıradan bir vatandaştır. Diğer vatandaşlar gibi sorumlulukları vardır. Diğer taraftan da siyasi görevlerinin gereği norm ve değerlerin formüle edilmesinde üzerlerine önemli görevler düşmektedir. Gerçi netice olarak norm ve değerlerin içinin doldurulması sadece siyasetçilere bırakılamaz. Norm ve değerlerin gelecek nesillere aktarımı, taşınması hiç şüphesiz evlerde, ailelerde başlar. Aktarma okulda devam eder. Çocuklar, vatandaşlık bilincine ulaşırlar. Düşe kalka “toplumsal sorumluluk” nedir sorusuna cevap aranır. Gerçi her vatandaş sözkonusu “sorumluluk” konusunda duyarlı olmayabilir. Liberallein görevi bir çok kişide sözkonusu duyarlılığın oluşmasını sağlamaktır.”
Son olarak, liberal Bolkestein’in İslam dünyasının Batı’ya tehdit oluşturup oluşturmadığı sorusuna verdiği cevap şöyledir: “İslam dünyası batı için bir tehdit oluşturmaz. İslam dünyası kendi meseleleriyle baş edememektedir… Batıyı tehdit bizatihi Batının kendisidir. İşsizliğe bakın. Liderliğe bakın. Toplumsal çözülmeye bakın. Güvensziliğe bakın. Ama bütün bunlar bizim kendi suçumuz. Bir Amerikan çizgiromanındaki figürün ifade etttiği gibi: “düşmanı gördüm, o düşman biziz, kendimiziz”.
Nisan 2003Aydınlanma Döneminden Günümüze: Avrupa Merkezciler ve Rölativistler
Aydınlanma döneminden hareketle siyaset bilimci Siep Stuurman şu soruları sormaktadatır: Avrupa kimliği Avrupa tarihidir denilebir mi? Avrupa bir kültürel medeniyet midir ? Avrupa’yı Avrupa yapan kimlikler (dini, entellektüel, siyasi, ekonomik) nelerdir? Avrupa kalkınmasının şahaser tarafı nedir? Siyasi ve sosyal düşünürler günümüz Avrupasını nasıl analiz ederler, nasıl değerlendirirler? Farklılıklardan, yeniliklerden ve zıtlıklardan ne anlarlar bu düşünürler? Bu sorlardan hareketle günümüzde tartışılan ‘çok kültürlü toplum’ konusuna farklı bir açıdan bakmaya çalışan Siep Stuurman sadece bu sorular la yetinmemektedir. Geçen haftalarda bu sütünlarda görüşlerine yer verdiğimiz liberal Frits Bolkestein’e de sorular soran ve liberal görüşü eleştiren Erasmus Üniversitesi öğretim görevlisi Stuurman İslam-Fundamentalizmi ve göçmenler üzerine de sorular sormakta ve cevaplar aramaktadır. Biz bu yazımızda Siep Stuurman’ın liberal görüşe yaptığı eleştiriler ve aydınlanma dönemi temel kavramlarından hareketle çok kültürlülük tartışmaları etrafında ortaya çıkan bazı düşüncelerine değineceğiz.
Liberal Frits Bolkestein’in çok kültürlü toplum etrafında yaptığı açıklamalar ve beraberinde “aydınlanma”nın Avrupa kültür mirası olduğunu söylemesine itiraz eden Siep Stuurman şu görüşte: “Bolkestein bir taraftan aydınlanma hareketinin üniversal olduğunu söylerken, bunun bize ait, özellikle islam’a ve müslümanlara ait olmadığını söylemektedir. Böyle bir çıkış noktası göçmenlerle diyalog için kötü bir başlangıçtır”. Ayrıca Bolkestein’in olayı sunuşunda pedegojik bir sorun görünmektedir. Yani Arupalıların, ‘biz’in ve diğerlerine onların nasıl davranacakları ve hangi değerleri kabul edeceklerini açıklama, emretme vardır.“Böyle bir yaklaşım nereden kaynaklanmaktadır. Böyle bir yaklaşım ‘aydınlanma’çağında mevcutmuydu? Siep Stuurman’a göre bu görüş ondokuzuncu yüzyıl liberal düşünürü, aynı zamanda On Liberty adlı kitabın da yazarı olan John Stuart Mill de yatmaktadır. Çünkü Mill’in iddiasına göre tarihsel açıdan bazı kültürler ‘yetişkin değildir’ ler. Onun içindirki diğerleri yani ‘yetişkinler’ bunları terbiye etmelidirler. Gerçi Stuurman’a göre ‘aydınlama çağından’ çıkarılacak bir sonuç sadece Mill’in düşüncesi olamaz. Bolkestein’in yukarıdaki çıkışını ve yaklaşımını anlamak için kültürel rölativizmi anlamamız gerekmektedir. Zaten bir çok aydınlanma düşünüre göre kültürel rölativizm Avrupa aydınlanmasının bel kemiğidir. Ayrıca Avrupa medeniyetini oluşturan değerlerin başında hiç şüphesiz seyahat kültürü yer almaktadır. Aydınlanma devri düşünürleri Avrupa kültürünü bu yolla eleştrimişlerdir. Bunların başında Lettres Persanes eseriyle bir İranlı gezginci gözüyle Fransa’yı eleştiren Montesquieu gelmektedir.