Полная версия
Siyasi Katılım
İkinci örnekte ise, Balkenende, İslâmî kurumların etnik yapıya göre dizayn edildiklerini, bunun ise Müslüman göçmenlerin gelmiş oldukları ülkelere daha etkin bir şekilde bağlanmalarını beraberinde getirdiğini söylemekte. Böyle bir kurumlaşma ise, “Geri kalmışlığın hapishanesi”dir demekte Başbakan Balkenende.
Sayın Balkenende’nin tespitleri doğrudur. Hollanda’daki Müslümanların durumu geçmiş yüzyıldaki Katoliklerin durumu ile aynı değildir. Bizim sınıflarımız henüz oluşmuş ya da tam anlamıyla belirgin değil. Durumun böyle olması kurumlaşmanın oluşmasını engellemez. Kalite ve kapasite ile mevcut durum güçlendirilir, zenginleştirilir. Bu görev önemli ölçüde göçmenlerin kendi görevleri olsa da, kısmen devletin de görevidir. Orta sınıfın oluşmadığını ya da farklı meslek birimlerinin, değişik kuşakların İslâmî kurumlaşmada temsil edilmediğini söylemek sadece bir durum tespitinde bulunmaktır; bir çözüm önerisi değildir.
Diğer taraftan, göçmenlerin gelmiş oldukları ülkelerle ilişkilerinin bahane edilmesi ve bu ilişkilerin “kurumlaşmanın hapishanesi” olarak görülmesi yorumuna katılmak mümkün değil. Teknolojinin ayyuka çıktığı bir zaman biriminde insanların kökleriyle ilişkilerinin kesilmesi mümkün olur mu?
Hükümetin tasarruf tedbirleri çerçevesinde anadil eğitiminin kaldırılmasından tutun da, ana dilde yayının kaldırılması, kültürel kimliklerin bir kenara konulması ya da yaşatılmaması gibi görüşleri yarınlarda Hollanda’da farklı tartışmalara gebedir.
Homojen bir toplum oluşturmak mümkün olabilir mi? Dünyanın her yerinde etnik kimliklerin tanınması, farklı kültürel değerlerin yaşatılması -en azından bu özgürlüklerin verilmesi- için mücadele edilirken, bizim Hollanda’da mono-kültür projesini gerçekleştirmemiz abesle iştigal olmaz mı?
Bütün bu tartışmalardan, açıklamalardan da anlaşılıyor ki Hollanda, artık o eskiden övünülen, dünyada pek fazla örneği kalmamış, çok kültürlü toplum yapısını terk etmek istiyor. Ve bu görüş, sanki mevcut hükümetin entegrasyon politikasıymış gibi lanse edilmektedir.
Bu görüş, göçmenler arasında entegrasyon yerine asimilasyon politikasının uygulanmak istenmesi olarak algılanıyor. Bu ise, kabul edilir bir yorum ve politika olamaz.
Hollanda’da işlerin iyi gitmemesinin faturası ellerinde güç ve sorumluluk olmayan göçmenlere çıkarılabilir mi?
Daha dün bu ülkede güvensizlik tartışılıyordu. Daha dün, bu ülkede vandalizm ve kaybolan ahlâk tartışılıyordu. Saygının, sevginin ilkokullarda daha belirgin bir şekilde verilmesi isteniyordu büyük çoğunluk tarafından. Bütün bunlar ne çabuk unutuldu.
Hemen hemen toplumun tüm katmanlarında tartışılan ve zaman zaman dozu kaçırılan entegrasyon ya da asimilasyon konusu, ülkede yaşayan biz etnik grup bireylerini korkutmamalıdır.
Bu tür tartışmalar, toplumsal sorumluluğun bilincinde olan göçmen bireylerin, gelişen olayları daha farklı bir boyuttan inceleme, analiz etme, yorumlama ve gelişmeleri kavrama fırsatı vermelidir.
Tartışmalara bir de bu yönden bakmalıyız.
Kasım 2003Liberal Cihat ve Hıristiyan Demokratların Oportünistliği
Hollanda’da Müslümanlar, ne yazık ki hür düşünceyi, özgürlüğü ve aydınlanmayı kendilerine şiar edinmiş liberaller tarafından ateş altındalar. Her ne kadar Liberal Parti’den milletvekili Fadime Örgü, aynı partiden eski Müslüman Somalili Ayaan Hirşi Ali’nin yaptığı açıklamalara, çıkışlara, saldırılara ve ayrımcılığa kadar uzanan yorumlarına katılmasa da ve hattâ söz konusu kişinin Liberal Parti adına konuşamayacağını belirtse de, realite gösteriyor ki, Liberaller sanki Müslümanları püskürtmek gibi bir tavır içindeler. Bu tavra, Müslümanlara özel bir kini ve nefreti bulunan Somalili liberal parti milletvekili Hirşi’nin tavrı eklenince, söz konusu püskürtme çok daha netleşiyor. Hirşi’ye göre: “İslâm okulları bölünmeye sebep oluyor,” “Hoşgörü karşıtı olan okullar kapatılmalı.” “Gençler din adamlarına teslim edilmemeli.” Bu çıkış karşısında Trouw gazetesi yazarı J. A. A. van Doorn dalga geçerek şöyle diyor: “Gençlerin üzerindeki imam monopolisinin bertaraf edilmesi için, İslâm fundamentalizmine karşı en iyi cevap Liberal Cihat’tır.”
Oysa Hollanda’da liberallerin din ve dindarlar hakkındaki bu çıkışlarının bir ilk olmadığını ibretle öğreniyoruz. Van Doorn’dan öğrendiğimize göre, on dokuzuncu yüzyılda aynı liberaller, Aydınlanma adına, kilise görevlilerinin gençler üzerindeki etkisinin kırılması için özel okullara karşı çıkmışlar. Zamanın liberal bakanı Kappeyne van de Coppello söz konusu karşı çıkışı dillendirmiş. Ancak zaman Kappeyne’nin “Liberal Cihat”ının tam tersine işlemiş, bölük pörçük Katolik gruplar bir araya gelerek kendi kurumlarını oluşturmuşlar ve bu doğrultuda okullarını açarak, belki yarım asır ve daha fazla süren bir mücadeleyle topluma entegre olmuşlar.
Liberallerin o günkü korkuları doğru çıkmamış; söz konusu Katolik toplum ayrışmamış ve geri kalmamış, toplumun geneline uyum sağlamış. Böyle tarihî bir tecrübeden gelen Katolikler, yani Hıristiyan Demokratlar, bugün iktidar olmuşlar. İşin garip tarafı da -belki işin güzelliği de-, o günlerde kendilerini tehlikeli bulan Liberallerle birlikte şimdilerde ülkeyi yönetiyorlar. Kendilerine geçen yüzyıllarda yapılan haksızlığı unutmuşçasına -pek ihtimal vermiyorum ama- bugün ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokratlar yıllardır savundukları düşüncelere ters görüşlerle Liberallere çanak tutmaktadırlar. Geçen hafta yazdığımız gibi, Hıristiyan Demokrat Başbakan Balkenende parti kongresinde yapmış olduğu açıklamasıyla, yani “İslâmî kurumlaşma geri kalmışlığın hapishanesi”dir sloganıyla sadece etnik azınlıkları değil, aynı zamanda, ülkenin sağduyulu tüm yazarlarını şaşırtmıştır. Başbakan Balkenende bu tavrıyla Hıristiyan Demokrat doktrine ters düşmüş ve yıllardır savundukları “öz kurumlaşmayla emansipasyonun ve entegrasyonun” mümkün olabileceği görüşünü bir çırpıda silmiş atmıştır. Tabiî ki Başbakanın bu çıkışı birçok Hollandalı yazar tarafından da yadırganmış ve buna bir anlam verilememiştir. Yazarlar, Başbakanın “hayalet” gördüğünü dahi belirtmişlerdir. Zira, yıllar önce Başbakanın mensup olduğu grup hakkında da liberaller, bugün Başbakanın Müslümanlar hakkında kullandığı “geri kalmışlığın hapishanesi” tabirini kullanmışlardı.
Gazeteci yazar van Doorn’a göre, gerçekten söz konusu grubun, yani on dokuzuncu yüzyıl Katoliklerinin birçok görüşü geri ve zamanın gerçekleriyle uyuşmuyormuş. Buna rağmen, grup ilerlemiş ve topluma entegre olmuş. Ve bu entegrasyon, Katoliklerin kendi kurumlarını oluşturmasıyla gerçekleşmiş. Dolayısıyla entegrasyonla birlikte, dindarların ve papazların gençlik üzerindeki etkileri de kendiliğinden geçmiş. Zamanın Katolik gruplarının kendilerine Hıristiyan bir cumhuriyet kurmak istemeleri gibi radikal görüşlerin bulunmasına rağmen emansipasyon sağlanmıştır.
Müslümanların Hollanda’da kendilerine özgü bir İslâm Cumhuriyeti kurma istekleri bile olmamasına, yani Müslümanların içinde böyle düşünen gruplar bulunmamasına rağmen Başbakan aynı yolu, Katoliklerin geçtiği emansipasyon yolunu Müslümanlar için mümkün görmüyor. Müslümanların organize biçiminin buna engel olduğunu, Müslümanların farklı sosyal sınıfları temsil etmediklerini, birleşmelerinin kolay olmayacağını ifade ediyor.
Başbakan bal gibi biliyor ki, Müslümanların Hollanda’da geçmişleri yüzyıllarla ölçülmez. Başbakan bal gibi biliyor ki, mevcut Müslüman kadronun söz konusu “öz kurumlaşmayı” gerçekleştirecek alt yapısı yok. Başbakan bal gibi biliyor ki, Müslümanların camilerinden ve okullarından başka kurumlaşma yönünde gösterebilecekleri kurumları yok. Başbakan bal gibi biliyor ki, kurumlaşma on yılları ve nesilleri gerektirir. Para kazanmak için Hollanda’ya gelen işgücünden kendi inançları ve kültürleri doğrultusunda bir kurumlaşmayı beklemenin abesle iştigal olduğunu da Başbakan, adı gibi biliyor. Peki, bütün bunlara rağmen neden garip çıkışlar yapar bir ülkenin başbakanı? Liberalleri rahatlatmak için mi? Oy kaygısı için mi? Felsefe yapmak için mi? Biz bu soruların cevabını ararken, Hıristiyan Demokrat Parti’den milletvekili seçilmiş Türk asıllı arkadaşlarımızın da gerek parti içinde gerek vicdanlarında bu sorulara cevap aramalarını bekleriz. Son olarak şunu söylemek isteriz: Hollanda tarihinin bize verdiği bilgilere göre, Liberallerin son aylarda Müslümanlara karşı başlattıkları “Liberal Cihad”ları, tıpkı on dokuzuncu yüzyılda Katoliklerde ters teptiği gibi bir defa daha ters tepecektir. Hıristiyan Demokratların oportünistliği de yanlarına kâr kalacaktır.
Kasım 2003Türkiye-AB Entegrasyonu ve Üzerimize Düşen Görev
2004 yılının Aralık ayını adeta iple çekiyoruz. Başta Türkiye olmak üzere, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini destekleyenler ve Avrupa’da yaşamakta olan Türkler, Aralık ayında Türkiye’ye bir tarih verilmesi yönünde yoğun bir çalışmanın içine girdiler. Geçtiğimiz dönemde verilen mücadele artık birçok Avrupa ülkesinde meyvesini vermeye başlamış olmalı ki, birkaç yıl öncesine nazaran bugün Avrupa kamuoyunun Türkiye’nin Birliğe girmesi hususundaki tavrı olumlu yönde değişmiştir.
Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan Kulübü olmadığını belirtenlerden tutun da, Avrupa Birliği’nin siyasî bir proje olduğunu ifade edenlere kadar uzanan bir kulvarda Türkiye-AB entegrasyonu çok ciddi bir şekilde tartışılmaya devam etmektedir.
Tartışmalar tüm hızıyla devam ederken, sayıları 3,5 milyonu bulan Türk varlığı da bulundukları ülkelerdeki siyasî ve sosyal gelişmelerden etkilenmekte ve ister istemez tartışmaların içinde kendilerini bulmaktalar.
Zira bu varlık artık eskisi gibi pasif değil aksine seçimlerde oylarını kullanıyor, içlerinden aday olanı destekliyor, siyasî katılımı sağlıyorlar. Vergilerini ödüyorlar. Yardımlarını yapıyorlar. Diğer göçmen topluluklara göre en örgütlü toplumu oluşturuyorlar. Kurmuş oldukları binlerce organizasyonla farklı alanlarda etkinliklerini sürdürüyorlar.
İçlerinden yetişen donanımlı bireyler, devlet dairelerinde ve özel sektörlerde ciddi görevler almaktalar. Sayıları her geçen gün artan bu bireyler, bugüne kadar sunulan Türk kültürü ve İslâm imajının tam tersi bir görüntü sergiliyorlar. Yıllardır oluşmuş önyargıları bertaraf etmek için gayret sarf ediyorlar.
Hem Türk kökenli olduklarının bilincindeler, hem içinde bulundukları ülke ve insanlarıyla ortak çalışmalar yapmanın, diyalogu geliştirmenin bilincindeler. Türkiye’deki siyasî çekişmelerle ilgilenmiyorlar. Ama Türkiye’nin kalkınması, gelişmiş ülkeler seviyesine çıkması, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için çalışmalar yapmaktalar. Kendi ülkeleri başta olmak üzere, diğer İslâm ülkelerinde de çağdaş değerlerin -demokrasi, insan hakları, sivil toplum vb.– gelişmesini, yerleşmesini istiyorlar.
Var olan Türk kurumlarının içinde yer alarak ve yeni oluşumlar vücuda getirerek, Avrupa Türk toplumu içinde yaşadıkları ülkelerin onurlu bireyleri olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusundaki mücadelesini bütün imkânlarıyla ve bütün kalpleriyle destekliyorlar.
Bu büyük güç; dernekleriyle, vakıflarıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin onurlu ve eşit bir üyesi olması için sonuna kadar seferber edilmelidir.
Hollanda’nın bu senenin yarısında alacağı AB Dönem Başkanlığı ve Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri söz konusu “güç”ün ne kadar önemli olduğunu bir defa daha ortaya koymaktadır.
Avrupa’daki Türk varlığı bugünlerde aşağıdaki soruların cevaplarını arıyor:
– Avrupa Türk sivil toplum örgütlerinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonunda üzerine düşen rol ve bu yönde yapılacaklar nelerdir?
– İçinde bulunulan ülkenin kamu kuruluşlarında, basın ve yayında önemli görevlerde bulunan Türk kökenli bireylerin üstlenebilecekleri fonksiyonlar nelerdir?
– Avrupa’da yayınlanmakta olan Türkçe süreli yayınların Türkiye-AB entegrasyonundaki muhtemel rolleri nelerdir?
Düne kadar Türkiye’nin AB’ye alınmasına şiddetle karşı olan Hıristiyan Demokratlar bile kendi içlerinde görüş ayrılığına düşerken, Türkiye’nin gerek bölgedeki ülkeler, gerek İslâm dünyasına evrensel norm ve değerlerin iletilmesinde ve yerleşmesinde önemli bir rol üstleneceğini söyleyen politikacıların görüşleri hemen hemen her gün gazetelerde yer almaya devam etmektedir.
Gazeteler, “Türk normları nelerdir?” başlığı atarak, okuyucularını Türkiye-AB entegrasyonu hakkında bilgilendirmektedir.
Özellikle son hükümetin birçok alanda yaptığı reform niteliğindeki değişiklikler ve attığı adımlar birçok Batılı tarafından takdirle karşılanmakta.
Elbette, tüm bunlar da bizim, Avrupa’da yaşayan Türklerin Türkiye-AB entegrasyonunu savunmamıza, hem de başı dik olarak savunmamıza sebep teşkil etmektedir.
Aralık ayında tarih verilse de verilmese de, bu mücadelede Türkiye her hâliyle kazançlı çıkacaktır.
Bu süreçte, hem Avrupa’daki sivil toplum örgütlerine, hem toplumun her katmanında yerini almış bireylere farklı görevler düşmektedir. Söz konusu görevin bilincinde olmak dileğiyle!
Mart 2004Hollanda’da Neler Oluyor?
Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kimlik tartışmaları ve tanımlamalarından Hollanda’da ziyadesiyle nasibini almış durumda. Biz kimiz, Avrupalılık nedir gibi sorular her gün ve her platformda sorulan ve üzerinde farklı görüşler belirtilen konular arasında yer almakta. Elbette bu tartışmalardan en çok nasibini alan grup ise göçmenler, dolayısıyle Türkler olmakta.
Bu çerçevede şöyle bir kaç hafta geriye baktığımızda Hollanda’nın gündemi genel hatlarıyla yerel seçimler, gidişattan memnun olmayanların yayınladıkları manifesto, Holllanda Kamu Politikaları Kurulu “WRR”in İslam ve Demokrasi başlık araştırmasının sonuçları gibi konular karşımıza çıkmakta. İsterseniz bu konula kısaca bir göz atalım....
Bildiğiniz gibi geçen ay, Hollanda’da (7 Mart) yerel seçimler yapıldı. Bu seçimler Hollanda Türkleri açısından oldukça önemli bir sürecin başlangıcının müjdecisidir. Gerek seçimlere katılım gerekse seçmenin tercihi noktasında göz ardı edilemeyecek gelişmeler oldu. Geçen dönem göçmenlerin seçimlere katılım oranı yüzde 25’lerde seyrederken, 7 mart seçimlerinde bu oran yüzde 50’nin üzerine çıktı. Hattta bazı belediyelerde göçmenlerin, dolayısıyle Türklerin oyları belirleyici rol oynadı. Bu gelişme yıllardır arzu ettiğimiz ancak son seçimlerde yakalabildiğimiz bir gelişmedir. Siyasi bilinç ve katılım bizce entegrasyonun mihenk taşlarındandır. Sözkonusu bilincin önümüzdeki yıl yapılacak milletvekili seçimleri başta olmak üzere eyalet ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de canlı tutulmasını arzu etmekteyiz.
7 Mart yerel seçimleriyle farklı siyasi partilerden belediye meclislerine giren Türk kökenli politikacıların sayısı 180’i aşmıştır. Bu arkadaşlarımızdan 4’ü belediye encümen üyeliklerine seçilmişlerdir, yani yerel yönetimlerde günlük aktif görev almışlardır.
Bir çok belediyede koalisyon hazırlıkları devam ederken, Hollanda’da gündemine bir grup eski ve yeni siyasetcinin yayınlamış olduğu “Bir Ülke, Bir Toplum” manifestosu gelmiştir. Bizce de çok anlamlı ve yerinde olan manifesto Hollanda’da oluşan korku ve endişenin farklı kültür ve inançlara düşmanlığa dönüştürülmesine dikkat çekmiş ve kamuoyuna “Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar” ya da “Hollandalılar ve Hollandalı olmayanlar” ayrışmasının, ülkeye feleket getireceğini ilan etmişlerdir.
Manifesto’dan bir cümle şöyle: “Parsellenmiş, ayrılmış, fikrî ve fizikî adacıkların oluştuğu bir ülke; gerginliklerin, çatışmaların, güvensizlik ve korkunun hâkim olduğu bir Hollanda istemiyoruz!.. Böyle bir atmosfer, hepimizin geleceğini olumsuz yönde etkiler ve bu şekilde devam ederse de herkes kaybeder!”
Evet, biz de aynı endişeleri duyduğumuzu, paylaştığımızı ifade ederek, “Bir Ülke, Bir Toplum” hareketini başlatanlara destek verdiğimizi açıkladık. Çünkü biz açık, barışçı ve karşılıklı saygının yer aldığı demokratik bir hukuk devleti istikametinde sorumluluk almak istiyoruz.
Diğer taraftan geçen hafta La Hey’de, meclis bünyesinde bulunan Nieuwspoort’ta açıklanan bir raporla Hollanda’da yeni bir dönem başlamış oldu.
11 Eylül olaylarıyla gerek Hollanda içinde gerek Hollanda dışında törerist hareketler ve müslümanlarla müslüman olmayalar arasındaki gerginliğin giderek arttığından hareketle araştırmada şu sorulara cevap aranmış:
• Müslüman ülkelerde cereyan eden islami hareketlilik, siyaset, devlet ve hukuk’ta ne derece etkilidir?
• Bu islami hareketlilik müslüman ülkelerdeki demokrasi, adalet ve insan haklarına saygıya bir engel oluşturmakta mıdır?
• Bu engellerin ortadan kaldırılması veya azaltılması için Hollanda ve AB’nin ortak noktaları bulunmakta mıdır?
Hollanda Kamu Politikaları Kurulu “WRR”, bu sorulara cevap bulabilmek için üç yıl süreyler 12 müslüman ülkeyi araştırmış. Ve bulduğu sonuçları “Anti Demokratik İslam hakkındaki şablon düşünce”sisteminin kırılması başlığı ile kamuoyuna duyurdu. WRR Raporu’nun can alıcı sonuçlarından bazıları şöyle:
• İslam’ı hedef alan politikalara son verilmeli…
• İslam tehlike ve Müslümanlar günah keçisi olarak gösterilmemeli…
• Politikacılar İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan konuşmaktalar…
• İslam, Demokrasi ve İnsan Haklarıyla Çelişmemektedir…
Rapor, 1 ana kitap ve 4 yardımcı kitaptan oluşan rapor Hollanda dişişleri bakanı Bernard Bot’a takdim edildi. Bakan Bot konuşmasının bir yerinde şunları söyledi: ‘Batı’da islam’ın demokrasiyle ne derece bağdaştığını sık sık sormaktayız. Oysa müslüman ülkelerde bu soruyu kimse sormaz. Cevap bellidir. Islam ve Demokrasi birbiriyle bağdaşır. Bu görüşü destekleyen ve 70 müslüman ülkenin imzası olan bir deklerasyon da yayınlanmıştır”....
Diğer taraftan Hollanda kanaat liderleri, aydınları ve eski ve yeni siyasetçiler de yoğun ilgi gösterdiği bu toplantıda Yeşil Sol’da n AP milletvekili olan Joost Langendijk de bir konuşma yaptı. Laagendijk yapmış olduğu yirmi dakikalık konuşmasının 13 dakikasını Türkiye’ye ve Türkiye’nin müslüman kimliğiyle Avrupa Birliğindeki yerini anlattı.
Joost Lagendijk kısaca şöyle dedi: “Bize prensipleri olan insanlar lazım, dogmalar değil. Türkiye buna en güzel örnek. Hem Batı’yı hem Doğu’yu anlıyorlar. Batılı, seküler, demokratik ve müslüman bir ülke. İnsanı büyüleyen taraf ise, ulusalcı geleneğe sım sıkı sarılan bir kısım sosyal demokratlar ve muhafazakalara inat AK Parti ve Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelmeleridir”.
Evet kısaca geçtiğimiz haftalarda Hollanda gündemini bu konular oluşturdu. Sözkonusu konuların hepsi bizi çok yakından ilgilendirmektedir. Hollanda’da geleceğe atılacak adımlarda bu konuları iyi okumamız gerekir.
Nisan 2004Avrupa Türklerinin Amaç Birliğinde Görünmeyen Gücü
Bu köşeyi okuyanlar hatırlayacaklardır. Zaman zaman Avrupa’daki Türklerin pedagojileri ile ilgili denemeler yer alır bu satırlarda. Kimi zaman bir Türk’ün başarısı, kimi zaman ayrımcılığa uğramış bir vatandaşımızın durumu ve kimi zaman da, dışlanmışlık psikolojisiyle karşımıza çıkar Avrupa Türkleri bu sütunda yer alır. Çoğu zaman optimist ve iyimser yargılar sıralanır paragraf aralarında. Her olumsuz gelişmede dahi bir olumlu yön bulunmaya gayret edilir. Ümit her şeyimizdir çünkü bizim. Var olmak, ayakta kalmak ve varlığımızı korumak hava gibi, ekmek gibi bir şeydir bizim için. Çünkü biz, bu ülkelerde çifte kimliğimizle, aidiyetimizle, sorumluluğumuzla var olmak ve yaşamak istiyoruz.
Sadece yaşamakla kalmayıp, aynı zamanda, hem içinde yaşadığımız ülkelerin yöneticileri, siyasetçileri tarafından hem de köklerimizin dayandığı ülke tarafından fark edilmek istiyoruz. Kırk yıllık göç serüvenimiz sonucunda oluşan tecrübe, kurumlaşma, farklı alanlarda temsil edilme ve gerektiği zaman bir amaç uğruna birleşebilme bizim en tabiî hakkımız olsa gerek. Geçmişteki bir takım şartlar sebebiyle çok farklı isimlerde, çatılarda ve kulvarlarda birleşenler zaman zaman bu birleşmeyi tek yöne akıtabilmekteler. İşte böyle, gayri ihtiyari ve organize olmamış bir birleşmeyi geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen Eurovizyon Şarkı Yarışmasında sergileyebildik.
Çok sayıda Türk’ün yaşadığı bütün ülkelerde, Almanya, Hollanda, Belçika ve diğerlerinde Türkiye’yi temsil eden şarkıya 12’şer puan verildi.
Bunun mutlaka bir anlamı olmalı. Avrupa’da bir güç, görünmeyen bir güç var. Bu güç Eurovizyon yarışmasında spontane olarak harekete geçmiş ve Türkiye’ye tam puan verdirebilmiştir.
Tam puan verdirebilmek için illa sokaklara dökülmeye, bağırmaya, çağırmaya gerek kalmamıştır. Evlerinde, heyecanla seyrettikleri yarışmaya telefonla puan vermişlerdir. Sadece puan vermeyle kalmamış, çocuklar dahil büyük bir kitle yarışma gecesi saat 24.00’lere kadar ayakta kalmışlardır.
Bu heyecan, evlere hakim olan atmosfer, Avrupa ülkelerinde yaşamakta ve yetişmekte olan çocuklarımızın psikolojisine nasıl yansımıştır, onu siz düşünün artık.
Gerek Eurovizyon yarışmasında gerek diğer bazı etkinliklerde ortaya çıkan bu güç, Avrupa’daki Türkler, Türkiye ve diğer akraba topluluklar için büyük bir şanstır.
Sadece bunlar için mi?
Hayır.
İçinde yaşanılan ülkelerin siyasetçileri için de cazip olabilir.
Zira sadece Almanya’da beş yüz bin Alman pasaportlu, Hollanda da ikiyüz elli bin Hollanda pasaportlu Türk toplumu bu ülkenin siyasîleri tarafından iştah kabartabilecek bir güçtür.
Ancak! Gerçekte, realitede, günlük yaşamda bu ne kadar doğrudur? Sorusuna vereceğimiz cevap sadece koskocaman bir MAALESEF’tir.
Aynı konuya şu günlerde Avrupa Parlamentosu’nda görev almaya hazırlanan Cem Özdemir de değinerek şöyle diyor: “Almanyalı Türkler Latin Amerikalı göçmenleri kendilerine örnek almalıdır.” Neden? Çünkü George Bush bile Latin Amerikalıları karşısında görünce, tavrı değişiyor ve İspanyolca bilmemesine rağmen, Latin Amerikalıların hoşuna giden ‘Spanglish’ ile konuşmaya başlıyor.”
Biz de ise, durum çok farklı. Türklerin Hollanda’ya gelişlerinin 40. yıl kutlamalarına katılan entegrasyon Bakanı Bayan Verdonk, Türk Devleti yetkilerinin de hazır bulunduğu ortamda, Hollanda’daki üst kuruluşlarımızın temsilcilerinin ve iki bin Türk dinleyicinin gözünün içine bakarak adeta “zorla entegre olacaksınız” diyerek bizi azarlıyor.
Peki ya Türkiye bu gücün farkında mıdır? Bu ise ayrı bir konu. Ama cevap yine yukarıdakine benzer bir şey.
Avrupa’ya göç serüvenimizin tarihi 40 yılı bulmasına ve çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin sayısı 4 milyonu aşmasına rağmen hâlâ bulunduğumuz ülkelerin siyasetçileri tarafından kaale alınmıyorsak oturup ciddi ciddi düşünmemiz gerekir.
Oysa kendiliğinden oluşan ve zaman zaman ortaya çıkan “amaç birliği” tüm ideolojik birlikteliklerin üstüne çıkarak hem Avrupa ülkeleri hem geldiğimiz ülke için iştah kabartabilir.
Aynı güç, önümüzdeki dönemde çok daha sık gündeme gelecek olan Türkiye-AB ilişkilerinin “sivil boyut”unu oluşturabilir. Bu sivil boyut, ekonomik işbirliği, bilgi birliği, kültürel ve sosyal çalışmalarda da kullanılabilir.
Bunun içindir ki, bu görünmeyen güç üzerinde gerek Türkiye gerek içinde yaşanılan ülkelerin bu kitlenin faydasına olacak araştırmalar yapmaları gerekmektedir.
Nisan 2004Avrupa Türkleri ve Avrupa Parlamentosu Seçimleri
Bildiğiniz gibi, Hollanda’da geçtiğimiz dönemde mahalli seçimler, parlamento seçimleri ve eyalet seçimlerini yaşadık. Şimdi de Avrupa Parlamentosu seçimleriyle karşı karşıyayız. Haziran ayının ikinci haftası Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak. Her seçimde olduğu gibi önümüzdeki günlerde yapılacak AP seçimlerinde de Avrupa’da yaşayan Türkler farklı partilerden adaylıklarını koymuş bulunuyor. Bu adaylardan hemen aklımıza gelenler Belçika’dan Fatma Pehlivan, Meryem Kaçar, Almanya’dan Vural Öger, Cem Özdemir, Ozan Ceyhun, Danimarka’dan İsminur Lone Yalçınkaya, Hollanda’dan Osman Elmacı, Emine Bozkurt ve diğer ülkelerden diğer adaylar. Hepsi farklı siyasî partilerden Avrupa Parlamentosu’na seçilmek için yarışıyor. Son bi kaç aydır, özellikle Avrupa Türk basınında Avrupa Parlamentosu seçimleri ile ilgili çok şeyler yazıldı, çizildi. Hattâ Zaman gazetesinden Ali İhsan Aydın köşesinde “Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da Türk kökenli AP adayları varken, neden Fransa’da Türk kökenli bir AP adayı yok” feryadı sonrasında, Fransa’da da Türk kökenli bir AP adayının olduğu ortaya çıktı.
Adaylarımızın önemli bir bölümü TRT Berlin Temsilciliğinin hazırladığı “Euroforum” adlı programa çıkarak kendilerini ve düşüncelerini anlatma fırsatı buldular.
Avrupa Parlamentosu’na aday olan Türk kökenlilerin hemen hemen hepsi sahasında uzman, başarılı, Avrupa konularını bilen, bazıları yıllardır politikanın içinde yer almış, gayretli insanlardır. Birçoğu sadece Avrupa’daki azınlık hakları veya entegrasyon gibi konularla görevlerini sınırlamayıp, Kıbrıs meselesi, Irak meselesi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği gibi birçok konuda sorumluluklarının bilincinde olan insanlardır.